7 Mayıs 2021 Cuma

Kur'an Firavun'un imanından neden bahseder?

Bismillahirrahmanirrahim. Bu konuda uzunca sarf-ı kelam edip halt yemeceğim. Çünkü çapımı aşan bir mevzu olduğunun farkındayım. Hem mürşidim de ilgili bahiste bir 'haşiye' ile demiş: "Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir." Sera nere Süreyya nere? Ahmed gibi sinek nere o göğün kartalları nere? Fakat bir tevafuk hatırına hakkında azıcık konuşacağım. Cenab-ı Hak sırat-i müstakimden ayırmasın. Kırık sözler söyletmesin. Hidayetinden bahşetsin. Kusurlarımızı affetsin. Sürç-i lisanım olursa şimdiden özür dilerim. Müsamahanızı dilerim.

Sadede geleyim. Kader Risalesi'nde şöyle bir metin yeralıyor: "Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref' etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki: 'Şu şerdir, yapma.' Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu."

İşte birgün şu bahsi okumuşum. Kafamda dönüyor, dönüyor, dönüyor. Ama ne anlatıyor? Kavrayamıyorum. Kuşatamıyorum. Cehaletimden sıkılıyorum. Daralıyorum. Üzülüyorum da. Her neyse. Öyle bir vaziyette Kur'an okumaya karar verdim. Çünkü Kur'an okuduğum zaman, başkalarına da böyle oluyor mu bilmem, kafamdaki telaş dağılıyor. Fikrim duruluyor. Kalbim bir parça sükûnet buluyor. Düzensiz çalkalanmalar ritmik dalgalanmaya dönüşüyor. Elhamdülillah. Şüphesiz Allah'ın kelamı, kendisi hakkında buyurduğu gibi, hidayet ve şifadır. İki tesiri birden gösterir. Hem yanlıştan çevirir hem hakikate götürür. O gün de böyle hoş bir tevafuk oldu.

Birden Yunus sûresinin 90. ayeti karşıma çıktı. Parladı. Hatırlayacaksınız: Firavun'un Kızıldeniz'de boğuluşunu anlatır. Kısacık bir mealiyle şöyle buyrulur: "Derken İsrâiloğullarını denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: Elhak, inandım ki, İsrâiloğullarının iman ettiğinden başka ilah yokmuş! Ben de artık kendini Ona teslim edenlerden biriyim." İşte, şükür, bu ayetle yukarıdaki bahiste ne söylendiğini bir parça kavradım gibi geldi. Hem de bu bahsin Kur'an'da yeralışının büyük bir hakikate işaret ettiğine uyandım. Nasıl? Açayım:

Firavun gibi dalaletin zirvesi bir adam bile Kızıldeniz'in kapandığı hengamede imanın 'asıl kurtuluş' olduğunu onaylıyorsa, demek ki, dalalet yapısal birşey değil. Yani Firavun fıtrî olarak 'dalalete düşmek' üzerine yaratılmış değil. Yapısal olsaydı bundan dönemezdi. Direksiyon kıramazdı. Çünkü yapısal şeylerin aksiyle amel edilemez. Tren rayından başka yol izleyemez. O zaman azaba uğraması da adaletsizlik olurdu. Zira mecbur edilmişler cezaya uğratılamazlar. Halbuki bir imtihandır sürüyor. Âdemoğlu hayır-şer ekseninde sınanıyor. Dünyadaki varlığımız anlamını böyle buluyor. Cenab-ı Hak bir ihtiyar/irade vermeseydi sınamanın anlamı da kalmazdı. Yani seçim olmasaydı sınanma da olmazdı. İşte bu seçimler irademizle oluyor. Kur'an'da Firavun'un son nefeste denediği imanı da belki biraz bu hikmetle aktarılıyor. Allahu'l-a'lem. Böylelikle Firavun'un dalalet üzerine yaratılmadığı gösteriliyor. Elinden iman da geliyor çünkü.

Tabir-i caizse, biz neden "Düşen uçakta ateist bulamazsınız!" cümlesini tekrar ediyorsak, Kur'an da biraz o hikmetle bize Firavun'un bu durumunu bize naklediyor. "Adam/kadın iman edemiyor!" diye bir durum yok yani. "Allah da beni imansız olayım diye yaratmış!" diye bir bahane olamaz. Vücubiyeti savunulamaz. Herkesin içinde 'iman edebilme' potansiyeli var. Hep var. Ancak bazıları o potansiyeli kullanmamayı seçiyorlar. Eğer bu bir fıtrat meselesi olsaydı, mecburiyet karışsaydı, Firavun gibi işin dibine vurmuş birisi, son nefesinde böyle bir yolu seçemezdi. Hoş, seçimi de onu kurtaramadı, çünkü o kertede iman makbul olmaz. Bunu da devamındaki ayetlerin verdiği dersle biliyoruz. İyisi mi ateistler uçaklarının düşmesini beklemesinler iman etmek için. Kızıldeniz kapanırken öncüllerinin işine yaramadı çünkü. Hem bu kıssayla mü'minlere verilen bir ders de şu belki: Tevbe için son demleri beklemek doğru değil. Denizler üzerimize kapanmadan iradenin hakkını vermek gerekir. Duayla da beslemek gerekir.

Evet, arkadaşlar, Rabb-i Rahîm'in affına sığınarak kalbime gelen birşeyi beyan ettim. İnşaallah halt etmemişimdir. Pot kırmamışımdır. Hidayeti, inayeti ve tevfiki Haktan dileriz. Âmin.

27 Nisan 2021 Salı

İhsan'ın Eliaçık, dininin ucu açık...

Hakkını yemeyelim: İhsan Eliaçık'ın gerçekten 'eli açık.' Fakat bahşını babasının tarlasından değil de Allah'ın razılığından yaptığı için hoşgöremiyoruz. İçimize sindiremiyoruz. Nihayetinde başkasının malından cömertlik yapana 'cömert' demezler. Ya? 'Hırsız' derler. Evet. Aynen. Başkasının malından cömertlik yapan hırsızdır. İnsan ancak mülkiyeti sözkonusuysa eli açık olabilir. Emanetçisi olduğundaysa yapamaz. Paşa gönlüne göre dağıtamaz. Bahşiş veremez. Peşkeş çekemez. Malik-i Hakiki'nin rağmına saçıp savuramaz. Savurursa ne olur peki? Mülkün Asıl Sahibi (c.c.) hesabını sorar. Öyle ya: Fatiha'da kendisini mü'minlere 'Malikiyevmiddin' yani 'Hesap Gününün Sahibi' olarak tarif edenden kim/nasıl kaçabilir? Nasıl malından kaçırabilir? Nereye saklanıp da hesabından kurtulabilir? Alîm-i Mutlak olan Allah elbet hesabını ıskalamaz.

Duymuşsundur sen de: Evvelce kırdığı cevizler kesmemiş olacak ki en nihayet ateistleri de cennete iteklemeye kadar vardırdı işi. Gerçi, Allah var, ateistlerin böyle birşey arandığı yok. Ricacı olmuş da değiller. Zaten inanmıyorlar ki adamlar. Neye ricacı olsunlar? Hem niye ricacı olsunlar? Cennet-cehennem enterese etmiyor ki onları. Fakat Eliaçık'ın eli Suyudurmaz Çeşmesi gibi. Durmuyor. Duramıyor. Akıyor. Dağıtıyor da dağıtıyor. Paylaştırıyor da paylaştırıyor. Katolik kilisesi bile cennetten arsa ayarlarken bu kadar bonkör değildi be arkadaşım. En azından bir çorba parası olsun tokatlıyordu rahipleri. Eliaçık o kadarına bile bakmıyor. Damat gibi sırtlarına vura vura sürüklüyor adamları. İlla gireceksin! İnanmıyor musun? Yahu boşver. Ne önemi var? İhsan'ın eli açık ya. Tü, tü, tü. Yani hocamızın hem eli açıktır hem de dininin ucu açıktır. Dün deistleri sokar, bugün ateistleri, yarın da kimbilir? Azıcık nazını çekerse İblis'i bile içeri alabilir.

Aaa, zulmetmeyelim, elbette böylesine zırvalarken dayandığı argümanlar var. Mesela diyor ki: "Kur'an'da ateistlerin cehenneme gireceğini söyleyen ayet yok." Sahi. Bektaşî gibi gönülsüzce aranınca "Hakikaten yok!" diyebilirsiniz belki. Yani arkadaşım 'ateist' kelimesi Kur'an'da gerçekten hiç geçmiyor. Ama, fakat ve de lakin. Mevzuu lügat cambazlığından biraz uzaklaştırınca insan uyanıyor ki: Müşriklerin cehenneme gideceğine dair çok ayet var. "Eee?" Yani Allah'a ortak koşanların cezalandırılacağını söylüyor Kur'an. "Eeee?" Yahu ne 'Eeee'si? "Bu işin ateistlerle ne ilgisi var?" diye mi soruyorsun bir de! Cık, cık, cık. Yahu ateistler de müşrik değil mi? "Nasıl yani?" Şöyle yani: Ateistler de tıpkı müşrikler gibi tek olan Allah'ı inkâr ettikten sonra onun mülkünü, sıfatlarını, isimlerini, yaratışlarını, tecellilerini başkalarına/sebeplere dağıtıyor değiller mi? "Eveeet. Aaaa. Saahiii." Yaaaa. Şimdi derkettin işte. Ateistler aslında politeistlerdir. Bir Allah'ı inkâr ettikleri için sebepler sayısınca ilahları kabul etmişlerdir. Bakma Eliaçık'ın aptala yattığına. Onun gözü ancak işine gelmeyenlere açılmıyor. Yoksa şapkasından ne tavşanlar çıkardığını tanıyanlar bilir.

Bediüzzaman da bu konu hakkında diyor ki: "Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede, bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır." 

Yani bu anlamda ateizm müşrikliğin dibidir. Zirvesidir. En rezilidir. 1000 tanrıya taptıkları söylenen Hititler bile bu kadar aptallaşmayı göze alamamışlardır. Yalnız Allah'ın hesabına eli açık Eliaçık da şu tezadı görmezden gelmektedir: Kur'an, Mekke müşriklerini cehenneme sokmaktan çekinmezken, ondan bin beter müşrik olan günümüz ateistlerini mi sokmaya kıyamamaktadır? Neden? Hangi mecburiyetle? Eliaçık'ın tevili hazırdır: Çünkü 'ateist' kelimesini Kur'an'da bulamamaktadır. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kelimeyi apaçık bulsaydık da Eliaçık eli açıklığı bize izin vermeyecekti. Hatta Eliaçık eli açıklığını daha ileri vaziyetlere götürecekti. "Mesela?" Mesela: İsimleri bizzat Kur'an'da cehennemlikler olarak geçmeyen ateistleri kıyıp sokturmayacaktı. Ebu Leheb'in bizzat adı geçmese, ihtimaldir, Eliaçık ona da cehennemi kondurmayacaktı. 

Tabii ki tevil cambazlarında tevil tükenmez. Eliaçık'ta da teviller tükenmiyor. Ateistleri bile cennete sokarak 'dinin gönderilmesini amaçsızlaştırdığını' farketmiyor. Farkediyorsa da önemsemiyor. Allah'ı abesle itham ediyor. Kendisinin ikinci bir argümanı da şöyle şekilleniyor arkadaşım: "Bir ateist ahlaklı olduktan sonra Allah'a inanmasa da olur. Zaten Allah'ın istediği gibi bir kul olmuştur." Ooo... Görüyor musun tesbiti. Vay, vay, vay. Hey gidinin kilolu Gandhisi hey. Nasıl da yakıştırdın kendine böyle bir panteizmi? Neyse, o pehlivan cüsseni tartmayalım da, ettiğin lafların cirmini tartalım. Tartalım ama kendi sözümüzle tartmayalım. Sen daha sosyalizmin 's'sini söyleyemezken Marksizmin tahsilini yapmış, davasını savunmuş, bedelini de ödemiş bir filozoftan alıntı yapalım. Bilgiler Kitabı'ndaki söyleşisinde diyor ki Leszek Kolakowski:

"Sekülerleşme çağında yaşıyoruz. Ki bu da kendi içinde çelişik bir olgudur. Etkisini ancak birkaç on yıldır tam anlamıyla yaydığından, geleneksel dinin tamamen unutulduğu, yitirildiği, gömüldüğü bir toplumun neye benzediğini bilmiyoruz. Bunun ahlakî ya da entelektüel kalıntılar biçiminde varlığını sürdürebileceğinden sözetmiyorum. Ama eğer her türlü dinden arınmış bir toplum hayal etmeye kalkışırsak, bu, birçok noktada, muhtemelen bir tiranın yönettiği, kaygının ve tamahkârlığın egemen olduğu Thomas Hobbes'un geometrik modeline benzer. Dinsel miras fiilen yok olursa iyi ile kötü arasındaki ayrım da geçerliliğini yitirir. Ama bunu kanıtlayamam. Çünkü zorunlu amprik koşullar yerine getirilemez." 

Yani, işin kitabını yazmış filozof-profesör Kolakowski "Dinsiz ahlak da varolamaz!" diyor, ama bizim kenardan sosyalist müslüman Eliaçık'ımız "Ahlaklı olduktan sonra dine gerek yok!" deyu ahkâm kesiyor. Vay arkadaş vay. Elbette merakı olan sormadan edemiyor: İyi de 'akide' olmadıktan sonra 'ahlak' neyin üzerinde duracak? Bir ateist için bir hamamböceğiyle insan arasında varoluşsal hiçbir ayrım yokken ikincisine neden ayrı bir saygı gösterilecek? Neden malından çalınmayacak? Neden canı yakılmayacak? Neden kendisinin tanrısı olduğu bir düzlemde insan başkasını nefsine tercih edecek? Hangi kutsala(!) boyun bükecek? Hangi ahirete erteleyecek? Ateist ahlakının sahiden dayanağı var mı? İyiliğin de kötülük kadar hiçliğe gittiği bir inanışta 'iyi olmaya çabalamanın' ontolojik bir anlamı bulunabilir mi? 

Tabii bu suallere İhsan Bey'den cevap bekleyemiyoruz. Onun böylesi çelişkileri çözmeden önce göbeğiyle Gandhiliği arasındaki çelişkiyi çözmesi lazım. Tok karna yaptığı sosyalistliği bir yere oturtması lazım. Das Kapital'i abdestle okumayı anlamlandırması lazım. İşi çok yani. Bitirip buralara gelemez. Sonra bir de artık kendi malından cömertlik yapmayı öğrenmesi lazım. Allah'ın razılığı bol keseden dağıtılarak cömert olunmaz. Öyle cömert olunsaydı, hele sen sıranı bil, İblis cömertlerin şahı olurdu. Çünkü o bin yıllar önceden başladı usûlsüzce dağıtmaya. "Dağıtıyorum!" deyu insanlığı kandırmaya. Cümle Eliaçıklar da bağışladıklarını yine ondan ders alıyorlar zaten. Fakat yaratamadıktan sonra vaadetmenin anlamı ne ki? Allah sahiden vermedikten sonra onun adına verilenlerin hakikati ne ki? Nereye götürür ki? Vesselam.

10 Nisan 2021 Cumartesi

Hakkın sınavında kopya çekmek de serbest

Arkadaşım, mevzu 8. Söz'den çıktı, anlatayım: Ona mürşidim iki ayetle başlıyor. Hatta daha doğrusunu söylemeli: İki ayetten alınmış ifadelerle başlıyor. Bunlardan birisi Bakara sûresinin 255. ayetinden. Kısa bir meali şöyledir: "Allah Teala ki Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy Odur. Kayyum Odur." Diğeriyse Âl-i İmran sûresinin 19. ayetinden. Onun da kısa bir meali şöyle: "Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslam'dır." 

Dikkat edersen: Birisi Allah'ın biricikliğinden, hayat vericiliğinden, devam ettiriciliğinden bahsederken; diğeri 'indinde makbul tek dinin İslam olduğunu' bildirir. Bu nedenle zahirî nazarla ilgilerini sezmek zordur. İşte bu müşkülün eşiğinde bir tefekkür hassasiyeti nazarımıza çarpar. Evet. 25. Söz'deki izahlardan da biliriz ki: Bediüzzaman, Furkan'daki ayetlerin bazen aynı kanunun iki ucunu, yani en büyük resimdeki tecelliyle en küçük detaydaki tezahürünü, birlikte ifade ettiklerini düşünür. Hatta 14. Lem'a'nın 2. Makamı'nda bunu besmeleyle izah eder:

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur." 

'Allah' ism-i celali ile kainatın bütünlüğünde okunan sır, 'Rahman' ism-i şerifinin gölgesinde dünyanın yüzünde, 'Rahîm' ism-i latifi ile de insanın sima-i manevisinde okunur. Yani evren, dünya ve insan bu düzlemde içiçeleşirler. Hatta yine mezkûr pencereden bakılınca gönürür ki: Âdem âlemden sağılmıştır. Onun misal-i musağğarıdır. Küçücük bir özetidir. Nakışlarının şiddeti sanatının sıkışıklığındandır. Başka bir yerde bu hakikate şöyle işaret edildiğini görürüz:

"Hem nasıl ki, kâinattaki san'atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san'at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi." 

Besmele okuyuşu da etkiler. Diyebiliriz ki: Risale-i Nur'un tamamı belki böylesi bir bakışın eseridir. Çünkü mürşidim orada nazarını sürekli büyük resmin üzerinde tutar. 13. Söz'de yaptığı ayet-yıldız benzetmesinin hakkını verir. Nasıl? Açalım: Ona göre Kur'an düzlem değil uzaydır. Herbir ayeti bu uzaya merkez olabilir. Hangisine yapışılsa kardeşleri hakikatini destekler nitelikte etrafında yeniden şekillenirler. Yeni yeni vechelerini gösterirler:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki 25. Söz'de beyan edildiği gibi..." 

Sorumuzu yineleyelim: Allah'ın tekliğinin, Hayy olmasının, Kayyum olmasının 'makbul dinin yalnız İslam olmasıyla' ne ilgisi var? Acaba şu mu: Üstteki ayet 'Allah birdir' diyor. Alttaki ayet 'Din birdir' diyor. Yani, Allah tek, İslam da tek. İnsan da bu makuliyete kapılıyor: Allah birse din de bir olur. Sultan birse kanunu da bir olur. Hâkim birse adaleti de bir olur. İkircik malikiyette kusurdur. Biricik Allah, hristiyanlara 'Ben üçüm,' budistlere 'Ben putum,' ateistlere 'Ben yokum,' müslümanlara 'Ben tekim' buyurmaz. Çünkü bunlar beraber doğru olmaz. Olamaz. Zıttırlar.

Şuradan da bakalım: Kayyumiyetiyle kainatın devamını heran sağlayan kimse, elbette, Hayy ism-i şerifiyle canlılığın devamını sağlayan da odur. Çünkü küçük resimdeki devamlılık büyük resmin devamına bağlıdır. Has dairenin devamı sarayın devamına bağlıdır. Öyle ya: Canlılığın yapıtaşı da cansızlardır. Atomları hiçten varlığa çıkaran ve kalmalarını düzenle heran sağlayan kimse hayatın varlığını ve devamını sağlayan da odur. Yani Hayy u Kayyum isimleri kardeştir. Bir hakikatin iki yüzüdür. Sözgelimi: Kayyumiyet hayat üzerinde daha zâhir görünür. (Canlıların düzeni daha özet bir bütündür.) Hayatsa Kayyumiyetin gereği olan kudret, ilim, irade üçlüsünü açıklar. Evet. Kayyum olan hayattar da olmalıdır. Yani Hayy olmayan Kayyum olamaz. Kayyum olmayan da hayatı yaratamaz. Çünkü hayat da ancak heran bir kollanışla varlık sahasında kalır. Bir taş bir ağaçtan daha az şeye muhtaçtır. Bir ağaç da bir hayvandan daha az şeye ihtiyaçlıdır. Demem o ki arkadaşım: Varlıkların canlılık mertebesini yükselten âdeta ihtiyaçlarıdır. Fakirlikleriyle Rahman'a kurdukları bağdır. Dilenişleridir. Kavuştukları bağışlardır.

İnsansa daha özel bir alanı temsil eder. Onun öyle bilişleri, sezişleri, istekleri, tasavvurları vardır ki sair canlılar onunla yarışamaz. Bir bitkinin varolmak için şiire ihtiyacı yoktur. İnsanın vardır. Bir hayvanın avını pişirmeye/lezzetlendirmeye arzusu yoktur. İnsanın vardır. Daha bunlar gibi öyle alanlar bulunur ki, insan, onlarda açılmış istidatlarıyla yüzbin kapılı bir saray hükmüne geçer. Yüzbin dilli bir dilenciye dönüşür. Herbiriyle ayrı bağış alır. Yani: Fakirliği aslında zenginliğidir. Yahut da Aleyhissalatuvesselamın ifadesiyle: "Fakirliğim fahrımdır/övüncümdür."

Bir benzetmeyle sözlerimi toparlayayım arkadaşım: Kainat bir kitapsa insan o kitabın arkasındaki boşluktur. Boşluklar neden bırakılır bilirsin: Kâriler notlarını oraya alırlar. Böylece bir kitap bin farklı şekilde tamamlanır. Her derkenar kitaba dahil olur. Yine mürşidimin tabiriyle: "Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."

Kur'an'da dolduracağımız bu kısım için 'sahife' ifadesi kullanılıyor. Müfessirlerimiz de bu hakikati bize 'defter' üzerinden anlatıyorlar. Mesela diyorlar: 'Amel defteri.' Peki defterle kitabın farkı nedir arkadaşım? Birisi 'yazılır' diğeri 'okunur?' O kadar mı? Yok. O kadarcık değil. Şunu da düşünmelisin belki: Kitabı sahibi doldurur. Defteriyse emanetçisi. Yani: Kitap doldurulmuş olarak önümüze gelir. Defteriniyse o kitaba göre kendin doldurman gerekir. Eğer kitaptakilere göre doldurduysan incelendiğinde 'pekiyi' verilir. Eh, evet, en azından bizim zamanımızda öyleydi. Öğretmenlerimiz imza atarlardı. Böylelikle defteri doğru kullandığın isbatlanmış olurdu.

Fakat dikkat et: İnsanın iradesi de var. Emaneti o yüklendi. Kitaptan başka defter de istedi. Belki iradesi bizzat bu defter oldu. Zalimlik-cahillik yükünü de omuzlarına aldı. Öyle ya: Kalemi eline alıyorsan bir cür'ete girişmişsin demektir. Defterini kitaba göre doldurman gerek. Kitaba rağmen defter olmaz. Kainata bakıp hayatını onda tecelli eden esmaya göre yaşaman lazım. 

Yani ki arkadaşım: Biz âlemin defteriyiz. Sayfa kenarındaki boşluğuz. Sınanıyoruz. Zalimliğimiz-cahilliğimiz kaçınılmaz. Çünkü kuşatamıyoruz. Ancak halimizi bilen Rabb-i Rahîm'imiz yine ihsanlarını alıkoymuyor. Nebiler, vahiyler, şeriatlar gönderiyor. Böylece kainatı devam ettiren Kayyumiyeti varlığımıza da devam ettiriyor. Elhamdülillah. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'insaniyet-i kübra olan İslamiyet' imdadımıza yetişiyor. Öyle ifade etmek belki doğru değil ama söylemeden de yapamayacağım arkadaşım: Sünnetten kopya çekebilirsin. Defterini kolaylıkla doldurabilirsin. Rabb-i Rahîm'imiz öyle şefkatli bir öğretmen işte. Ona şükrolsun.

3 Nisan 2021 Cumartesi

Bilim, kitabı mı okuyor, kağıdı hakkında mı konuşuyor?

Bu bir yazı sayılmaz. Daha çok 'bir ilginçlik.' Belki başkalarına da ilginç gelir diye bu sûrette not alındı. Efendim, şuradan başlayayım, Constantin Von Barloewen'ın Bilgiler Kitabı'nı okuyorum bugünlerde. Kitabın altbaşlığı şöyle: Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler. Işık Ergüden çevirmiş. Aylak Kitap'tan çıkmış. Her neyse. Bu kısmı hızlı geçeyim. Eserde söyleşi yapılan isimlerden birisi de biyokimyacı Erwin Chargaff (1905-2002). Kendisi DNA'ya dair büyük keşiflerin de sahibi. Sadece bir biyokimyacı değil üstelik. Bilimin felsefesiyle de meşgul bir düşünür. Bir filozof. Ama âsilerden. Modern bilime dair endişeler dillendiren bir 'istenmeyen adam.' Evet. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Nobel alamayışını da mezkûr tutumuyla ilişkilendiriyor. Söyleşi boyunca da zaten saklamadığı bu yanını apaçık görüyorsunuz.

Bana ilginç gelense söyleşi boyunca dillendirdiği bazı tenkidlerin Bediüzzaman'ın kimi beyanlarıyla benzerlik taşıması. Mesela: 12. Söz'ü bilirsiniz. Mürşidim orada "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bir hikayecikle seküler bilim eleştirisi yapıyor. Daha doğrusu: Seküler bilimin yarı yarıya kör felsefesini eleştiriyor. Alıntılayalım: 

"Bir zaman hem dindar, hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki, 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.' (...) Feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı. Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Uzatmayayım. Sonra her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim, filozofun hakiki manayı ıskalamasından kızdı, kovdu. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir." Detaylarına meraklananları kaynağına havale edeceğim bu okumada anlatılansa özetle şudur: "Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..." 

İşte, ilginçlik, Chargaff da söyleşisinde bilimi aynı misalle eleştiriyor: 

"Bilim insanlarını tek tek karşınıza alıp 'Hayat nedir?' diye sorsanız, hayatı ortaya çıkaran şeyi, hayatın yansıdığı tepkime ve formülleri anlatırlar. Bu aşağı-yukarı 'Kitap nedir?' diye sorup şu cevabı almaya benzer: Kitabın yapısını ayrıştırıyoruz. Kağıdı analiz ediyoruz. Harflerin neye benzediğine ve hangi mürekkeple basıldıklarına bakıyoruz. Ama gerçekte kitabın içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Bu doğa bilimleri için de geçerlidir. Onlar da bunu bize söyleyemezler. Hiçbir bilim insanı, hiçkimse, hayatın ne olduğunu bilmiyor. (...) Hayatın kendisi, umarım sonsuza dek, bir esrar olarak kalır. Gaz mı sıvı mı? Döllenmeden hemen sonra, yumurtacık kapandığında, ne olmaktadır? Niçin daha sonra emriyo aniden yaşamaya başlamakta? Bu olay bir köşede, mekaniğin metafiziğe geçtiği ara bir uzamda, olup bitmektedir. Bunun üzerinde hiçbir etkimiz yok. Bunu deşifre edemiyoruz. En güçlü bilgisayarları kullansak da olmuyor. Bizim keşfedeceğimiz şey hayat değil. Yalnız hayatın bazı öğeleri ve bazı koşulları, bu bilginin de gerçekten yararlı olup olmadığını bilmiyoruz. (...) Benim bakış açımdan bilime çok büyük önem atfetmemek gerekir. İlginçtir. Ama ille de yaşamsal değildir." 

Üstelik, bilimin yüzeyselliğinin, hakikat yoksunluğunun 'kitap misaliyle' anlatılmasının dışında Chargaff'ın hayata dair söylediklerinin de Bediüzzaman'ın beyanlarıyla bir uyumu var. Çünkü mürşidim de 'hayatın perdesizliğini' sıklıkla nazarımıza veriyor: "Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet nur, vücut, hayat, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufuna perde oluyorlar."  Yani, evet, hayatın aslında neyden yaratıldığını bilmiyoruz. Çünkü perdesi yok. Biz ancak perdeleri okuyabiliyoruz. Chargaff da perde üzerine konuşmakla hakikati konuşmanın farkına dikkat çekiyor.

Bu yazı gibi olmayan yazıyı, yine Chargaff'tan, evrim üzerine bir eleştiriyle bitirelim: "Evrim teorisi kuşku verici öğeler içermektedir. Sosyal darwincilik en güçlünün ayıklanmasını savunduğunda yıkıcı etkileri olur. Uyanık bazı biyologların bu açıdan evrim teorisinin kesinliğini tartışma konusu ettiklerini hayal edebilirim. Ama bundan açıkça sözetmeye cesaret edemezler. Çünkü kariyerlerine zarar verebilir. Üzerinde öylesine köklü bir şekilde anlaşılmış şeyler vardır ki sonunda tanınmaz hale gelirler. İlk başta darwinci teori fazla yandaş bulamamıştı. Fakat belli bir andan itibaren bilimin entelektüel yapısına egemen oldu. Ve böylece kısmen bir iman konusu oldu. Benzer bir olgu moleküler biyolojide meydana geldi. Benzer eğilimler önceki dönemlerde de görülür: Ortaçağda hristiyan olmayan hiçbirşey elde edemez. Kimi durumlarda odun yığınları hariç. Ama yeni gelenler ille de bu kadar saf değildi." 

30 Mart 2021 Salı

Taşlamak melekliğin şanındandır

Bir önceki yazıda 'casus uydular' üzerinden 'şeytanların recmi' mevzuuna bakmaya çalışmıştık. Demiştik ki: Şaşılacak bir durum yok. Bugün devletler de, tıpkı şeytanlar gibi, istihbarat toplamak için semaya çıkıyorlar. Hatta hasımlarının çalışmalarını engellemek niyetiyle 'casusları taşlama' yöntemleri geliştiriyorlar. Hindistan'ın denemesi yaptığı 'uydu vuran füze'yi de misal vermiştik. Tabii bir yönüyle "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor!" hakikatine bakmaya pencereydi bu. Ve elbette esasında Mülk sûresinin 5. ayetine bakmaya bir pencere. Hani orada kısa bir mealiyle buyruluyor: "Biz dünya semasını kandillerle donattık. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. Onlara bir de alevli ateş azabı hazırladık."

Yani kimse semasında şeytan istemiyor. Casusluk istemiyor. Hırsızlık arzu etmiyor. Meleklerin tavrında garipsenecek bir durum da yok dolayısıyla. Elhamdülillah: Kur'an'ın rumuzları insaniyetin tecrübeleriyle de daha bir tavazzuh ediyor böylelikle. Daha doğrusu: Teknolojimiz böylesi ezelî-ebedî hakikatleri anlamaya merdiven oluyor. Ki zaten 15. Söz'de mürşidim de seküler darlanmaları böylesi bir genişliğe çıkarmaya çalışıyor. Hatta ahirde diyor: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet." 

Yani bu taşlama işi de bir kanun işi. Her semada sürmesi gereken bir cihad. Her cephede sürmeli. Semamız olarak gördüğümüz hiçbir yere şeytanlar sokulmamalı. Hatta birey de tefekkürle şeytanını recmetmeli. Çünkü kalbi de onun semasıdır. İtikadı da bir nevi semadır. Dininin semasıdır. İçtihad Risalesi'ne döndüğümüzde 'arzî-semavî içtihad' kavramlaştırmalarıyla şunu da apaçık farkediyoruz ki: Orada da bir recmetme ihtiyacı var. Nasıl? Bu zamanın arzî içtihadının semavî olanların katına çıkmasını engellemek lazım. Taşlamak lazım. İçtihad Risalesi de zaten bunun için yazılmış. Öylelere atılan bir gülle olmuş: "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer'iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler." 

Buradan melek idrakimize de bir nasihat çıkarabiliriz arkadaşım hem. Nasıl? Bizim idrakimizde melek 'etliye-sütlüye karışmayan' değil demek ki. Ya? Semasını kolluyor. Haddi olmayanı taşlayarak uzaklaştırıyor. Cemal kadar celale de malik melekler. (Zebaniler de melekler.) Sınırlarını koruyacak izzete sahipler. Hem maşaallah: Yerde onların nümunesi sayılacak salih âlimlerimiz de aynı tavrı sergiliyorlar. Şunlar nasıl cinnî şeytanları taşlıyor bunlar da insî şeytanlara reddiye yapıyorlar. Semamıza çıkmak isteyen bid'a ehlini tardedip uzaklaştırıyorlar. "Buralara varmak, konuşmak, ahkam kesmek sizin haddiniz değil!" diyorlar. Yine elhamdülillah. Cenab-ı Hak bu semayı da kandilsiz-nursuz bırakmıyor. Meleksiz bırakmadığı gibi güllesiz de bırakmıyor. Çünkü buralarda da konuşulan tüm ümmete dairdir. Ümmetin bahtını ilgilendirir.

Sen de bu hakikatlere bakarak kendi semalarını kolla arkadaşım. Hangi semanı mesela? Mesela: Hayranlığını. Hayranlık da bir semadır. Rağbet nefsin semasıdır. Oraya çıkana meyleder. İlgi gösterir. Seyreder. Kime hayran olduğuna dikkat et. Hayreti haketmeyenlerin o semada yer etmesine karşı uyanık bulun. Taşlarını sıkı tut. Bugün bütün bir Batı (me)deniyeti İslam gençliğinin hayretini avlamaya çalışıyor. Uzanmaya çalıştığı yerleri tutarsa uzananları da yönetebileceğini umuyor. Onlara attığın taşlarda sakın hafif davranma. Melekler kadar sebatlı ol. Korkma. Her isabetinde gözden düşür birisini. Eleştir birisini. Devir birisini. Fâsık-ı mütecahirin gıybeti de caizdir. Çünkü bu utanmazları popülist semadan düşürebilecek yararlı bir taştır. Hiçbir semanı küçük görüp vazifeni boşverme. Göğünü çiğnetme. Âmin.

23 Mart 2021 Salı

Casus uyduları önce kim recmedecek?

"Biz dünya semâsını kandillerle donattık. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. Onlara bir de alevli ateş azabı hazırladık." (Mülk sûresi, 5)

Geçenlerde Hindistan'ın 'uydu vurabilen füze' geliştirdiğini okudum. Hatta denemesini de yapmışlar. Başarılı olmuşlar. (Belki başka ülkeler çoktan yapmışlardır. Bilemiyorum. Konudan yeni haberim oldu.) Haberde füzenin geliştiriliş amacının 'casus uydulara karşı önlem' olduğu yazıyordu. Bu tabii bugün için böyleymiş. İleride uydulara silah sistemleri de eklenirse, ki bugün ekli olmadığını kim söyleyebilir, o zaman uzaydan gelecek saldırılara karşı da kullanmak gerekecekmiş. Böylesi füzeler her ülkenin envanterinde kayıtlı olacakmış. Olur mu olur. Neler gördük. Gayrı şaşmayız hiçbirşeye.

Şaşmayız ya. Fakat mevzu benim aklıma başka birşeyi getirdi. 15. Söz'ü. "Ne alaka şimdi 15. Söz'le?" demeyin muhterem kârilerim. Çok alakası var. 15. Söz neyi anlatıyor? Kur'an'da geçen 'casus şeytanların recmi' hakikatini izah ediyor. 7 Basamak'ı ile bizi o göğe çıkarıyor. Elhamdülillah. Hatta bir yerinde de diyor ki mürşidim: "Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder." Yani semada olan aslında bir kanunun en geniş dairesi. Aynı kanun varlığın her köşesinde seziliyor. Tecelli ediyor. Görünüyor.

28. Lem'a'nın 28. Nüktesi ise konuyu, bir sual eşliğinde, daha dakik yerinden yakalıyor: "Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz'î ve bazan şahsî bir hadise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz'î hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor."

Bediüzzaman'ın verdiği cevabı buraya alıntılayarak yazıyı uzatmayacağım. Merak edenler internetten kolaylıkla bulup okuyabilirler. (Adresini yukarıda söyledim.) Ancak 'uydu teknolojisi' sayesinde bu mevzudaki algı darlığımızı bir parça aştığımız kanaatindeyim. Hatta 'casus uydular' sayesinde mevzuun şerir yanını da çözdüğümüzü düşünmekteyim. Evet. Bugün kolaylıkla kabul ediyoruz ki: Eğer semada doğru yeri tutarsanız aşağıyı daha geniş bir perspektiften inceleyebilirsiniz. Hatta tuttuğunuz yere göre dost-düşman ülkelerin sırlarını da elde edebilirsiniz.

GoogleEarth'ün yanlışlıkla ortaya çıkardığı şeyler duymuşsunuzdur. Bunlar buzdağının sadece görünen kısmı. Esasında casus uydular uzunca bir zamandır 'bilgi toplama amacıyla' kullanılıyorlar. Eskiden bu teknolojiyi üretebilen ülkelerin sayısı sınırlıydı. Şimdi sahada oyuncu arttı. İşler karıştı. Trafik yoğunlaştı. Hepsi 'kendine göre melek' ülkeler de artık yeri geldiğinde bu meraklı casusları engelleyebilmek için silahlar üretiyorlar. Yani ayetin haber verdiği 'casus şeytanların recmedilmesi' hakikati bir başka rengiyle hayatımıza dahil oluyor. Evet. İnsanoğlu da eriştiği teknoloji sayesinde semadan bilgi toplanabildiğini görüyor. Bunu engellemenin yollarını kurcalıyor. Nihayetinde eriştiği çözüm: Yerden atış yapmak. Şimdilik böyle. Ancak dediğim gibi: İleride uydular silahlanırsa bu atışlar semadan yapılacak. Uzay istasyonlarından atılan füzelerle uydular vurulacak. Belki vurulan sadece uydu da olmayacak. Uzaydan karaya atışlar da yapılacak. Tıpkı karadan uzaya yapılabileceği gibi.

20. Söz'ün bakış açımızı kaldırdığı yükseklik ne zengin birşey. Peygamber mucizelerinin bugünün bilimi için 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği sırrı. İnsanlığın aklına karpuz kabukları düşürdüğü hakikati. Bunun bir başka rengini de 'casus şeytanların recmedilmesi' bahsinde görebiliriz. Çünkü bize bu makamda anlatılan da yine bir kıssadır. Şeytanlar-melekler arasında geçen mübarezedir. Bu mübarezenin ufkumuza düşürdüğü bir hayal vardır. Belki bugünün uydu sistemleri o hayalin isbatı olmaktadırlar. Kimbilir? Ben artık mezkûr ayetin verdiği haberi yadırgayanları yadırgıyorum. Görebildiğimiz boyutunda bunlar oluyorsa göremediğimiz boyutta ötekisi neden olmasın ki?

5 Mart 2021 Cuma

Ateistler yazarlıktan anlar mı?

"İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder." 13. Söz'den.

On kişiye bir kitap yazdırdığımızı düşünelim. Türünü de söylemeyelim. Yok. Hadi. O kadar da gaddar olmayalım. Diyelim ki: Bize bir roman yazın. Ama birbirinize bakmak yok ha. Ortak bir konu bulmaya çalışmak yok. Gidişat üzerine anlaşmak yok. Hiç yok. Bu da mı fazla gaddarlık oldu? Peki. Alt türünü de açıklayalım: Yazacakları eser bir polisiye roman olacak. Daha fazlasını vermeyelim. Gerisini tesadüflere bırakalım. Ve bu on kişi başlasın. Herbiri kitaptan bir bölüm yazsın. Birbirilerinin yazdıklarını hiç okumasın. Sonra tamamlandıklarında onları birleştirelim. Bakalım. Acaba bütünlüklü/uyumlu bir eser bulabilecek miyiz?

Birazcık editörlük/yazarlık tecrübem olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim ki: İrtibatsız on kişinin yazdığı bölümler birleştirildiğinde ortaya bir 'eser' değil bir 'facia' çıkacak. Çünkü aralarında hiçbir uyum olmayacak. Birisi Ayşe'nin katilini ararken diğeri Nuri'nin hırsızını bulmaya çalışacak. Herbiri kendi tahayyülerine göre bir kurguya girişecekler. Elbette ortak kararların yoksunluğundan dolayı da ayaklarını aynı yorgana göre uzatamayacaklar.

Bu anlaşmazlığı işveren olarak biz giderebilirdik. Yazılacakların tüm detaylarını onlara söyleyebilirdik. O zaman daha çok noktada buluşmaları mümkün olurdu. Ama yine de sıkıntılar bitmezdi. Çünkü detaylar kadar üslûp da önemli. Bu kalemlerin acaba üslûbu bir mi? Eğer değilse, ki genelde değildir, o zaman kulaklarına fısıldanan kurguyla da bir ittihada gelemezlerdi. Yazdıkları eserin akışında yine birçok kusurları olurdu. Tastamam buluşmazdı. Tastamam buluşmanın sağlanması için ya yazar bir olmalıydı yahut da... Başka ihtimal yok ki.

 Evet, başka ihtimal yok, aynı yazar tarafından telif edilmeyen eserlerin kusurlardan arınması mümkün değil. Devam kitapları başka müellifler tarafından yazılmış serileri düşünüyorum mesela. Yok. Olmuyor. Aynı tadı alamıyorsunuz. Birşeyler tutmuyor. Üstelik devam kitabının yazarı taklid etmeye de çalışıyor. Kendisi olarak kalmaya çabalamıyor. Yani iradesini başkası gibi olmaya sarfediyor. Yine istediğini/arzuladığını alamıyor. Bu yüzden devam kitapları genelde tutmuyor. Hatta bazen aynı yazarın devam kitabı bile tutmuyor. Çünkü yazarı da yaşarken değişiyor. Dili değişiyor. Üslûbu değişiyor. Duyguları değişiyor. Bazen bizzat kendisi de ilk başarısının gölgesinde kalıyor bu yüzden. Değişimin etkisinden zamanın içindeki hiçbir varlık kurtulamaz. Zaman zaten 'aynı kalmama'nın anabaşlığıdır.

Misalimize geri dönelim. Diyelim ki: Bu yazarların sayısı on değil yüz olsun. Yok. Yüz de değil. Yüzbin olsun. Ve bu defa onlara birer bölüm yazmalarını değil birer harf koymalarını söyleyelim. Yani onların seçtikleri harfleri derledikten sonra bizim bir kitabımız olacak. Yüzbin harften oluşan bir roman. Romanı da söylemeyelim. Sadece kitap diyelim. Sadece yazacaklarını bilsinler. Ama ne yazacaklarını bilmesinler. Birbirleriyle irtibatsız olsunlar. Üstelik bir de bu insanların aynı dili konuşmadıklarını varsayalım. Yüzbin kişinin herbiri başka bir dilde konuşuyor. Başka ülkelerin vatandaşları. Daha da ileri gidelim: Bu yüzbin kişinin hiçbirisi aynı zamanda yaşıyor olmasın. Yüzyıllar içine bu tecrübeyi dağıtalım. Bin yıl evvelki insanın cümlesini bin yıl sonrakiler tamamlıyor olsun. Sizce eserimiz ne kadar başarılı olur?

Hiç mi? Zor mu? İmkansız mı? Cık, cık, cık. Arkadaşlar, bunlar en azından insan, akılları-şuurları var. İlimleri-iradeleri var. Kudretleri-yetenekleri var. Böyle şeyleri varken işin arkasını toparlayamazlar mı? Yine 'Cııık!' mı? Yok mu? Olmaz mı? 'Iıı ıhh!" mı? Peki. Tamam. Ben de size hakveriyorum. Hakikaten de bir kitap yazabilmek için çok uyumlu bir birlikteliğin varolması lazım. Bunu aşabilmenin en uygun yolu yazarın 'tek' olması. Yazar tek olursa yazdıklarını tevhid etmesi kolaylaşır. Bir konuda, bir üslûpta, bir dilde tutar. Başı-sonu kavuşturur. "Ama heyetle de yazılan kitaplar var!" mı dediniz? Öyle eserleri ben de gördüm. Ancak onları da toparlayan 'üst yazar' mutlaka bulunuyor. Yani önüne gelen metni içerikte tevhidi sağlamak için o denetliyor, düzenliyor, işliyor, farklılıkların yaralarını sarmaya çalışıyor. Buna rağmen böylesi dosyalar yayınevleri için korkulu rüyadır. Başarısı azdır.

İşte, arkadaşım, ateistler öyle insanlar ki: Daha konu insan gibi akıllı-şuurlu bir varlıkken veya kitap gibi sınırlı-kontrollü bir alanken başarılamayan birşeyi kainat kitabının işleyişi için mümkün görüyorlar. On kişiyle muvaffak olunamayan bir bütünlüğü sayısı nihayetsizliğe varan varlıklar için 'olabilir' sanrılıyorlar. Üstelik burada eylemcilerin ittifak ettikleri bir fiil türü var: Yazmak. Dolayısıyla kapsam sınırlı. Hata riski daha az. Fakat onların  vücud vehmettikleri ihtimalde bu da mümkün değil. Çünkü herbir varlık tesadüfün elinde oyuncak. Hem kendisi hem eylemleri. Hepsi bir gelişigüzellik içinde. Gelişigüzellikten nasıl kitap çıkabilir? Kağıt, mürekkep ve kalem bin yıl bekleseler tesadüfle kitap olurlar mı?

Lakin, arkadaşım, gerileyip kitabın tamamına baktığımızda hiçbir kusura da rastlamıyoruz. Karıştırdıkça en karışık nakışların bile binbir hikmetle yapıldığını derkediyoruz. Uyum. Uyum. Uyum. Kainat kitabı telif süreci hakkında size yalnız birşey söylüyor: Beni yazan 'tek' olmalı. Yaratıcım 'tek' olmalı. Gözeticim 'tek' olmalı. Bilenim 'tek' olmalı. Seçenim 'tek' olmalı. Böyle bir dağınıklık başka şekilde toplanmaz. Bu düzen başka şekilde açıklanamaz. 

Gerçi Kehf sûresinin 1. ayetinde 'kitap'tan kastedilen Kur'an'dır. Mürşidim de 13. Söz'de onu Kur'an olarak tefsir etmiştir. Ancak onunla kainat arasındaki ilişkiye yaptığı atıflarla bana şunu da düşündürmüştür: Cenab-ı Hakkın yazdığı hiçbir kitapta uyumsuzluk yok. Tutarsızlık yok. Karışıklık yok. Tutarsızlık kesretin delilidir. Uyum tevhidin delilidir. Yazan bir olmadığı zaman bütün kitaplar karışır. Bütün kitapları bir tutarsızlık karıştırır. İşte bu hakikat mezkûr ayette (gayet kısa bir mealiyle) şu şekilde ders verilir: "Hamd bütünüyle o Allah'a aittir ki kuluna kitabı indirmiş ve onda hiçbir tutarsızlığa yer vermemiştir." 

Yani: Kitapsa tutarsız olmayacak. Tutarsızlık varsa kitap değildir. Eğer tutarsızlık yoksa fail de bir olacak. Çünkü failleri arttırmak fiilerde karışıklığa neden olur. Tutarsızlık doğurur. Fiillerin faili birse hamd da ona aittir. Öyle ya: Başkalarına neden iltifat edilsin? Başkaları neden övünç sahibi olsun? Onlar yapmamışlardır ki. Nasıl hırsızlık ederler? Övgüyü-şükrü fiili yapanın alması gerekmez mi? Gerekir. Bu açıdan 'La ilahe illallah'ın gereği 'Elhamdülillah'dır arkadaşım. 'Elhamdülillah'ın gereği de 'La ilahe illallah'tır. Ondan başka yaratan olmadığına göre övgüden dilim kesilmez. Ondan başkasına övgüden dilim kesilemediğine göre O birdir. Ayetin 'Elhamdülillah' ile başlayıp 'kitap'la sona ermesi bu dersi de içerir. Allahu'l-a'lem.

Aleyhissalatuvesselama inen Furkan'ın içinde hiçbir çelişki bulunmadığı gibi insanlığın içine indiği kainat kitabında da hiçbir çelişki yok. Üstelik biz de kainat kitabının içine inmiş başka başka kitaplarız. O kadar nüsha yazılmışız. Yahu bizde de çelişki yok. Yani ki insanlıktan bu kadar nüsha yazılmış. Hepsi ne kadar güzel yazılmış. Maşaallah. Kâfirin küfrü kendine. Allah'ın sanatına değil ki. Allah'ın sanatı kâfirin üzerinde bile parıl parıl parıldıyor. Yalnız kâfir kendisi farkedemiyor. Şuna da ayrıca dikkatini çekerim arkadaşım: Bu âlem öyle bir kitap ki elmanın noktasını âlemin cümlesi tamamlıyor. Sivrisineğin gözü güneşle birlikte çalışıyor. Pirenin midesi güneş sistemine muhtaç. Bediüzzaman bunları hep anlatıyor. Kainat bunları hep anlatıyor. Kur'an bunları hep anlatıyor. Hakkıyla kulak veremeyenler biziz. Çünkü bizler matbaa makinesinin başında hergün yeni bir şiir yazmasını bekleyenleriz. Makine şiir yazamıyor. Çünkü şiir, kalıpçıların değil, her an içinde yeni bir dünya yaratılanların işidir.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...