28 Kasım 2015 Cumartesi

Yokun hikayesi olmaz

Ağırlığınız kıl kadar, ancak bazen gözümün üzerine geliyorsunuz. Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Size aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. (Zaten her zayıflık, bir başka açıdan zenginliktir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' zenginliktir.) Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.

Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki, derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden/hiç geçmeyen yalnızlığımdan kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin alan el olduğu. Veren elin yalnız Allah olduğu.

"Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."

Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. (Bunlar tasannu sayılır mı?) Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, hakkındalığın da yok olduğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.

Hikayeci, olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar... Hem öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu.

Bir öykü, yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi?

Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek, kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye dikkat çekmek istiyorum: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, ben'inizi pohpohlamaktır. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı, anlatırken siz de hissedersiniz.

Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken veya abartırken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur, üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki, zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? Aynısı olmadığını düşünüyorum. Çünkü zaafta övücü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.

Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.

Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var, sarılmak istiyor. Sesi var, duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var, dökmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası... Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme, üzüldüğü dizileri/filmleri izlerken sadece birer kurgu olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte de böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...