Hüdhüd kuşunun Neml sûresinde bize verdiği bir ders var: "Herkes Allah'ı mesleğince bilir." Mürşidim bu sadedde der ki: "Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san'atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san'atçığıyla bilip ifade ediyor."
Peki bu dersi Hüdhüd kardeş bizlere nerede/nasıl veriyor? 25. ayette. Hak Tealayı tarif etmek için kullandığı şu ifadeyle: "Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkarır..."
Elbette ben de bu meselde Hüdhüd kuşundan ayrı değilim. Cenab-ı Hakkı anlamaya çalışırken eylediğim işlerin parçalarını/temsillerini çoklukla istimal ediyorum. Örneğin: Yarımca 'editörlük' ve yarımca da 'yazarlık' işiyle iştigal etmemden yola çıkarak 'kadere iman etmenin kaçınılmazlığı' anlıyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Kainatın kemaline dair edindiğim her izlenim, her kanaat, her bilgi, ister istemez aklımın ayaklarını kadere götürüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bunu en çok 'yayınevi' ve 'yazar' dengesini/işleyişini düşünmekle yapıyor.
Bilirsiniz ya, yine de başlarken altını çizelim, yazarlar 'iradeli' varlıklardır. Yani 'yazmak istediklerini' yazarlar. Fakat bir yazar, ne kadar yazmak istediklerini yazarsa yazsın, yayınevinin süzgeçlerinden geçmedikçe yayınlanamaz. Kitabın garantisi öncelikle o yayıevinin editörlüğüdür. Editör; yayınevinin çizgisi, kendi bilgisi, tecrübesi ve yeteneği çerçevesinde eline ulaşan her dosyayı mizana vurur, işler, olgunlaştırır. Bazen de onları yayınlanmaya layık bulmaz ve sahibine iade eder. Bazen de iade eder fakat 'şartları yerine getirilince' tekrar incelemeyi göze alabileceğini de ifade eder. Bazen de yazarda farkettiği yetenekten ötürü, sırf yazmaya devam etsin diye, normalde iade edeceği bir dosyayı alır, üzerine kendisi çalışır, olgunlaştırır, yayınlatır.
Bir yayınevinin editörlüğü güzel işliyorsa o yayınevinden kötü kitap çıkmaz. Hatta bazen yayınevinin kalitesi öyle bir noktaya ulaşır ki, onun markasıyla çıkan her yayın, okurun gözünde 'okunmalılar' listesine girer. Fakat kötü bir editörlüğe sahip yayınevlerinin durumu tam tersidir. Okura, çıkan ürünün kalitesini garanti edemediklerinden, okur da yayınevinin kitaplarına mesafeli olmaya başlar. Yaşanılan kötü tecrübe sayısınca bu mesafe açılır. En nihayet, okur dünyasında, şöyle cümlelerin gezdiği duyulur: "Filanca yayınevinin kitapları okunmaz. Adamlar hiç kitaplara özenmiyorlar. İşçilikleri kötü."
Peki o yayınevinde hiç mi iyi yazar/kitap yoktur? Mutlaka vardır. En azından 'iyi birer yazar/kitap olmaya aday' dosyalar vardır. Fakat yayınevinin genel olarak prensipsiz/kalitesiz hareket etmesi, iyi ürünlerin de en az kötüler kadar çirkinleşmesine, değersizleşmesine veya gözden düşmesine sebep olur. Küçük görmeyin dostlarım. Bir yayınevi kitabını 'rezil' de eder 'vezir' de eder. Fakat, şimdi sizi bu mevzulardan kurtarıp, mürşidimin bir metnine götüreceğim. Belki bu okumayla bütün bir evreni 'yayınevi' gibi görmeyi başarabileceğiz:
"Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, 'Esmâü'l-Hüsnâ' tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü'l-Hüsnâ'nın güzel nakışlarını gösterir."
"Hoppala! Bu Esmaü'l-Hüsna bahsiyle 'iyi bir yayınevi olmanın' ne alakası var?" diye sorabilirsiniz. Aslında 'Çok alakası var' dostlarım. Çünkü Esmaü'l-Hüsna dediğimizde, biz de, tıpkı 'bir yayınevinin güzelce işlemesi için sahip olması gereken prensipler türünden' prensiplerden bahsetmiş oluyoruz. Yani Cenab-ı Hakkın herbir ismi bize bir 'yaratış prensibini' söylüyor. Rahman ismi yaratırken 'merhametli' olduğunu söylüyor. Kerim ismi yaratırken 'ikram edici' olduğunu söylüyor. Cemil ismi yaratırken 'güzel kılıcı' olduğunu söylüyor. Âdl ismi yaratırken 'adaletli' olduğunu söylüyor. Yani bu isimler bir yanıyla Allah'ı tarif ederken diğer yanıyla bize 'yaratış prensiplerini' aktarıyorlar. (Hatta kimileri "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikatini bu prensipleri okuyup, tanıyıp, onlara uygun hareket etmek şeklinde de anlamlandırıyorlar.)
Bu durum bizi 'daha üst bir okumayla' şu noktaya götürüyor: Evren yayınevi de, zamanı aşkın bir şekilde, dosyaları okumuş, prensipler dairesinde değerlendirmiş, olgunlaştırmış veya iade etmiş bir şekilde işleyişini sürdürüyor. İlmin sonsuz denizinden gelen bilgi, iradenin süzgecinden geçiyor, kudretle de yaratılıyor. Yaratılmış herşeyin bir kaderi var. Çünkü her kitabın 'öncesi' var. Eğer düzgün çıkarıyorsa, ki kainata bakan hiçkimse bu yayınevindeki kitapların kötü çıktığını söyleyemez, o zaman yaratılmış herşeyin 'öncesi' olmalı.
Hepsi bir editörlükten geçmeli. Parça parça yaratılışlarda bu böyle olduğu gibi zamanı aşkın şekilde de bu böyle olmalı. (Zaman varsa ezel de olmalı.) Zaman bizim (mahlukatın/yaratılmışların) en büyük bütünlüğümüzdür. Yani yaratılışın 'zamandan da öte/aşkın' bir noktada 'biliş' ve 'takdir' boyutları olmalıdır. Olmalıdır ki kitaplar hep böyle güzel çıkmaktadır.
Bu yönüyle kadere iman beni çok rahatlatıyor. Yaptığım kötülüklerin/yanlışların büyük resmi bozmaya yetmeyeceği tesellisini veriyor. Bir kelebeğin kanat çırpışından bir fırtına kopmuyor. Çünkü yayınevine giren her dosyanın bir editörü var. Herşey yayınlanmadan/varolmadan önce Onun (c.c.) takdirinden geçiyor. Bu nedenle yazarlar, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, okurların dünyasını mahvedemezler. Bezdiremezler. İradelerinin gücü buna yetmez. Yayınevinin Sahibi neyi dilerse onu yaratır. O da elbette şan-ı Rububiyetine yakışır şekilde yaratır. Esmaü'l-Hüsna prensiplerine uygun şekilde yaratır. Hiçbir yazarın cinneti bu prensipleri aşabilir kuvvette değildir.
Evet, bu benim huzurum, mutluluğum. Çünkü büyük resme bakınca da ancak bu şekilde rahatlıyorum. Dünyada büyük savaşlar oluyor, zulümler oluyor, ekonomiler bozuluyor, hürriyetler alınıyor, birliktelikler dağılıyor... Ama hepsinin arkasında bir 'editör' var. Benim bu parça parça gördüğüm kötülükler mutlaka bir kitabın içindeki hikmetler. Bu yayınevinin prensiplerine itimadım tam. Mutlaka bir şekilde onlara uyduğu için yaratıldı şu yaratılanlar.
Ancak bu şekilde varoldular. O halde okumayı bırakmamalı. Beklemeli. Kitabının sonunun gelmesini beklemeli. Acıklı hikayeler belki de mutlu sonla tamamlanacaklar. Dağınık görünenler belki finalde toplanacaklar. Birbirine bağlayamadığımız kelimeler belki cümlenin sonunda anlamlanacaklar. Ve o editörler editörü, sonsuz hamdolsun ona, kendisini Fatiha'da şöyle tarif ediyor: "O hesap gününün sahibidir." Biz de o günde, inşaallah, dosyasını sağından alanlardan oluruz. Çünkü bu da cennette tekrar basılacağımıza işarettir. Âmin.
11 Ağustos 2018 Cumartesi
8 Ağustos 2018 Çarşamba
Boşa gitmedikçe insan sevildiğini anlar
"Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır." İktisad Risalesi'nden.
İktisad Risalesi'ni yeniden okumaya başladım. Daha başlardayken farkettiğim şey şu oldu: İktisad 'muhtaç olunanın kıymetini bilmek'tir. Durun. Durun. Bir saniye. Çabuk sonuca geldik. Biraz öncesinden alalım: Muhtaç olmak nedir? Muhtaç olmak, varlığını (veya varlığının bir parçasını), devam ettirebilmek için birşeye/şeylere ihtiyaç duymaktır. İhtiyaç duyan, bellidir ki, varlığını kendi başına devam ettiremez. Kendine yetemez. Kendiyle yetinemez. Evet. Bu böyledir. Ve bu noktadan hareketle denilebilir ki: Birşeye ihtiyaç duymak, ister-istemez, ona muhtaç olduğumuzu gösterir.
'Muhtaç olarak varolmak' aslında varoluş şeklimizi Allah'ın varlığından ayıran en önemli ayraçtır. Biz arızîleriz. Varız ama arızîdir varlığımız. Allah'ın, anlara dahi sirayet eder bir şekilde, yeniden yeniden, tekrar be tekrar, varlık lütfetmesine muhtacız. Sonraya ancak böyle taşınır önceki varlığımız. Vermeyi sevdiğim o misalle fehmimize yaklaştırırsak: Bir çizgifilmin içerisinde varolan karakterlerden birisi gibiyiz. Çizerimiz, bir sonraki karede tekrar filme dahil etmezse bizi, filmdeki diğer detaylar aynı kaldığı halde, yiteriz. Yani demem o ki arkadaşım: Kayyum isminin penceresinden bakılınca bir silgilik canımız vardır.
Ancak biz, yaşarken, hayatı daha çok Hayy isminin gölgesinde müşahade ediyoruz. Onun tecellileriyle okuyoruz. Ve Hayy ismi bize şunu söylüyor: Muhtaç oldukların karşılanmazsa hayatın devam edemez. Bu nedenle hayatımız devam ettiği sürece muhtaç olduklarımızın kıymetini tastamam idrak edemiyoruz. Belki, hasbelkader (kaderin bir hesabıyla) birazcık tehlikeye düştüğünde, uyanır gibi oluyoruz. Lakin tehlike geçince uyanıklık da hemencecik yitiveriyor. İlla, inayet-i ilahîyle, kalbimize bir 'farkındalık' ihsan oluna. Bu farkındalığın adı da 'ihsan'dır.
İhsan makamı, meşhur Cibril Hadisinin haber verdiği üzere, ism-i Hayy'dan ism-i Kayyum'a doğru uzanmaktır. Şuur açmaktır. Derinleşmektir. Hayat sahibinin her an kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi, varlığını, 'her an yeniden varedilmeye muhtaç olduğu hissiyle' doldurmasına bağlıdır. Fakat her hissedişimizde olduğu gibi bu da öncelikle bir imandır. Yani 'tanımlama'dır. Tanımlarımız imanımızdır. Eğer bir insan, varlığını, 'akışına bırakılmış' bir 'hayat sahipliği' olarak görüyorsa, korktuğu tek şey ölümü olur. Fakat bir insan, varlığını, 'her an devam ettirilmeye muhtaç' bir 'varlık sahipliği' olarak görüyorsa, o zaman her anından ötürü Allah'a şükretmeye, dua etmeye, iletişimde kalmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç da onu Kayyum ismine götürür.
Yolculuğumuzun başına geri dönelim. Muhtaç olduğumuzu anlamamız bizde nasıl bir uyanış sağlıyor? Elbette, herbirimiz, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Cenab-ı Hakka duada bulunuyoruz. (Genel anlamda) eriştiğimiz her nimetin ondan geldiğini biliyoruz. Bu bilginin, büyük resimde, farkındayız. Ancak ne kadarımız, elinden alınmadığı sürece, 'düzenli nimetlere' karşı şükretmeye ihtiyaç gösteriyoruz? Veya onların varlığının 'varlığımızın devamını sağladığına' dair bir uyanış sahibiyiz? Veyahut daha net bir şekilde yüzleşelim: Ne kadarımız Allah'ın yaratılışımıza her an dahil olması gerektiğini düşünüyoruz? Üç öğün yemek. Hastalanınca şifa. Her ay maaş... Hepsi bu kadar mı? Hatta bazılarımız belki bunları dahi kendi kendine halledeceğini düşünüyor. Allah'ın yardımına dünyaya yaklaşan bir göktaşına rastladığında ihtiyaç duyuyor.
Ben şimdilerde, iktisad şuurunun kalpte yerleşmesinin, 'Hayy' isminin, kardeşi 'Kayyum' ismine bağlanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani: Nasıl ki, Hayy ve Kayyum isimleri kudsî metinlerde kardeştir, beraber anılırlar. Birisi anılınca diğerini de insanın kulağı (alışkanlık gereği) arar. Aynen öyle de: 'Muhtaçlık' ile 'iktisad' arasında da böyle bir kardeşlik bağı var. (Yani birisinin yanında diğeri olmazsa hikmetleri yara alır.) Peki bununla ne demek istedim?
İnsan, sırf muhtaç olmakla, muhtaç olduğunun kıymetini takdir et(e)miyor. Çünkü kıymet 'ihtiyaç duymak'tan ziyade 'gerekliliğinin sürekliliğe' inanmaktan besleniyor. Yani, bir insan, güneşin her sabah yeniden doğmasına dair bir ihtiyacı yeterince hissetmezken (zira varlığı bir yeknesaklığa sahiptir) yağmur gibi 'belirli bir düzenliliği olmayan' nimetlere daha fazla şükredebiliyor. Çünkü 'yokluğunun mümkünlüğü' varlığına duyulan ihtiyacın hatırlatıcısı oluyor.
Peki iktisadın buradaki kilit fonksiyonu ne? İktisad, bize verilen her nimetin, velev yakın zamanda 'mümkün bir yokluğu' olmasın, sanki yokolabilecekmiş gibi tadılmasını sağlıyor. Binlerce yıldır akan bir nehirden, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, israf etmeden abdest almaya çalışan bir insan, normalde hiç uyanmayacağı bir farkındalığı şuur olarak sinesinde taşıyor: "Bunun varlığının da korunması lazım." Birşeye 'ihtiyaç duymakla' onda 'iktisad etmenin' arasındaki ayrım da tam bu bence: İhtiyaç duyan muhtaçlığı giderilene kadar muhtaç olduğunun varlığıyla ilgilidir. Fakat, iktisad eden, ihtiyacı bir hissediş olarak arkasında kalsa bile, o şeyin varlığının devamlılığı ile ilgilidir.
Ve tam da bu noktada, iktisad, bizi 'Hayy' isminin yamacından alıp 'Kayyum' ismine yaklaştırır. Kıymet sürekliliğe duyulan ihtiyaçtır. Duyarlılıktır. Yani 'acz/fakr' ile 'iktisad' arasında Hayy ile Kayyum isimleri arasındakine benzer bir kardeşlik vardır. İktisad sayesinde insan salt acziyle/fakrıyla ulaşamayacağı bir üst farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık nedir peki? el-Cevap: "İhtiyaç duyduklarının sürekliliğine de ihtiyacı vardır." Devamlılık yalnız ferdin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Şeyler 'şeyler' olarak kalmaya devam etmesiyle ilgilidir. Nimetlerin sürekliliği ise ancak iktisadlarıyla mümkündür. İsraf edilenler elden çabuk giderler.
Evet. Binler kere evet. Birşey hakkında iktisad etmek "Senin varlığının devam etmesini istiyorum!" demektir. "Senin kıymetini biliyorum!" demektir. "Seninle arkadaşlığım sürsün istiyorum!" demektir. Bu yüzden bencileyin derim ki: Kıymet vermek 'varlığının devamını istemek'tir. Varlığı devamlı olanlar kıymetli olurlar. Hiçbir mutluluk masalı 'sonsuza dek...' demeden final yapmaz. Bu, yukarıdaki mevzularda böyle olduğu gibi, evliliklerde/dostluklarda da aynıyla geçerlidir. Hiçbir âşık mâşukunun kalbini israf ederek sevdiğine inandıramaz. Boşa gitmediğini anladıkça insan sevildiğini anlar. Vesselam.
İktisad Risalesi'ni yeniden okumaya başladım. Daha başlardayken farkettiğim şey şu oldu: İktisad 'muhtaç olunanın kıymetini bilmek'tir. Durun. Durun. Bir saniye. Çabuk sonuca geldik. Biraz öncesinden alalım: Muhtaç olmak nedir? Muhtaç olmak, varlığını (veya varlığının bir parçasını), devam ettirebilmek için birşeye/şeylere ihtiyaç duymaktır. İhtiyaç duyan, bellidir ki, varlığını kendi başına devam ettiremez. Kendine yetemez. Kendiyle yetinemez. Evet. Bu böyledir. Ve bu noktadan hareketle denilebilir ki: Birşeye ihtiyaç duymak, ister-istemez, ona muhtaç olduğumuzu gösterir.
'Muhtaç olarak varolmak' aslında varoluş şeklimizi Allah'ın varlığından ayıran en önemli ayraçtır. Biz arızîleriz. Varız ama arızîdir varlığımız. Allah'ın, anlara dahi sirayet eder bir şekilde, yeniden yeniden, tekrar be tekrar, varlık lütfetmesine muhtacız. Sonraya ancak böyle taşınır önceki varlığımız. Vermeyi sevdiğim o misalle fehmimize yaklaştırırsak: Bir çizgifilmin içerisinde varolan karakterlerden birisi gibiyiz. Çizerimiz, bir sonraki karede tekrar filme dahil etmezse bizi, filmdeki diğer detaylar aynı kaldığı halde, yiteriz. Yani demem o ki arkadaşım: Kayyum isminin penceresinden bakılınca bir silgilik canımız vardır.
Ancak biz, yaşarken, hayatı daha çok Hayy isminin gölgesinde müşahade ediyoruz. Onun tecellileriyle okuyoruz. Ve Hayy ismi bize şunu söylüyor: Muhtaç oldukların karşılanmazsa hayatın devam edemez. Bu nedenle hayatımız devam ettiği sürece muhtaç olduklarımızın kıymetini tastamam idrak edemiyoruz. Belki, hasbelkader (kaderin bir hesabıyla) birazcık tehlikeye düştüğünde, uyanır gibi oluyoruz. Lakin tehlike geçince uyanıklık da hemencecik yitiveriyor. İlla, inayet-i ilahîyle, kalbimize bir 'farkındalık' ihsan oluna. Bu farkındalığın adı da 'ihsan'dır.
İhsan makamı, meşhur Cibril Hadisinin haber verdiği üzere, ism-i Hayy'dan ism-i Kayyum'a doğru uzanmaktır. Şuur açmaktır. Derinleşmektir. Hayat sahibinin her an kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi, varlığını, 'her an yeniden varedilmeye muhtaç olduğu hissiyle' doldurmasına bağlıdır. Fakat her hissedişimizde olduğu gibi bu da öncelikle bir imandır. Yani 'tanımlama'dır. Tanımlarımız imanımızdır. Eğer bir insan, varlığını, 'akışına bırakılmış' bir 'hayat sahipliği' olarak görüyorsa, korktuğu tek şey ölümü olur. Fakat bir insan, varlığını, 'her an devam ettirilmeye muhtaç' bir 'varlık sahipliği' olarak görüyorsa, o zaman her anından ötürü Allah'a şükretmeye, dua etmeye, iletişimde kalmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç da onu Kayyum ismine götürür.
Yolculuğumuzun başına geri dönelim. Muhtaç olduğumuzu anlamamız bizde nasıl bir uyanış sağlıyor? Elbette, herbirimiz, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Cenab-ı Hakka duada bulunuyoruz. (Genel anlamda) eriştiğimiz her nimetin ondan geldiğini biliyoruz. Bu bilginin, büyük resimde, farkındayız. Ancak ne kadarımız, elinden alınmadığı sürece, 'düzenli nimetlere' karşı şükretmeye ihtiyaç gösteriyoruz? Veya onların varlığının 'varlığımızın devamını sağladığına' dair bir uyanış sahibiyiz? Veyahut daha net bir şekilde yüzleşelim: Ne kadarımız Allah'ın yaratılışımıza her an dahil olması gerektiğini düşünüyoruz? Üç öğün yemek. Hastalanınca şifa. Her ay maaş... Hepsi bu kadar mı? Hatta bazılarımız belki bunları dahi kendi kendine halledeceğini düşünüyor. Allah'ın yardımına dünyaya yaklaşan bir göktaşına rastladığında ihtiyaç duyuyor.
Ben şimdilerde, iktisad şuurunun kalpte yerleşmesinin, 'Hayy' isminin, kardeşi 'Kayyum' ismine bağlanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani: Nasıl ki, Hayy ve Kayyum isimleri kudsî metinlerde kardeştir, beraber anılırlar. Birisi anılınca diğerini de insanın kulağı (alışkanlık gereği) arar. Aynen öyle de: 'Muhtaçlık' ile 'iktisad' arasında da böyle bir kardeşlik bağı var. (Yani birisinin yanında diğeri olmazsa hikmetleri yara alır.) Peki bununla ne demek istedim?
İnsan, sırf muhtaç olmakla, muhtaç olduğunun kıymetini takdir et(e)miyor. Çünkü kıymet 'ihtiyaç duymak'tan ziyade 'gerekliliğinin sürekliliğe' inanmaktan besleniyor. Yani, bir insan, güneşin her sabah yeniden doğmasına dair bir ihtiyacı yeterince hissetmezken (zira varlığı bir yeknesaklığa sahiptir) yağmur gibi 'belirli bir düzenliliği olmayan' nimetlere daha fazla şükredebiliyor. Çünkü 'yokluğunun mümkünlüğü' varlığına duyulan ihtiyacın hatırlatıcısı oluyor.
Peki iktisadın buradaki kilit fonksiyonu ne? İktisad, bize verilen her nimetin, velev yakın zamanda 'mümkün bir yokluğu' olmasın, sanki yokolabilecekmiş gibi tadılmasını sağlıyor. Binlerce yıldır akan bir nehirden, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, israf etmeden abdest almaya çalışan bir insan, normalde hiç uyanmayacağı bir farkındalığı şuur olarak sinesinde taşıyor: "Bunun varlığının da korunması lazım." Birşeye 'ihtiyaç duymakla' onda 'iktisad etmenin' arasındaki ayrım da tam bu bence: İhtiyaç duyan muhtaçlığı giderilene kadar muhtaç olduğunun varlığıyla ilgilidir. Fakat, iktisad eden, ihtiyacı bir hissediş olarak arkasında kalsa bile, o şeyin varlığının devamlılığı ile ilgilidir.
Ve tam da bu noktada, iktisad, bizi 'Hayy' isminin yamacından alıp 'Kayyum' ismine yaklaştırır. Kıymet sürekliliğe duyulan ihtiyaçtır. Duyarlılıktır. Yani 'acz/fakr' ile 'iktisad' arasında Hayy ile Kayyum isimleri arasındakine benzer bir kardeşlik vardır. İktisad sayesinde insan salt acziyle/fakrıyla ulaşamayacağı bir üst farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık nedir peki? el-Cevap: "İhtiyaç duyduklarının sürekliliğine de ihtiyacı vardır." Devamlılık yalnız ferdin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Şeyler 'şeyler' olarak kalmaya devam etmesiyle ilgilidir. Nimetlerin sürekliliği ise ancak iktisadlarıyla mümkündür. İsraf edilenler elden çabuk giderler.
Evet. Binler kere evet. Birşey hakkında iktisad etmek "Senin varlığının devam etmesini istiyorum!" demektir. "Senin kıymetini biliyorum!" demektir. "Seninle arkadaşlığım sürsün istiyorum!" demektir. Bu yüzden bencileyin derim ki: Kıymet vermek 'varlığının devamını istemek'tir. Varlığı devamlı olanlar kıymetli olurlar. Hiçbir mutluluk masalı 'sonsuza dek...' demeden final yapmaz. Bu, yukarıdaki mevzularda böyle olduğu gibi, evliliklerde/dostluklarda da aynıyla geçerlidir. Hiçbir âşık mâşukunun kalbini israf ederek sevdiğine inandıramaz. Boşa gitmediğini anladıkça insan sevildiğini anlar. Vesselam.
1 Ağustos 2018 Çarşamba
'Göre'lerde boğulmak
Mektubat'ın sonunda yeralan Telvihat-ı Tis'a isimli eserde Bediüzzaman'ın söylediği birşey var. 'Ehadiyet' ve 'Vahidiyet' tefekkürlerinin bir denge içinde götürülmesinin insana kattıklarını/koruduklarını beyan ediyor. Okumamışlar için azıcık alıntılarsam: "Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür." Devamındaki uyarı ise şöyle: "İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar, nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder." Fakat bir saniye. Evvellerindeki cümleyi alıntılamayı unuttuk. Önemli. Hemen telafi edelim: "Ezcümle, tarikatte 'seyr-i enfüsî' ve 'seyr-i âfâkî' tabirleri altında iki meşrep var."
Meraklılarını mezkûr eserin Dördüncü Telvih'ine havale ederek diyelim ki: Bediüzzaman, burada, 'daha tercih edilir' bir yol olduğunu zikretmesine rağmen 'seyr-i enfüsî'nin (hadi biz yaklaşmak için 'içsel yolculuk' diyelim) bir tehlikesinden bahsediyor. Nedir o tehlike? O tehlike bir tür 'kendinde garkolma' durumu. Allah'la 'Ehadiyet' penceresinden sağlanan bir muhatabiyetin 'Vahidiyet' açısını ıskalamakla düşebileceği bir kötü pozisyon. Bu kötü pozisyonu 'seyr-i enfüsî' için anıyor ama 'seyr-i âfâkî' (dışsal yolculuk) hakkında ondan bahsetmiyor. Neden? Belki de yola başladığı yerden: "İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur."
Bediüzzaman'ın tehlikenin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacak bazı örnekleri de var. Onları da hatırlayalım: "Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor."
Bu metin boyunca benim kendimce hissettiğim ise şu: İnsanın 'imanı' Cenab-ı Hakla 'Ehadiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişebileceği gibi, 'ihlası' da ancak 'Vahidiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan Allah'a karşı biricikliğini düşünmeye başladıkça, eğer nefsini öldürmemişse, bu biriciklikten bir üstünlük de kurgulamaya başlar. İblisin ateşten yaratılmayla insana üstünlük düşlediği gibi, o da, kendisinin Allah'a karşı uyanmış olan farkındalığını bir üstünlük vesilesi bilir. Bu, Cenab-ı Hak'la, bir 'ada' muhatabiyetidir. Ada, okyanustaki biricikliği üzerinden, 'denizlerin sahibine' karşı kendi varlığına/kemaline inşa edilmiş bir bağ kurar. Kendi içinde sözlerini yalanlayacak bir kıyas bulamadığından ötürü de sigaya çekilme, mizana vurulma, istikamete çağrılma nimetinden mahrum kalır.
'Vahidiyet' ise bizi bir 'sıradağ muhatabiyetine' çağırır. Bu sıradağ muhatabiyeti evveliyetle uyanır/uyandırır ki, kendisi de mahlukattan bir mahluk, kullar içinde bir kul, acizlerden bir acizdir. Çevresine karşı uyanıklığı onu 'boyundan büyük iddialara' girmekten korur. Everestin farkında olan bir küçük tepecik, hatırında hep bu mizan durduğu için, 'zirveler zirvesi olma' iddiasına girmez/giremez. Kendisini bir 'müstakillik' olarak değil bir 'kanunun parçası' olarak gördüğünden biricikliğinin doğuracağı tehlikelerden kurtulur.
Yine yüzümüzü mezkûr esere dönelim: "Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir."
Evet. Ben de, kaynaklarımızdaki ehl-i sünnet vurgusunu, selef-i salihîn atıflarını ve sahabenin faziletine dair beyanları bu açıdan 'gerekli' ve 'kıymetli' buluyorum. Neden? Bu bağ bizi 'Vahidiyet'e gözü açık kılıyor. 'İslamî düşünce' diye tesmiye edilen şeyde, bugün bazı zirzoplar çıkıp, birer ada cür'etiyle 'herşeyi baştan yazma' teşebbüsünde bulunuyorlarsa, biraz da bu tür bir tefekkür (veya farkındalık) eksikliğinden şunu yapıyorlar. Kendilerinden öteye karşı duyarsızlaşmaları, fazilet hiyerarşisini hiçe saymaları veyahut böylesi ihtarlara kulak kapamaları onları kendi içlerinde 'mizansız' kılıyor.
Bu mizansızlıkla 'modern şatahatlar' denilecek şeyler dillerinden sâdır oluyor. Kendi 'göre'lerinde boğuluyorlar. Bilmiyorlar ki, insan kendi içinde kalarak marifetini arttırır, amma onun ihlasla muhafazası ancak dışını hatırda tutmakla olur. Çünkü dışımız bize aynı zamanda haddimizi de hatırlatır. İşte, biraz da bu nedenle, hepimiz, dışımızı bilmekle de mükellefiz. Bir kap suyu deniz sanmamanın yolu buradan geçiyor. Hem bunu sadece fertler açısından konuşmamız da yanlış olur. Cemaatlerin de bu yönde gayretlerini arttırmaları lazım. Bireylerin istikameti burada olduğu gibi grupların istikameti de burada. Bütünlüğümüzdeki dengede. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
Meraklılarını mezkûr eserin Dördüncü Telvih'ine havale ederek diyelim ki: Bediüzzaman, burada, 'daha tercih edilir' bir yol olduğunu zikretmesine rağmen 'seyr-i enfüsî'nin (hadi biz yaklaşmak için 'içsel yolculuk' diyelim) bir tehlikesinden bahsediyor. Nedir o tehlike? O tehlike bir tür 'kendinde garkolma' durumu. Allah'la 'Ehadiyet' penceresinden sağlanan bir muhatabiyetin 'Vahidiyet' açısını ıskalamakla düşebileceği bir kötü pozisyon. Bu kötü pozisyonu 'seyr-i enfüsî' için anıyor ama 'seyr-i âfâkî' (dışsal yolculuk) hakkında ondan bahsetmiyor. Neden? Belki de yola başladığı yerden: "İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur."
Bediüzzaman'ın tehlikenin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacak bazı örnekleri de var. Onları da hatırlayalım: "Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor."
Bu metin boyunca benim kendimce hissettiğim ise şu: İnsanın 'imanı' Cenab-ı Hakla 'Ehadiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişebileceği gibi, 'ihlası' da ancak 'Vahidiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan Allah'a karşı biricikliğini düşünmeye başladıkça, eğer nefsini öldürmemişse, bu biriciklikten bir üstünlük de kurgulamaya başlar. İblisin ateşten yaratılmayla insana üstünlük düşlediği gibi, o da, kendisinin Allah'a karşı uyanmış olan farkındalığını bir üstünlük vesilesi bilir. Bu, Cenab-ı Hak'la, bir 'ada' muhatabiyetidir. Ada, okyanustaki biricikliği üzerinden, 'denizlerin sahibine' karşı kendi varlığına/kemaline inşa edilmiş bir bağ kurar. Kendi içinde sözlerini yalanlayacak bir kıyas bulamadığından ötürü de sigaya çekilme, mizana vurulma, istikamete çağrılma nimetinden mahrum kalır.
'Vahidiyet' ise bizi bir 'sıradağ muhatabiyetine' çağırır. Bu sıradağ muhatabiyeti evveliyetle uyanır/uyandırır ki, kendisi de mahlukattan bir mahluk, kullar içinde bir kul, acizlerden bir acizdir. Çevresine karşı uyanıklığı onu 'boyundan büyük iddialara' girmekten korur. Everestin farkında olan bir küçük tepecik, hatırında hep bu mizan durduğu için, 'zirveler zirvesi olma' iddiasına girmez/giremez. Kendisini bir 'müstakillik' olarak değil bir 'kanunun parçası' olarak gördüğünden biricikliğinin doğuracağı tehlikelerden kurtulur.
Yine yüzümüzü mezkûr esere dönelim: "Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir."
Evet. Ben de, kaynaklarımızdaki ehl-i sünnet vurgusunu, selef-i salihîn atıflarını ve sahabenin faziletine dair beyanları bu açıdan 'gerekli' ve 'kıymetli' buluyorum. Neden? Bu bağ bizi 'Vahidiyet'e gözü açık kılıyor. 'İslamî düşünce' diye tesmiye edilen şeyde, bugün bazı zirzoplar çıkıp, birer ada cür'etiyle 'herşeyi baştan yazma' teşebbüsünde bulunuyorlarsa, biraz da bu tür bir tefekkür (veya farkındalık) eksikliğinden şunu yapıyorlar. Kendilerinden öteye karşı duyarsızlaşmaları, fazilet hiyerarşisini hiçe saymaları veyahut böylesi ihtarlara kulak kapamaları onları kendi içlerinde 'mizansız' kılıyor.
Bu mizansızlıkla 'modern şatahatlar' denilecek şeyler dillerinden sâdır oluyor. Kendi 'göre'lerinde boğuluyorlar. Bilmiyorlar ki, insan kendi içinde kalarak marifetini arttırır, amma onun ihlasla muhafazası ancak dışını hatırda tutmakla olur. Çünkü dışımız bize aynı zamanda haddimizi de hatırlatır. İşte, biraz da bu nedenle, hepimiz, dışımızı bilmekle de mükellefiz. Bir kap suyu deniz sanmamanın yolu buradan geçiyor. Hem bunu sadece fertler açısından konuşmamız da yanlış olur. Cemaatlerin de bu yönde gayretlerini arttırmaları lazım. Bireylerin istikameti burada olduğu gibi grupların istikameti de burada. Bütünlüğümüzdeki dengede. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...