Kürtçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürtçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2025 Çarşamba

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan.

Hakikat aşkı için söylemek lazım: İsmet Özel şiirselliği hakikatin mihengini bozdu. Bazı şeyleri öyle güzel dilegetirdi ki aslında öyle olmadıkları unutuldu. İdeologların şairlerden olması bu nedenle tehlikelidir. Şairler şeyleri olmadıkları şekillerde dilegetirirler. Ama öyle güzel dilegetirirler ki gerçekle uyumsuzlukları gözardı edilir. Kur'an'ın şiirden teberrisi bu makamdadır. Şimdi, mesela, @allaturrca hesabının sahibi olan arkadaş, herhalde Cemile Bayraktar'ın attığı tivite gücenip, şöyle bir paylaşım yaptı: "Kürtçe şiir yazabilirsiniz ama Kürtçe fatura kesemezsiniz. Bu ülkeyi Selçuğun torunları fethetti. Kürdü, Arabı, Çerkezi Boşnağı... hepiniz buraya müslüman olduğunuz için girip yerleştiniz, kimse size kafa kağıdı sormadı. Selçuğun dilini öğrenmek istemeyen geldiği yere dönsün." Tabii, insan kırılmadan önce acıyor, üzülüyor. Üzülüyor, çünkü, tarihi böyle "Höt ettik, böt oldu!" şeklinde değerlendirmek hamlık göstergesi. Sığlık belirtisi... Halbuki tarihî hiçbir hâdiseyi açıklamak böyle kolay olmaz.

Yıllar önce, Nesil Yayınları'nda, Müfid Yüksel Hoca'nın 'İslamsız Kürdistan Hayali' başlıklı bir seminerini dinlemiştim. Hoca, orada, Selçukluların Anadolu'ya gelişini de anlatmıştı. Ve Kürtlerle Türkler arasındaki ittifak ilişkilerini bildiğimizden de öncesine götürmüştü. Meğer, ilk 'birlikte hareket etme' hâdisesi, daha Selçuklular tastamam İran'a inmeden önce yaşanmış. Dönemin Abbasî halifesinin şiilerce kuşatılmasıyla yardım istemesi, bu yardıma da Mervanîler'in Kürtler adına, Selçukîlerin Türkler adına olumlu cevap vermesi, o dönemde hem Abbasîlerin hem Mervanîlerin hem de Selçukîlerin Şafiî mezhebine bağlı bulunmaları, bu güzel ittihadı netice vermiş. Maşaallah. İki taraf birliklerini Bağdat'a göndererek halifenin üzerindeki baskıyı kırmışlar. Seminerin tamamını merak edenler için bir link de bırakayım: (https://www.youtube.com/watch?v=g1YgvbapazY)

Bu mübarek ittifak daha sonraki dönemde de devam ediyor. Malazgirt'te yaşananlar malum. Orada hem Türkler hem Kürtler hem de Araplar, Sultan Alparslan Han merhumun komutasında, cihad ediyorlar. Yani Anadolu'nun kapısını hep beraber açıyorlar. Zaten mücahid Türkler gelmeden önce de Kürdistan'da müslümanlar yaşamaktalar. (Kürdistan bölgesi Hz. Ömer radyallahu anh zamanında fethedildi. Kürtlerin İslamlaşması da ilk asır içinde tamamlandı.) Araplar da vaktiyle gelmişler. Hatta Emeviler döneminde İstanbul'u dahi kuşatmışlar. Fakat, takdir-i Hüda, muvaffak olamamışlar. Yani tarihi bütüncül görmek gerekiyor. Müslümanlar adına ilk cihad edenler Türkler değil. Araplar da Kürtler de zaten bölgede kâfirlerle cihad ediyorlardı. Ancak, övünelim, Türklerin İslamiyete girişiyle müslümanlar muhteşem bir cihad arkadaşı kazanıyorlar. Öyle ki, o arkadaş, bin sene cihadın bayraktarlığını yapıyor. Cepheyi Viyana önlerine kadar taşıyor. Rahman o yiğitlerin cümlesine rahmet etsin. Âmin.

Yani @allaturrca rumuzlu arkadaşta şahit olduğumuz şey aslında cehalet. Ben bu cehaletin 'kemalist anakronizmi' versiyonunu çok gördüm. Hani onlar da Türkiye'de nefes alan her canlının canını Mustafa Kemal'e borçlu olduğunu düşünürler. Nazarlarında Mustafa Kemal adeta bir Superman'dir. Yunan ordusunu Sakarya önlerinde gözünden çıkan lazer ışınlarıyla durdurmuştur. Sonra da süper nefesiyle üfleyip püfleyip denize atmıştır. Herşeyi o başarmıştır. Hatta o olmasa Türklerin hiçbir numarası yoktur. Bütün numaralar ondadır. O bir dehadır. O bir peygamberdir. O bir ilahtır. Yüzbin kere hâşâ... Ama kemalist anakronizm zamanı/tarihi sanrıları eşliğinde silbaştan yazdığı için hepsini illa yerinden oynatır. Kemalist ideolojiyle büyüyen bir genç, Türkiye'de yaşadığı için, ne Selçuklulara ne de Osmanlılara teşekkür ihtiyacı hissetmez. Yalnız ATA'yı bilir. Onu över.

'Kemalist anakronizmi' bu yönüyle anlamak mümkün. Ve George Orwell'ın 1984'te Big Brother'a biçtiği role de uyuyor. Ancak 'İsmet Özel anakronizmi' daha yeni birşey. Ve daha garip. Çünkü, Özel, İslam'a itikad-amel sahasında değer veriyor. Fakat tarihe, siyasete, sosyolojiye dair konuşmaya başladığında hepsi zihninden uçup gidiyor. Yeni bir tahayyül ile bakıyor her yöne. Türklerin 'sebeplerden bir sebep' olduğu yok bu düzlemde asla. Tıpkı @allaturrca rumuzlu arkadaşın raconu gibi racon. Nefes alan kim varsa içinizde nefesini Türklere borçlu. Herkes Türkler sayesinde varlığını devam ettiriyor. Kendinizi Allah'tan başkasına borçlu hissetmediğiniz günler geçmişte kaldı. Çünkü şimdi Türkler var. Hepiniz illa Türkçe konuşacaksınız. Türkler...

Allah müslüman Türklere selamet versin. Birşey dediğimiz yok. Emekleri de büyüktür. İnkârımız yok. Fakat hakemi şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam tutacaksak, ey şair, senin hükmün âdil görünmüyor. Nitekim, Selçukluların da gözüne âdil görünmemiş ki, bakınız, Zencanî'nin Siyasetnamesi'nde ne deniliyor: "13. yüzyıl Anadolusunda genellikle dinî ilimler Arapça; edebiyat, tarih, vb. ilimler Farsça yazılıyordu. Hatta Alaaddin Keykubat döneminde birara Arapça resmi dil ilan edilmişti." Yani Selçuklular da 'illa Türkçe' diye birşey savunmuyorlardı. Aslında @allaturrca rumuzlu kardeş bir 'İsmet Özel anakronizmi' yaşıyor. Kendisinin sahip olduğu Türkçülüğü Selçuklularda, Osmanlılarda, belki Hunlarda bile hayal ediyor. Bu hakikat değil. Selçuklular böyle bir davayla gelmediler Anadolu'ya. Onlar İslam'ın bayrağını ileriye taşımak aşkıyla yaşıyorlardı. Hüda hepsine rahmet etsin. Nizamülmülk'ün dehasında 'Özel' şairiyeti yoktu. Melikşah'ın bakışında 'Özelcilik' mevcut değildi.

Böylesi mevzularla halen uğraşıyor olmak gönül incitiyor. Eh, fakat, yapacak da birşey yok gibi. Kemalizmin 'ulusalcılık' boyutu bir kısım dindarları da rengine buladı. Nasıl bir kısım Kürtlerde apoizm hastalığı şifa bulmuyor; aynen öyle de; bir kısım Türklerde de kemalizmin yaraları kolay iyileşmiyor. Hoş, Cemile Bayraktar bazen benim de sinirlerimi hoplatır, evet, tivittırda kendisiyle tartıştığım da olmuştur. Lakin, yine de, Anadolu sanki Allah'ın mülkü değilmiş gibi hepimizi kapının önüne koymayı düşleyen bu tiplere sinirlememek olmuyor. Cenab-ı Hak cümle ırkçıların şerrinden ümmeti muhafaza buyursun. Âmin. Âmin.

9 Eylül 2024 Pazartesi

Onlar Arapçaya değil dirilttiklerine düşmanlar

“Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.” Dillerin Katli'nden.


Allah, meleklerine Âdem aleyhisselamın, dolayısıyla insaniyetin kemalini 'tâlim-i esma' ile göstermişti. Yani onların bilemedikleri isimleri Âdem efendimiz bilmişti. Maşaallah. Melekler de o kemale insafla secde ettiler. Dille gösterilen büyüklüğü kabul ettiler. Fakat İblis etmedi. Ve İblis o günden beri kelimelerimizi unutturmaya çalışıyor.

Prof. Dr. David Crystal'ın 'Dillerin Katli' isminde bir kitabı var. Altbaşlığı da şöyle: "Bir dilin ölümü bir milletin ölümüdür." Yıllar önce okumak nasip olmuştu. İstifade etmiştim. Hatta, Kur'an'da, 'dillerin farklılığı'nın neden 'ayet' olarak zikredildiğini de daha derin kavramamı sağlamıştı. Mesela bir yerinde deniliyordu ki:

“Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir 'gösterge sistemi' oluşturur. Dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”

Dillerin korunması. Peki ne için? Çünkü 'şahit olduklarımızı anlama' sürecini etkileyenlerden birisi de dillerimiz. Dilimiz varlığı nasıl tasnif ettiğimizi belirleyici bir rol oynuyor. Dilin yaşattığı manalar üzerinden varlık da anlam kazanıyor. Her insan bildiği diller üzerinden düşünebiliyor. İnsanlıksa bilinen bütün diller üzerinden...

“Dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir. (...) Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”

Kitaptan anladığım kadarıyla, 'ulus-devlet sistemini' biraz geriye kaydırırsak, bugün dillerin hayatını tehdit eden üç şey var: 1) Batı merkezli küreselleşme. 2) İlerlemeci tarih anlatımı. 3) Sosyal darwinizm.

Batı merkezli küreselleşme, aslında Batılılaşma, tek kültürün kendini dünyanın her köşesine dayatmasını içerdiğinden, dillerin yokolmasına sebep oluyor: “Herşey bu hızda giderse, gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." İlerlemeci tarih anlayışıysa 'yaşadığımız çağı herşeyin merkezine koyduğu için' uzağında kalanların gözden düşmesine sebep oluyor: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”

Sosyal darwinizmin zararı da diğerlerine benzer nitelikte. Canlılığın hep ileriye gittiği, yani evrimleştiği, gibi yanlış bir itikadı aşıladığı için, mazide kalan herşeye 'maymun işi' muamelesi yapılıyor. Halbuki gerçekler böyle değil. Crystal buna da itiraz ediyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Kuzey Amerika'nın kadim dilleri uzmanı olan Marianne Mithun da kitapta ona destek çıkanlardan: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Yani bir dilin gelişmemiş(!) bir toplum tarafından konuşuluyor olması 'geri bir dil olduğu' anlamına gelmez. Durum tam tersi şekilde de olabilir.

Geniş daireden dar daireye dönersek, işte, bu üç yanlış itikadın Türkiye'deki tezahürü de üçtür kardeşlerim:

1) Müslümanların ortak alfabesi 'İslam harflerine' karşı gösterilen düşmanlık. Evet. Halbuki aynı düşmanlık 'Batı kültürünün ortak alfabesi' sayılan Latin harflerine karşı gösterilmez. Çünkü, yukarıdaki üç yanlış itikad, onları başka yere, İslam harflerini başka yere oturtur. Birisini ileri diğerini geri sayar. 2) Osmanlı Türkçesine karşı gösterilen düşmanlık. Evet. Çünkü, Osmanlı Türkçesi, Türklerin 'yönettikleri coğrafyadaki dilleri yoketme' saikiyle değil, 'onları da dillerine katarak zenginleşme' arzusuna mebnidir. Halbuki, yukarıdaki üç yanlış itikad, coğrafyayla bütünleşmeyi değil, Batı adına onları evvela kendisi yoketme saikini aşılamaktadır. 3) Arapçaya, Kürtçeye vs. düşmanlık. Evet. Çünkü, yine yukarıdaki üç yanlış itikada göre, Avrupa ilerisidir, Asya gerisidir. O yüzden Arapça veya Kürtçe vs. konuşmak 'maymun dili konuşmak' mesabesindedir. Evrimde geriye doğru uzanmaya çalışmaktır.

Türkiye'de dil üzerinden yaşanan tartışmalar ağırlıklı olarak bu zeminde şekillenir. O yüzden esnaf tabelalarına da muameleler farklı olur. (Herhangi bir Batı dilindeyse dokunulmaz. Ama Asyalı dilindeyse heran operasyon çekilebilir.) Sokakta konuşulması da yine farklı tepkilerle karşılanır. Hülasa: Bu ülkenin insanlarının zihnine öyle operasyon çekilmiştir ki, bin yıllık cihad arkadaşlarının dilini küçümser, ama bin yıldır düşmanlıktan başka birşey görmediği Avrupalının dilini baştacı eder. Ahirzaman böyle garip bir vakittir. İmtihanı böyle ağır bir imtihandır. Müslümanı müslümana dövdürür. Tarlanın taşıyla tarlanın kuşunu öldürür.

Halbuki, meseleye birazcık ilmî endişeyle bakan birisi için, Asya'nın aşağılanacak hiçbir tarafı yoktur. Bilakis, anlaşılırsa, zenginliğin hakikatine sahip olduğu farkedilir. Mesela: Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Sohbetleri kitabında, merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca, meşhur şarkiyatçılardan Helmutt Ritter'in (ki aynı zamanda hocasıdır) Arapça yazımı hakkında 'üç vitesli yazı' diyerek büyük iltifatlarda bulunduğunu, Latin alfabesini de "Bu eşek sür'atinde gidiyor!" diye küçümsediğini aktarır:

"(Noktasız yazı) Bu âlimler vitesidir, diyor. Kütüphanelerdeki kitapların bir kısmı böyle. Onları ancak âlimler okuyabilir. İkinci viteste ise noktalı ama harekesiz yazarsınız. Okumada da yazmada da ikinci vitestir. Bu umumiyetle halk için geçerli bir vitestir. Üçüncüsündeyse noktalı ve harekeli yazarsınız. Okurken hata varsa çok kolay farkedersiniz. Fakat yazmak zaman alır. Bu üçüncü vitestir. Hocam Helmutt Ritter bunu söyledikten sonra bir kağıt aldı ve kağıda kendi ismini, Latin harfleriyle 'Ritter' yazdı. 'Bu eşek süratiyle gidiyor!' dedi ve ekledi: 'Bu da eşek vitesidir!' Arapça'daki viteslerle kitaplar müthiş bir süratle yazılıyordu."

Son ilave olarak, Bediüzzaman Hazretlerinin Lem'alar'da dikkatleri çektiği, birşeyden daha bahsedeceğim: O da İslam harflerinin 'çağrışım dünyası'dır. Evet. İslam harfleri müslümanların maneviyatından neşet ediyor. O dünyadan çıktığı için, yine o dünyayı çağrıştırıyor, hatırlatıyor, dürtüyor. Bir müslüman onları gördüğünde ister-istemez manevî tetiklenmeler yaşıyor. Şuurunda olsun veya olmasın. Harfler yapacağını yapıyor. Halbuki Latin alfabesi böyle bir yeteneğe sahip değildir. Onları gördüğümüzde ne Allah'ı, ne Peygamberi, ne İslam'ı hatırlarız.

"(...) hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur'ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek, o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir."

Bunlar okunması, yazması, hatta bakılması bile 'başka' olan şeyler. Latin alfabesine bakmak, bir müslüman için, İslam harflerine bakmakla bir değil. Aynı tellere dokunmuyor. Aynı şifreleri çözmüyor. Aynı şiiri söylemiyor. Aynı musikiyi terennüm etmiyor. Kur'an'da anılan huruf-i mukatta belki de bizi harflerin bu yanına uyandırma hikmeti de güdüyor. Tek tek bile hikmeti var onların yani. Tek tek bile kıymetliler. Tek tek bile manidarlar. O sebeple yerlerine başkasını yerleştirmekle doğru yapılmaz. Elbise olsa değiştirilir fakat derimiz asla değiştirilemez.

Bazen düşünüyorum: Bu kemalistler, bir açıdan bakınca çok aptallar, ama başka açıdan da çok zekiler. Evet. Manevî dünyamızı ayakta tutan şeylerin köküne kibrit suyu dökmede pek mahir davranmışlar. İlk kılıçlarını şeairlere sallamışlar. Kodlarımızla oynamışlar. Çağrışımlarla dahi olsun müslüman ruhunu en geniş dairede besleyen şeylerin ensesine çökmüşler. Bugünkü avaneleri de aynı yolda ilerliyorlar. Nerede görseler sataşıyorlar.

Öyle. İslam harflerinin, Arapçanın, Osmanlıcanın, müslüman dillerinin, müslümanca kelimelerin Tek Parti döneminde tam bir zorbalıkla hayatımızdan sökülüp atılmaya çalışılmasında şeytanî bir zeka kendisini hissettiriyor. Bu zeka, bilfiil uygulayanların başlarında değilse bile, kesinlikle arkalarında bir yerlerdedir. Kulaklarına fısıldanmıştır. Ajandalarına yazılmıştır. Onlar da ödev verilen bu dersleri tekmil etmişlerdir herhalde. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü yeniden ilham eylesin. Kemalimizi tekrardan iade eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....