10 Ocak 2015 Cumartesi

İsmet karizmayı döver

“(Önce) en yakın akrabanı uyar!”
(Şuara sûresi, 214)

Montaigne Denemeler'inde diyor ki: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Hakikaten bir dehanın farkedilmesi, hatta bazen küçük bir yeteneğin keşfi bile, en çok ailesi için zordur. Bu biraz ona yakınlıktan, yani şiddet-i zuhurundan, biraz da onun pek deha olmadığı/olamadığı anlara da şahit olunduğundandır. Sevdiğiniz bir yazarı düşünün mesela. Aslında neyini seviyorsunuz? Kişiliğini mi? Kötü gün dostluğunu mu? Cömertliğini mi? Bence bunların çoğu meçhul size. Siz onu sadece yazdıklarından (ve orada yansıttıklarından) tanıyor ve seviyorsunuz. Dolayısıyla parçayı seviyorsunuz. Halbuki birçok yazarla tanışmış birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim: Bir yazarın kalemini çok beğeniyorsanız en iyisi onunla tanışmamaktır. Çünkü tanıştığınızda hayranı olduğunuz cümleleri taşıyabilecek pek az insan bulursunuz karşınızda.

Hiçbir dehanın her anı dâhi değildir. Deha hayata yayılmış bir dengeden ziyade bir yoğunlaşma/ifrat eseridir çünkü. Bir garkolmadır. Kendini ihtisasında yitirmektir. Bir müellif ancak yazarken dehadır mesela. Kalemi elindeyken başkalaşır. Yazmak güzelleştirir onları. Bir fizikçiye baksanız yine yakın şeyler görürsünüz. Bir matematikçiye baksanız yine öyle. Ressama baksanız yine.

İşte tam da bu yüzden Montaigne haklıdır. Yakınlarının dehayı farkedemeyişi, kıymetini anlayamayışı veya önemsemeyişi, aslında bir görmezden gelmeden değil, her ana şahit oluşun getirdiği bir körleşmeden kaynaklanır. Dehanın dehalığından haber veren o küçük ayrıntılar; ilgiler, heyecanlar, hayranlıklar; o kadar yığınla anının içinde görünmez bile. Einstein ailesi için okuldan kaçan çocuktur. Bell bir türlü dikkatini toplayamayan o yaramazdır. Disney yazmayı beceremeyen bir yumurcaktır. Picasso yedi rakamını amcasının burnu sanan bir tuhaflıktır. Cristie okumayı zor öğrenen o aptal kızdır vs.

Misalleri hep Batı’dan seçmeme alındınız belki. Alınmayın. Bunda da bir kastım var. Fakat kapısını aralamak için önce mürşidimin şu satırlarına bir uğramalıyız: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver. Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ buluyor. Ruhu eder hizmetkâr. Taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor."

Evet. Deha bir ifrat eseri olduğundan hali peygamberin haline benzemez. Ve bir peygamberin çocukluğundan büyüklüğüne yaşadığı/yaşattığı misallerle dehanın yaşadığı/yaşattıkları birbirine uymaz. Hatta nübüvvetin gölgesinde yeşeren velayetin halleri dahi dehayla uyuşmaz. Biz velayet ekseninde birisinin kemaline inanmak için hayatının bütününde görünecek bir denge ararız. İfratla velayete inanmayız. İşte tam da bu noktada Batı’nın/bâtılın dehasından çok etkilenmiş akıllarımızın peygamberleri/velileri fazla sade(!) bulduğunu düşünüyorum.

Yani? En büyük kerametin istikamet/ismet olduğunu anlayamamışlar için nübüvvete/velayete kıyasla dehanın karizması ‘ekmeğin yanına konulmuş pasta’ gibi albenili görünüyor. (Baksana; koskoca Aleyhissalatuvesselam 'telefonu' bile keşfedememiş; cık, cık, cık.) Halbuki insan her öğün ekmek yiyebilse de üç öğün pasta yiyemez. Ekmek rızık olarak her zaman pastadan üstündür. O zaman peygamberlere, tıpkı Bediüzzaman'ın önerdiği gibi, daha bütüncül bakılmalıdır:

"Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sahi yapabilirler mi? Ampulü keşfetmenin, dinamiti bulmanın, atom bombasını patlatmanın veya cern deneyinin peş para etmediği bir alandan bahsediyoruz: İnsan ruhu. Bu bahiste o karizmatik misallerin tamamı 'insanı ıskalayan' tutumlarıyla yerleyeksan olabilirler. Ne demişti mürşidim: "Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor..." Ama söz peygamberlere geldiğinde insana, ruha, fıtrata ve hakikate dair yaptıklarıyla bir güneş gibi parlarlar bu ufukta: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir."

Montaigne doğru söylüyor: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Lakin peygamberleri bu kanundan hariç tutmalı. Neden? Çünkü peygamber ismetinin dehanın karizmasından en büyük farkı buradadır. İsmet yakın-uzak herkes tarafından farkedilmeye daha müsaittir. Hatta yatkındır.

Bu yüzden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lakabı cahiliye döneminde bile el-Emin'dir. Başkalığı kabilesinin ortak fikridir. Hatta bu noktada nübüvvetini ilanının hemen ardından bizzat ailesinin; yani Hz. Hatice annemizin, kızlarının, yeğeni Hz. Ali'nin, evlatlığı Hz. Zeyd b. Harise'nin ve en yakın dostu Hz. Ebu Bekir'in (Allah hepsinden razı olsun); hemen ona tâbi olmasının sırrı da buradadır: Onun hayatının her anına şahit olanlar aynı zamanda kemalinin de şahitleridir. Eylemi-söylemi arasında tezat yoktur. Kemalini ıskalayan bir anı yoktur.

İnsanlar vardır, etraflarına ışıklar saçarlar da, diplerini aydınlatamazlar. Yani bizzat çocukları/yakınları nasihatlerine aldırmazlar. En büyük mesafe hanelerinde yaşayanlarla oluşur. Peki bu mesafe nasıl oluşur? İşte yine aynı sebepten: Bu iyi insanlar hayatlarının her anında 'iyi insanlar' değiller. Hayatlarının her anına şahit olanlar da bu insanların derslerinden hissedar olamıyorlar. Çünkü o dersin dışında kalan bütünü de biliyorlar. Bütün hakkında fikirleri dersi de etkiliyor.

Belki huysuzluğunu biliyorlar. Belki öfkelendiğinde düştüğü insafsızlığı biliyorlar. Bir gaflet anında ağzından çıkan kemsözü hatırlıyorlar. İşin özü: İsmet sahibi olmadıklarını biliyorlar ve taşıdıkları hakikatle bağdaştıramıyorlar. Ama sen bak Aleyhissalatuvesselamın güzelliğine! Ona ilk tâbi olanlar, bizzat hanesinde yaşayanlar, yani her haline şahit olanlar. Subhanallah! Sence irşada 'en çok tanıyanlar'ı ile başlayan bir mürşidin ahlakına 'kurgusallık/tasannu' karışabilir mi? Halbuki insan yalan söylese ona en yakınlar ilk farkeder. Andelib-i Zişân Efendimizse tebliğine en yakınlarıyla başlamıştır. Bunda da bir ders yok mu sence?

"Çünkü o, o idi. Ben de ben."

Alberto Manguel, Kelimeler Şehri'nde naklediyor: Montaigne, Denemeler'de, genç yaşta ölen dostu Étienne de La Boétie'yi anlattığı kısımda, okurun diliyle kendisine sorduğu; "Peki, onu neden bu kadar çok seviyordun?" sorusunu şöyle cevaplar: "Bunu ifade edemem sanıyorum." Fakat kitabın 1592 yılındaki baskısında şöyle bir ilave yapar bu cümleye: "Bunu ifade edemem sanıyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim size: Çünkü o, o idi." Daha sonraki dönemde ise farklı bir kalemle tashih nüshasına bir cümle daha ilave eder. "Çünkü o, o idi. Ben de ben..."

Montaigne, basit bir cevabı vermekte neden zorlandı? Neden bu kadar sene bekledi? Veya neden arkadaşının iyi huylarından birkaçını sayarak en kolayı tercih etmedi? Öyle ya, bana sorulsaydı bu, o kadar sene beklemeye de gerek duymaz, "Hoşsohbetti, hazırcevaptı, neşeliydi, yardımseverdi, çalışkandı, dürüsttü, karagün dostuydu vs." gibi pekçok şeyi saymış olurdum herhangi bir arkadaşım hakkında. Ve muhatabıma da bu cevaplardan herhangi birisi (hepsine de gerek yoktu) yeterli gelirdi. Montaigne neden böylesi kolay bir yolu tercih etmedi? Neden bekledi? Neden doğru cümleyi aradı onca sene? Ve "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." derken neyi buldu?

Bediüzzaman, İçtihad Risalesi'nde, "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor..." diye başladığı bölümde, bir nüansı ıskaladığımızın altını çiziyor musırrane: Hikmet ve illet ayrımı. Kendi cümlelerinden okuyalım:

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir."

Yani ne yapıyor şu zamanın nazarı: Birşeyin asıl yapılış nedeniyle, o yapılışla gelen sonuçları/faydaları birbirinden ayıramıyor. Yahut o faydaların üzerinde o kadar duruyor ki, asıl yapılış nedenini ıskalayacak bir noktaya geliyor. Bu sonuç endekslilik, yani fayda mülahazası, yapılan içtihadın hedefini de yerinden oynattığı için onu arzî hale getiriyor, semavî olmuyor. Peki, arzî hale gelmek ne demek? Ben bu kısmı, biraz Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abilerin "Kendi semanı gördün mü?"[1] başlıklı (Düşe Kalka Muhabbet'in 20. bölümü) programından hareketle anlıyorum: Herşeyin seması, aslında onun manası. Manasının âlemi. Ve herşeyin bir seması var, tıpkı Sözler'de Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır." Ve aslında sanıldığı gibi mana maddeden değil, madde manadan yaratılır: "Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir..." ve "Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor. İşte, şu kainat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır."

Yani bu ne demek? Maddi dediğimiz manevî olandan sızıyor/yaratılıyor; manevî olan maddi olandan değil. Halbuki Sadık Yalsızuçanlar'ın da bir söyleşide[2] (Kahve Bahane programı) söylediği gibi modern medeniyette işler böyle yürümüyor. Önce eserler ortaya çıkıyor, sonra bunların polemiği yapılıyor. Maddeye manayı insan katıyor.

İşte, kanaatimce, sonra polemiğini yapmak arzîliktir. Mananın evvel olduğunu düşünmek semavîliktir. Hikmeti konuşmak da 'sonra olacaklara' baktığı için bir nevi arzîliktir. İllet ise vücuddan öncesine baktığı için semavîliği temsil eder. Yüzümüzü Kur'an'a dönelim şimdi. Hatırlayalım: Allah, 'gökleri ve yeri yaratan' olarak anılır Kur'an-ı Kerim'de. Önce gökleri, sonra yeri. Hatta bu tekrar be tekrar anıştaki sırdan dolayı Bediüzzaman Hazretleri Ayetü'l-Kübra isimli eserine şöyle başlar:

"Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır."

Bizde şöhreti çok olan İhlas Risalesi'dir. Ama okuduğumda karnıma yumruk yemişim gibi hissettiren ihlas tarifini ben İşaratü'l-İ'caz'da bulurum: "İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."

Ebubekir Sifil Hoca da bu asrın en büyük tehlikelerinden birisinin 'teslimiyetin yitirilmesi' olduğunu söylüyor. Yani insanlar ellerine geçen hadislere/ayetlere NASA'dan gelen bilgiler kadar güvenmiyorlar artık. Ötekini sınamaya ihtiyaç duymadıkları halde, bunu mutlaka sınamaya ihtiyaç gösteriyorlar. Eğer bilim de doğrularsa kalpleri mutmain oluyor imana ve takvaya dair şeyleri. Bence bu teslimiyetin yitimi; aslında illetin yitimi, ihlasın yitimi, emredildiği için yapılması'nın yitimi, maddeden önce gelen mananın yitimi. En başa döneceğim yine: Montaigne sevgisini açıklarken "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." demişti. Hangimiz bugün "Neden namaz kılıyorsun?" veya "Neden oruç tutuyorsun?" veya "Neden örtünüyorsun?" gibi sorulara böyle bir özgüvenle cevap verebiliriz: "Çünkü o Allah'tır, bense kul." Bence, cebimizde çok hikmet var, fakat neredeyse illet kaybolacak aralarında.






[1] İzlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=_ot4VStWzsk
[2] İzlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=nF42ckA24uU

9 Ocak 2015 Cuma

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun?


Anlayış dediğimiz yalnız bir kişinin veya kesimin göstermesiyle olacak şey değil. Taraflardan yalnızca birisi anlamaya çalışıyorsa, diğeri hiç yanaşmıyorsa, bunun adı elbette 'katlanmak' oluyor. Karıştırmamak lazım. Tıpkı merhametle acımayı karıştırmamak gerektiği gibi. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Yalnız acı çekene acır insan. Acımak, kelime kökeninin de haber verdiği şekilde, çekmeyi önşartı sayar. Fakat merhametimiz duyulmak için acının varlığına ihtiyaç duymaz. Bir anne çocuğuna o sağlıklıyken de merhamet eder. Ancak ona acımaz. Merhamet bir tür ‘gözetme ahlakı’dır. Acımaksa acıya karşı duyulan sancıdır.

Şunu da ilave edelim ki: Yorgunluk fıtratın aksine veya elverdiğine aykırı iş yapmanın delilidir. Monotonluğun yoruculuğu da bundandır. Varlık mahiyeti gereği tekdüzeliğe düşmandır çünkü. Mürşidim bu sadedde der ki: "Zira, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner." Evet. Hergün bal yiyen baldan usanırmış. Hep aynı kalamazsın. Hep içine atan, katlanan veya alttan alan sen olamazsın. Böyle yaşanmaz.

Yaşam aynılık değildir çünkü. Değişimdir. Bazen sen onu anlayacaksın bazen de o seni. Sabır günleri de neşe günleri gibi aramızda dönüp duracak. Gündüzler gecelere kardeş olacak. "İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor." Değişen rollerin/konumların sayesinde muhabbetin canı olan ihtiyaç/iştiyak hayatta kalacak.

Şeriatın sınır koymadığı yerlerde eşitlik düzeyinde bir ilişki istemek bencillik değildir. O makamda eşitlik istemek “Senin kadar ben de mahlukum” demektir bir nevi. “Mahlukiyetin mazhar olduğu herşeyde benim de senin kadar hakkım var. Beni de Allah yaratmış sen gibi. Ben de öfkelenirim bazen sen gibi. İnsanî olan herşey bende de vardır. Sen de idare etmelisin beni. Benim seni idare ettiğim gibi.” Belki bunu da en güzel şu cümleleri anlatıyor Bediüzzaman’ın: "Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."

Fakat bazen en makul eşitlik talepleri bile bencillik olarak karşılanıyor. Fedakârlıklarsa mecburiyetimiz gibi. Hal böyle olunca yükümüz ağırlaşıyor. Yalnız bir insanken birkaç insan gibi yaşamaya başlıyoruz. Kendimize rol yapıyoruz. Lakin Kur'an-ı Hakîm’imiz demiyor mu: "Allah hiçkimseye gücünün yeteceğinden fazla birşey yüklemez." Hem yine demiyor mu: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." O halde birşeyler artık taşınmaz, hayat yaşanmaz geldiğinde, omuzlarındakini sınaman gerekmez mi? Neden onları tenzih edip kendini suçluyorsun? Belki o yükün tamamı senin değildir? Belki sen başkalarınınkini yüklenmişsindir? Dikkat et arkadaşım: İmanının yüklediklerinden gayrısı için konuşuyorum.

Allah'ın emrettiği sınırlardan bahsetmiyorum. O Cenab-ı Haktır ve hepimize sınırlar koymaya hakkı vardır. Bunlar zaten iyiliğimiz içindir ve uygun adım yürüdüğümüzde iyi de gelir. Fıtratımızı en iyi Sahibimiz bilir. Ancak bir de alışkanlıklarımızdan kaynaklanan yükler var. ‘Mış gibi’ yapmalarımızdan. Hem her insan bir diğerinin yüküdür. Çünkü onu etkiler. Bizi etkileyen herşey bir açıdan bizim yükümüzdür. Zira izlerini taşırız. Hem hafızamızda, hem kalbimizde, hem de düşüncemizde çizikleri kalır.

İnsan insan olarak yaklaştığı sürece karşısındankinden insanlık görür. Tebessüm etmeyen bir yüzün hakkı var mıdır karşısındaki herdaim mütebessim bulmaya? "Mü'min mü'minin aynasıdır!" buyuran hadis-i şerifin penceresinden tefekkür edersek, gördüğümüz suretler aslında hep bizim suretlerimiz, duyduğumuz sesler hep bizim seslerimiz, hissettiğimiz hep bizim hissettirdiğimiz değil midir? Gülümsediğimiz kadar gülücük buluyor veya öfkeyle boğduğumuz kadar ona boğuluyoruz belki de? Aynalar koridorundan geçiyoruz ve hep şunu söylüyoruz: "Ben mecbur değilim güzel kalmaya. Hiç değilim. Güzel kalması gereken esasında o!" Bu nasıl mümkün olabilir? Yansıyan yansıyandan nasıl farklı olabilir? Demek iyi olmak önce özümüze yapılmış iyiliktir. Yani aynamıza gülümsemektir.

“Tebessüm sadakadır!” Aleyhissalatuvesselam. Ama hiç kendine sordun mu arkadaşım: Kime sadakadır? Sırf gülümsediğine mi? Yoksa kendine mi? Yoksa ikinize birden mi? Unutmayalım. Burada 'elhamdülillah' diyenin ahirette 'elhamdülillah' yiyeceği bir düzlemde yaşıyoruz. Zikr u tesbihimiz cennete dikilmiş fidanlara dönüşüyor hadisin ifadesiyle. Birbirinin içinde yansıyor, renkleniyor ve zenginleşiyor herşey. Bâki âlemimiz böyle şekilleniyor. Aynamızla şuhudumuza renkler veriyoruz.

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun? Belki evden çıkarken yeğenine gülümsediğin için gülümsedi otobüsteki o çocuk? Sarıldığın için sarıldılar sana. Yardım ettiğin için yardım edildin. Hayat dediğin iradenin attığı bir bumerangtır biraz da. Tıpkı Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi: "Kim zerre mikdarı hayır işlerse onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlerse onu görür." Nihayetinde arkadaşım: Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünler yarınınlarının tarlasıdır. Evveller ahirlerinin tarlasıdır. Bu eşikten bakınca aynalar da yansıttıklarının tarlasına dönüşmez mi? Işık da parlaklığı ekip biçmez mi? Güneş de kimbilir mazharlarından neler alıyor. Peki ya ism-i Nur’un Sahibi? Üzerimizdeki bunca tecelli de bir ekip biçme değil mi?

8 Ocak 2015 Perşembe

Kader tevhidin kardeşidirı

"Tanrının doğadaki işleri de, kendi varlığındaki işleri gibi, bizim işlerimize benzemez. Bizim biçim verdiğimiz örnekleri, Onun yapıtlarının büyüklüğüne, derinliğine, araştırılmazlığına uydurmaya çalışmak boştur. Onun yapıtları Democritus'un kuyusundan bile daha derindir." Joseph Glanvill, Edgar Allan Poe’nun Ligeia öyküsü epigrafı, Morgue Sokağı Cinayeti derlemesinden.

Allah 'Ol' demiş ve olmuşuz. Zamanın sınırlayamadığı mekan ötesi bir yerden geliyor bu emir. Elhamdülillah. Mahluk Halıkını sınırlayamaz. Zamansa ancak Onun aciz bir mahlukudur. Çünkü o "Hadsiz ef'ali bir fiil gibi yapar." Allah zamanla kayıtlı değil ki yarattıkları için geçerli olan öncelik-sonralık onun için de geçerli olsun. Onun 'Ol'u bizim oldurmalarımıza benzemiyor. Yaratması yapışımız gibi değil. "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor." Ezel bugünü ve yarını aynı anda görür bir manzar-ı âlâ'dır. Şu zaman, mekan, hareket, önce, sonra, yukarı, aşağı, uzak, yakın vs. Hepsi senin sınırlılığından. Mekan zamanın parçası, hareket mekanın, ışık hareketin. Esmaü’l-Hüsna’nın şefaati de işte bunun için. Zatını kuşatamayacağın ve anlayamayacağın (çünkü anlamak da bir yönüyle kuşatmaktır) Allah'ı bir parça kuşatabileceğin ve anlayabileceğin pencerelerden seyredebilmek için. Yahut da daha doğrusu: Sezebilmek için.

Hem ne diyor mürşidin: "Ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir."

Allah'ın güzel isimleri sınırlı olan insanın sonsuz olan Allah'ı anlaması için bir kolaylıktır. Bize bir hediyedir. Bağıştır. Tıpkı vahiy gibi bir tenezzül-i ilahîdir. Hatta sebeplerle yaratılış dahi böyle bir kolaylıktır. "Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbirşey bir sebeple bağlanmış." Evet. Herşeyi, sebeplerle yaratılış sayesinde parçalayabiliyor, arasına öncelik-sonralık, büyüklük-küçüklük, benim-onun gibi ayraçları koyabiliyorsun. Kuşatabiliyorsun. Kavrayabiliyorsun. Sezebiliyorsun. Ancak böyle böyle anlayabiliyorsun. Çünkü sen yaratılansın. Azsın. Eksiksin. Altkümesin. Ve matematikten bilirsin: Altküme üstkümeyi asla kuşatamaz. Kuşatamadığına sahip olamaz. Anlamaksa bir yönüyle sahip olmaktır. Kavramaktır. Öteki olanı ‘yalnız bir bilmecikle bile olsun’ senin kılmaktır.

"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünkü, Vacibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacibü'l-Vücudun ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor."

'Ol' emri bir bütün ve biz onun içindeyiz. Kader bu bütünlüğün bir gereği. Herşey biliniyor olmalı çünkü zamanın ötesinde herşey hep beraberdir. 'Ol'un içinde olmak, dışarıdan seyreden değil içinde olmak, ‘ol'an olmak. Biz buyuz işte. Yaratılışı parçalarla kavrayabildiğimizden hep parçalı tefekkür ediyoruz. Bir elma için kainatın gerektiğini, bigbangdeki ilk 'Ol' ile o elmanın son 'Ol'u arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu, beraberliğini, uyumunu göremiyoruz. Hatta bunun da üzerinde, belki ikisinin aynı 'Ol'un parçası olduğunu kavrayamıyoruz. Nazarımızdaki ‘ol, ol, ol, ol’lar yanıltıyor bizi. Sınırlılıktan bizimkisi. Şirk de buradan kendisine bir fırsat buluyor.

32. Söz veya 7. Şua boyunca Bediüzzaman'ın da bize öğretmeye çalıştığı bu bence. Parçalara sahip olmanın bir anlamı yok. Bu küçük ‘ol'lar bizi bir yere götüremez, çünkü büyük ‘ol'lar ve hatta kainatın en başında, herşey hiçken denilen 'Ol' olmadan varoluş mümkün değil. Varlık, ağır ağır inşa edilen bir bina gibi görünse de gözümüze, aslında aynı öykünün detaylarıyız hepimiz. Emirde bütünlük var. Uyum var. Denge var. Düzen var. Allah birşeye 'Ol' dediği zaman sebeplerin zahiren engel olma çabaları ancak o 'Ol'un hikayesi olur. Belki yardımcısı olur. Engel olmaz da kolaylaştırır.

Evet. Kendin tek seferde tek fiili kuşatabiliyorsun diye, iraden cüzi/parçalı çalışıyor diye, Allah'ın eylemesinin bütün fiilleri kuşatan bir ilme yaslanıyor olabileceği ihtimalini ıskalıyorsun. Unutma, sınırlı olan sensin, Allah değil. Ve Onun fiilleri fiilerin gibi değil. Subhaniyet biraz da buna bakıyor. Kendimizden hareketle Onu sezeriz, tamam, ama Onu kendimizle sınırlayamayız.

"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. (...) Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir."

"Ben yalnız değilim." Bütün eşya bunu söylüyor sana. Aynı 'Ol'un parçalarıyız ki hepimiz 'sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir.' Yani, kardeşlik dediğin kurgusal bir davranış şekli değil, bütün eşya zaten bir 'Ol' kardeşliğinin parçaları. O ‘Ol'a uygun hareket etmezsen ve hatta şirk ile ‘ol, ol, ol, ol'lara bölüp parçaları başkalarına verirsen, budur pek büyük zulmün. Bazen zulüm, parçalardan birisini öne çıkarıp, bütünün kemalini karartmaktan başka nedir? Düşün: Öykünün bütünü kiminse oradaki karakterlerden, olaylardan, harflerden herbiri de onundur. Dokunursan bozarsın. Karıştırırsan karışır. Çünkü öykünün tamamı yazarın bütünü görür kurgusunun sonucudur.

Demek varlık öyle bir ‘Ol'un parçası ki, 'altı gün'ün herbiri onun bölümleri, herbir asır onun bir sayfası, herbir gün bir satırı veya harfi... Sen o kitapta tutsan tutsan bir harfçik, bir elifçik yer tutarsın. Bu ne cesaret! Sayfada adın geçiyor diye kitabı yazarın elinden almaya çalışmak da ne oluyor? Kendin aldığın yetmiyormuş gibi sair kelimelere de kitabı dağıtmaya cür'et ediyorsun. Zaten kadere iman dediğin de, zamana yayılmış bütün mekanları, mekana yayılmış bütün hareketleri, 'Ol’un sahibine vermekten başka nedir ki? Kadere iman etmek tevhide zamanüstü bir şekilde iman etmektir. Ve nihayetinde o 'Ol' demiş, biz o 'Ol'un içindeyiz, ama o 'Ol'u 'ollar' sûretinde görürüz. Şahitliğimiz bizi yanıltmasın. Tevhid iman etmek aslında bu gözyanılgısından da kurtulmaktır.

6 Ocak 2015 Salı

Ve ben mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam.

Ben sessizliği severim, ama sevdiğim mutlak bir sessizlik değildir. Mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam. Deli olurum. Kitaba yoğunlaşamayacak kadar tuhaf bir yalnızlık hissi oluşur bende. Azıcık gürültü olsun isterim. Yeğenimin yaramazlık sesi. Halalarının ona isyanı. Annemin bulaşıkları yıkarken söylediği türkü. Tek sesten oluşmayan, karışık bir şarkı. Bazen, kitap okurken, odam çok sessiz olduğunda pencereyi açarım. Sokağın bütün sesleri odama dolsun isterim. Kornalar, bağıran çocuklar, müşteri arayan seyyar satıcılar, eskiciler, pazarcılar, duvara çarpan top sesleri, söyleşen kadınlar vs. Sokağın kendine özgü şarkısı, gürültüsü. Hepsinden biraz biraz lazım bana, ama aşırıya kaçmadan. Nasıl söylesem sana? Sesler yalnızlığımı alıyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyor.

"Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder."

Hayatın kendisi gibi hayatın sesleri de ilaca benziyor. Kimyevî bir dengeye ihtiyaç var, aşırıya kaçılmamış, oran gözetilmiş, altın bir oran. '(...) bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hâkezâ...' Sokağın gelişgüzelliği içinde (hakikaten gelişigüzellik mi ki o?) böylesi bir altın oran da var, kulağa rahat ettiren bir gürültü. Bir benzerini sahil kenarında bulabilirsin, hafif hışırtılarla kulağını okşayan dalgaları dinlerken. Akarsu kenarları da böyle. Dağlar yine böyle. Yollar böyle. İnsan tasannu eliyle bozmazsa, bütün dünya böyle. Doğasına bırakılmış seslerin ahengi hep böyle, hayattar.

Benim sesler hakkındaki iyimserliğime zarar veren yalnız inşaat sesleri. Bizim sokakta bu sıralar pekçok inşaat var. İnşaat sesleri, eğer yeterli mesafe yoksa onlarla aranızda, kulağınızı mahvediyor. Eskiden böyle değildi. Hem o zamanlar teknoloji bu kadar yüksek değildi. Hazırbeton olayı o kadar gelişmemişti mesela. Ve inşaatlar bu kadar hızlı bitmiyordu. İçerideki çalışmanın bir dinginliği vardı. (Elektrik ustası olan amcamın yanında çıraklık etmiştim bir yaz.) Tak tak çekiç seslerini, bükülen/kesilen demir seslerini, çimento karan kürek seslerini dinlerken bile dinleniyordum sanki. Dinlemek dinlenmekti. Senden olmayanda, sen olmadığın bir andır dinlemek. Fakat yine de gürültülüydük sanırım. Öyle ya, kimse yanında/yamacından bir inşaat olsun istemez.

İnşaatlar, yani yeni şeylerin bina edilmesi, her zaman gürültülüdür. Varlık bizimle sesler aracılığı ile konuşuyor. Varoluşun alameti sesler. Değişimin, dönüşümün, süratin. Hızca ışıktan aşağı kalsa da detay bilgisi almak anlamında varlığı eşitliyor. Herşeyin ışığı yok, ama hepsinin bir sesi var. Yaydıkları bir titreşim. Attıkları bir çığlık, bir ötüş, söyledikleri bir şarkı. Hz. İsrafil'in sûra üflemesi boşuna değil. Hem seslerin uyandırıcı bir yanı da var. Belki de bu yüzden sabah uyanmak için saat/alarm kuruyoruz, ışık değil. Ve İsrafil efendim haşir sabahında bizi uyandırmak için sûra üflüyor, lambaya veya güneşe değil.

"Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu?' deyip düşünürken, birden semavî sadâ-i Kur'ân işitiliyor. Der: 'Evet, var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var.'"

Demek Kur'an'ın da bir sadası var... Her neyse. Ben aslında size başka birşey anlatacaktım. Malumunuz, 32. Söz'ün 1. Mevkıf'ının Küçük Bir Zeyli'nde Bediüzzaman Hazretleri, Kâf sûresinin 6. ayetini tefsir ediyor. Ayetin kısacık meali şöyle: "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik?" Buraya kadar tuhaf birşey yok, bir ayet ve tefsiri; ama buradaki tefsirine şöyle bir yerden başlıyor Bediüzzaman:

"Yani, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati semânın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak'ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa; eğer başıboş olsa idiler, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzım idi ki, kâinatın kulağını sağır edecekti."

İşte ben, bütün bu yazıyı, ayetteki 'bina edip süsledik' ile 'semanın yüzündeki fevkalade sükûnet içinde bir sükûtu görmek' arasındaki bağıntıyı Bediüzzaman'ın nasıl kurduğunu ve benim bu bağlantıyı bizim sokakta 'bina edilen' şeyler sayesinde nasıl anladığımı aktarmak için yazdım. İnşaallah başarabilmişimdir. İnsan öğrenci gözüyle bakarsa, inşaatların gürültüsü bile bir öğretmendir. Beşerin bina ettiklerinin gürültüsü, Allah'ın bina ettiklerinin sessizliği... Hepsinde bir nasihat var. Ve ben mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam.

"Risale-i Nur neden diğer tefsirlere benzemiyor?"


5 Ocak 2015 Pazartesi

Varlığım hakikatine armağan olsun

“Bunlara benzeyen (tenkid içeren) daha birçok meseleyi sana yazdım. Allah’ın seni muvaffak etmesi ve ömrünü uzun kılması beni sevindirir. Çünkü bunda insanlar için menfaat olduğunu umuyorum. Her ne kadar birbirimizden uzak yerlerde isek de, senin varlığına alıştığım için, senin gibi birisinin (vefat edip) aramızdan ayrılmasını bir kayıp olarak görür ve bundan korkarım.” İmam el-Leys b. Sa’d’ın İmam Malik’e yazdığı mektuptan. (Allah ikisinden de razı olsun.)

Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.

Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.

“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.

Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.

Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”

[1] Müslim, Cumu’a 13.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...