27 Mayıs 2012 Pazar

Üslûbperestlik ve tefsir algımız üzerine...

Okuyanlarımız anımsayacaktır. Bediüzzaman, Muhakemat’ın Unsuru’l-Belagat kısmında lafızperestliği bir hastalık olarak tarif ettikten sonra hastalıkların sayısını arttırır: “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik ve üslûbperestlik ve teş­bihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride if­rat ile, tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır” der.

İlgili bölüm belagat üzerine olmakla birlikte, Muhakemat’ta topyekûn ilimlerin İslamîleştirilmesi adına çok kıymetli mizanlar olduğunu düşündüğümden meseleyi biraz daha kapsamlı ele almayı öneriyorum. Zikredilen hastalıkların da sadece belagata ait hastalıklar değil, bütün ilim dallarına sirayet etmiş hastalıklar olarak ele almak istiyorum.

İşte bu yazıda da (eğer becerebilirsem) bir nebze bunu vurgulamaya çalışacağım. Üslûbperestliğin yalnızca bir ilim dalına (ki o da bu yazı için tefsirdir) sirayetiyle nasıl ifrat söylemler geliştirildiğini ve bu söylemler eşliğinde nasıl dışlama operasyonları yapıldığını anlatmaya çabalayacağım.

Bilirsiniz, kimi makamlarda Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olmadığı bazı bazı dillendirilir. Müellifinin eserlerini tefsir (manevî tefsir) olarak nitelediğini söylediğinizde ise şöyle itiraz ederler: “Ama bakınız, hiç tefsir eserlere benzemiyor. Çok başka bir tarzı var. Ne bir sırayla gidiyor, ne de uzun bir sureyi tam anlatıyor. Sürekli ayetler, hadisler arasında geçiş yapıp duruyor. Böyle nasıl tefsir olur?”

Aslında görüldüğü gibi muhatabın itirazı Risale-i Nur’un Kur’an’ı anlatmadığı yönünde değildir. (Belki o yönüyle beğenmektedir bile...) Onun sorunu daha çok Risale-i Nur’un kafasındaki tefsir üslûbuna uymamasından kaynaklanmaktadır. Yani Fatiha’dan başlayıp Nas’ta biten bir klasik üslûb içinde ayetleri açıklamayışını, hem açıklarken içine farklı bilgiler de katarak lafzî tefsirlerden bu noktada ayrılışını iddialarına geçer akçe görürler.

Fakat bu noktada aslında onların hastalığı tam da Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta zikrettiği üslûbperestlik hastalığıdır. Yani bir yola, yönteme, anlatım tarzına saplı kalarak; ondan gayrı yollar, tarzlar geliştirenlere uygulanan bir dışlamadır. İlgili ilim dalına yapılmış bir daraltma harekatıdır bu. Tefsir gibi geniş bir kavramı lafzî tefsir makamına münhasır sanmaktır.

Halbuki bakınız, bu güzeller güzeli pınarın daha başlarında yer alan âlimler tefsirleri nasıl sınıflandırıyorlar: Mesela meşhur âlimlerden İbn-i Kayyim, tefsirleri Bediüzzaman’ın tasnifine benzer bir tarzda, fakat üçe ayırır: 1) Kur’ân’ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (lafzî tefsir). 2) Kur’ân’ın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (manevî tefsir). 3. İşarî tefsir.[1]

Yine İmam-ı Gazalî’ye göre de tefsirler ikiye ayrılır: 1) Lafzî tefsir. 2) Manevî tefsir. İmam-ı Gazalî aynı sınıflandırmanın hemen yanında örneklendirmelerle lafzî tefsirlerin Kur’an’daki manaları anlamakta yeterli olmayacağını, bu noktada manevî tefsirlere de muhtaç olunduğunu söyler.[2]

İmam-ı Şafiî ise bu konuyu daha farklı bir perspektifle şöyle detaylandırır: “Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı açıklaması iki şekildedir: Birincisi: Kur’ân’ın naslarına yer vererek yapılan açıklama. İkincisi: Kur’ân’da mücmel olarak ifade edilen hususlarda Kur’ân lafızlarına yer vermeksizin Allah’ın muradının ne olduğunu doğrudan aktarmak.”[3]

Yapılan nakillerden de anlaşılacağı üzere tefsir metodolojisi sadece klasik tefsir usulüne, uslûbuna münhasır değildir. Eski imamlar, âlimler tefsir kavramını daha geniş anlamışlar ve öyle de ele almışlardır. Bu noktada Risale-i Nur’un klasik tefsir metoduna uymayışı, onu tefsir ilminden dışlamayı gerektirmez. Aksine bu; ilk çıktığı kaynakta çok geniş akan bir suyun, zorlama metodlarla daraltılması, dar bir kanaldan akıtılmasıdır.

Bu noktada Risale-i Nur’un da sıradışı metodolojisiyle yeniden bu mecrayı genişletmeye çalıştığını söylesek herhalde yalan olmaz. Hasılı; her ilim, gelişmesi sürecinde, Muhakemat’ta Bediüzzaman’ın ikaz ettiği şekilde pekçok hastalığı içinde barındırmaktadır. İşte yukarıda bir örneğini zikrettiğimiz üslûbperestlik de bunlardan birisidir. Tefsiri yalnızca klasik tefsire münhasır sanmak, sananların üslûpperestliğinden başka birşey değildir. Risale-i Nur’un böyle bir algıda kusuru yoktur. Kusur nesnede değil, nazardadır.

(Not: İnşaallah bu konuyu ikinci ve belki üçüncü bir yazıyla daha ele alacağım. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...)



[1] Niyazi Beki’nin Yeni Ümit dergisindeki “Risale-i Nur’un Tefsirdeki Yeri” makalesinden iktibasla: Bkz. Menna, el-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an (Beyrut,1412/1991), s. 357-58.
[2] A.G. Makale’den iktibasla: Gazalî, İhya-u Ulumi’d-Dîn (Kahire 1358/1939) 1/300.
[3] A.G. Makale’den iktibasla: Bkz. Eş-Şafii, er-Risale (Thk. A. Muhammed Şâkir, Beyrut, ts), s. 91-92.

17 Mayıs 2012 Perşembe

İhtiyarlar Risalesi, geriatri ve modern zamanlar...

“Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.”

Böyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu İmaj ve Takva isimli kitabında... Modern zamanlarda ihtiyar olmanın, diğer zamanlara nispeten daha zor olduğunu, çünkü ihtiyarlığı kıymetli kılan şeylerin artık “önemsenmeyen” haline geldiğini belirtiyor.

Ahirzamanı soluklayıp da Fatma Barbarosoğlu’nun bu sözlerine hak vermemek elde değil. Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) “küçümseyici bir şefkat” oluyor.

Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu... İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak “acınmayı” alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor. Ahirzaman bizi oraya doğru götürüyor. Belki sürüklüyor...

Bu yönüyle “geriatri” isminde bir bilim dalının 20. yüzyılda ortaya çıkması da tesadüf değil. Geriatri, Prof. Dr. Servet Arıoğul’un ifadesiyle; “65 yaş ve üstü hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları ve toplum yaşlanması ile ilgilenen bilim dalı olup iç hastalıklarının bir yan dalıdır.” Ortaya çıktığı ilk zamanlarda yaşlıların sadece bedensel rahatsızlıklarını incelerken, şimdilerde psikolojik ve sosyal sorunlarını da masaya yatırmakta, onlara da uzun mesailer ayırmaktadır.

Dünya üzerinde ortaya çıkışı 1930-1940’ları bulsa da[1] yaygınlaşması ve sistemleşmesi 1980’leri bulur.[2] Türkiye’de de ilk geriatri bilim dalı ve ünitesi Cerrahpaşa’da 1980’lerde kurulur ancak.[3] Geriatrinin ülkemizde iyice yerleşmesi ise daha da sonradır: “Türk Geriatri Vakfı, 16 Nisan 2001 tarih ve 24360 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ilan ile kurulmuş ve aynı tarihte faaliyete geçmiştir.”[4] Yani ülkemizin geriatriye katılımı belki Avrupa ülkelerine kıyasla daha sonradan yaşanmıştır. Geriatrinin kurulmasındaki etkenlerden birisinin ülkelerdeki yaş ortalamasının yükselmesi olduğu düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada neden Avrupa’dan daha yavaş davrandığı belki anlaşılabilir.

Ancak bütün bunların ötesinde bir yere götürmek istiyorum ben şimdi sizi: 1934 yılına... 1934 yılı Türkiye’de bir âlimin, tarassutlar içinde dünyayla haberleşmesi kesik bir âlimin ihtiyarlık üzerine ilk eserini telif ettiği tarihtir. Bediüzzaman Said Nursî, 1934 yılında İhtiyarlar Risalesi’ni yazdırmaya başlar. Daha sonra da bunu 1944 yılından sonra telif ettiği ilave metinlerle genişletir. Fakat acaba dünyanın başka başka meselelerle meşgul olduğu, II. Dünya Savaşı’nın “Geliyorum!” seslerinin işitildiği bir devirde Bediüzzaman böyle bir eseri neden telif eder? Neden siyasete dair değil de böyle bir konuya yoğunlaşır?

Ben bu noktada Bediüzzaman’ın yine harika bir öngörüyle geleceğin sorunlarına (yahut gelecekte iyice ortaya çıkacak olan sorunlara) Kur’an’ın reçetelerini sunduğunu kanaatindeyim. Daha o zamanlar Avrupa’da yeni yeni teşekkül etmeye başlamış bir bilim dalının psikolojik anlamda büyük yararlar sağlayacak ilk çalışmasını, belki ilk metnini, Anadolu toprakları üzerinde telif etmiştir. Belki ahirzamanın böylesi sıkıntılara gebe olduğunu, (Fatma Barbarosoğlu’nun dillendirdiği şekilde;) yaşlılığın dışlanacak bir hale geleceğini hissetmiştir.

Bir yandan ihtiyarlara nasihatler ederken, diğer taraftan gençlere de onların birer bereket vesilesi olduğunu, hayattan dışlanmalarının yanlış olduğunu aktaran böylesi bir eserin kıymeti, sanıyorum Fatma Barbarosoğlu’nun tespitleri ışığında okunursa daha iyi anlaşılır.

Geriatri üzerine çalışmalar yürütenlerin de, onlardan yıllar önce bu konunun psikolojik ve sosyolojik taraflarına dair bir eser telif etmiş Bediüzzaman’ın metinlerini incelemeleri, ondan destek almaları gerekmez midir? Fakat ne ilginçtir ki, belki bu insanların İhtiyarlar Risalesi’nden bile haberleri yoktur. Evet, Risaleler bu topraklarda yazılmış eserler olmalarına rağmen, hâlâ bu toprakların evlatları tarafından açtıkları çığırların fark edilmesini beklemektedirler...






[1] http://www.akadgeriatri.org/managete/fu_folder/2009-03/html/2009-1-3-125-131.htm
[2] http://www1.gantep.edu.tr/~hastane/?page_id=210
[3] http://www.anadolusaglik.org/haber-detay/1465/1/geriatri-ile-saglikli-bir-yaslilik-gecirmek-mumkun.aspx
[4] http://www.turkgeriatrivakfi.org.tr/

10 Mayıs 2012 Perşembe

Tekrar tekrar okunası kitaplar...

“Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir.” Evet, Bediüzzaman’ın bu cümlesi 9. kez okumakla nimetlendirildiğim (öyle düşünüyorum) Şualar’a karşı hissimi tarif etmede en nihayi nokta. Onu okumak, daha doğrusu onları okumak; hiç bitmeyecek bir yolculuğun içinde olmak demek. Çünkü okumakla bitmeyen, yıllandıkça tazelenen güzeller onlar. Şualar’ da öyle, Sözler de öyle, Lem’alar da öyle. Bunu sırf bir cemaatin üyesi olmak, o cemaatin aferinini kazanmak için yazmıyorum. Altı doldurulmamış, kendisine inanılmamış bütün medihlerin canı cehenneme! Ben bu eserleri beni bir başka halete soktukları için seviyorum. İnsan haletine...

Tuhaf mı söylediklerim? Hiç tuhaf gelmesin. Güzel kitaplar genelde bu etkiyi yaparlar. Onlar, hakkında konuşup durduğumuz dünyadan bir çıkış kapısı, bir nefes alma yöntemidir (sıkılanlar için). İlk askerde fark etmiştim bunu. Bir çocuk vardı, uzun dönem askerlik yapan, çok kitap okurdu. Cep telefonu yakalatmaktan ceza almıştı, şafağını uzatmıştı. Eline ne geçse, ne kitap bulsa o kışla ortamında, seste, gürültüde okurdu. Nasıl bu kadar çok okumayı başardığını sorduğumda şöyle demişti: “Abey, bu kitaplar da olmasa ben burada gafayı yerim. Bunları okuyorum da gafam dağılıyor!”

Evet, hakikaten biz bu kitapları okuyoruz da dünyanın keşmekeşinde kafamız dağılıyor, ruhumuz nefes alıyor ve hayalimiz gerçekliğin soğukluğundan, baskısından, cenderesinden bir nebze kurtuluyor. Hele bu kitaplar Risaleler olunca ben bu kurtuluşu daha âli görüyorum. Nasıl ki, ehl-i zikir, zikrullah ile hayattan kendilerini bir nebze koparıyor, transa benzer bir halde başka âlemlere (içlerinde veya dışlarında) yolculuk ediyorlar; sanıyorum biz Nur talebeleri de bu kitapları okumakla ve bunlarla meşgul olmakla hayatın cenderesinden sıyrılıyor, rahatlıyor, nefes alıyoruz. (Müellif yine Şualar’da Risale-i Nur’la meşgul olmanın faydalarını sayarken buna benzer şeyler söylemiyor mu?)

Bizim hakkımızda “Bunlar da hep çiçekten, böcekten bahsediyor!” diyorlar belki. Aldırmıyoruz... Yalnız bu dünya için yaratılmadığımızın farkındayız çünkü. Ondayken bile ötesine yollar kolluyoruz.

Külliyat benim için bu demek, Şualar bunun bir parçası. Ancak Şualar, İkinci Şua gibi ağır bir bahisle başlayıp sonra Yedinci Şua’ya giderken bu yolculuğu taçlandırıp en nihayet Meyve Risalesi’yle bizi tekrar hayatın içine çekiyor oluşuyla manidar. Eserin bütününe baktığınızda sanki bir bütün değilmiş gibi. Biraz oradan, biraz buradan, biraz mektuplardan, biraz savunmalardan... Öyle derlenmiş, toplanmış, herşeyden bir miktar katılmış birşey. Karışık bir yemek.

Fakat onları aşıp bütün bu yazılanların aynı insanın kaleminden çıktığını düşündüğünüzde o insanın nasıl bir dünyaya sahip olduğunu tefekkür etmekle sizi heyecanlandırıyor. Bir yandan mahkemelerle, zindanlarla cebelleşmekte; diğer yandan ancak büyük bir iç huzuru yakalamış birisinin yazabileceğini düşündüğüm çok ağır ve derin metinleri hazırlayabilmekte... Nerede o huzur, nerede Eski Said’in ve Yeni Said’in hayatı? Bunlarla meşgulken onları nasıl yazıyor? Onları öyle yazarken bunlarla nasıl meşgul oluyor? Şualar bu yönüyle Yeni Said’in iki kanadının şahidi. Bir yanda İkinci Şua var, diğer yanda Meyve Risalesi...

Belki biz de böyle yaşamalıyız, ama beceremiyoruz. Hayat bizi öyle sarıyor ki; hayatımız gündemden ibaret oluyor. Halbuki böyle şeylerin yazıldığı, düşünüldüğü “kurtarılmış zamanlarımız” da olmalı. Hayat sadece bize sunulanla meşgul olduğumuz bir dilimden ibaret olmamalı. Bir pasta gibi farklı meşgalelerle kuşattığımız dilim dilim birşey olmalı. Bence Bediüzzaman’ın Şualar’ında böyle bir ders var. Bir yanda başka bir Said, bir yanda bambaşka bir Said var. Ne yazayım ki, ben şimdi bu kitap hakkında? 9 kez okudum, ama sanki hiç okumadım. Öyle birşey... Nasıl yazayım? Her okuyuşumda ilkmiş gibi geliyor.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Farklı bir 1 Mayıs yazısı

İzm’leri dinlerden ayıran en büyük fark kanaatimce; dinlerin bütün sınıflara, izm’lerin ise sadece bir veya birkaç sınıfa saadet vadediyor oluşudur. Yani izm’ler, bizzat yolculuğuna başlarken bir sınıfı hedefler. Onun amaçlarına hizmet eder. Ama dinler, sadece bir sınıfın değil, bütün sınıfların saadetini hedeflemiştir. Bu yüzden mesajlarının da daha geniş kesimlere etkili olması beklenir.

Bu noktada feminizmi kadınlara, sosyalizmi fakir halk kitlelerine (özellikle işçi sınıfına), hedonizmi hayattan lezzet almaya müsait olanlara (özellikle gençlere) entegre olmuş, hedef almış izm’ler olarak örneklendirebiliriz. (Şualar’da Bediüzzaman’ın; “Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık” demesi ne kadar manidardır.) İzm’lerin bu noktada yaptığı daha çok ezildiğini düşündüğü bir sınıfı galeyana getirmekle diğerlerini (diğer sınıfları) kendine boyun eğdirmektir. Bu yüzden tüm dünyaya saadet vadedemezler. Çünkü bütün dünya tek bir sınıftan ibaret değildir. Tek sınıf haline gelmesi de fıtraten mümkün değildir.

Yine bu noktada Bediüzzaman’ın Lemaat’ta geçen; “Lâkin saadet odur: Külle ola saadet. Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet: Umuma, ya eksere verirse bir saadet...” cümleleri ayrıca manidar görünüyor bana. Kur’an’ın medeniyet inşasının nasıl bir farkındalık ve geniş ufukluluk içerdiğini gösteriyor. Bütün sınıfları kapsayan bir mutluluk programının Kur’an’ın ana hedefini oluşturduğunu beyan ediyor.

Bence bu yönüyle İhtiyarlar Risalesi, Hastalar Risalesi, Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi gibi eserler de bunun ispatı sayılabilir. (Şimdi bunlara Tasavvuf, Aile, Taziye gibi değişik konu başlıkları altındaki derlemeler de dahil oldu.) Bediüzzaman’ın bu kadar farklı dallar hakkında eserler telif etmesi, aslında onun biraz da Kur’an’ın bu kapsamlılığını ortaya koyma çabası bence. Bediüzzaman, bunu göstermek, ispat etmek, insanları buna uyandırmak istiyor.

Hatta bu noktada Dokuzuncu Şua çok kıymetli Mukaddime’siyle bunun ispatı gibi... Orada da ahirete imanın toplumun bütün sınıflarına verdiği mutluluğu, sağladığı kazançları zikretmekle İslam’ın kapsamlılığına işaret ediyor Bediüzzaman. Çok boyutluluk ve çok sınıflılığına dikkat çekiyor.

Şimdi böyle eserler eşliğinde ufkumuzu şöyle bir mizana koyup tartma zamanı. Nasıl bir saadet düşlüyoruz? Sadece bir milletin, sadece toplumun bir kesiminin, bir coğrafyanın insanlarının veya sadece bir dinin tâbilerinin mutlu olabileceği bir gelecek mi hayalimiz? Yoksa tüm dünyayı birden mutlu etmeyi mi planlıyoruz?

Bence Kur’an’ın bize yaşatmayı düşündüğü saadet bizim hayallerimiz kadar kısır değil. Ensar Nişancı’nın bir semineri esnasında dediği gibi; “İslam medeniyetinin yükselişi için Batı’nın çökmesine gerek yok. Beraber de yükselebiliriz.”

Evet, belki de... Neden bir başkasının felaketi üzerine kendi saadetimizi bina edelim ki? Bu da nihayetinde bir kısır görüşlülük. Ben şimdi geleceğin hep beraber omuzlarımızda yükseleceğini düşünüyorum. En gür ses, bizim sesimiz olsa da. Diğer seslerin kısılmasına gerek yok. Hem bunun olmasını düşlemeye de gerek yok. 1 Mayıs da kutlanacaksa, bu kafayla kutlanmalı. Yalnız bir sınıfın mutluluğuna endeksli hayaller mutsuz kalmaya mahkûm...

25 Nisan 2012 Çarşamba

İhtiyarlar Risalesi ve Hz. Zekeriya (a.s.)

“Kâf hâ yâ ayn sâd. Bu âyetler, kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir. Hani o Rabbine gizlice niyaz ederek demişti ki: Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” Meryem Sûresi, 19:1-4.

Bu yazı çok başarılı bir yazı olmayabilir. Nihayetinde sadece hissettiğim birşeyi sizlere aktarmaya çalışacağım. En doğrusunu elbette Allah bilir. Fakat yine de enaniyetimizi atmaya çalıştığımız havuza malumatımızı da atıp orada bir marifet denizi oluşturmak; herkesin kendi buzundan vazgeçip bir havuz sahibi olmasına çalışmak mesleğimiz iktizası. Bu site de bir açıdan bunun vesilesi. Ben de mesleğimizin iktiza ettiği bu şeye cüret etmek istiyorum cirmimce...

Talebeliğin şiarı talep etmek. Talep etmenin şiarı sual ile istemek. Ben de sual ile pekçok defalar Risale-i Nur’un ve Kur’an’ın kapılarını döverim. Bir Nur talebesine en sıradan gelen şeyleri bile “Nedendir, niyedir?” diye sual ederim.

Mesela şu yukarıdaki ayetler... Ben İhtiyarlar Lem’asının neden bu ayetlerle başladığını hep merak etmişimdir. Nihayetinde bu ayet sadece “Kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir.” O zikrin bütün bir İhtiyarlar Lem’asını özünden tereşşuh ettirecek ne sırrı vardır ki? Hem nasıl olabilir ki?Hem olabilir ki?

Böyle böyle düşünürken bir gün ayetlerin içerisinde yer alan bazı zıtlıklar (af buyurun, birazdan bunu izah edeceğim) dikkatimi çekti. Sanıyorum işte bu an, sual ile talep etmekte olan Nur talebesinin marifet hediyesine uğrama anıydı. Dedi ki, aklımın sesi bana orada: “Yahu şu istenenene bak, bir de verilene bak. Bir de ayetlerin sonundaki şükre bak. İstenen, verilen ve şükredilen birbirinden farklı şeyler çağrıştırmıyor mu?”

Ben de bu gözle baktım, gördüm ki; hakikaten ayetin içinde istenen ve verilen ekseninde zahirde bir farklılık var: Hz. Zekeriya’da her kul gibi Allah’a her daim dualar ediyor. Hatta diyor ki; “Sana ettiğim dualarımda ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” Dualarının geri dönmediğini kendisi beyan ediyor. Fakat bakıyorsunuz, giderek yaşlanıyor Hz. Zekeriya. “Benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı” diyor.

Peki, bir insan en çok ne için dua eder? Daha mutlu, daha güçlü, daha sıhhatli olmak için değil mi? Ama onlar için dua ediyorsa ve dualar geri dönmüyorsa, hatta buna şükrediyorsa; Hz. Zekeriya (a.s.) neden yaşlanıyor? Yaşlanması, dualarının kabul edilmediğine delil değil mi?

Öyle ya, yaşlanmak aynı zamanda bu duaların tersi cevaplar alması, geri dönmesi demek. Yani sıhhat isterken hastalığa, afiyet isterken ihtiyarlığa uğramak demek. Ama bakınız zikredilen ayet-i kerimeler şöyle başlıyor: “Bu ayetler, kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir.”

Kanaatimce Bediüzzaman’a İhtiyarlar Risalesi’nin ilhamını veren sır da bu sırdır. Yani dua dua istenen afiyetin, sıhhatin nasıl ve neden ihtiyarlıkla karşılık bulduğu ve neden bunun bir rahmet olarak zikredildiğidir. Eğer bu bir zikr-i rahmetse, o vakit o ihtiyarlığın içinde Hz. Zekeriya’nın da (ayetlerde anlatıldığı gibi) şükrettiği azim sırlar vardır. Kaybediş görünen bir kazanç vardır. Gerilemek gibi algılanan bir ilerleyiş vardır.

Ve evet, zahirde dualar kabul edilmemiş gibi dursa da perde arkasında bahşedilmiş rahmetler vardır. O yüzden ihtiyarlık bir zikr-i rahmettir. Ve o yüzden Hz. Zekeriya (a.s.) ihtiyarlığını andıktan sonra musırrane böyle demiştir: “Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.”

Evet, Hz. Zekeriya (a.s.) bu gerçeği haykırıyor ayet-i kerimeler içinde. “Ben dua ettim, afiyet istedim. İhtiyarlamakla bu dualardan mahrum kalmadım” diyor. Bediüzzaman’da İhtiyarlar Risalesi isimli güzide eserinde işte bu dualardan neden mahrum olmadığının sırrını izah ediyor. Yaşlılıktaki güzel yanları ve gizli ikramları anlatarak ayet-i kerimeye bir kez daha iman etmemizi ve gizli sırlarını bilmemizi sağlıyor. Ne diyelim, berhudar ol Üstadım. Sayende bir sırra daha uyandık...

18 Nisan 2012 Çarşamba

Yamyam psikolojisi...

Bazen okuduğunuz bambaşka bir kitapla birlikte Kur’an’ın bir inceliği, bir nüktesi zihninize açılıyor. Sanki Kur’an, o bilgiyle birlikte yeni baştan kalbinize nüzul ediyor. Tıpkı Hz. Peygamber’in (a.s.m.) vefatı hengamında Hz. Ömer (r.a.) gibi oluyorsunuz. Ne zaman ki, Hz. Ebubekir misali birisi aklınıza dokunuyor, o zaman böyle diyorsunuz: “Sanki bu ayeti daha önce hiç işitmemiştim.”

Evet, bazı müfessirler, sahabilerin nüzul sebeplerini farklı rivayet etmelerini de buna bağlarlar. Yani kim, hangi ayeti, hangi olayla anlamışsa onu nüzul sebebi saymıştır derler. Bununla birlikte nüzul asla bitmez. Ayetler kesintisiz bir sekine edasıyla nüzul etmeye devam ederler kıyamete kadar. Her asra, her topluma, her insana bakan ve onun için saklı kalan yönleri vardır. Bir yönüyle bizim imtihanımız da budur. Arza nazil olanı kalbimize nüzul ettirmek. İçselleştirmek...

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” cümlesini de böyle anlıyorum ben. Belki de yaptığımız kainat okumaları ulûm-u diniyenin ziyasını daha fazla parlatmamızı sağlıyor. Kainat aynasındaki yansımalarını/nurlarını görmemizi sağlıyor.

Bu nedenle kendi adıma Risale-i Nur okumalarıma devam etmekle birlikte, haricinde okumalar yapmayı da çok kıymetli buluyorum. Mesela Münazarat’ı, yine o dönemi anlatan bir yakıntarih eseriyle beraber okumak bana daha hikmetli görünüyor. Böyle okuma yapınca hakikati daha tam tecelli eder buluyorum. Tabii bunlar bana ait düşüncelerdir, herkes böyle bilmeye mecbur değil.

Bugünlerde de okuduğum bir psikoloji kitabı sayesinde Kur’an’ın bir ayeti zihnimde çok farklı bir açılım yaptı. Prof. Dr. Bengi Semerci’ye ait olan Duyguların Şifresi isimli bu kitap aslında dinî öğreti anlamında pek birşey içermiyordu. Ama dedim ya; arza nazil olanı kalbe nüzul ettirmek anlamında benim ruhuma temas eden bir yeri oldu. Hem de nicedir düşündüğüm gıybete dair birşey hakkında...

Ben mesela kendi kendime çok defalar sorardım: “Neden Cenab-ı Hak gıybeti kendi kardeşinin etini yemeğe benzetiyor?” Yani neden başka bir benzetme değil de o? Önceleri bu soruma cevap olarak “yamyamlığın iğrençliğini” gerekçe sayardım. Yani Kur’an, gıybeti çok iğrenç bir işe benzeterek bizi ondan soğutmaya çalışıyordu. Bu bir süre beni idare etti. Fakat daha sonraları yetmemeye başladı. Başka hikmetler aradım. Ve bu kitap sayesinde belki bir tanesini buldum.

Bengi Semerci, kitabının “Dedikodu mu, Söylenti mi?” isimli bölümünde bu konuya değinirken gıybeti çok farklı bir yönüyle tahlil ediyor. Dedikodu yapan kişinin aslında onunla beslendiğini, kendisinde eksik olduğunu düşündüğü yönlerini gıybetle tedavi etmeye çalıştığını anlatıyor. Hatta bir yerde diyor ki; “Onlar hakkında çıkan olumsuzlukları konuşarak, dedikodusunu yaparak kendi yerimizi içimizde değerli kılabiliriz.” Yani gıybeti, aslında insanın kendi içindeki eksiklikleri başkalarını çekiştirerek unutma, bastırma tekniği olarak ifade ediyor. “Ne de olsa onlar da benim gibi...” diyerek teselli buluyor bir nevi... Kendisi yükseklere çıkmaktansa onları aşağıya indiriyor.

Bengi Semerci’nin bu tahlillerini okuduktan sonra ayet-i kerimenin “kardeşinin etini yeme” teşbihi bana daha da manidar göründü. Belki Cenab-ı Hak da, bu teşbihle meselenin psikolojik arkaplanına bakmamızı tavsiye ediyordu. Belki biz de gıybet ettiğimiz şahısların daha çok benzeri bizde var olan kusurlarını dilimize doluyor, onları bu şekilde konuşarak kendi içimizdeki vicdan azabını bastırıyorduk. Bu yönüyle bizim yaptığımız da içimizdeki kompleksleri, açlıkları başkalarının/kardeşlerimizin etini yiyerek bastırmak gibi birşey oluyordu. Biz onlarla resmen besleniyorduk. Ayetin “yamyam” benzetmesi bu yönüyle cidden çok anlamlıydı. Ve ilginçtir, gerçek yamyamlar da etlerini yedikleri insanların güçlerini aldıklarına inanıyorlardı.

Yine bölüm boyunca Bengi Semerci dedikoduyu bir şiddet aracı olarak tarif ediyor ve “Dedikodu ve söylenti gençlik döneminden başlayarak bazı insanların şiddet uygulama biçimidir. Düşmanlığını, kıskançlığını, korkusunu dedikoduya döker. Şiddet, sözleridir artık” diyerek onu metin içinde defalarca bir silaha benzetiyordu. Bunu da manidar buldum, zira Bediüzzaman’ın da gıybeti Kur’an penceresinden ele alıp işlediği bölümde (Yirmi İkinci Mektub’un Hatime bölümü) bir Arap şairinin şu mealdeki şiirini alıntılıyordu:

“Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”

Sanıyorum ziya ve nurun buluşması böyle birşey oluyor. İnsan okudukça, öğrendikçe bilgilerinin farklı açılarını, açılımlarını görüyor. Bu yönüyle ulûm-u diniye olan Risale-i Nur’umuz da ziya misal cümlelerine fünûnumuzu arttırıp nuru katık etmemizi bekliyor bizden. Ki hakikat böyle birşeydir. Hakikat karşı konulmazdır. İnsan ziyayı bilirse, yaptığı okumalarda onun yansımalarını, yani nurlarını çok görür, okur, işitir. Kur’an’ın karşı konulmaz elmas kılıcı işte bu yönündedir. Bilgiyi hakikate dönüştürür.

13 Nisan 2012 Cuma

Bu kalb hangi kalb?

“İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.”

Yazıma, İşaratü’l-İcaz’dan böylesi bir alıntıyla başlamak istedim. Zira öncelikle kafamızdaki kalb kavramının yerinden oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu kardeşiniz de böylesi metinleri tekrar tekrar okuyarak ancak felsefenin (belki modern eğitim sisteminin) beni şartlandırdığı tanımlardan bir nebze sıyrılabiliyorum. Bu noktada Dücane Cündioğlu’nun Sözün Özü isimli eserine dikkatinizi çekmeliyim. O kitapta deniliyor ki; “Kur’an’ı yorumlarken oradaki terimlerin bugünkü karşılıklarını değil, Asr-ı Saadet’te o kelimeler hangi karşılıklarla kullanılmış onları bilmek gerekir.”

Aynı soruna Bediüzzaman’ın da eserleri içinde sık sık değindiğini düşünüyorum. Hatta bazı kelimelerin aslî manasını haşiye ile vererek onları istimal etmesi (örneğin tevatür), Lemaat’ta da “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” demesi bu noktada sanırım yeterli delili oluşturuyor.

Şimdi, yukarıdaki kalb tarifi kafamızda kalarak Hz. Eyyub’un kıssasının anlatıldığı İkinci Lem’a isimli esere yolculuk etmek istiyorum. Orada şöyle deniliyor:

“(...) Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: ‘Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor...’”

Ben bu metni ne zaman okusam, şu kısım kafama takılırdı: “Hz. Eyyub, hastalığın diline ve kalbine gelmesini neden bu kadar önemsiyor?”

İşaratü’l-İcaz’daki tarifi hesaba katmadığımda bu dil ve kalb, bedenimin dili ve kalbi olarak bende çağrışım yapıyordu. O zaman soruyordum: “İnsanın maddi kısmına böyle bir hastalık gelse, mesela kalbinde bir rahatsızlığı olsa, bu kulluğuna zarar verir mi? Hem diyelim ki, adam dilsiz. Dilinin olmaması Allah’ı zikretmesine engel olur mu?”

Bunlar, bu lem’ayı her okuyuşumda kafamda soru işareti olarak dönüp duruyordu. Fakat nihayet, Şualar’da rastladığım bir mektup sayesinde bir nebze bu sırrın izahına vasıl olabildim. Sanıyorum demeliyim, çünkü belki de sizleri o kadar da ikna edemeyeceğim. Ama bana çok manidar göründüğü için alıyorum:

“Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”

Bakınız burada Bediüzzaman kalb ve ruhu meşgul eden bir yaradan ve ondan kaynaklanan bir dikkat dağılmasından bahsediyor. Dünyayı unutmak lazımken onu aksine hatıra getiren bir durumdan dem vuruyor.

Şimdi düşünüyorum: Belki Hz. Eyyub’un kıssasında onun lisanına ve kalbine ilişen kurtlar da böylesi bir sıkıntı seviyesinin habercisi olamazlar mı? Yani hastalığı öyle bir seviyeye gelmiş ki, en nihayet Allah ile meşgul olmasına dahi engel oluyor. Belki maddi dili ve kalbi değil; manevi yanlarını kendisiyle uğraştırıyor, zikrine set çekiyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; “E, Ahmet; yani bundan ne değişir? Ha manevî, ha maddi kalb olmuş; sorun aynı. Meselenin özü değişmez.”

Değişir kardeşlerim değişir. Şu kalb tarifini kafamızda doğru oturtmazsak, meselelere bakış açımız da hep hatalı kalmaya mahkum olacak, hatta Risale metinlerine bile...

Örnek vereyim: On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı için “Akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nazırdır” cümlesini algılayışımızı bile değiştirir bu tarif. Zira Bediüzzaman’ın kalb tarifi, aklı dışarıda bırakan bir tarif değil; makes-i efkârı dimağ olan bir ayna, bir toplanma alanı. Aklın dahil olduğu bir yer...

Belki de orada On Dördüncü Lem’a’nın akla hitap etmeyen bir yer olduğu katsedilmiyor. Aksine hem akla, hem kalbe, hem de ruha bir lezzet de verecek zevke (ki zevk, tasavvufta keşf gibi bir delildir.) sahip olduğu anlatılıyor. Belki böyle bir zenginliği anlatılıyor. Fakat mateessüf bizler genelde o kısmı “Akla dair olmayan” olarak anlıyoruz, anlatıyoruz. Halbuki hiç öyle değil., O metin gayet aklî... Evet, dostlarım; kafamızdaki tarifleri yerinden oynatmamızın, Kur’an’a göre ayarlamamızın böyle faydaları var. Böylece vahye de, hadislere de, külliyata da daha çok yaklaşacağız.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...