24 Ocak 2013 Perşembe

Risale-i Nur'u oku, ama Kur'an'a bak...

Bir önceki yazımızda Yunus sûresinin 58. ayeti ve Barla Lahikası’ndaki tefsiri üzerine konuşmuştuk. O vakit, dikkatinizi bir noktaya çekmeye çalışmıştım: Risale-i Nur’un parlaklığı, arkasında Kur’an’ı görmeye çalıştığınızda ancak çıkar ortaya. Bizzat metne bakıldığında değil. Belki bunun yanısıra öğütlenen ikinci birşey daha vardı orada. O da şuydu: Risale-i Nur ile bir ayeti anlamaya çalışıyorsanız, o ayete dair ezberlerinizden soyunmanız gerekir.

Son cümlemin iddialı durduğunu biliyorum. Fakat hakikat olduğunu düşünüyorum. Zira ne vakit ilgili ayetin tefsirine dair geçmiş malumat Risale üzerine taşınsa, adeta metinle ayet arasında perde oluyorlar. Parıltıyı, gölgeleri altında bırakıyorlar. Çoğu zaman da ayetle metnin arasındaki ilgi (bundan kaynaklı bir sorunla) kurulamadığından, bağlantı terkedilip doğrudan metnin izahına girişiliyor. Öyle olunca da yıldızlara değil, yerdeki yansımalarına bakılmış oluyor. Odak noktası kayboluyor. Halbuki o yansımalar, yıldızlar görünsün diye varlar. Bizzat kendileriyle meşgul olunsun diye değil. Harfî olmak niyetiyle yazılmışlar. İsmî bakınca parıltıları kayboluyor.

Bunun bir örneğini orada da sunmaya çalışmıştım ki, geçmiş malumatın feneriyle bakıldığında Risale metniyle Kur’an arasına nasıl bir perde gerildiği bir miktar görülebiliyordu. Aynı ayetten ben dünyadaki işleri ikiye bölme (iyiye/kötüye ayırma) fikrini elde ederken; Yedinci Risale olan Yedinci Mesele, her fiil içinde karşılaşılan seçeneklerden bahsediyordu. Yani her amelimde ben şu iki şeyden birisini seçebilirdim: 1) Ya onu Allah’ın bir rahmeti sayıp onunla sevinirdim. 2) Yahut da kendi adıma toplar, benim işimmiş gibi sevinirdim. Asıl sevinmenin ikinci şekilde olması gerektiğini ise bana ayet ve Yedinci Risale olan Yedinci Mesele öğütlüyordu. Orada külliyat üzerinden bir örneklemeyle ayetin dayandığı bürhan direkleri gösteriliyordu. Sebeplerin yazılış nedenlerinden birisi belki de buydu: Ayetin pratikteki yansımalarını göstermek.

Mesela; daha birinci sebepte Bediüzzaman, daha gençliğinden itibaren Kur’an’ın mucizeliğini beyan etmeye yönlendirildiğini izah ederek, böyle bir yönlendirilişin sonucu olarak ortaya çıkan eserlerin kendi malı sayılamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla üzerlerinden üretilecek bir sevincin (belki övünme?) ancak Kur’an hesabına yapılırsa makbul olacağını ifade ediyordu.

İkinci sebepte ise Bediüzzaman, Kur’an’ın kendisini övmesinden bahis buyurarak, Kur’anî yolun başarının/güzelliğin inkârını değil, kabulünü öğütlediğini; ancak bu kabulün Sahib-i Hakikisi adına olması gerektiğini beyan ediyordu. Yani sevinç/mutluluk/övünme haktı. İlla asıl sahibi unutulmaya...

Üçüncü sebepte ise yine Risale-i Nur üzerinden yapılan bir örneklemeyle ‘kendi adımıza toplayıp durduklarımızın’ ileride hakikatlere nasıl bir zarar verebileceği ‘çürük direk’ sembolüyle ifade ediliyordu. Dayandırıldığı direkteki kusur, esere sıçratılabilirdi.

Dördüncü sebep—ki bence işte ayetin tam tefsiridir—bir nimet/başarı nedeniyle duyulacak sevincin, o sevinci Allah’ın lütfu olarak düşünmekle sağlam zeminini bulacağı belirtilerek, elbise-insan-terzi örneklemesi üzerinden ayeti pratik hayata sokuyordu.

Beşini sebepte ise; yine elde edilen güzelliğin/başarının sebeplerin varoluşundan çok önce kader kalemiyle yazıldığına işaret edilerek, sebeplerden bir sebep olan kendi varlığımızı asıl sahip/toplayıcı olarak görmemek gerektiğini öğütlüyordu.

Altıncı sebepte ise; yine de süreç boyunca yaşananlardan çıkarılacak ders ile inayat, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz-ı manevînin şuleleri silsilesi içinde o güzellikten hasıl olan övgüyü/sevinci (kendi adımıza) ‘toplamanın’ nasıl bir haksızlık olduğu ifade ediliyordu.

Yedinci sebepte ise; yine kendi adımıza sevinmenin/övünmenin eserdeki güzelliğe nasıl bir nakise getireceği sosyolojik bir zeminde izah edilerek, ilerleyen dönemde toplayıcının kusurlarının, sahiplenilene de bulaştırılacağı ve eserin bu yüzden kıymetsiz görülebileceği izah ediliyordu.

Görüldüğü üzere ilgili kısım, ayetin öğütlediği ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’nin gerekliliği, ‘kendi adına toplamanın’ ise zararlı oluşu üzerine tahşidat yapıyor ve yedi sebep boyunca aynı şeyin altını çiziyordu: “Sevinmek haktır. Ama illa eser sahibine tüm hakları teslim edilerek... Onun rahmeti ve lütfu görülerek... Eğer kendi adınıza sevinmeye başlarsanız (yani toplarsanız) hem eserdeki güzelliğe, hem o güzellikten istifade edenlere, hem kendinize zarar vermiş olursunuz. Ve bence bu dairesel yolculuk yine ayetin mealine varışla son buluyordu: “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”

20 Ocak 2013 Pazar

Kur'an'ı hayatla tefsir etmek...

Yunus sûresinin 58. ayeti bana yıllardır diyordu ki; “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” Ve ben bu ayeti, Barla Lahikası’nın hemen başında yer alan, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’yi okuyuncaya kadar çok laik bir şekilde yorumluyordum. Yani önce kâinattaki herşeyi kafamda ikiye bölüyor—mâlum; din işleri, dünya işleri ayrımı—sonra da bu taksime göre Allah’ın bunlardan bir kısmını kendi fazlı olarak zikrettiğini, diğerlerinin ise sevinilecek şeyler olmadığını çıkartıyordum.

Fakat Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ye gelince işler değişti. Neden mi? Çünkü o kısım boyunca bu ayeti tefsir eden Bediüzzaman, hiç de benim kafamdakine uygun şeyler söylemiyordu. Ne zikrettiğim taksime benzer bir taksim yapıyordu orada; ne de böylesi bir ayrımı ayetin tefsirinde gerekli görüyordu. Ufacık bir işarette bile bulunmuyordu.

İki gün evvel aynı bölümü tekrar okudum. Bitirince baştan aldım, tekrar okudum. En nihayet kendi yorum tarzımı terk edip “Bediüzzaman’ın metninden ayete nasıl yol bulabilirim?” diye sormaya başladım nefsime. Meğer dolu bardak daha fazla dolmuyormuş. Dökünce, ayet okutmaya başladı kendini. Sanıyorum kendimce bir pencere de buldum. Manzaramsa şu:

Bediüzzaman, malumunuz, o metin boyunca, kendi eserlerinden ve telifleri esnasında mazhar oldukları ikramlardan bahsediyor. Zahiren, bu ikramlar bahsinin yukarıdaki ayetle pek bir irtibatı yokmuş gibi görünüyor. Yani müellif, metne başlarken yukarıya bir ayet yazıyor ama, içeride tekrar o ayete dönüp; “Şu kelime şu anlama geliyor. Şu çekimle, sigayla şu anlatılmak isteniyor...” falan hiç demiyor. Fakat ne yapıyor bunun rağmına olarak? Yaşadıklarından bahis buyuruyor.

Durun durun, oraya gelmeden yaptığı birşey daha var. İşaretlerden evvel zikrettiği sebeplerde birşeye daha dikkat çekiyor Bediüzzaman. O da şu: Her başarıdan sonra insanın önüne çıkan iki seçenek var: 1) O fiili sahiplenip kendi adına sevinme. 2) O fiili Sahib-i Hakikisi olan Allah’a vererek sevinme. Ve ‘sebepler’ boyunca bu ikili seçim karşısında kalındığında ikinciyi seçmenin neden daha mantıklı olduğunu örnekliyor. Yani daha sonraki kısımlar düpedüz Risaleler üzerinden yapılan örnekli bir anlatım. Farkı bu... Aslında (bence) Bediüzzaman orada bize demek istiyor ki:

“Bize nasip edilen başarılarda iki türlü sevinebiliriz. Onları kendimizin sanarak da sevinebiliriz; Allah’ın olduğunu kabul ederek ve Ona teslim ederek de sevinebiliriz. Ben yukarıdaki ayette denildiği gibi ‘Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinmeyi’ tavsiye ediyorum. Delillerim de şunlar şunlar. Birkaç örnekle de şimdi öyle yapınca nasıl nimetin daha bir değer kazandığını izah edeceğim. Ve ayrıca öyle yapmazsak, yine ayetin dediği gibi; ‘dünyada (kendi adımıza) toplayıp durduklarımızın’ neden bize zarar verebileceğini de izah edeceğim.

Yani kardeşler; Üstad aslında birebir ayeti tefsir ediyor orada. Ama ayeti benim (yoksa bizim mi demeliyim?) anladığım gibi anlamıyor. Dünyayı laik bir şekilde ikiye taksim etmek yerine, her fiili iki boyutlu görmeyi öğütleyerek, boyutlardan Allah’a intisaplı/bağlantılı olanı tercih etmemizi öğütlüyor. Bu, hem manevî kazanç açısından, hem de kâinata uyumunuz açısından neden daha doğru bir seçimdir? Onun da izahını yaşadıkları örnekler üzerinden işaretlerle yapıyor.

Bir önceki yazımda demiştim ya, bizim hayatımızın nüzûl sebepleri eksik diye. İşte benim anladığım, Bediüzzaman, kendi hayatındaki izdüşümlerini göstererek ayetleri tefsir etmeyi seviyor. O ayetin inme nedenini değil, o ayetin bizim kalbimize, hayatımıza nazil olabilme nedenlerini aktarıyor elinden geldiğince. Böylece daha çok bizden ve bize dönük oluyor ayetler... Risalelerin başarısının bir sırrı da bu bence: Kur’an’ı hayatla tefsir etmek.

18 Ocak 2013 Cuma

Bütüne bakarken parçalardan olmak...

Yunus sûresinin 58. ayeti aslında ne büyük bir ayet. Fakat insan, hazine dairesinde gezerken, tek bir incinin güzelliği farkedemiyor çoğu zaman. Belki nevinin celali, fertteki cemali görmeye perde oluyor. Bizim de Kur’an’a bakışımız böyle, sorunlu. Kur’an’ı bir bütün olarak görmeye alıştığımız için, tek tek ayetlerin güzelliklerini görmeyi beceremiyoruz. Celal, cemale perde oluyor belki. Dikkatsiz nazar, perdeyi aşamıyor. Belki ondan da önce endoktre edildiğimiz kalıplar var. Belki...

Bu yönüyle Asr-ı Saadetten en büyük farkımız bence şu: Onlar, ayetleri tane tane, sûre sûre, nüzûl oldukça yudumladılar. Çölde yağmur bekler gibi ayet bekler oldular çoğu zaman. İftarı bekler gibi beklediler. Namaza durur gibi ayete muntazır durdular. Vahiy, onlar için beklenilendi. Biz böyle bir bekleyiş hiç yaşamadık. Neden mi? Sulak bölgelerin(!) ve zamanların(!) çocuklarıyız. Belki de bu yüzden suyun kıymetini pek bilmiyoruz. Onu hiç beklemedik çünkü. Yağmuru hiç beklemedik, özlemedik. Beklenmeyenin, özlenmeyenin kıymeti, elde edilince, bilinir mi?

Bediüzzaman, eserlerinde sık sık Ceziretü’l-Arab’a beraberinde gelmelerini teklif ediyor okurlarına. Hiç merak ettiniz mi, bunu neden bu kadar sık yapıyor? Neden burada, bu zamanda anlatmakla yetinmiyor da ‘başında izlemeye’ teşvik ediyor bizleri? Neden elzem görüyor?

Ben bunu biraz da Asr-ı Saadeti anlama metodu olarak algılıyorum. Saadeti anlamanın yolu, onu kitaplarla bu zamana taşımakta değil. “Şöyle olmalıyız, böyle yapmalıyız!” da değil. En azından sadece bu değil... Hayalen, aklen, mümkünse vicdanın katık olduğu empatik bir yolla o zamana gitmek lazım hakikî bir tahlil yapabilmek için. Bediüzzaman, o zamana, o coğrafyaya gitme teklifleriyle bunu öğütlüyor gibi geliyor bana. Yahut ben öyle anlıyorum.

İşte eserlerinin içinde Kur’an’ı parça parça tefsir etmesinde de bence böyle bir sır var. Bir nüans var. Biz Kur’an’ı bir bütün olarak okumaya alışığız. Nüzûl sırasına göre, Kur’an’daki sıralamasına göre bir bütün olarak dizilişini biliyoruz. Bu alanla ilgili bir sorunumuz yok.

Alışık olmadığımız, onu tek tek, parça parça, dağınık dağınık (bize göre) tefekkür edebilmekle ilişkili. Belki içinde oradan oraya, buradan buraya yolculuk edebilmekle ilintili. Bu yönde sıkıntılarımız var muhatabiyette. Biz Kur’an’a bir bütün şeklinde iman ediyoruz. Ama tek tek o incilerin ne kadar farkındayız? Yahut da incileri ne kadar inci biliyoruz? Doğrusu kendi hakkımda çok endişe ediyorum.

İşte Asr-ı Saadetten en büyük eksiğimiz bence bu: Onlar tek tek idrak ederek, iman ederek bu ayetleri okudular, hıfzettiler. Bizse hep bir apar toparlık yaşadık Kur’an’ın karşısında. Ne ayetlerin gelmesini bekledik, ne de olaylarla ilgisini kurabildik Asr-ı Saadetteki gibi. Hazır bir kitap olarak bulduk onu. Hazırcı kaldık. Üstelik ona varıncaya kadar da bir sürü başka kitapla muhatap olduk. Nasıl tarif etsem hislerimi? Bizim için Kur’an var, ama hayatlarımızda nüzûl sebebi yok bence. Hayatlarımızdan bu yüzden kopuk Kur’an. Çünkü içinde hayatımıza denk düşen noktaları seçemiyoruz. Derslerimizi alamıyoruz.

Acaba Bediüzzaman’ın tefsir metodu içerisine bu kadar kendi hayatını, hissini, geçmişini katmasının bir hikmeti de bu olabilir mi? Mesela İhtiyarlar Risalesi’nde sayfalar boyunca kendi kırılmaları, üzüntülerini aktarmasının; veyahut Hastalar Risalesi’nde kendisinin ve çevresindekilerinin yaşadıklarını aktarmasının böylesi bir hikmeti olabilir mi? Risaleleri okumak, Kur’an’ı hayatla bağlamanın pratik yolunu bizlere öğretebilir mi? Neden olmasın? Bana bu yönüyle de sırlı geliyor.

twitter.com/yenirenkler

16 Ocak 2013 Çarşamba

Asâ-yı Mûsâ üzerine...

Asâ-yı Mûsâ, Risale-i Nur külliyatı içinde sıfırdan telif bir eser değil. Daha önce duymamışlar için söylüyorum. (Okumuş olanlar zaten bilir.) O, derleme bir eser. İçerisinde Sözler’den, Şualar’dan, Lem’alar’dan bölümler var. Dizilimleri değişmiş sadece... Bu bölümlerin ait oldukları eserler dışında bir de neden burada bir araya geldiklerini, getirildiklerini kesin bir şekilde bilmiyorum. Kitapta da bu bilgi verilmiyor.

Hafızamı yokladım, hiçbir bilgi yok. Bediüzzaman’a ait tarihçelerde veyahut hatıra kitaplarında Asâ-yı Mûsâ’nın (diğer eserler varken) neden tertip edildiğine dair bir bilgi okuduğumu da anımsamıyorum. Fakat hemen kitabın girişinde bir alıntı var, müellif-i muhtereminden. Şöyle diyor orada: “(...) ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsâ’ya şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar’a şiddetle muhtaçtırlar.”

Buradan benim anladığım ise şu: Fen bilimleri tedrisinden geçmiş insanların bu eserde bir araya getirilmiş kısımlardan istifadesi daha ziyade olur. Klasik dinî eğitim almışların ise Zülfikar’dan istifadesi daha fazla olur. Yahut onlara sunarken bu kapılardan girmelerini teklif etmek daha doğru olur. Herkes kendine yakın bulduğu yerden başlamalı okumalarına...

Zülfikar artık basılmıyor sanırım. En azından ben görmedim. Çoğu Nur talebesi artık o eserin hangi eserlerin tertibinden oluştuğunu dahi bilmiyor. Bu eser, normalde, Mucizat-ı Ahmediye ve Mucizat-ı Kur’aniye Risalelerinin bir arada basılmış hali. Şimdi ikisinin ayrı ayrı baskısını pekçok yayınevinin yayınları içinde bulabilirsiniz. Fakat ikisini bir arada artık basmıyorlar. Neden terk edilmiş bu usûl? Onu da bilmiyorum. Demek ki, ne kadar eskirsen eski cemaatin içinde, her zaman sorulacak sorular kalıyor bir kenarda.

Esas konumuza gelelim. Ben Asâ-yı Mûsâ’yı sanıyorum sekizinci kez okumuş oldum böylece. Külliyatı gerçekten okumaya (daha evvel de şöyle bir bakmalarım olmadı değil) 2003 yılı itibariyle başladığım düşünülürse on yılda sekiz kez okumuşum bu eseri. Ama ilginçtir. Kitabın arkasında bir notuma rastladım. 2009 yılı itibariyle aldığım bir not. Şöyle yazmışım: “Bu dördüncü okuyuşum.” Eğer yanlış kalmamışsa aklımda son dört yılda her yıl bir kere daha okumayı başarmışım. Bu sevindirici. Yetmez ama evet türünden.

Asâ-yı Mûsâ, daha çok afakî tefekküre dair metinlerin tertibinden oluşmuş bir eser bence. İçerisinde yer alan kısımların neredeyse tamamı afakî tefekkürün öğelerini içeriyor. Bu yönüyle bu tarz tefekküre yatkın olanların üzerine eğilebileceği bir metin derlemesi olduğu söylenebilir. Veyahut daha sağlığında böyle bir düzenleme yapmasıyla Bediüzzaman’ın külliyat içindeki afak ve enfüs ayrımını ortaya koymaya çalıştığı da söylenebilir. Yahut biraz daha cesaretle baştaki Zülfikar ve Asâ-yı Mûsâ ikili önermesinden hareketle (mektep ve medrese kırılmasını da hesaba katalım) eserlerinde her iki kesime de hitap edecek bölümler olduğuna işaret ediyor olabilir. Esas nedeni ne olursa olsun, bu ikili ayrımda birşeyler var. Bu terkip birşeyler öneriyor olmalı bizlere...

Ben bu eseri Söz Basım külliyattan okudum bu sefer. İstifadeli de bir okuma oldu. Altında kelime açıklamaları da var. Metni okumayı epey kolaylaştırıyor. Çok detaya girmeyeyim, girsem çıkamam. En iyisi kitabı alınca en arkadaki mektupları okuyun, sonra dönüp en baştan okumaya başlayın. Öyle daha etkileyici olabilir. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Her bir parçası bir inci olan böyle bir kitabı anlatmak gecenin bir yarısı pek güç geldi. Kolaycılık yapmış olayım. Beni affedin.

30 Aralık 2012 Pazar

Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...


“İstanbul’a geldim, gördüm ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman Said Nursî, İçtimaî Reçeteler

Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)

İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi. Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.

Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.

Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından, bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin; sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde, hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.

“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:

Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz. Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış şekline bakıyor.

İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White, Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.

Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki; her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması. Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.

Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var) karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr. Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...

22 Aralık 2012 Cumartesi

Kürt alınganlığı: Bediüzzaman’ın seyyidliği üzerine...

Bundan birkaç ay önce bana deselerdi ki: “Bediüzzaman’ın seyyidliği belgelerle ispatlanacak ve bunun üzerine cemaatin içinde büyük tartışmalar çıkacak!” Ölsem inanmazdım. Bırakınız tartışma çıkmasını, bunun “Biz zaten hep söylüyorduk!” tarzında yadırganmamasını beklerdim. Ama geldiğimiz noktada durum ne oldu? Tam tersi oldu. Neden? Bence cevabı belli: Sürecin doğru yönetilememesinden. Eğer süreç doğru yönetilseydi, hiç bunları konuşmadan hayata dönebilirdik. Birbirimizi tebrik edip Bediüzzaman’ın mevcut tarihçelerine bu belgeleri ekleyebilirdik.

Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:

Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.

İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. (Ben de dahil.) Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.

Müfit Yüksel Hoca’nın Yenişafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklanığı düşünülebilir mi?

Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.

Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”

Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.

Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.

13 Aralık 2012 Perşembe

İdeal kadınımız kim? Hz. Hatice mi? Hz. Meryem mi?

Bir kitaptan çok etkilenirseniz, o kitap bütün dünyanızı işgal eder. Belli bir süre (çok da belli değildir) tesirini üzerinizde yitirince kadar, onla yatar onla kalkarsınız. Her neye baksanız, onun size verdiği perspektifle bakarsınız. Her nesnede ona açılan yollar arar, her satırda onun söylediğine işaret edecek bir delil kurcalarsınız.

Tamam, kabul ediyorum. Bu bir romansa eğer tesiri biraz daha farklı olur. Süreç daha bir hayalperestleşir. Mesela; yazarın bıraktığı yerden memnun değilseniz eğer (ki bu bende çok olur) yeni bir sonla/kurguyla kitabı yeniden kurgularsınız. Kahramanların sözleriyle oynar, tavırlarını değiştirir, herşeyi hayal dünyanızda yeniden şekillendirirsiniz. Bu, metni beğenmemeyle ilgili değildir kanaatimce. Metinden etkilenmiş olmakla ilgilidir. Zira insan, ancak kendisine ilginç geleni taklit eder yahut merak eder yahut da değiştirir.

Ben de bugünlerde Hakikatin Dengesi gözlüğümle bakıyorum hayata. Neyi elime alsam, o dengeye bir delil buluyorum. Doğal olarak, bu kitap (şimdilik) bütün hayatımı işgal ediyor. Belki işgal kelimesiyle de tarif etmemeli bunu. Yanlış olur. İştigal daha doğru... Hayatım nesne değil, özne bu cümlede çünkü. Aslında hayatım onunla iştigal ediyor. Fail o olduğu için işgaldeki çaresizliği yaşamamalı. Hem bu dengede bir huzur da buldu kalbim. İşgalde huzur var mıdır?

Allah’a şükür isimleri sayısınca. Tüm güzel isimleri için. Za­ten onların O’nun ismi olmakla güzel olmaktan başka çareleri kalmamıştı. İsimlerini, bir hazine sahibinin hazinesini açıp sergilemesi gibi sergilediği için ona hamd u senalar olsun. Ki böylece ona varan yollar mahlukatının sayısını aştı. Her nesne, kendisinde tecelli eden isimlerin renginde ona bir yakınlık aradı. Ne Reşha, ne Katre, Ne Zühre birbirinin gölgesinde kalmadı. Her birisi kendi kabiliyetince ona bir ayna oldular. “Aynı olmadılar, ayna oldular.” Allah, mahlukatının üstünde bir Sultan oldu. Ama asla (hâşâ) diktatör olmadı. Mahlukatı ve/veya kendisini arayanları tektipleşmeye zorlamadı. Katre’ye, Reşha’ya, Zühre’ye ayrı ayrı tecelli etti. Fakat tecellileri, huri libası gibi, birbirine perde etmedi.

Bunun bir nümunesini de bugünlerde okuduğum, Halime Kökçe’ye ait, Hz. Hatice konulu bir yazıda rastladığım hadis-i şerifle idrak ediyorum. Buharî’de geçen bu hadiste Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyuruyor: “İsrailo­ğulla­rının en hayırlı kadını İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmetin en hayırlı kadını ise Hüveylid kızı Hatice’dir.”

Bu hadis, bir taraftan, bana bahsi geçen annelerimin faziletinden haber verirken; diğer taraftan da toplumsal hayata dahlolma noktasında iki farklı ucu temsil eden bu kadınların fazilette ‘en hayırlı’ derecesine ulaşmakta sorun yaşamadıklarını gösteriyor. Hz. Meryem, çocukluğundan itibaren sosyal hayattan uzak kalmış, inziva hayatı içinde hakikati bulmuş bir kadını temsil ederken; Hz. Hatice ise, Allah Resulü ile evlenmeden önce bile Kureyş’te söz sahibi olabilmiş, ticaretle uğraşan ve sosyal hayata dahlolmaktan çekinmeyen bir kadının karakterini yansıtıyor.

Elbette her ikisi de Allah’ın emirlerine sonuna kadar inkıyad ediyorlardı. Elbette her ikisi de takvalarında tavizsizdiler. Fakat Hz. Meryem’in uzlette bulduğu hakikat yolunu; Hz. Hatice, en zor zamanlarında Hz. Resulullah’ın yanında, sosyal hayatın içinde durmakta bulmuştu. Ona yapılan baskıları ve zulümleri, kendi nüfuzunu ve gücünü de kullanarak engellemeye çalışmıştı. Öyle ki, o, Allah Resulü’nün daha sonraki eşlerinden hiçbirisini yerine koyamayacağı bir yardımcıydı onun için. Hatta insanlar içinde ilk yardımcısıydı. Hz. Aişe annemizden gelen rivayetler, bunun böyle olduğunu tekrar tekrar ispat ediyor.

Hz. Hatice farklıydı. Düşünün ki, bugün bize çok garip gelen bir cesaretle Hz. Resulullah’a evlenme teklifini o götürmüştü. Bunu götürürken de Allah Resulü’nün gençliği, asaleti, güzelliği; sevgisini cesaretle ilanına engel olamamıştı. Evet, Hz. Hatice’yi belki farklı kılan biraz da buydu: O, kafamızdaki ideal kadın şablonuna pek oturmayan bir kadındı. (Yalan mı ey erkekler taifesi?) Biz daha çok Hz. Meryem misali kadınları görmek istiyorduk toplumsal hayatta. “Çok aramızda olmasınlar, bize de karışmasınlar, çocuklarına baksınlar...” istiyorduk. Ama buna muhalif bir Hz. Hatice örneği, vefatının ardından bütün müslümanlara bir hüzün yılı yaşatacak kadar aktif yaşayıp göçüp gidiyordu alem-i bekaya...

Ben şimdi bu örnekten, Hakikatin Dengesi kitabını da kafama koyarak şu dersi çıkarıyorum: Belki de benim kafamdaki şablon yanlış. Değil sadece erkekler dairesinde; kadınlar dairesinde de hakikatin tek rengi olduğunu ve o tek rengi tutturanın cennete gideceğini düşünmem yanlış. Allaha, mah­lukatının sayısınca giden yollar var. Ne biliyorum benim alışık olduğum şablonun rızaya matuf tek şablon olduğunu? Hem yolun tek olduğunu ne biliyorum? Nereden cesaret alıyorum onları yargılamakta? Neden Hz. Meryem şablonuyla Hz. Hatice şablonunu yarıştırıp Meryem anneme birincilik veriyorum? Belki de bu ümmet için en hayırlısı, hadiste buyrulduğu gibi, öteki?

Böylece bir hastalığımdan daha uyandım: Dindar kadını, Hz. Meryem annemin şablonuna sığdırmaya çalışma, uymassa dışlama hastalığından... Şükürler olsun Rabb-i Alîm'ime ki, bana hadis eliyle bir şifa nasip etti. Hz. Resulullah’a da binler salat ve selam olsun. Zaten her ne öğrenmişsek, bize Allah öğretmiştir ve bu kevser bize mutlaka o emin kaptan içirilmiştir. Tüm güzel isimlerin ve renklerin ve aynaların ve tecellilerin sahibine, tüm güzel isimleri ve renkleri ve aynaları ve tecellileri sayısınca hamdolsun.

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...