21 Şubat 2014 Cuma

Bugün 'insan' kalmaya bak

Başarı kitapları kandırıyor bizi. Açlığımızın yönünü değiştiriyorlar. Kur'an'ın istediği başarı öyle birşey değil. Onların sonuç odaklı 'başarı' anlayışları, Kur'an'ın nazarında başarıdan sayılmıyor. İzzetli bir duruş lazım bize. Vahye göre hüner; içinde çelişkiler olmayan bir hayat yaşamak, ne pahasına olursa olsun dünyayı kazanmak değil. Her gün okuduğun Fatiha'da dilediğin istikamet (sırata'l-mustakîm) bu. Hani o sapmışlarda bulunmayan özelliğin senin. Hariçte kalmanı sağlayan şey 'dâllîn' güruhundan.

Meyveleri hemen istemek acelecilik. Süreci anlamama belirtisi. Burası imtihan dairesi. Sınanıyoruz. Sınanmak, içinde mutluluk garantisi olmayan bir süreçtir.

Çelişkisiz bir hayat yaşamak istiyorsan, sonuçlara odaklanmamalısın. Sonuçlar Allah'ın hikmet elinde. Süreçle olmalı işin. Bugünün hakkını vermelisin ve yarın... Yarın ancak yarına uyandığında işin olmalı.

"(...) vazifemiz hizmettir; vazife-i ilahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak..." bahsi ne hikmetli ders saklıyor bağrında. Bırak kemiyet/nicelik; hayali, dünyanın dışına çıkmamışlara kalsın. Eğer ahireti istiyorsan, sürecin nasıl yaşandığına konsantre ol. Kavgan keyfiyet/nitelik üzerine olsun. Bugün üzerine olsun.

"Dünyanın 'yarın'ı harika olacak!" diye şu anı savsaklama. Hep böyle kandırıyorlar bizi. Ütopyalarla çukurlarına çekiyorlar. Sırf galip gelenlerden olmak için bugün başka, yarın başka eksenlerde yürümek münafık karakteridir. Müminin yarını, bizzat bugündür. Yarın, takdir-i ilahidir. Hikmeti iktiza ederse, verir. Etmezse, vermez.

Sen bugün 'insan' oluşunun hakkını ver. 'Yarın sultan olurum'a bakma. Bazen Bedir gibi şenlik olur hayat, bazen Uhud gibi hüzün. Yine de kılıcını alıp gidersin. Cihaddan kaçanlara bak, Kur'an onları nasıl anlatıyor? Her defasında sonuçlarla kandırmaya çalışıyorlar müminleri:

"İçlerinden bir takımı: 'Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün' demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden: 'Evlerimiz düşmana açıktır' diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı."

Ama Allah onlara diyor ki:

"De ki: 'Eğer siz ölümden ya da öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size asla fayda vermeyecektir. O takdirde bile (hayatın zevklerinden) pek az yararlandırılırsınız.'"

Bunlar da yetmezse, Hz. İsa peygamberim örnek olsun sana. Hani iblis ona, daha bir çocukken demişti: "Madem herşey Allah'ın elinde. Buna o kadar inanıyorsun. O zaman at kendini şu uçurumdan! Eğer Allah varsa, birşey olmasına izin vermez. Atlamıyorsan, imanın eksik demek."

İsa'nın (a.s.) buna cevabı ne güzel olmuştu: "Allah, kulunu değişik hallere sokarak onu sınayabilir. 'Ben böyle yaptım. Senden de şunu bekliyorum' diyebilir. Fakat kulun haddi değildir ki, 'Ben böyle yaparsam, sen de şöyle yaparsın!' deyip Allah'ı sınayabilsin."

Peki, sen söyle şimdi arkadaşım: Ütopya düşleriyle bugünden vazgeçirmeler, bugünün günahlarını yarının husul-u meşkuk zaferleriyle soslayıp yedirmeler, yine aynı iblisin oyunu değil mi? Mesela; âlem-i İslam'ın bir zemherir vaktinde, "Başörtüsü füruattır!" deyip, hakikat-i şeriatı incitip, daha sonra "Biz öyle demesek, bu kadar genç okuyamazdı!" diye hava atanlar... Onlar gelsin hatırına. Bak yarınları ne oldu! Vazgeçtikleri dün, bugünlerine değdi mi?

"O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir."

Ben bu ayeti okuyunca, sanki vahiy bana şöyle diyor arkadaşım: Kur'an, yani içinde şüphe/çelişki bulunmayan o istikamet kitabı; ancak hayatını takva'ya adayanlara yol gösterebilir. Takva nedir peki? Takva istikamettir. Sakınarak yaşamaktır. Yani an'ı yaşamaktır.

Sonrakiler için öncekilerden vazgeçmez. Sonuçlarla ilgilenmez. Yaşam amacı sürecin hakkını vermek olanların ahlakıdır takva. Bu yüzden yine Kur'an der: "Akıbet takva sahiplerinindir." Demez: "Akıbet galip gelenlerindir." Çünkü yine vahiy öğretir ki bize: Dünyevî anlamda bugün galip gelenlerden pekçoğu, ahiret nokta-yı nazarında mağluptur. "Yarınlar bizim!" diye bağıranların çoğu, bugünü bedel vermekle, asl-ı imtihanı anlamadıklarını göstermişlerdir.

İşte bu yüzden köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek ahlakında olanlar birşey alamaz Kur'an'dan. Kur'an'ın dersi onlara göre değil. Başta dedim: Başarı kitapları kandırıyor bizi. Yüzümüzü Kur'anî olandan dünyevî olana çeviriyorlar. Fakat yanlış anlama: Bugünün hakkını vermek noktasında elbette onlardan bir hisse alabiliriz. Ama sonuçlara odaklılık, bu bizim tevekkül anlayışımızın ayrıldığı yer. Hem hatamız da değil bu; dik duruşumuz, izzetimiz, istikametimiz.

Bugünün hakkını verip, eğilmeyip bükülmeyip, yarın hatırlatıldığında "Allah kerimdir!" demek, yani esnememek, duruşunu bozmamak; müminliğin şiarıdır, aptallığın değil. Şimdi anladın mı: Sırtında odun taşıyan ihtiyar neden Hatem-i Taî'den daha merttir? Ve neden mümin, 'elinden ve dilinden emin olunan'dır. Elinden ve dilinden emin olunmak bir istikamet belirtisidir çünkü. Sağı solu belli olmazlardan, eylem/söylem uyuşmazlığı yaşayanlanlardan, söz verip de tutmayanlardan olmadığını gösterir. Hasılı; bugün 'insan' kalmaya bak arkadaşım, senin işin bugünle.

18 Şubat 2014 Salı

Soruların, dualarındır...

"Elif, Lâm, Mîm..." diyor ki bana: Hayat bazen şifrelidir. İkinci bir dikkat, bir nazar ister. Okutmaz hemen kendini. "(...) nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir..." Kitapları suçlama. Eğer okumasını bilmiyorsan, en açık satırlar bile okunmazdır senin için. Dillerini anlayana kadar anlamsız şekiller gibi görünür harfler. Bu yüzden diyorum ki: Her okuyamadığını hakikatsizlikle itham etme. Belki sen bilmiyorsun. Belki sorun senin nazarında, eşyada değil. Neden hakikatine varamayınca, abeslikle itham ediyorsun varlığı? Bir kere de bakışından şikayet et. Böylesi bir istiğfar, Rabbe duadır. Bakarsın, nazarın da açılır.

Dünya balığının karnında Yunus peygamberim gibi ol. Birşeyler içinden çıkılmaz geldiğinde; nefsine zulmedebilme, yani kusurun kendinde olabilmesi ihtimalini düşün evvelce. Bir aman ver, hüsnüzan ile bak hemen duvağını açmayanlara. Bir fırsat tanı... Güzellik bazen öyle cesim olur ki, tamamını kuşatamazsın. Parçalarını görürsün ancak. O parçalar okunmuyor diye bütünün anlamını inkâr etme. Ne biliyorsun, belki evveli hoş olmayanın ahiri hoş çıkar. Zaten bu evvellik/ahirlik var ya, hep sendeki sınırlar. Allahın tasarrufuna kayıt mı var?

"Elif, Lâm, Mîm..." diyor ki bana: Bazen üstüne üstüne gelir herşey. Çözemezsin. Tıpkı Cebrail efendimin, Peygamberim aleyhissalatu vesselamı kucaklayıp sıkması gibi, sıkar yaşananlar da seni. "Oku!" der aslında o baskılar sana, ama okuyamazsın. Acizsindir, itiraf edersin: "Ben okuma bilmem!" dersin.

İnsan anlayamadığına düşman olur genelde. Daha da çözemezse, inkâra meyleder. Manasızlık, bir nevi ölümüdür varlığın, insanın nazarında. Hayat mertebelerinde bir gerilemedir. Daralırsın. Akıl bir hisse ister her başa gelenden; onun hissesini vermezsen, hiçbir şeyi ardında bırakamazsın. Hep döner yakalar seni başını yastığa koyduğunda. Yahut yalnız kaldığında. Veyahut yağmur yağdığında.

Bir yere bağladığın/bağlandığın zaman huzurludur dünya senin için. "İman, bir intisaptır..." Bineğini bağlamak gibi birşey bu. En kıymetlilerini, emin birine emanet vermek. Sonra da arkanda bırakmak herşeyini. O sebepten "Huzur İslamdadır!" yazıyor kocaman kocaman mahyalarda arkadaşım. İslam; yani teslimiyet, kendini ve varlığı emin bir yere bağlamak bir nevi. Geri döndüğünde bulacağın bir yere. Bağlamak; 'emin olma' hali. Bağlanmak; 'elinden ve dilinden emin olunma.'

Peki, nereye bağlıyorsun? Elbette hakikat-i eşya olan esmaya. Eşyayı, esma ile birlikte okuyunca herşey yerli yerine oturuyor çünkü. Serseri değil hiçbiri; sahibi ve kanunu var, görüyorsun. İsmini bilmek, tanımanın alametidir. Tanımaksa, ünsiyettir, endişeyi giderir. Aklın omzundan atıyorsun tazyiki böylece. İnsansın en nihayet. Her gördüğünü bir ömür hafızanda taşıyamazsın. Bir ömür endişelenemezsin her kalbine girene. Unutmak da bir nimet, birşeyleri arkada bırakmak da. Bilgini marifetle bağlayıp, bazı bazı gemiye bırakmalısın. Yeni keşifler için, rahatlamalısın.

"Elif, Lâm, Mîm..." Bediüzzaman diyor ki: "(...) sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa ilahî bir şifredir; has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor..." Bana sorsan hayat da böyle. Sana özel şifreleri var. Ehadiyet cilveleri. Serpiştirilmiş ömrün her köşesine. Okuyabilirsen; inayet, ikram, tevafuk, keramet diyorlar. Zaten Kur'an ile kâinat, nazarımda ikizkardeştirler. Birinde ne varsa, ötekinde de vardır. "Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." Bu yüzden Elif, Lâm, Mîm'lere, Hâ, Mîm'lere; Elif, Lâm, Râ'lara rastladığında şaşırma. Hemen çözülmeyenlere alış.

Haydi bir kısmını çözdün diyelim, bir üst mertebe yine nazarında şifreli kalıyor. Takılıyorsun. Hem sana çok güzel birşey söyleyeyim mi? Allah'ın en büyük nimeti; Onu bilme yolculuğunun hiç bitmemesi bence. Sana nasihatim, kendime ettiğimden farklı değil: Malumatını dünyanın mihengi zannetme. Okuyamadığını inkâra girişme. Anlaşılmayanın da bir gün açılacağına dair açık bir kapı bulunsun kalbinde arkadaşım. Soruların, duaların olsun.

Kurtul önyargılarından. Uzanamadığın ciğere mındar demekten kurtul. "Anlaşılmıyor, anlamadım, o zaman saçmadır!" deme. Allah Resulünün sünnetine ittiba et: "Ben okuma bilmem" de. Çünkü 'bilmediğini bilmek' büyük bir lütf-u ilahidir. Bunu itiraf eden ve azmeden kuluna, lütfeder Rabbisi, okumasını da öğretir. "Elif, Lâm, Mîm..." diyor ki bana: Okumayı öğrenmeye çalışan her talebe, önce harfleri bilir.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Nimete kavuşanların yolu: Yolun kendisi nimet.

Kur'an, arayanların kitabıdır. Bulmuşların(!) değil. Bilme'nin sonuna geldiklerini sananların hiç değil. Ne zaman böylesine rastlasan, Kur'an'ın gırtlağından aşağıya inmediği görürsün. Okudukları ona birşey söylemez olur, çünkü nüzul sebebi yoktur. Vahyin kalbe inebilmesi için ona nüzul sebepleri gerek. Tıpkı Asr-ı Saadette olduğu gibi. Hayatında bir yerlere koyabilmelisin onu. Birşeylere bağlamalısın. Birşeylerine deva olmalı. Birşeylerine ışık tutmalı. Yahut o birşeyler, seni, Kur'an'a bakmaya zorlamalı. Hayatla olmalı yani, ötesinde değil.

Kur'an bir kitaptır; evet, doğru. Fakat yalnızca bir kitap değildir. Bir mürşiddir o. Hem de hayatının her yerinde, her an'ında bir mürşid. Bir kere okunup yola çıkılması gereken değil; yolda hep yanında bulunması/bakılması gerekendir. Nasıl anlatmalı bunu? O bir kere değil, her kere inendir. Bir yere değil, her yere inendir. Bir zamanla değil, her zamanla konuşandır. Bir insana değil, her insana bakandır. İki kapak arasına almakla bitti zannetme. Tek kitap olması vahidiyetin tecellisidir. Herkesle ona özel konuşması ehadiyetin cilvesidir. Yeter ki; hayatını tara, nüzul sebeplerini gör, nur-u tevhid içinde sırrı ehadiyet inkişaf etsin, bağlantıları keşfet. Zaten tefekkür de bu arayışa denilir.

Bediüzzaman 'üç küllî muallimden' bahsediyor ya bir yerde. Kâinat, Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ve Kur'an diyor ya. İşte bu üç muallimi birlikte okursan açılıyor şifreler. Birbirinden ayrı tuttukça, kapanıyor. Kur'an bir kitap oluyor yalnız; Hz. Peygamber dersinin üzerinden zaman geçmiş bir öğretmen; kainat yalnızca dokunulan, tadılan, görülen, duyulan ve hissedilen.

Böyle yalnız yalnız olmamalı. Karşılaştırmalı ayetleri birbirleriyle. Yollar bulmalı birbirine varası. Bitirmemeli, hep okumalı. Safa ve Merve arasında koşar gibi aralarında koşmalı. Anlıyorum: Sana sadece Kur'an'da geçenleri ayet olarak öğretmişler. Halbuki tek öyle değil. Ayet, delil demek. Kainat ise, baştan aşağıya delil. Sen de bir delilsin. Senin içinde binler delil var. Birleştir uçlarını. Kainat, Kur'an'ı tefsir etsin. Kur'an, kainatı. Allah Resulü, ikisini birden. Müstemi ol, dinle hepsini.

Kur'an, sadece Allah'ın bize söylediklerinden oluşmaz. Söyletmek istediklerinden de oluşur. Cümle dua ayetleri böyledir aslında. Allah'ın bize söyletmek/düşündürmek istedikleridir. Ben de ne zaman Fatiha'yı okusam, Allahın benim dilimde görmek istediklerini Ona sunarken bulurum kendimi: "Nimet verdiklerinin yoluna ilet beni!" derim mesela, "Gazaba uğrayanların ve sapıtmışların yoluna değil."

Gazabı yalnız ahirette mi sanıyorsun? Hayır, hayır; doğru yolu kaybettiğin zaman, tekrar ona çıkıncaya kadar yaşadıkların hep gazaptır. Kaybolmak nasıldır bilir misin? Bir vakit kaybolmuşluğum var, iyi biliyorum: Hayatın azap kesilir. Kalbinde bir zakkum-u cehennem taşırsın ki, çektirdikleri, hakikat-i cehennemden beterdir.

Nereye baksan karanlık, karamsarlık, kararsızlık. Nereye baksan keder! Nereye gideceğin belli değil üstelik, bir sürü neydiğibelirsiz yol var. Azap şaşırtır seni; oradan oraya, oradan oraya koşarsın. (Bakara 17, 19; En'am 39, 122 ışık tutsun sana.) Canı yanan nereye koştuğunu nasıl bilemezse, gazaba uğrayan da nereye koştuğunu öyle bilemez, göremez, düşünemez. Yollar arasında savrulur durur. Sapıtmışlık da aslında budur. Bir kere değil, her keredir artık o sapış. Bir fiil değildir doğru yolda olmayanda sapkınlık, bir melekedir.

Acının aklını başından alması ve deliler gibi kurtulmak için başka acılara koşman. "Bu değil, şu değil, o da değil..." diye ağlaman. Susuzluğun geçsin diye deniz suyu içmen. Bunları düşünürken, Allah Resulünün münafık ahlakına dair tasvirlerini de hatırla. Yolların sayısını arttırmak, kurtuluş getirmez.

'Nimet verilmişlerin yolu...' bana mutluluğu bulduğum yer gibi geliyor. Çünkü kalpte karar olmazsa, nimet de hâzâ zehroluyor. Nedeni, niçini, niyesi belli olmuyor. Sana bütün nimetler üstünde bir nimet söyleyeyim mi? Doğru yolu bulmak, orada olduğunu tüm vicdanınla hissetmek, diğer bütün nimetleri nimet kılan asıl nimettir. Böyle düşününce; Fatiha'nın ahiri, zaten o yolu bulmakla asl-ı nimete kavuşmuşlara, ne güzel bir yol tarifidir.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Tutunamayanlar'ın duası

Boşluktayım. Dengemi arıyorum. Ayaklarımı zemine basmak, nerede olduğumu hiç soru işareti kalmamış şekilde (bizzat kendime) hatırlatmak ve 'sapasağlam bir kulptan' tutunmak istiyorum. İnsanım en nihayet. Tüm zayıflığımla, zaaflarımla insanım. Fazlasını beklememeli ben'den. Bu takılıp kalmalar normal. Duraklamalar, şaşkınlıklar yeni değil. "Kusur, insanın imzasıdır." Kararsızlık ise, her babanın oğluna mirası. Babamdan aldığım bu yükle, yani yaratılışımla, Tutunamayanlar'danım. Fıtratım bu hakikati söylüyor bana: 'Sapasağlam bir kulbu' bu yüzden arıyorum. Muhtacım. Tam da Atay'ın tarif ettiği gibiyim: "Ben Selim Işık, anlatmadan anlaşılmaya âşık."

Yaşlanıyorum galiba. Boşlukların artması, ihtiyarlığıma delil. Durmaya yaklaşırken nesne yavaşlar. Zaman da, ömrüm adına, durma noktasına giderken yavaşlıyor sanki. Açılıyor. Herşey şeffaflaşıyor. Herşey derin artık... Bazı şeyler eskisinden daha boş. Bazı şeyler daha görülebilir. Bazıları daha çok 'keşke!' Herşey hakkında söyleyecek daha çok şeyim var. Daha çok düşünüyor, daha yavaş hareket ediyorum. Yaşlanıyorum. Uğruna yaşanılacak 'şey' sayısı azalıyor. Ve yaşlandıkça, ve durakladıkça, ve tutunamadıkça; Kur'an'ın kendini neden böyle, 'sapasağlam bir kulp' diye tarif ettiğini daha iyi anlıyorum.

Peki yazmak? Yazmak, benim için denge aracı. Rehabilitasyon. Bir pusula değil, bir direk. Kur'an'da dağlara atfedilen tüm vazifeleri, bende 'yazmak' yapıyor: Dengemi sağlıyor. Sarsıntılarımı alıyor. Devrilmekten koruyor beni. İçimdeki hazineleri (varsa) gösteriyor. Durduğum yeri bana ve başkalarına izah etmek için de yine onu kullanıyorum.

Bana ve başkalarına. Önce kendime, sonra başkalarına. Nefsini ıslah etmek, yani onunla fıtrat düzleminde bir sulh aramak, yahut onu kendisiyle barıştırmak; başkalarını da kendileriyle barıştırmanın tek yolu gibi geliyor. Hepimiz insanız. Kendimizden, yani bizi 'biz' kılan şeylerden hareketle başkalarının ruhuna dokunabiliriz. Öteleyerek değil. Başkalarına tesirimiz, kendi içimize uzandığımız kadardır.

Yazılarımın derinliği de, tasannu ile asıl ben'den uzaklaşmadıkları kadar işte. Fazlası değil. Fazlasını yapmaya çalıştıkça, yapmacıklık beni safiyetin nazarında soğuk düşürüyor. Üşüyorum.

Allah'tan her namazda doğru yolu istemek! Tekrar tekrar istemek! Günde beş vakit istemek! Yani Fatiha, yani Fatiha'daki ihdinessıratalmustakîm, yani "Bizi doğru yola ilet!" yakarışı; böyle bir haletteyken daha bir anlamlı geliyor.

İnsan nedir? İnsan savrulandır. Boşluklarda savruldukça tutunmaya çalışandır. (Maddesini tahlil etseniz, onun da çoğu boşluktur.) Unutandır, hatırlayandır. Günah işleyen, ama pişman olandır. Kaybedendir, sonra tekrar bulandır. Gaflete düşen, ama ayılınca huşûda da coşandır. Gönlü bir genişleyip bir daralandır. Rızkı bir genişleyip bir daralandır. Safa ile Merve arasında koşandır. Zıtlar arasında savrulan da savrulandır.

O zıtlardan birisinin ucuna vardığını, orada uzunca kaldığını, pek nadir görürsün. Kur'an da onun bu gelgitlerine çok dikkat çeker. Denizde, dalgalar arasında hali başkadır mesela; karaya çıktığında başka. Derde düştüğünde hali bir başkadır, dertten kurtulduktan sonra başka. İhtiyaçta hali başka, ihtiyaçsız sandığında başka.

İnsan (çok klişe bir benzetmedir fakat) bir yolcudur aslında. Bir yere varmakla değil, kendi içinde yürümekle yolcu. Mevlana'nın (k.s.) tabiriyle kendi 900 katı içinde gezmekle yolcu. Fıtratındaki uçlar arasında hadd-i vasatı arayan bir yolcu.

Modern psikoloji, böylesi boşlukların kaç çeşidini ve bu çeşitlerin bilmem kaç ismini bulursa bulsun, Allah yarattığı zamandan itibaren insanda bu boşluklar vardı. O, yaratılışından belliydi ki; zaman zaman kaybolacak; koşacak fakat duracak ve kendine yol arayacaktı. Zaten bu arayış için yaratılmıştı. Nebiler ona bu yüzden yollanmıştı. Bu yüzden tutunacak bir yer arıyordu. Belki bu fıtrî duasının kabulüydü, imtihanı. Bu aramak, bulmak, kaybetmek ve tekrar aramak yeteneğindendir ki; arayışlar âlemine, aramak için gönderilmişti. İbn-i Arabî'nin (k.s.) o hoş ifadesiyle: Her arayan bulamazdı, ama bulanlar ancak arayanlardı.

Bak nereden başladık, nereye geldik. Tıpkı hayatlarımız gibi cümlelerimizde savruluyor. Başladığımız yer, bitirdiğimiz yer değil. Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değil. Tutmuyor her zaman amaç ve sonuç. Olmuyor. Bu iman/hayat yolu her vakit uyanık olmayı ve süreci sınamayı gerektiriyor. Yolun nihayeti değil, yolun kendisi maksat sanki. O yüzden hep tetikteyiz. Hiçbir yerde uzun kalamıyor, tekrar aramaya başlıyoruz. Bunca savrulmalar içinde değil beş vakit; hatta kırk vakit, kırk tekrar ile "Allahım bizi doğru yola ilet!" desek yeri var, öyle değil mi? Bir de böyle bakıver Fatiha'ya be arkadaşım. Yani Tutunamayanlar'ın duası nazarı ile.

13 Şubat 2014 Perşembe

Allah, etkilenir mi?

Fatiha’da atlanan bir eşik var. Çok kritik bir yer. Bir üslûp değişikliği değil yalnız, bir yöntem değişikliği. Bediüzzaman’ın ‘gaibane’ ve ‘hazırane’ muhatabiyetler/tefekkürler şeklinde isimlendirdiği ve kanaatimce, esmadan artık sıfatlara ve şuunata geçilen bir uyanış bu. Evet, tam anlamıyla bir uyanış! Hz. Yunus’un, balığın karnındaki uyanışı. Yani nur-u tevhid içinde sırrı ehadiyetin inkişaf etmesi. Kesretin sıkletinden kurtulup Allah’la ‘Sen ve ben’ olma.

Bir saniye... Çok fazla Osmanlıca kelime var bu ilk paragrafta. Ağır başladık. Delil, iddiadan anlaşılmaz olmamalı. Daha açık konuşalım: Esma ne? Sıfat ne? Şuunat ne? Oraya gelelim mesela. Bunlar, benim anladığım şekliyle; “Allahı tanımanın aşamaları...” Eşyadan Zat’a giden (Zat’ının mahiyetini ise asla bilemeyiz) bilme yolculuğundaki menziller. Marifetullah dediğimiz şeyin derinlik ölçüsü bir nevi. Allahı esması kadar tanıma, Allahı sıfatlarına kadar tanıma, Allahı şuunatına kadar tanıma... Hepsi aşama aşama. Hakikatlerini tariften acizim, ama fikrine yaklaşsın diye arkadaşım, bir deneyeceğim.

Esmayı, yani isimlerini bilmek, Allahı bilmenin daha çok eşya üzerinden analizlerine dayanıyor. Her fiilin bir faili/yapanı olması gerektiğini anladığında, o failin yaptığı fiilerden ötürü bir isim alması gerektiğini de farkediyorsun. Çünkü bir işaret bırakmaya muhtaçsın. O işareti isim şeklinde bırakarak failin o olduğunu herkese ilan edeceksin.

Bir masayı gördün mesela. Oradan marangozluğu (fiil düzeyinde), oradan da marangozu bulacaksın ki; fail bulunmuş olsun. Faillere isim bulmak rahatlatıcıdır. Neyin neden olduğunu anlayamadığında huzursuz olur insan. Yapanı tesbit edip ona bir nam taktığında rahatlar. Allah, fıtratını sanki bunun üzerine yaratmıştır. Şımarayım mı biraz? Ben de insana böyle bir isim takmak isterdim: İnsan, yani isim takan. Buradan, elbette Hz. Âdem efendimin talim-i esma meselesini de birazcık anlıyorsun.

Eh, peki faili buldun. Failin işçiliğini gördün, okudun, beğendin, takdir ettin. O faili etkilemek istemez misin? Doğru söyle. Saklama tasannu ile kendini. Hem failin teveccühünü kazanmak, ilgisini çekmek dilemez misin?

Dikkat et. İşte başta bahsettiğim eşiğe yaklaşıyoruz ki, aynı eşik gaibane’den hazırane’ye de geçiştir. Ve kanaatimce; malikiyevmiddin’e kadar bir ‘O’ şeklinde bahsettiğin Allah’tan, “İyyakenabüdü ve iyyakenestain...” ile yani; “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz!” ile ‘ben-Sen’ şeklinde muhatap oluşa geçiş de budur. Birden atlanan eşik, değişen uslûp; artık isim düzeyinde tanınmış, beğenilmiş olan Allah’ın, sıfat ve şuunat düzeyinde de farkedilişi ve ‘etkilenmeye’ çalışılmasıdır.

Kelimeler kifayet etmiyor meramımı anlatmaya. Garip tabirlerimi hoşgör, anlatmak istediğimi hüsnüzan ile al. Büyük birşeyden bahsediyoruz. Benim küçüklüğüm görüşüne engel olmasın.

Sıfat, isimden bir adım sonrası. Yani marangozun elinden çıkanın aslında şahsındaki bir meziyete bağlı olduğunu farketme: “Bu marangoz neden bu kadar güzel işler çıkarıyor? Yaptıkları neden bu kadar ahenkli ve faydalı oluyor?”

Çünkü onun şahsında bir kemal var. Ölçü alma kabiliyeti var mesela. Uyumu farkedebilme yeteneği. Faydayı takdir edebilme öngörüsü, arzusu, lezzeti, muhabbeti vs... İşte; şahsındaki bu güzellikleri farkettiğin anda, onunla muhatap olarak ilgisini çekmek, hem bu güzel yeteneklerinden daha fazla istifade etmek istiyorsun. İnsansın çünkü. İnsanda iyiye ve güzele merak fıtrîdir. Hem onlardan daha fazla faydanlanmayı da mutlaka ister.

Allahı bilmek de buna benzer. Varlık âleminde o kadar güzel işlerini gördüğün Allahın, zatındaki kemali bir düşünsene! İnsan, elbette böyle bir Allahı daha fazla merak ediyor, onun sıfatlarına ve şuunatına doğru daha fazla akıl/kalp elleriyle uzanmak istiyor. Bilmek istiyor. Peki, bunun yolu ne? İşte bu: Sıfatlarını farkettin. “Tüm fiileri kemalde yapıyor ve kemali seviyor.” Sen de işlerini mükemmelleştirmeye çalışarak onun ilgisini çekmeye çalışırsın. “Dahası?”

Dahası; onu överek, kemaline iltifat ederek ilgisini kazanmaya gayret edersin. “Dahası?” Hatalı olduğun, kemali yakalayamadığın işlerde kusurlarını itiraf eder, düzeltebilmek için yardım dilersin. İşte bunlar bizi “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” eşiğine götürür bırakır arkadaşım. O dakikaya kadar gaibane olan muhatabiyetimiz, hazırane seviyesine ulaşır.

Anlarız ki; kalbimizin sahibi, aynı zamanda, bizdeki kusurlarından münezzeh ve mukaddes, duyguların ancak onu anlamada bir küçük rasat aleti olabileceği ve asla onlarla kesin bir şekilde anlaşılmasına yetişilmeyecek ‘şuunata’ sahiptir.

Bediüzzaman’ın tarif ederken; şefkat-i mukaddese, muhabbet-i münezzehe, şevk-i mukaddes, lezzet-i mukaddese, memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes gibi ifadeler kullandığı ve tarif etmekte zorlandığını bizzat kendisinin beyan ettiği bu şuunat, Allahın da (insan gibi değil ama) ‘etkilenebilir’ olduğunu, fakat bu etkilemenin de (hâşâ) acz değil, Samediyet (Onun hiçbirşeye muhtaç olmayışı, ama herşeyin Ona muhtaç oluşu) ekseninde ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yani Rahman ve Rahîm olan Allah, ibadetinle etkilenebilir, sana teveccühü değişebilir, yardım dilediğinde yardım eder; ama bunları gücünle Ona tesir ettiğinden ötürü değil; Rahman ve Rahîm kapılarına yaklaştığın ve o da Rahman ve Rahîm olmayı sıfatı ve şuunatı derecesinde sevdiği (muhabbet-i münezzehe) için mümkündür.

Ah, arkadaşım. Mesele çok büyük. Fikrim çok yetersiz. Kelimeler zaten yetmiyor. Böyle meseleleri sana anlatırken otuzlarında bir çocuk gibiyim. Allah, sürç-ü lisanlarımı affetsin. Sen de hüsnüzan ile bak. Niyetim iyi idi, inşaallah neticesi de iyi olmuştur. Keşke elinden gelse de 24. Mektub’un İkinci Remiz’ini okuyabilsen. Benim şimdi döktüklerimi, orada güzelce toparlanmış bulacaksın.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Fatiha'nın şefkati

Fatiha’ya ‘Kur’an’ın annesi…’ diyor ya aleyhissalatu vesselam, bence o ‘anne’ lafzı altında sırlı bir teşbihe de işaret ediyor. Çünkü kanaatimce; Fatiha, yalnız Kur’an’ın değil, insanlığın da annesidir. Yani en az annesi kadar şefkatlidir ona. En az annesi kadar, onu düşünür. Kalbini, saadetini, akıbetini sorar. En az onun kadar (elbette ondan fazla) kalbini sarar.

Mesela; ben ne zaman Fatiha’yı tefekkür etsem, baştan sonra Rahman ve Rahîm olanın tesellilerinden örülmüş bir metin görürüm. Daha başta, besmeleyle başlayan bu vurgu, devamındaki her ayetin içine sinmiş gibi gelir bana. Mesela; ‘malikiyevmiddin’e.

Ne demek malikiyevmiddin? ‘Din gününün sahibi.’ Peki ‘din günü’ ne demek? Kimisine göre ahiret günü burada kastedilen, kimisine göre hesap günü, kimisine göreyse ceza/mükafat. Hangisi olursa olsun, hepsinde aynı merhametli mana var: Kaybolup gitmiyorsun yani. Batıp mahvolmuyorsun. Gitmeler sadece zâhirde. Ölmeler, yine öyle.

Zâyi etmeyecek seni merhametli sahibin. Herşeyin bir hesabı var, hesaplısın. Görülmüyor (Ondan ötürü) ve görünmüyor (senden ötürü) değilsin. Aksine, ince ince hesaplanıyor olansın. Nazarından hiçbirşey kaçmayanla muhatapsın. Görmezden geliniyor değilsin. Üzülme. Gözden kaçmayansın.

Ve ödenecek bedeli kötü olanın. Ve alınacak hediyesi, iyi olanın. Bunların hepsi hakikat. Hayalin kaçmasın fena kuyularına. Korkmasın. Bir önceki ayette Rahman ve Rahîm olarak tanıtan kendisini (c.c.), seni hiçliğe göndermeyecek. Belki de ‘Rahman ve Rahîm’ demekle bulunduğu vaadi—evet, Zatın kendine taktığı her isim aynı zamanda vaaddir—tattırıp sonra elinden almakla (hâşâ) yalana kalbetmeyecek. Sevgisini, nefrete dönüştürmeyecek.

İnsansın en nihayet. Fıtratını kabul et: Bir kaydı ve dolayısıyla devamı olmasa yaşananların, elinden şekeri alınan çocuk gibi olursun, küsersin. (Ki küsmek, çabuk tedavi edilmezse, sevgiyi nefrete kalbeder bir zehirdir.) Kendisini sevdirmeye âlemleri hamdedilecek şeylerle donatan Zat-ı Zülcemal, neden elinden ansızın çekip alarak nefret ettirsin?

‘Errahmanirrahim’ ile hesap gününün bu kadar ilgisi var. Hatta o kadar ilgisi var ki; Kur’an’ın annesi, sana Allah’ın merhametini Rahman ve Rahîm isimleriyle anlatır anlatmaz, acabaların/korkuların silinsin diye, hemen ardından onu zikrediyor. Endişene merhem sürüyor. Tıpkı bir annenin çocuğunu teselli edişi gibi: “Şimdi addaya gitti, ama geri gelecek…”

Bazen diyorsun ki: “Her rekatta aynı sûreyi okumakta ne mana var? Yani bu kadar tekrar fazla değil mi?” Asıl ben sana sorayım şimdi arkadaşım: Bir çocuk; annesine, merhametine, annelik hakikatinin şefkatine, şefkatin hakikatine ne kadar muhtaçtır? Bunun açlığına bir durak, doymak var mıdır?

Çocuk seksen yaşına da gelse, çocuktur. Annesi, onun arkasındaki dağdır. Varlığını hissetmekle rahatsız olmaz. Sen neden ‘Kur’an’ın annesini’ her rekatta tekrar etmekten ve günde beş vakit bu tekrarı tekrar etmekten sıkılıyorsun? Asıl bu garip değil mi? Varlıkta keşfedilmemiş hikmet, eşyanın eksikliğinden değil, eksik nazarındandır. Bakışını düzelt arkadaşım, baktığın zaten düzgün.

11 Şubat 2014 Salı

‘Kendileştirmek’ bir insan hastalığıdır

Bilmem katılır mısın, şöyle bir zannım var: İnsan, kâinata, esma penceresinden bakmazsa; kendi isimlerinin gözlüğünden bakıyor. Bir gözlük de sayılmaz bu. Şeffafiyeti hatarlı, renkli. Algısı yanlı, seçilmiş algı. Düpedüz atgözlüğü! Yanlış ve yanıltıcı. İnsana ve kusurlarına dair ne varsa, gözlüğü de onlar bürüyor. Bu gözlükte; nazarın, metodun sorunlarını aşabilmesi mümkün değil. Çünkü ‘şahid olan’ hodbin. Kendisini tenzih derecesinde beğeniyor. Yani hem hâkim, hem mahkûm. Hem müşteki, hem savcı.

Böyle herkesin bulunduğu konumdan razı olduğu bir makamda yeni şeyler söyleyebilmek mümkün mü? İşte benmerkezci insanın açmazı da bu galiba: Metodun hem koyucusu, hem uygulayıcısı, hem mahkûmu olma. Kendi ayaklarını, kendi ellerinle ve iplerinle bağlama. En büyük derdimiz bu. Nefsimiz emmare, emrediyor; biz nâçâr, çaresiz takip ediyoruz. Lakin bir taraftan da emreden yine biziz. Emreden olduğumuzdan emîrcesine keyif alıyoruz bu hazin halden. Bizdeki saadet bir ahmak sultanlarda var, bir de safdil meczuplarda.

Esma ile bakmamaktan ödenecek bedel ne? Bediüzzaman ‘kafa feneri’ benzetmesi yaparak eleştiriyor üç yerde bu nazarı. Kafa feneri, bence tam da benim ‘isimlerimizle bakmak’ dediğim şeye karşılık geliyor. Artık çevremizdeki herşeye bizdeki kusurları yansıtarak bakmaya başlıyoruz. Hırsızsak, herkese azıcık ucundan çaldırıyoruz. Günahkârsak, herkese birazcık bulaşsın istiyoruz. Yalancıysak, yine öyle.

Nasıl anlatmalı bunu? Mesela diyelim ki; biz tekrarı ‘hikmetle’ yapmıyoruz. Anlamı düşünmüyoruz. Hatta tekrar ettiğimiz çoğu şeyi hikmetsizliğe varır bir ziyadelikle (yani israfla) yapıyoruz. O zaman onu böylece abesleştiren aslında biz oluyoruz, öyle değil mi? Fakat sonra, bu hiç böyle değilmiş gibi, israf-ı tekrarımızdan gelen bu kusuru; tekrarın bizzat kendisine yükleyerek, fiilin kendisini abesleştiriyoruz.

Tekrar=abes haline geliyor dünyamızda. Arkasından da varlıkta tekrar eden herşeyi abes görüyoruz. Bu genelleştirme ve ‘kendimizleştirme’ hastalığı böylece sürüp gidiyor. Kainatta hiç varolmamış bir kusur, kusurumuzu genelleştirmemizle, kainata sirayet ediyor. Herşey kusurlanıyor. Fakat kusur nesnenin kendisinde değil, farkettiğiniz gibi, bizim nazarımızda. Gördüğümüz renge bürünüyor dünya.

Bütün bunları neden anlattım? Varmak istediğim yer, tekrarat-ı Kur’aniye idi aslında. Onların ilkine dair birkaç eksik kelam edecektim. Fatiha’nın başına götürecektim sizi. Besmeleyle başladıktan sonra—Rahman ve Rahîm olan Allah’ı zikrettikten sonra yani— neden bir ‘elhamdülillahirabbilâlemin’ mesafesinin ardından ‘errahmanirrahim’i tekrar ettiğimizi düşündürecektim. Zira nicedir içimde sakladığım, hissimden kaynaklı şöyle bir teorim var:

İnsan, övülmeye değer şeyleri âlemler Rabbine teslim ettikten sonra çok çıplak kalıyor. Evet, aynen böyle. Ayetin bana hissettirdiği aynen bu: Hiçbirşeysiz kalma, yani çıplaklık, yani üşüme, yani yalnızlık, yani buna benzer şeyler. Elimi nereye koyacağımı, ayağımı nereye basacağımı bilememe. Böyle bir hal. Böyle bir Allah’ın karşısındasın yani. Herşeyin Onun elinde olduğu; senin sanıp güvendiğin herşeyin aslında Onun olduğu bir Rabbin karşısındasın. Bu güzel birşey. Fakat acayip korkutucu birşey. O kadar acizsin ki. Nasıl teselli olacaksın? Muhtaç olduğun Zat, sana muhtaç değil ki! Nereye koyacaksın ellerini? Koyacak yerin yok. Nereye dayanacaksın? Güvenecek yerin yok. Hepsini teslim ettin. Bir hamd ile asıl sahibine teslim ettin.

İşte bu teslimiyetin ardından; o çıplaklığın ve üşümenin ardından, insan, içini ısıtacak teselliye muhtaç. Gerçi besmelede Rahman ve Rahîm kapısından girmişti içeriye. Fakat bu birinci giriş, hiç hamddan sonraki ikinci söyleyiş gibi olabilir mi? Besmelede hâlâ sen vardın. Sende olan birşeyler vardı. Bir hamd ile hepsini terkettin. Bütün âlemlerdekini terkettin. Şimdi tekrar Rahman ve Rahime varış, bir ayet önceki gibi olabilir mi?

Çok uzattım, biliyorum. Dikkatinizi çekmek istediğim şey aslında; esma ile bakmak kainata, kendi isimlerimizle/sıfatlarımızla değil. Kendimizleştirmeden bakmak yani. Bu çok önemli. Çünkü ‘kendileştirmek’ yaman bir insan hastalığıdır. Güzel bir nesne bırakmaz kainatta, hepsinden iğrendirir. Nefret edilesi hale getirir. Hamd ile terk et ki yükünü arkadaşım; tekrar yola başladığında ‘ismim’ diyeceğin, perde bir zannın kalmasın. Hepsi Allah’ın olsun ve sen de bu sayede kendi kusurlu isimlerinle değil, Onun esması ile bak kâinata! Bana daha önceleri talim-i esmaya dair birşeyler sormuştun. Cevabımın birazı, okuduklarının birazıdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...