Taberanî'de nakledildiğine göre; İbn Sa’d es-Saidî (r.a.), Resulullah aleyhissalatu vesselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. Münafığınsa; ameli, niyetinden daha hayırlıdır.” Abdurrahim b. Yahya el-Esved, bu hadisi izah sadedinde der ki: “Müminin ameldeki ihlası, amelinden daha hayırlıdır.” Ebu Talib el-Mekkî aynı hadisi şöyle yorumlar: “Niyetler gizlidir ve gizli amellerin sevabı kat kat verilir. (...) Aynı zamanda Allah Teala, bir kula niyeti bahşettiği zaman ihlası da bahşeder ve o kişiyi niyetine gelebilecek afetlerden korur.”
Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından, insanların muhtemel iltifatları karşısında (kendi nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela; Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam; niyeti, amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.
Bütün bu insanî endişelerin yanısıra arkadaşım, 'kusur' insanın imzasıdır. Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir, vesaire...
İnsan olduğunu hiç unutmamasından dolayı, bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde 'daha hayırlı olanın' niyet olduğunu bilir.
Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. "Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum" demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i nebeviden güzelce ders almıştır.
Mümin, evet, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. "Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!" der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüdür. "Ya ben yanlıştaysam?" sağlıklı endişesidir. Bu endişe onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.
Buharî'deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen 'koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan... ' müminane tereddüt budur. "Hatalı olan ben miyim?" sorgulamasıdır.
Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, "Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan..." insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:
"Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. 'Siz de herkesin inandığı gibi inanın' dendiğinde, 'O beyinsizler gibi mi inanalım?' derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır; lakin bunu da bilmezler."
Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.
"Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!" denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? "Yahu acaba biz mi yanlıştayız?" diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: "O beyinsizler gibi mi inanalım?"
Halbuki aslında bu 'seçilmişlik algısıyla' aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı otobanda ters yönde giden Temel gibi: Radyoda "Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!" diye duyduğunda "Kardeşum ne bir tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!" diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: "Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat." Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları, onları en nihayet hezimete götürüyor.
O yüzden sen sen ol arkadaşım. Amellerinden o kadar da emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. "Ya ben yanlışsam?" de. "Ya ben yanılıyorsam?"
Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, insanî bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez" buyuruyor Allah Resulü. Sen küçük grupların, cemaatlerin değil; ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.
7 Mart 2014 Cuma
5 Mart 2014 Çarşamba
Ruh ağrısı
"Bizi doğru yola ilet!" cümlesiyle her dua edişimde, "Allahım, beni 'duruş' sahibi yap!" manasını da murad etmişim gibi gelir. 'Sırat-ı müstakim' ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an'ların değil, duruşun temsilidir.
Nasıl tarif etsem? Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali daha çok münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: "Kimi insanlar var ki; 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler, ama aslında inanmamışlardır."
Ayetteki 've ma hûm bi mu'minîn' ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada 'müminlerden değiller' diyor aslında. Meallerde 'iman edenlerden değiller' diye çeviriyorlar genelde. Fakat ben 'müminlerden değiller' olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; "Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir..." hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum.
Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret, bir tür ümittir... Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın, bütün insanlara. "Ümidinizi kesmeyin!" diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.
Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda 'duruş sahibi kimse' değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde, tavırları kestirilebilir; söyleyecekleri tahmin edilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi; ahlakıdır, şânıdır. Ahlak da dolaylı yoldan duruş demektir.
"Allahın ahlakıyla ahlaklanınız..." hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı, esmasıdır. Yaratışında gözettiği esma ahenk ve nizamıdır. Aç'ı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse, tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir; haşa, esmayı omuzlamak değil. "Ahlak, Allah'a nisbet edilmez" diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı, duruş'a yaklaştırarak.
Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer fıtratıyla Ebu Bekir fıtratını bir yaratmamıştır. (Allah hepsinden razı olsun.) Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere, farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir 'duruşa/istikamete' sahiptirler.
Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. "Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü" dendiğinde "Bu kesin Hz. Ömer efendimdir!" dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda "Filanca filancadır belki" dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. İkisini birbirine karıştırma. Tektipçilik değil bu. Allah, haşa, tektipçi değildir. Varlıkta 'farklılığa yüklenmiş zenginlik' buna delildir.
İlk Lemaat'ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam'ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha'yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: "Der ikincisinde: ' (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?' Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet..."
Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi... Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Herşey göreceliydi, herşey hayali. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.
O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov'un bir öyküsünde dediği gibi: "Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu."
Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: "Bunlar, Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır."
Yıllar önce birisi de bana: "Her zaman doğruyu söylersen, 'Daha önce ne demiştim?' diye düşünmek zorunda kalmazsın" demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde 'duruş'undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.
Buradan "Cesaretin membaı imandır" cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.
Bu arada, al sana Bediüzzaman'dan bir istikamette kalma formülü: "Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır." Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: "Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder."
Nasıl tarif etsem? Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali daha çok münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: "Kimi insanlar var ki; 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler, ama aslında inanmamışlardır."
Ayetteki 've ma hûm bi mu'minîn' ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada 'müminlerden değiller' diyor aslında. Meallerde 'iman edenlerden değiller' diye çeviriyorlar genelde. Fakat ben 'müminlerden değiller' olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; "Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir..." hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum.
Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret, bir tür ümittir... Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın, bütün insanlara. "Ümidinizi kesmeyin!" diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.
Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda 'duruş sahibi kimse' değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde, tavırları kestirilebilir; söyleyecekleri tahmin edilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi; ahlakıdır, şânıdır. Ahlak da dolaylı yoldan duruş demektir.
"Allahın ahlakıyla ahlaklanınız..." hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı, esmasıdır. Yaratışında gözettiği esma ahenk ve nizamıdır. Aç'ı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse, tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir; haşa, esmayı omuzlamak değil. "Ahlak, Allah'a nisbet edilmez" diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı, duruş'a yaklaştırarak.
Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer fıtratıyla Ebu Bekir fıtratını bir yaratmamıştır. (Allah hepsinden razı olsun.) Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere, farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir 'duruşa/istikamete' sahiptirler.
Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. "Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü" dendiğinde "Bu kesin Hz. Ömer efendimdir!" dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda "Filanca filancadır belki" dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. İkisini birbirine karıştırma. Tektipçilik değil bu. Allah, haşa, tektipçi değildir. Varlıkta 'farklılığa yüklenmiş zenginlik' buna delildir.
İlk Lemaat'ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam'ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha'yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: "Der ikincisinde: ' (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?' Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet..."
Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi... Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Herşey göreceliydi, herşey hayali. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.
O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov'un bir öyküsünde dediği gibi: "Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu."
Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: "Bunlar, Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır."
Yıllar önce birisi de bana: "Her zaman doğruyu söylersen, 'Daha önce ne demiştim?' diye düşünmek zorunda kalmazsın" demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde 'duruş'undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.
Buradan "Cesaretin membaı imandır" cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.
Bu arada, al sana Bediüzzaman'dan bir istikamette kalma formülü: "Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır." Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: "Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder."
1 Mart 2014 Cumartesi
Herkesin talihi Ömer...
Metin Karabaşoğlu abi güzel bir bereket tarifi yaptı geçenlerde. Kaldığı kadarıyla aklımda, nakledeyim: "İki veya daha fazla şey biraraya geldiğinde, 'onların üstünde' veya 'onlardan zengin/başka' birşeyin yaratılması..." Peygamber sofrası gibi mesela. Konulanla kaldırılan eşit değil. Kâf-Nûn fabrikası: Kâf geliyor, Nûn çıkıyor. Kâf geliyor, ama Nûn çıkıyor. Allah; bazı, çok şeyden birşey, bazı da birşeyden çok şey yaratıyor. Fakat halıkıyeti nasıl tezahür ederse etsin; sonuç, sebepten üst oluyor.
Şimdi, bereket nedir, bir nebze bilmiş gibiyim. 'Tekrar' ile 'tefekkürü' birbirinden ayırmış gibiyim. Bana öyle geliyor ki; tefekkür, bilme'nin bereketidir. Azımızı çok kılan, yeni bilgiler/yorumlar üretmemizi sağlayandır. Farzet ki; Efendimiz aleyhissalatu vesselamın ol mübarek ağız suyudur. Onu, hangi 'done' kuyusuna bıraksak, o done olduğu gibi kalmaz, hareketlenir. Belki de bu nedenle bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten evladır. Zira içinde, az'ı çok kılan bereket vardır.
Bereket, müzakere ile daha şiddetleniyor. Seferde aç kalmış bir ordu gibi. Herkes yanında getirdiği azı(ğı) koyuyor ortaya. İsm-i Hakîm penceresinden bakmakla veyahut kuvve-i akliyenin kutbu Resulullahın (Ene Risalesi'nde 'kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi...' denilerek, nübüvvet akla bağlanmaz mı?) ism-i şerifini yâd edip salavat getirmekle; fikrî sünneti olan tefekküre niyet etmekle belki; tıpkı dua buyurduğu hurmalar gibi artıyor bilgimiz. Herkes bıraktığından fazlasıyla dönüyor.
Mucizeleri, Asr-ı Saadette yaşanmış bitmiş, bir daha olmaz şeyler zannetme. İşte tefekkür ve işte Allah Resulünün ümmetine emanet ettiği azları çok kılan bereketi. Bu arada, yıllar önce İhsan Kasım Salihî abiden dinlediğin; "Risale-i Nur mesleğinde tefekkür, tezekkürden öncedir..." sözünün de bir yanını anlamış oldun. Azı çok kılma sırrının peşinde koşmak, elbette aynı azı tekrar etmekten efdaldir. Belki de bu yüzden bizzat Üstadın ifadesiyle Nur yolu: "Acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür..."
Aynı mecliste şöyle de birşey anlattı Metin abi: "Ben" dedi, "seminere gittiğim yerlerde kendim de birşeyler öğrenmiyorsam, o semineri—kendi adıma—eksik görüyorum. Sırr-ı bereket hasıl olmamış gibi geliyor bana. Müzakereli ortamları daha çok seviyorum."
Dersin ardından bunları kafamda çevirirken, nedense aklıma Bakara sûresindeki o ayet geldi. Hani kâfirlerin 'marifete bakışını' ve 'ona kapalılığını' anlatan: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır." İlginçtir, bundan birkaç ayet önce iman edenleri de şöyle tarif ediyordu vahiy: "Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler."
Hatırlarsınız, o zaman 'gayba iman edenler'i biraz tefekkür etmiş ve insanın gıyabında birşeyler olduğunu kabul etmesi, yani dünyaya öğrenecek şeyleri olduğunu düşünerek ve bunun açlığını çekerek bakması ile anlamaya çalışmıştık. ("Son'u Olmayan Yol, Yolların En Güzeli" yazısı.) Burada da sanki iman edenlerin/takva sahiplerinin zıttı olarak tam tersi modelde bir insan profili tarif ediliyordu: Yani kalpleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli.
Peki mühür neden vurulur? Zarflara mühür vurulur bazen. Metnin, muhatap dışında bir başkası tarafından açılmasını, okunmasını veya ilaveler yapılmasını engellemek için. Bazen de kapılara mühür vurulur ki, giren/çıkan olmasın diye. Yani genelde mühür, tasarrufa engeldir. "Belgelere de mühür vuruyoruz, hangi makama ait olduğu anlaşılsın diye" diyeceksin. Evet, öylesi de var. Fakat o bile aslında evrakın üzerinde başkası kalem oynatmasın diye alınan bir önlemdir.
Benim 'bereket' bahsiyle birlikte düşününce anladığım; küfrün ilk adımı, yeni birşey öğrenmeye kapalılıkla/mühürlenmeyle başlıyor. Bir nevi bilgi (veya bilmediğini bilmeyen bilgisizlik) kibri. Bu kibir, dışarıdan gelen bilgiyi de malumun üstünde saymamakla etkiliyor. Yani gaybın reddi. Kafandakinin mutlak doğru olduğunu düşünüyorsan, dışarıdan gelen bilgiyi de elbette ona göre evriltiyorsun. Üstüne birşey koymuyorsun, aynıyı tekrar ediyorsun. Hatta kafandaki 'aynıya' karşılık gelmiyorsa, o bilgiyi reddediyorsun. Kameri bölünürken görsen, haşa, "Muhammed'in sihri göklere tesir etti!" diyorsun.
Bu noktada kafirin yaptığı, eşyayı örtmek değil aslında. Kendi idrakini örtüyor kafir. Kalbinin mühürlenmesi, kulaklarının mühürlenmesi, gözüne perde asılması aslında üstü örtülenin o olduğunu gösteriyor. Küfür 'örtmek' demek değil mi? Demek kafir, dışarıyı örten değil, kendini dışarıya örtendir. Eşya örtülemez zaten. "Gözünü kapayan kendine gece yapar."
Hakîm-i Alîm adeta bu ayetle bize küfrün sorununu gösteriyor ve şöyle diyor: "Sizin söyledikleriniz onlara fayda etmiyorsa, bu ürettiğiniz marifetteki sorundan kaynaklanmayabilir. Bazen muhatap öyle kapalı olur ki, fikir onda bereket bulmaz. Yeni şeylere kapalı olmak, bereketsizlik vesilesidir. Eğer öyle birileriyle muhatapsanız, değişmemeleri 'Ben yanlış yolda mıyım?' düşüncesine kaptırmasın sizi. Algı, bilgiyi yönetir. Ve sorun onların algılarındadır."
İşte iki Ömer'i, yani Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab'ı (r.a.) birbirinden ayıran sır. Cesaret değil, zeka değil, asalet değil. Bu fark, gaybında birşeyler olacağına iman etme. Kız kardeşine; "Ne okuyordunuz?" diye sorabilme iradesi. Yani bilmediğin birşeyler olabileceği fikrine açık olma.
İşte bu sır, cahiliyenin Ebu'l-Hikem'ini, saadette Ebu Cehil'e çeviriyor. Ömer bin Hattab'ından da bir Ömerü'l-Faruk (r.a.) ortaya çıkarıyor. Bu yüzden Fethi Gemuhluoğlu gibi yap arkadaşım. O dememiş mi: "Herkese bir Hz. Ömer talihi tanıyın..." diye. Bence de tanımak lazım. Yeni bilgilere açık mı, değil mi, bir bakmak lazım. Açlığı olmayanla ne müzakere edeceksin! Yorgunluğunu arttırır ancak. Bu arada, ayetin sonunda zikredilen azabın nedenini anlayabildin mi? Yanlışına 'yanlış' diyemeyen, başta şeytan olmak üzere, tüm inatçıların çektiklerine ve sonsuza kadar çekeceklerine bak, anlarsın. Ki bence asl-ı azap da budur: Yanlışına 'yanlış' diyememek.
Şimdi, bereket nedir, bir nebze bilmiş gibiyim. 'Tekrar' ile 'tefekkürü' birbirinden ayırmış gibiyim. Bana öyle geliyor ki; tefekkür, bilme'nin bereketidir. Azımızı çok kılan, yeni bilgiler/yorumlar üretmemizi sağlayandır. Farzet ki; Efendimiz aleyhissalatu vesselamın ol mübarek ağız suyudur. Onu, hangi 'done' kuyusuna bıraksak, o done olduğu gibi kalmaz, hareketlenir. Belki de bu nedenle bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten evladır. Zira içinde, az'ı çok kılan bereket vardır.
Bereket, müzakere ile daha şiddetleniyor. Seferde aç kalmış bir ordu gibi. Herkes yanında getirdiği azı(ğı) koyuyor ortaya. İsm-i Hakîm penceresinden bakmakla veyahut kuvve-i akliyenin kutbu Resulullahın (Ene Risalesi'nde 'kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi...' denilerek, nübüvvet akla bağlanmaz mı?) ism-i şerifini yâd edip salavat getirmekle; fikrî sünneti olan tefekküre niyet etmekle belki; tıpkı dua buyurduğu hurmalar gibi artıyor bilgimiz. Herkes bıraktığından fazlasıyla dönüyor.
Mucizeleri, Asr-ı Saadette yaşanmış bitmiş, bir daha olmaz şeyler zannetme. İşte tefekkür ve işte Allah Resulünün ümmetine emanet ettiği azları çok kılan bereketi. Bu arada, yıllar önce İhsan Kasım Salihî abiden dinlediğin; "Risale-i Nur mesleğinde tefekkür, tezekkürden öncedir..." sözünün de bir yanını anlamış oldun. Azı çok kılma sırrının peşinde koşmak, elbette aynı azı tekrar etmekten efdaldir. Belki de bu yüzden bizzat Üstadın ifadesiyle Nur yolu: "Acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür..."
Aynı mecliste şöyle de birşey anlattı Metin abi: "Ben" dedi, "seminere gittiğim yerlerde kendim de birşeyler öğrenmiyorsam, o semineri—kendi adıma—eksik görüyorum. Sırr-ı bereket hasıl olmamış gibi geliyor bana. Müzakereli ortamları daha çok seviyorum."
Dersin ardından bunları kafamda çevirirken, nedense aklıma Bakara sûresindeki o ayet geldi. Hani kâfirlerin 'marifete bakışını' ve 'ona kapalılığını' anlatan: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır." İlginçtir, bundan birkaç ayet önce iman edenleri de şöyle tarif ediyordu vahiy: "Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler."
Hatırlarsınız, o zaman 'gayba iman edenler'i biraz tefekkür etmiş ve insanın gıyabında birşeyler olduğunu kabul etmesi, yani dünyaya öğrenecek şeyleri olduğunu düşünerek ve bunun açlığını çekerek bakması ile anlamaya çalışmıştık. ("Son'u Olmayan Yol, Yolların En Güzeli" yazısı.) Burada da sanki iman edenlerin/takva sahiplerinin zıttı olarak tam tersi modelde bir insan profili tarif ediliyordu: Yani kalpleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli.
Peki mühür neden vurulur? Zarflara mühür vurulur bazen. Metnin, muhatap dışında bir başkası tarafından açılmasını, okunmasını veya ilaveler yapılmasını engellemek için. Bazen de kapılara mühür vurulur ki, giren/çıkan olmasın diye. Yani genelde mühür, tasarrufa engeldir. "Belgelere de mühür vuruyoruz, hangi makama ait olduğu anlaşılsın diye" diyeceksin. Evet, öylesi de var. Fakat o bile aslında evrakın üzerinde başkası kalem oynatmasın diye alınan bir önlemdir.
Benim 'bereket' bahsiyle birlikte düşününce anladığım; küfrün ilk adımı, yeni birşey öğrenmeye kapalılıkla/mühürlenmeyle başlıyor. Bir nevi bilgi (veya bilmediğini bilmeyen bilgisizlik) kibri. Bu kibir, dışarıdan gelen bilgiyi de malumun üstünde saymamakla etkiliyor. Yani gaybın reddi. Kafandakinin mutlak doğru olduğunu düşünüyorsan, dışarıdan gelen bilgiyi de elbette ona göre evriltiyorsun. Üstüne birşey koymuyorsun, aynıyı tekrar ediyorsun. Hatta kafandaki 'aynıya' karşılık gelmiyorsa, o bilgiyi reddediyorsun. Kameri bölünürken görsen, haşa, "Muhammed'in sihri göklere tesir etti!" diyorsun.
Bu noktada kafirin yaptığı, eşyayı örtmek değil aslında. Kendi idrakini örtüyor kafir. Kalbinin mühürlenmesi, kulaklarının mühürlenmesi, gözüne perde asılması aslında üstü örtülenin o olduğunu gösteriyor. Küfür 'örtmek' demek değil mi? Demek kafir, dışarıyı örten değil, kendini dışarıya örtendir. Eşya örtülemez zaten. "Gözünü kapayan kendine gece yapar."
Hakîm-i Alîm adeta bu ayetle bize küfrün sorununu gösteriyor ve şöyle diyor: "Sizin söyledikleriniz onlara fayda etmiyorsa, bu ürettiğiniz marifetteki sorundan kaynaklanmayabilir. Bazen muhatap öyle kapalı olur ki, fikir onda bereket bulmaz. Yeni şeylere kapalı olmak, bereketsizlik vesilesidir. Eğer öyle birileriyle muhatapsanız, değişmemeleri 'Ben yanlış yolda mıyım?' düşüncesine kaptırmasın sizi. Algı, bilgiyi yönetir. Ve sorun onların algılarındadır."
İşte iki Ömer'i, yani Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab'ı (r.a.) birbirinden ayıran sır. Cesaret değil, zeka değil, asalet değil. Bu fark, gaybında birşeyler olacağına iman etme. Kız kardeşine; "Ne okuyordunuz?" diye sorabilme iradesi. Yani bilmediğin birşeyler olabileceği fikrine açık olma.
İşte bu sır, cahiliyenin Ebu'l-Hikem'ini, saadette Ebu Cehil'e çeviriyor. Ömer bin Hattab'ından da bir Ömerü'l-Faruk (r.a.) ortaya çıkarıyor. Bu yüzden Fethi Gemuhluoğlu gibi yap arkadaşım. O dememiş mi: "Herkese bir Hz. Ömer talihi tanıyın..." diye. Bence de tanımak lazım. Yeni bilgilere açık mı, değil mi, bir bakmak lazım. Açlığı olmayanla ne müzakere edeceksin! Yorgunluğunu arttırır ancak. Bu arada, ayetin sonunda zikredilen azabın nedenini anlayabildin mi? Yanlışına 'yanlış' diyemeyen, başta şeytan olmak üzere, tüm inatçıların çektiklerine ve sonsuza kadar çekeceklerine bak, anlarsın. Ki bence asl-ı azap da budur: Yanlışına 'yanlış' diyememek.
27 Şubat 2014 Perşembe
Ve takva, vicdanın ahlakıdır
Shutter Island (Zindan Adası) filmini hatırlarsınız. Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley gibi pek çok ünlü oyuncuyu kadrosunda barındırıyordu. Dennis Lehane’nin romanından sinemaya uyarlanan filmde dedektif Teddy Daniels’ı canlandıran DiCaprio, akıl hastalarının tedavi gördüğü adaya, bir kayıp soruşturması için geliyordu.
Akıl karıştıran birçok olayın ardından en nihayet öğreniyordunuz ki; Teddy Daniels, aslında en tehlikeli hastalardan biridir. Tekrarla geçmişi unutmakta ve kurgu kimliklerle çevresine zarar vermektedir. Adada çevrilen dolaplar da, beyin ameliyatından önce, geçmişini hatırlaması için kendisine verilen son şanstır.
Sonunda ne mi olur? İzlemeyenler için filmin tadını kaçırmak pahasına onu da söylüyorum: Teddy Daniels, geçmişi hatırlar. Ama hatırladığı şey o kadar acı vericidir ki, unutmayı tercih eder. (Final, muğlak bırakılır. Ya sahiden unutmuştur. Yahut da unutmuş gibi yaparak ameliyatı tek seçenek haline getirmek istemektedir.) Ameliyata götürülürken Mark Ruffalo’ya söylediği o anlamlı sorgulamayla da film biter: “Merak ediyorum da, sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?”
Şimdi, kendinizi Teddy Daniels’ın yerine koyun. Bu soruya sizin vereceğiniz cevap ne olurdu?
Herhalde hepimiz bir canavar olarak yaşamaktansa, iyi bir insan olarak ölmeyi tercih ederdik. Çünkü vicdanımız var. Vicdan, eğer bozulmamışsa, sızılarıyla doğruları gösteren bir pusula hükmünde. Bediüzzaman’ın, Mesnevi-i Nuriye’de, hakikati gösterir dört burhan-ı küllî içinde (Kainat, Kur’an, Hz. Resulullah ve vicdan) onu da sayması boşuna değil: “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”
Hakikaten vicdan, bir ucu gaybda olan (sonuçları akıl ve duyularla kestirilemeyen) meselelerde bile, şıklardan hangisinin doğru olduğunu gösterebilme gücüne sahip. Sızlamasıyla veya huzuruyla doğruyu/yanlışı ayırabiliyorsunuz. Penceresinden görebiliyorsunuz.
Bir önceki yazıda (Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever) altını çizdiğimiz ‘uyum kanunu’ açısından düşünürsek, ‘yaratılmışlıktan’ kaynaklanan statik şuurun veya fıtratın kainatla uyumlu olmasından kaynaklanan ahengin, dinamik akla çağrısı bu. (Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kitabını okuyanlar, bahsettiğim çağrı öyle birşey değil, ama benzer birşey.) Ne zaman yanlış bir adım atmaya yaklaşsan, aynı Allah’ın yaratmasıyla kardeşin olan kainata uyumun bozuluyor. Vicdanın da kırılmayı sana ihtar ediyor.
Bir ikincisi; vicdan ile nefs arasında şöyle bir kıyaslamam var: Sanıyorum nefs daha çok kısa vadeli/çabuk ulaşılır menfaatleri elde etmemizi sağlamak için bize verilmiş. Mesela; yemek, içmek, hayatta kalmak için muhtaç olduğumuz şeylerin peşinde koşmak vs… Yani nefs aceleci, çabuk ulaşılacak zevke güdümlü.
Fakat vicdan onun zıttı. O da uzun vadede doğru ve dolayısıyla menfaatli olanın peşinde koşuyor. Hatta bu uzun vadeye ahireti de katıyor. Diyelim: Yaptığın şey dünyada menfaatli, ama ahirette sana zararı olacak. Onun için bile sızlıyor vicdan. Diyor ki: “Yanlış yaptın. Bu iş ileride aleyhine.” İşte şeriat da bu kısa vadeli zevkperest ile uzun vadeli hakikatperestin dengesini korumamızı sağlıyor. İkisi arasındaki salınımlarda dengeyi tutturuyoruz böylece.
Nerelerden nerelere geldim. Ben aslında bugün sana Bakara sûresinin altıncı ayetinden söz edecektim. Hani var ya; “Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler…” mealinde olanı. Filmdeki inkâr/örtme psikolojisiyle bu ayette aktarılan kâfir psikolojisinin ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bilirsin belki: Kâfir, aslında ‘örten’ demektir. Küfür de örtmek. Ama Kurtubî gibi âlimler diyorlar ki: “Şer’î lisanda her nerede küfür vaki oldu ise, bu, İslâm dininde şer’an zarurî olan malum bir şeyin inkârıdır. Nitekim, şeriatta küfür, ni’metlerin inkârı, mü’minin şükrünü terk ve Onun hakkını yerine getirme işini ihmal manalarında gelmiştir.”
İşte bence küfre girenin de hali, örtemezse çekeceği acıdan ötürü, inkâr şeklinde. Kaldıramıyor yani, hem yaptığını günah/inkâr bilip hem de yapmayı. Bu nedenle örtüyor. Bu nedenle hatırlamak istemiyor. Canavar olarak yaşamak kolay değil. Canavar olduğunu inkâr edemezsen, canavar gibi yaşamayazsın. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: “(…) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı.” Yahut Bediüzzaman’ın dediği gibi:
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
İşte bence bu yüzden ayet şöyle diyor: “(…) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” Çünkü onlar ehl-i küfürler. Örtmekten besleniyor fikirleri. Bilmemekten değil. Bildiğini bir bilimsel açıklama(!) ile nefisleri ekseninde şerh etmekte bütün güçleri. Bu izah, onlara vicdanlarını yatıştırmak için kuvvet veriyor. Çünkü vicdan, ancak nefsin tarafını tutmayanlarda çalışır. Ve takva, vicdanın ahlakıdır.
25 Şubat 2014 Salı
Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever.
Barfi’yi henüz izlemiş olmaktan belki, üzerimde tatlı bir hüzün var. Can sıkanlardan değil. Keyifle taşınanlardan. Güzel birşeyin son bulmasından değil, güzelin mekan/şekil/isim ve belki gölge-i esma değiştirmesinden kaynaklanıyor. Otobüsten el sallamak gibi. (Veya otobüse el sallamak.) Biliyorsun yani, o hâlâ var. Var olmaya da devam edecek. Bundan eminsin. Fakat nasıl desem? Ne de olsa ‘görememek’ de bir uzaklıktır.
İnsanız. Uzaklığı cetvelle, km’yle değil, gözümüzle tartarız. Gözden ırak olan, var olsa da hâlâ bir yerlerde, bir şekilde gönülden ırak olur. Gönlün muhabbet seviyesi ‘her an’dır çünkü. Her an yanında olmasını ister sevdiceğinin. Zaten gönülden ırak olmayı beceremeyenler, mesafeyi istedikleri kadar açsınlar, uzak olamazlar. O noktada gözün de hükmü biter arkadaşım. Biliyorsundur, ama hatırlatayım: İnsan birşeyi kalbine taşıdığında, duyularının farkındalığı değişir. Çünkü ‘kalbin ve ruhun derece-i hayatları’ bedenden farklıdır.
İnsan sınırlıdır. Hakikati, sınırsız esma-yı ilahî olan eşyayı elbet ‘yaratılmış olmakla başlayan’ sınırlarıyla algılar. Yalnız algısı değil, değerlendirmesi de; bu değerlendirmeleri ifade edişi de sınırlıdır bu yönüyle… ‘Sınır’ ne demektir peki? Birşeyin sonu mu? Böyle düşünüyorsan—yanlış değil, fakat—eksiksin arkadaşım. Sınır, yalnızca ‘bitmek’ değildir. ‘Bitmek’ ve ‘yeniden başlamak’tır. Sınırlarda birşeyler biter, bu doğru; fakat az ötesinde yeni birşeyler başlar. Çocukluk biter, gençlik başlar mesela. Hoşgörü biter, nefret başlar. Sevgi biter, ilgisizlik başlar.
Allah ‘Ol!’ demiştir varlığa bir kere, fakat kemal-i kereminden ‘Yok ol!’ dememiştir. Bu yüzden herşey hem biter hem yeniden başlar. Zerreler bile bu kanunun dışında kalmayacak; 30. Söz’de okudun, biliyorsun. Bu yüzden bizim hüznümüz “(…) âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.”
İşte Barfi’yi izledim. Bendeki tesiri böyle oldu. Başka şeyler de anladım elbet o filmden. Mesela şunu anladım: Eğer iki kitabın müellifi birse, o kitaplar birbiriyle çelişmez. Aralarında mutlaka bir uyum yakalarsın. Eğer çelişki varsa, bil ki; müellif değişmiştir. Ya komple değişmiştir yahut düşünce dünyası değişmiştir. Kişi, aynı kişi değildir yani. Bedeninin aynı olması, kaşının gözünün öncekine benzemesi seni aldatmasın. Bizim asıl simamız yüzümüzde değil, içimizde. Ve o beden gibi değil, değişebiliyor.
Eğer bütün kainatı yaratan aynı Allah’sa (ki imanımız böyle) o zaman parçalar arasında uyumsuzluk olmaması lazım. Kur’an’la kainat asla çelişmemeli mesela. Ve yine mesela; Barfi’deki gibi, iki uyumsuz parça diyeceğin; hatta sen değil, modern bilimin iki uyumsuz parça olarak teşhis ettiği; birisi sağır ve dilsiz, diğeri otistik iki insanın birbirine âşık olabilmesi mümkün. Çünkü onlar, aynı müellifin kudret kaleminin ucunda iki güzel nokta olmakla ‘uyum’ kanunundan hariçte değiller, olamazlar. Sivrisineğin gözüyle güneşin arasında bir bağlantı var.
Bizi kandırıyorlar. Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever. Uyum, ‘rastgelelikle’ açıklanamaz çünkü. Denk getiriş olmadan aşkın sırrı izah edilmez. Daha bu gözle baksan neler görürsün. Sonbaharı sarıya, baharı yeşile, gökyüzünü maviye; onları öyle bulduğun için değil yalnız, öyle olmaları gerektiği için, sen de yakıştırırsın. Vücudunda gözlerine daha uygun bir yer bulmaya çalış mesela? Buldun mu?
"Onlar (takva sahipleri) sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar…" ayetini yalnız kutsal kitaplar ekseninde anlama lütfen. Ayette zikredilen ‘inzal olanlar’dan kasıt başka şeyler de olabilir. Kur’an’da demir için de, yağmur için de ‘inzal’ ifadesi kullanılmıştır. Hem ‘kitap’ kaydını koyuyorsan bile neden bunu sadece daha önceki peygamberlere gelen suhuflara ve kitaplara indirgiyorsun? Sen de bir kitap değil misin? Varlık da bir ‘kitab-ı kebir-i kainat’ değil mi?
Hem hatırlarsın, yine ‘demirin indirilmesi’ meselesini aktarırken diyor ki Bediüzzaman: Böyle zikredilmesi nimetiyet cihetini hatırlatmak için de olabilir. Yani yağmur gibi, demir de sizin için ‘indirilmiş’ (çünkü kerem dairesi, kulluk dairesinden yukarıdadır) bir nimettir. Durduğunuz yer itibariyle Allahın her ikramı size indirilmiş sayılır. Kul, Allahından elbette aşağıdadır. “Veren el, alan elden üstündür.” Bu yön değil, konum gereğidir.
Biz elbette hem Efendimiz aleyhissalatu vesselama indirilene; hem de ondan önce indirilenlere inanır, iman ederiz. Çünkü aralarındaki muhteşem uyumu görüyoruz. Onların hiçbir parçasına karşı güvensiz değiliz. Aynı Allah tarafından yaratıldığımıza göre (ki tevhid de bu demektir) onlar da bizim kardeşlerimiz. Biz, beraberken güzeliz. Varsa zahirde bize sorunlu gibi görünenler, onlar da aslında okunması biraz daha gayret bekleyen satırlardır. Takva sahipleri böyle satırlarla karşılaştıklarında pes etmezler.
Biraz incelikli bakarsan fark edeceksin, düşmanlarının bile senin hayatında önemli bir yeri var. Sana kötülük edenler bile seni bir şekilde yetiştirmiş. Şahinin serçeye saldırışı, serçenin daha güzel uçmasına sebep olmuş. Demem o ki: Parçaların, indirilenlerin, kitapların tamamına iman et arkadaşım. Öncekilere ve sonrakilere… Önceki olmakla indirilenlere. En sonraki olmakla da ahirete. Onlarla, yani sürecin tamamına bakmakla, sen tamam olacaksın. Anlarda boğma ki kendini, mutlu olasın. Hüznün de âşıkane olsun. Yetimane olmasın.
"Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."
İnsanız. Uzaklığı cetvelle, km’yle değil, gözümüzle tartarız. Gözden ırak olan, var olsa da hâlâ bir yerlerde, bir şekilde gönülden ırak olur. Gönlün muhabbet seviyesi ‘her an’dır çünkü. Her an yanında olmasını ister sevdiceğinin. Zaten gönülden ırak olmayı beceremeyenler, mesafeyi istedikleri kadar açsınlar, uzak olamazlar. O noktada gözün de hükmü biter arkadaşım. Biliyorsundur, ama hatırlatayım: İnsan birşeyi kalbine taşıdığında, duyularının farkındalığı değişir. Çünkü ‘kalbin ve ruhun derece-i hayatları’ bedenden farklıdır.
İnsan sınırlıdır. Hakikati, sınırsız esma-yı ilahî olan eşyayı elbet ‘yaratılmış olmakla başlayan’ sınırlarıyla algılar. Yalnız algısı değil, değerlendirmesi de; bu değerlendirmeleri ifade edişi de sınırlıdır bu yönüyle… ‘Sınır’ ne demektir peki? Birşeyin sonu mu? Böyle düşünüyorsan—yanlış değil, fakat—eksiksin arkadaşım. Sınır, yalnızca ‘bitmek’ değildir. ‘Bitmek’ ve ‘yeniden başlamak’tır. Sınırlarda birşeyler biter, bu doğru; fakat az ötesinde yeni birşeyler başlar. Çocukluk biter, gençlik başlar mesela. Hoşgörü biter, nefret başlar. Sevgi biter, ilgisizlik başlar.
Allah ‘Ol!’ demiştir varlığa bir kere, fakat kemal-i kereminden ‘Yok ol!’ dememiştir. Bu yüzden herşey hem biter hem yeniden başlar. Zerreler bile bu kanunun dışında kalmayacak; 30. Söz’de okudun, biliyorsun. Bu yüzden bizim hüznümüz “(…) âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.”
İşte Barfi’yi izledim. Bendeki tesiri böyle oldu. Başka şeyler de anladım elbet o filmden. Mesela şunu anladım: Eğer iki kitabın müellifi birse, o kitaplar birbiriyle çelişmez. Aralarında mutlaka bir uyum yakalarsın. Eğer çelişki varsa, bil ki; müellif değişmiştir. Ya komple değişmiştir yahut düşünce dünyası değişmiştir. Kişi, aynı kişi değildir yani. Bedeninin aynı olması, kaşının gözünün öncekine benzemesi seni aldatmasın. Bizim asıl simamız yüzümüzde değil, içimizde. Ve o beden gibi değil, değişebiliyor.
Eğer bütün kainatı yaratan aynı Allah’sa (ki imanımız böyle) o zaman parçalar arasında uyumsuzluk olmaması lazım. Kur’an’la kainat asla çelişmemeli mesela. Ve yine mesela; Barfi’deki gibi, iki uyumsuz parça diyeceğin; hatta sen değil, modern bilimin iki uyumsuz parça olarak teşhis ettiği; birisi sağır ve dilsiz, diğeri otistik iki insanın birbirine âşık olabilmesi mümkün. Çünkü onlar, aynı müellifin kudret kaleminin ucunda iki güzel nokta olmakla ‘uyum’ kanunundan hariçte değiller, olamazlar. Sivrisineğin gözüyle güneşin arasında bir bağlantı var.
Bizi kandırıyorlar. Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever. Uyum, ‘rastgelelikle’ açıklanamaz çünkü. Denk getiriş olmadan aşkın sırrı izah edilmez. Daha bu gözle baksan neler görürsün. Sonbaharı sarıya, baharı yeşile, gökyüzünü maviye; onları öyle bulduğun için değil yalnız, öyle olmaları gerektiği için, sen de yakıştırırsın. Vücudunda gözlerine daha uygun bir yer bulmaya çalış mesela? Buldun mu?
"Onlar (takva sahipleri) sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar…" ayetini yalnız kutsal kitaplar ekseninde anlama lütfen. Ayette zikredilen ‘inzal olanlar’dan kasıt başka şeyler de olabilir. Kur’an’da demir için de, yağmur için de ‘inzal’ ifadesi kullanılmıştır. Hem ‘kitap’ kaydını koyuyorsan bile neden bunu sadece daha önceki peygamberlere gelen suhuflara ve kitaplara indirgiyorsun? Sen de bir kitap değil misin? Varlık da bir ‘kitab-ı kebir-i kainat’ değil mi?
Hem hatırlarsın, yine ‘demirin indirilmesi’ meselesini aktarırken diyor ki Bediüzzaman: Böyle zikredilmesi nimetiyet cihetini hatırlatmak için de olabilir. Yani yağmur gibi, demir de sizin için ‘indirilmiş’ (çünkü kerem dairesi, kulluk dairesinden yukarıdadır) bir nimettir. Durduğunuz yer itibariyle Allahın her ikramı size indirilmiş sayılır. Kul, Allahından elbette aşağıdadır. “Veren el, alan elden üstündür.” Bu yön değil, konum gereğidir.
Biz elbette hem Efendimiz aleyhissalatu vesselama indirilene; hem de ondan önce indirilenlere inanır, iman ederiz. Çünkü aralarındaki muhteşem uyumu görüyoruz. Onların hiçbir parçasına karşı güvensiz değiliz. Aynı Allah tarafından yaratıldığımıza göre (ki tevhid de bu demektir) onlar da bizim kardeşlerimiz. Biz, beraberken güzeliz. Varsa zahirde bize sorunlu gibi görünenler, onlar da aslında okunması biraz daha gayret bekleyen satırlardır. Takva sahipleri böyle satırlarla karşılaştıklarında pes etmezler.
Biraz incelikli bakarsan fark edeceksin, düşmanlarının bile senin hayatında önemli bir yeri var. Sana kötülük edenler bile seni bir şekilde yetiştirmiş. Şahinin serçeye saldırışı, serçenin daha güzel uçmasına sebep olmuş. Demem o ki: Parçaların, indirilenlerin, kitapların tamamına iman et arkadaşım. Öncekilere ve sonrakilere… Önceki olmakla indirilenlere. En sonraki olmakla da ahirete. Onlarla, yani sürecin tamamına bakmakla, sen tamam olacaksın. Anlarda boğma ki kendini, mutlu olasın. Hüznün de âşıkane olsun. Yetimane olmasın.
"Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."
23 Şubat 2014 Pazar
Son'u olmayan yol, yolların en güzeli
Gayb'a dair bütün anlam araştırmaları, gidip en sonunda 'bilinmezliğe' dayanıyor. Kimisi onu 'beş duyu organıyla bilinemeyenler' olarak tarif ederken, kimisi de 'Allahın bildirmesi dışında bilinemeyecekler' olarak izah ediyor. Ben bu tanımların tamamının hakikatin bir köşesine denk geldiğini düşünüyorum. Ama hakikat, tariflerden ibaret değildir. Tariflerin yetişemediğidir. Zaten tarifin asl-ı hizmeti odur ki; hakikate giden yolda 'hakikat avcısına' mihmandar olabilsin. Fakat perde olmasın. Ama gölge etmesin. Zaten avcı da hakiki ise bilir ki; tarif, hakikate giden yoldur sadece. Hakikatin kendisi değildir.
Şimdi ey nazar sahibi, sen de okuduklarına öyle bak. Ben de birşeylerin etrafında geziyorum. Varıyor muyum, uzaklaşıyor muyum, bilinmez. Yolculuğumun bittiği yer, seninkinin başladığı yerdir sadece. Hayırda yarışıyoruz, ama birbirimizi geçmeden. Gıpta damarını tahrik etmeden. Bir çemberin etrafından, çemberin merkezine koşan çocuklar gibiyiz. Kâbenin etrafındaki saflar gibiyiz belki. Aramızdaki hakikat o kadar büyük ki, bazı birbirimizi de göremiyoruz.
İşte; koştuğum kısmı tarif ediyorum sana, görebilesin diye. Dilerim; sen de bir gün bana tarif edersin. Böyledir bizim halimiz. Fazlası değil. Hele son hiç değil. Marifet yolunda, ilk aldığımız derslerden birisidir seninle: Bu, sonu olmayan, inşaallah cennette de devam edecek bir tedrisin başıdır! Hz. Âdem efendime, talim-i esma ile sonsuzluğun ilk müjdesini tattıran Allah'a hamdolsun. Hiç bitmeyecek olanı öğrenmeye başlamak, hiç bitmeyecek tedrisin müjdesidir çünkü.
Buraya varırken nefes alalım. Ben de sana bencileyin bir gayb tarifi yapacağım. Gaybın, dünyamda nasıl yansıdığını anlatamazsam, bundan sonra söyleyeceklerimi de isbat edemem. Bence gayb, ikinci bir akıl/kalp yürütmeye ihtiyaç duymayacağımız şekilde bize sunulan şahitlik alanının dışında kalan herşeye tekabül ediyor. Yani malumatımızın dışında kalan herşeye... Çünkü aynı kökten gelen 'gıybet' gibi, 'gıyabında konuşmak' gibi kimi kullanımlar, onun bireysel şahitliğimizin dışına dair olabileceğini de gösteriyorlar. (Bu noktada mana-yı isminin, mana-yı harfiden farkı; birincisinde nesnenin kendisine, ikincisinde nesnenin arkasındaki gayba ferasetle nazar etmektir.)
Diyelim; birşeyin şahidi oluyorsun. O şahidi olduğun şeyden sonra, hâlâ şahidi olamadığın her ne varsa, onlar senin gaybındır. Hepimizin şahitlik seviyesi de farklıdır üstelik. İmam-ı Mübin'den Kitab-ı Mübin'e düşen, oradan da bizim nazarlarımıza isabet eden kısımlar, değişiyor. Ehadiyet, bize özel bir gılaf giydiriyor onlara. Kulluğumuz da bunu arttırma çabamız oluyor. Daha çok şeye şahit olma çabası.
Bana öyle geliyor ki; ayet-i kerimenin övdüğü; 'gayba inananlar' bir yönüyle de, işte, bu bilme yolculuğunun hiç bitmeyeceğini kabul edenlerdir. Allah Resulü misali; "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!" diyenlerdir.
Nasıl tarif etmeli? Yani bizim için her zaman birşeyler gayb kalacaktır. Hakikatin her tarafı aşikâr olmuş, sonuna gelinmiş olmayacaktır hiçbir zaman. Zaten bilmedikleri birşeyler olduğunu kabul edenler ki; yeni şeyler öğrenmek de ancak onlara nasip olur. İlmin başlangıcı, cahilliğin kabulüdür. Şimdi sen söyle arkadaşım: Cahiliyeyi cahiliye yapan nedir? Bilmemek mi? Yoksa bilmediğini bilmemek mi? Bence bütün cahilliklerin 'gaybında birşeyler olduğunu inkâr etmekle' bir ilgisi var.
"Onlar (takva sahipleri), gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler..." ayeti bunu da ihtar ediyor âdeta.
Şahit olunan âlemin dışında, şahit olamadığımız birşeylerin de varlığını kabul etmek, farketmek. Buna açmak kalbini ve ruhunu. Beklemek. "Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir..." dersini almak 17. Lem'a'dan. Uyananları uyandıran bu. Uyanmayanların uykularını ağırlaştıran da.
Birşeyi k(g)aybetmek'ten çektiğimiz korkuyu ve acıyı hatırlayalım bu arada. Acaba g(k)ayba iman etmek, birşeylerin yokluğunu ve açlığını çektiğimize iman etmek de olabilir mi? Tamam olmadığımızı, vahiy olmadan tamam olamayacağımızı, hep eksik birşeylerin kalacağını kabul etmek mi? Mesela; dua etme açlığını, Allaha bütün güzel isimleriyle inanma ihtiyacını, bekaya erme açlığını, ibadet etme ihtiyacını... Bunları, k(g)aybettiğimiz birşeyi arar gibi aramak mı gayba iman etmek?
Ah arkadaşım, fıtratımızın derinine insek, daha bunlar gibi bir sürü açlığımız var, hepsini göreceğiz. Hatta her ne ki imana dahildir; inanmayan birisi için, o, fıtratının kaybettiği yanıdır kanaatimce. İbadet de zaten bu açlıkları giderir. "Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın..." Belki ayetin devamında namazın, rızıkla birlikte zikredilmesindeki hikmet de bu. Yani muhtaçlıklarımızı farkedişimizin ifadesi ibadetler. (Rızka ne kadar muhtaçsan, namaza da o derece muhtaçsın.) Yani eksik yanlarımızı, k(g)aybettiklerimizi...
Şimdi ey nazar sahibi, sen de okuduklarına öyle bak. Ben de birşeylerin etrafında geziyorum. Varıyor muyum, uzaklaşıyor muyum, bilinmez. Yolculuğumun bittiği yer, seninkinin başladığı yerdir sadece. Hayırda yarışıyoruz, ama birbirimizi geçmeden. Gıpta damarını tahrik etmeden. Bir çemberin etrafından, çemberin merkezine koşan çocuklar gibiyiz. Kâbenin etrafındaki saflar gibiyiz belki. Aramızdaki hakikat o kadar büyük ki, bazı birbirimizi de göremiyoruz.
İşte; koştuğum kısmı tarif ediyorum sana, görebilesin diye. Dilerim; sen de bir gün bana tarif edersin. Böyledir bizim halimiz. Fazlası değil. Hele son hiç değil. Marifet yolunda, ilk aldığımız derslerden birisidir seninle: Bu, sonu olmayan, inşaallah cennette de devam edecek bir tedrisin başıdır! Hz. Âdem efendime, talim-i esma ile sonsuzluğun ilk müjdesini tattıran Allah'a hamdolsun. Hiç bitmeyecek olanı öğrenmeye başlamak, hiç bitmeyecek tedrisin müjdesidir çünkü.
Buraya varırken nefes alalım. Ben de sana bencileyin bir gayb tarifi yapacağım. Gaybın, dünyamda nasıl yansıdığını anlatamazsam, bundan sonra söyleyeceklerimi de isbat edemem. Bence gayb, ikinci bir akıl/kalp yürütmeye ihtiyaç duymayacağımız şekilde bize sunulan şahitlik alanının dışında kalan herşeye tekabül ediyor. Yani malumatımızın dışında kalan herşeye... Çünkü aynı kökten gelen 'gıybet' gibi, 'gıyabında konuşmak' gibi kimi kullanımlar, onun bireysel şahitliğimizin dışına dair olabileceğini de gösteriyorlar. (Bu noktada mana-yı isminin, mana-yı harfiden farkı; birincisinde nesnenin kendisine, ikincisinde nesnenin arkasındaki gayba ferasetle nazar etmektir.)
Diyelim; birşeyin şahidi oluyorsun. O şahidi olduğun şeyden sonra, hâlâ şahidi olamadığın her ne varsa, onlar senin gaybındır. Hepimizin şahitlik seviyesi de farklıdır üstelik. İmam-ı Mübin'den Kitab-ı Mübin'e düşen, oradan da bizim nazarlarımıza isabet eden kısımlar, değişiyor. Ehadiyet, bize özel bir gılaf giydiriyor onlara. Kulluğumuz da bunu arttırma çabamız oluyor. Daha çok şeye şahit olma çabası.
Bana öyle geliyor ki; ayet-i kerimenin övdüğü; 'gayba inananlar' bir yönüyle de, işte, bu bilme yolculuğunun hiç bitmeyeceğini kabul edenlerdir. Allah Resulü misali; "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!" diyenlerdir.
Nasıl tarif etmeli? Yani bizim için her zaman birşeyler gayb kalacaktır. Hakikatin her tarafı aşikâr olmuş, sonuna gelinmiş olmayacaktır hiçbir zaman. Zaten bilmedikleri birşeyler olduğunu kabul edenler ki; yeni şeyler öğrenmek de ancak onlara nasip olur. İlmin başlangıcı, cahilliğin kabulüdür. Şimdi sen söyle arkadaşım: Cahiliyeyi cahiliye yapan nedir? Bilmemek mi? Yoksa bilmediğini bilmemek mi? Bence bütün cahilliklerin 'gaybında birşeyler olduğunu inkâr etmekle' bir ilgisi var.
"Onlar (takva sahipleri), gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler..." ayeti bunu da ihtar ediyor âdeta.
Şahit olunan âlemin dışında, şahit olamadığımız birşeylerin de varlığını kabul etmek, farketmek. Buna açmak kalbini ve ruhunu. Beklemek. "Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir..." dersini almak 17. Lem'a'dan. Uyananları uyandıran bu. Uyanmayanların uykularını ağırlaştıran da.
Birşeyi k(g)aybetmek'ten çektiğimiz korkuyu ve acıyı hatırlayalım bu arada. Acaba g(k)ayba iman etmek, birşeylerin yokluğunu ve açlığını çektiğimize iman etmek de olabilir mi? Tamam olmadığımızı, vahiy olmadan tamam olamayacağımızı, hep eksik birşeylerin kalacağını kabul etmek mi? Mesela; dua etme açlığını, Allaha bütün güzel isimleriyle inanma ihtiyacını, bekaya erme açlığını, ibadet etme ihtiyacını... Bunları, k(g)aybettiğimiz birşeyi arar gibi aramak mı gayba iman etmek?
Ah arkadaşım, fıtratımızın derinine insek, daha bunlar gibi bir sürü açlığımız var, hepsini göreceğiz. Hatta her ne ki imana dahildir; inanmayan birisi için, o, fıtratının kaybettiği yanıdır kanaatimce. İbadet de zaten bu açlıkları giderir. "Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın..." Belki ayetin devamında namazın, rızıkla birlikte zikredilmesindeki hikmet de bu. Yani muhtaçlıklarımızı farkedişimizin ifadesi ibadetler. (Rızka ne kadar muhtaçsan, namaza da o derece muhtaçsın.) Yani eksik yanlarımızı, k(g)aybettiklerimizi...
21 Şubat 2014 Cuma
Bugün 'insan' kalmaya bak
Başarı kitapları kandırıyor bizi. Açlığımızın yönünü değiştiriyorlar. Kur'an'ın istediği başarı öyle birşey değil. Onların sonuç odaklı 'başarı' anlayışları, Kur'an'ın nazarında başarıdan sayılmıyor. İzzetli bir duruş lazım bize. Vahye göre hüner; içinde çelişkiler olmayan bir hayat yaşamak, ne pahasına olursa olsun dünyayı kazanmak değil. Her gün okuduğun Fatiha'da dilediğin istikamet (sırata'l-mustakîm) bu. Hani o sapmışlarda bulunmayan özelliğin senin. Hariçte kalmanı sağlayan şey 'dâllîn' güruhundan.
Meyveleri hemen istemek acelecilik. Süreci anlamama belirtisi. Burası imtihan dairesi. Sınanıyoruz. Sınanmak, içinde mutluluk garantisi olmayan bir süreçtir.
Çelişkisiz bir hayat yaşamak istiyorsan, sonuçlara odaklanmamalısın. Sonuçlar Allah'ın hikmet elinde. Süreçle olmalı işin. Bugünün hakkını vermelisin ve yarın... Yarın ancak yarına uyandığında işin olmalı.
"(...) vazifemiz hizmettir; vazife-i ilahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak..." bahsi ne hikmetli ders saklıyor bağrında. Bırak kemiyet/nicelik; hayali, dünyanın dışına çıkmamışlara kalsın. Eğer ahireti istiyorsan, sürecin nasıl yaşandığına konsantre ol. Kavgan keyfiyet/nitelik üzerine olsun. Bugün üzerine olsun.
"Dünyanın 'yarın'ı harika olacak!" diye şu anı savsaklama. Hep böyle kandırıyorlar bizi. Ütopyalarla çukurlarına çekiyorlar. Sırf galip gelenlerden olmak için bugün başka, yarın başka eksenlerde yürümek münafık karakteridir. Müminin yarını, bizzat bugündür. Yarın, takdir-i ilahidir. Hikmeti iktiza ederse, verir. Etmezse, vermez.
Sen bugün 'insan' oluşunun hakkını ver. 'Yarın sultan olurum'a bakma. Bazen Bedir gibi şenlik olur hayat, bazen Uhud gibi hüzün. Yine de kılıcını alıp gidersin. Cihaddan kaçanlara bak, Kur'an onları nasıl anlatıyor? Her defasında sonuçlarla kandırmaya çalışıyorlar müminleri:
"İçlerinden bir takımı: 'Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün' demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden: 'Evlerimiz düşmana açıktır' diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı."
Ama Allah onlara diyor ki:
"De ki: 'Eğer siz ölümden ya da öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size asla fayda vermeyecektir. O takdirde bile (hayatın zevklerinden) pek az yararlandırılırsınız.'"
Bunlar da yetmezse, Hz. İsa peygamberim örnek olsun sana. Hani iblis ona, daha bir çocukken demişti: "Madem herşey Allah'ın elinde. Buna o kadar inanıyorsun. O zaman at kendini şu uçurumdan! Eğer Allah varsa, birşey olmasına izin vermez. Atlamıyorsan, imanın eksik demek."
İsa'nın (a.s.) buna cevabı ne güzel olmuştu: "Allah, kulunu değişik hallere sokarak onu sınayabilir. 'Ben böyle yaptım. Senden de şunu bekliyorum' diyebilir. Fakat kulun haddi değildir ki, 'Ben böyle yaparsam, sen de şöyle yaparsın!' deyip Allah'ı sınayabilsin."
Peki, sen söyle şimdi arkadaşım: Ütopya düşleriyle bugünden vazgeçirmeler, bugünün günahlarını yarının husul-u meşkuk zaferleriyle soslayıp yedirmeler, yine aynı iblisin oyunu değil mi? Mesela; âlem-i İslam'ın bir zemherir vaktinde, "Başörtüsü füruattır!" deyip, hakikat-i şeriatı incitip, daha sonra "Biz öyle demesek, bu kadar genç okuyamazdı!" diye hava atanlar... Onlar gelsin hatırına. Bak yarınları ne oldu! Vazgeçtikleri dün, bugünlerine değdi mi?
"O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir."
Ben bu ayeti okuyunca, sanki vahiy bana şöyle diyor arkadaşım: Kur'an, yani içinde şüphe/çelişki bulunmayan o istikamet kitabı; ancak hayatını takva'ya adayanlara yol gösterebilir. Takva nedir peki? Takva istikamettir. Sakınarak yaşamaktır. Yani an'ı yaşamaktır.
Sonrakiler için öncekilerden vazgeçmez. Sonuçlarla ilgilenmez. Yaşam amacı sürecin hakkını vermek olanların ahlakıdır takva. Bu yüzden yine Kur'an der: "Akıbet takva sahiplerinindir." Demez: "Akıbet galip gelenlerindir." Çünkü yine vahiy öğretir ki bize: Dünyevî anlamda bugün galip gelenlerden pekçoğu, ahiret nokta-yı nazarında mağluptur. "Yarınlar bizim!" diye bağıranların çoğu, bugünü bedel vermekle, asl-ı imtihanı anlamadıklarını göstermişlerdir.
İşte bu yüzden köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek ahlakında olanlar birşey alamaz Kur'an'dan. Kur'an'ın dersi onlara göre değil. Başta dedim: Başarı kitapları kandırıyor bizi. Yüzümüzü Kur'anî olandan dünyevî olana çeviriyorlar. Fakat yanlış anlama: Bugünün hakkını vermek noktasında elbette onlardan bir hisse alabiliriz. Ama sonuçlara odaklılık, bu bizim tevekkül anlayışımızın ayrıldığı yer. Hem hatamız da değil bu; dik duruşumuz, izzetimiz, istikametimiz.
Bugünün hakkını verip, eğilmeyip bükülmeyip, yarın hatırlatıldığında "Allah kerimdir!" demek, yani esnememek, duruşunu bozmamak; müminliğin şiarıdır, aptallığın değil. Şimdi anladın mı: Sırtında odun taşıyan ihtiyar neden Hatem-i Taî'den daha merttir? Ve neden mümin, 'elinden ve dilinden emin olunan'dır. Elinden ve dilinden emin olunmak bir istikamet belirtisidir çünkü. Sağı solu belli olmazlardan, eylem/söylem uyuşmazlığı yaşayanlanlardan, söz verip de tutmayanlardan olmadığını gösterir. Hasılı; bugün 'insan' kalmaya bak arkadaşım, senin işin bugünle.
Meyveleri hemen istemek acelecilik. Süreci anlamama belirtisi. Burası imtihan dairesi. Sınanıyoruz. Sınanmak, içinde mutluluk garantisi olmayan bir süreçtir.
Çelişkisiz bir hayat yaşamak istiyorsan, sonuçlara odaklanmamalısın. Sonuçlar Allah'ın hikmet elinde. Süreçle olmalı işin. Bugünün hakkını vermelisin ve yarın... Yarın ancak yarına uyandığında işin olmalı.
"(...) vazifemiz hizmettir; vazife-i ilahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak..." bahsi ne hikmetli ders saklıyor bağrında. Bırak kemiyet/nicelik; hayali, dünyanın dışına çıkmamışlara kalsın. Eğer ahireti istiyorsan, sürecin nasıl yaşandığına konsantre ol. Kavgan keyfiyet/nitelik üzerine olsun. Bugün üzerine olsun.
"Dünyanın 'yarın'ı harika olacak!" diye şu anı savsaklama. Hep böyle kandırıyorlar bizi. Ütopyalarla çukurlarına çekiyorlar. Sırf galip gelenlerden olmak için bugün başka, yarın başka eksenlerde yürümek münafık karakteridir. Müminin yarını, bizzat bugündür. Yarın, takdir-i ilahidir. Hikmeti iktiza ederse, verir. Etmezse, vermez.
Sen bugün 'insan' oluşunun hakkını ver. 'Yarın sultan olurum'a bakma. Bazen Bedir gibi şenlik olur hayat, bazen Uhud gibi hüzün. Yine de kılıcını alıp gidersin. Cihaddan kaçanlara bak, Kur'an onları nasıl anlatıyor? Her defasında sonuçlarla kandırmaya çalışıyorlar müminleri:
"İçlerinden bir takımı: 'Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün' demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden: 'Evlerimiz düşmana açıktır' diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı."
Ama Allah onlara diyor ki:
"De ki: 'Eğer siz ölümden ya da öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size asla fayda vermeyecektir. O takdirde bile (hayatın zevklerinden) pek az yararlandırılırsınız.'"
Bunlar da yetmezse, Hz. İsa peygamberim örnek olsun sana. Hani iblis ona, daha bir çocukken demişti: "Madem herşey Allah'ın elinde. Buna o kadar inanıyorsun. O zaman at kendini şu uçurumdan! Eğer Allah varsa, birşey olmasına izin vermez. Atlamıyorsan, imanın eksik demek."
İsa'nın (a.s.) buna cevabı ne güzel olmuştu: "Allah, kulunu değişik hallere sokarak onu sınayabilir. 'Ben böyle yaptım. Senden de şunu bekliyorum' diyebilir. Fakat kulun haddi değildir ki, 'Ben böyle yaparsam, sen de şöyle yaparsın!' deyip Allah'ı sınayabilsin."
Peki, sen söyle şimdi arkadaşım: Ütopya düşleriyle bugünden vazgeçirmeler, bugünün günahlarını yarının husul-u meşkuk zaferleriyle soslayıp yedirmeler, yine aynı iblisin oyunu değil mi? Mesela; âlem-i İslam'ın bir zemherir vaktinde, "Başörtüsü füruattır!" deyip, hakikat-i şeriatı incitip, daha sonra "Biz öyle demesek, bu kadar genç okuyamazdı!" diye hava atanlar... Onlar gelsin hatırına. Bak yarınları ne oldu! Vazgeçtikleri dün, bugünlerine değdi mi?
"O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir."
Ben bu ayeti okuyunca, sanki vahiy bana şöyle diyor arkadaşım: Kur'an, yani içinde şüphe/çelişki bulunmayan o istikamet kitabı; ancak hayatını takva'ya adayanlara yol gösterebilir. Takva nedir peki? Takva istikamettir. Sakınarak yaşamaktır. Yani an'ı yaşamaktır.
Sonrakiler için öncekilerden vazgeçmez. Sonuçlarla ilgilenmez. Yaşam amacı sürecin hakkını vermek olanların ahlakıdır takva. Bu yüzden yine Kur'an der: "Akıbet takva sahiplerinindir." Demez: "Akıbet galip gelenlerindir." Çünkü yine vahiy öğretir ki bize: Dünyevî anlamda bugün galip gelenlerden pekçoğu, ahiret nokta-yı nazarında mağluptur. "Yarınlar bizim!" diye bağıranların çoğu, bugünü bedel vermekle, asl-ı imtihanı anlamadıklarını göstermişlerdir.
İşte bu yüzden köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek ahlakında olanlar birşey alamaz Kur'an'dan. Kur'an'ın dersi onlara göre değil. Başta dedim: Başarı kitapları kandırıyor bizi. Yüzümüzü Kur'anî olandan dünyevî olana çeviriyorlar. Fakat yanlış anlama: Bugünün hakkını vermek noktasında elbette onlardan bir hisse alabiliriz. Ama sonuçlara odaklılık, bu bizim tevekkül anlayışımızın ayrıldığı yer. Hem hatamız da değil bu; dik duruşumuz, izzetimiz, istikametimiz.
Bugünün hakkını verip, eğilmeyip bükülmeyip, yarın hatırlatıldığında "Allah kerimdir!" demek, yani esnememek, duruşunu bozmamak; müminliğin şiarıdır, aptallığın değil. Şimdi anladın mı: Sırtında odun taşıyan ihtiyar neden Hatem-i Taî'den daha merttir? Ve neden mümin, 'elinden ve dilinden emin olunan'dır. Elinden ve dilinden emin olunmak bir istikamet belirtisidir çünkü. Sağı solu belli olmazlardan, eylem/söylem uyuşmazlığı yaşayanlanlardan, söz verip de tutmayanlardan olmadığını gösterir. Hasılı; bugün 'insan' kalmaya bak arkadaşım, senin işin bugünle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...