"Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu."
İmam Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.)
Allah'a, Hakîm-i Mutlak demek "Her yaptığında bir amaç var!" demek değil yalnız. "Her yarattığında farkındalığının kuşatamayacağı kadar çok amaç/hikmet var!" demek. Sondaki mutlak'lık, yani sonsuzluğa varması hikmetin, sonsuzu bildiğinden ve kuşattığından ötürü değil. Hâşâ, insan için sonsuzluk yalnızca kuşatamadığının ifadesidir. Bilmediğine taktığı isimdir. Bir itiraftır. Acz itirafıdır.
İnsan, bildiğine de bilmediğine de isim takar. Her isim taktığını tam anlamıyla biliyor sanmamak gerek. Zaten çoğu zaman isim, tarif de içerir. Her tarif bir sınırlamadır. Sınırlı olan, sonsuz olanı tarif etmede hep eksik kalacağından, marifet-i ilahiyeye dair meselelerde isimlere ve tariflere dikkat etmek gerek. Belki onları tam bir isim ve tam bir tarif olarak değil; girilecek bir kapı, bakılacak bir pencere, bir uzun yolculuğun başlangıcı kabul etmek gerek. Tıpkı bir hurma çekirdeği ile hurma ağacının arasındaki mesafe gibi. İkisi de hurma ama, ikisi de başka.
Mütekellimin kelimelerdeki hassasiyeti bize abartılı gelmemeli. 14 asırdır anlaşılan ve hâlâ anlaşılmaya devam edilen; bitmeyen ve bitmeyecek, belki cennette de üzerine konuşacağımız vahyin her kullanımında bir/bin hikmet var. Hassaten esmayı kullanımında. İsimlerden birisi seçilmişse ayetlerden birisi içinde, "Neden o birisi?" veya "Neden başka birisi değil?" sorularını otomatik sorarım ben. Külliyat içinde Bediüzzaman'ın, bu hikmeti taklit edişinden belki, bir refleks kazanmışımdır. Onun, en küçük Risalesinde bile birçok esmayı beraber kullanmasından, her kullandığı esmanın mevzuun içinde ve hatta o cümlede, altı çizilmesi gereken hikmetli bir duruşu olduğundan; bu alışkanlık ile bakarım Kur'an'a da. Talebe, hocasının yalnızca 'öğreneni' değil, bakış açısını kuşanarak bulmaya devam edenidir. Daha evvel çok kapılar açtı bana bu bakış. İnsan, bir yanıyla hayvan. Bir kapıdan nimetlendi mi, o kapıyı kolay kolay terkedemiyor. Ben de edemem.
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayeti üzerinden "Neden 'Allah'ın Zikriyle?" diye bir soru çıkarmıştım vaktiyle. O soruyu çok kovaladım, bir yazı oldu. Başlığı da yine aynı soruydu. Ondan başka; "Onlar, 'Rahman evlat edindi' dediler!" ayetini düşünürken de "Neden esmadan bir başkası değil; Samed değil, Kerîm değil! Neden Rahman?" diye düşünmüş ve birşeyler karalamıştım kendimce. Şimdi yine, 11. Lem'a'nın 5. Nükte'si münasebetiyle, Âl-i İmran sûresindeki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah da sizi sevsin!" ayetini, aynı pencereden bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü biliyorum: Allah'ı sevmek, Rahman'ı sevmek gibi değildir. Kahhar'ı sevmek, Kerîm'i sevmek gibi değildir. Her isim, bizim sınırlılığımızdan dolayı, duygularımızı kendi rengine boyar. Biz, o kadar aciziz ki; andığımız isme göre kalbimiz de değişiyor. Sevgimiz, onun rengine bürünüyor. Belki küfür de bu acizliğin farkında olamamanın neticesi: "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar..." derken Bediüzzaman, bu durumun altını çiziyor.
Allah'ı bilmek, sadece Halık'ı bilmek değil. Fakat Metin Karabaşoğlu abinin yıllar önce dikkatimizi çektiği gibi; günümüzde, Allah denildiğinde çoğu müminin aklına yalnızca Halık isminin manası geliyor. Allah lafzının bütün esmayı kuşattığını, Kenan Demirtaş abinin ifadesiyle; Zat'ın ismi olduğu; bütün esmanın, sıfatların ve şuunatın o isimle kastolunduğunu pek kimse hatırlamıyor.
Bu yüzden işte, ben Allah'ı sevmekle, Kahhar'ı sevmenin, Rahman'ı sevmenin bir olmadığını söylüyorum. Allah, bütün esmanın dengesini bulduğu bir marifet zeminini ifade ediyor aslında esma terminolojisinde. Muhabbeti öyle bir muhabbet. Allah'ı bütün esmasıyla bilme ve sevme; o bilme ve sevmelerin birbirilerine uyumunu kavrama ve esma zemininde de tevhidî bakışı yakalamanın en açık ifadesi. En genele açık, cadde, bereketli, hakikatli yol bu.
Yani bir ismin gölgesinde yolculuk edip onda garkolmak değil yalnız. Sadece Rahman'ı bilmeme, sadece Kahhar'ı bilmeme. Birbirine zıt sandığın, kuşatamadığın tecellilerde dahi bir uyumun olduğunu, hepsinin aynı Zat'ın tecellileri olduğunu farketme Allah'ın zikri. Kalp bu yüzden ancak Allah'ın zikriyle tatmin oluyor. Ve belki bu yüzden, Allah'ı sadece Rahman bilenler, "Evlat edindi" diyebiliyorlar. İhlas sûresindeki; "O doğmamış ve doğurmamıştır!" sırrını kavrayamıyor, marifette eksik kalıyorlar.
"Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır."
Ve Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-u Marazi'l-Bid'a ismiyle meşhur 11. Lem'a'nın da bu ayet üzerinden verdiği ders boşuna değil. Eğer bütün esmanın dengesini bulduğu bir zeminde, kuşattığı tüm manaları anlamış bir şekilde Allah'ı seviyorsanız; sizin bu Allah'a duyduğunuz muhabbet, ancak Allah Resulü'nün yoluna uymakla mecraını bulur. Çünkü bahsin devamında da altı çizildiği gibi; Allah'ı bütün bu farklı isimleri ve tecelliyatıyla tam anlamış, marifet dersini zirve bir dengede almış bir Peygamber'dir ki, o dengeyi arayanlara yol gösterici olabilir. Sıfatlarda hata yapanlara gelince: Elbette onlar Allah'ı kastettiği tüm manalarla anlayamadıkları için dengeden çıkmaları kaçınılmazdır.
"Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."
Şimdi arkadaşım, anladın mı sünnet-i seniyye'yi beğenmemezlik edenler, "Bize yalnız Kur'an var!" diyenler veya farklı versiyonları, neden bu hatayı ediyorlar? Çünkü onlar birşeylerde garkolmuşlar, birşeylerde hata etmişler. Muhabbetleri tüm kuşatıcılığıyla Allah'a değil ki, buldukları da ona en kısa yol olan Habibullah'ın yolu olsun. Başka türlü seven, elbette kendine has muhabbet rengini cadde-i kübra'nın beyazlığında bulamaz. Sokağına âşık olan, caddeyi beğenir mi hiç?
12 Nisan 2014 Cumartesi
10 Nisan 2014 Perşembe
Ben ne güzel tekrarım!
"Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar."
28. Söz'den...
Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.
İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.
"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.
Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.
Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?
Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."
Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."
Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.
Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.
İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.
"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.
Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.
Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?
Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."
Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."
Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.
8 Nisan 2014 Salı
Yalnızlık psikolojisi
Daha evvelki yazılarda, Ali Şeriatî'nin metinlerinden de istifadeyle, tevhidî bakışın dünyayı nasıl bir bütün olarak algıladığını; şirkin ise nasıl onu parçalara/adacıklara ayırdığını konuşmuştuk. Enbiya sûresinde; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti..." beyanıyla da altı çizildiği gibi: Şirkin teolojisi, ister istemez, farklı yaratıcılar ve bu farklı yaratıcıların farklı yaratış süreçlerinden sonra ortaya çıkan çelişkili ve çatışık bir evren düzenini beraberinde getiriyordu. (Marx'ın zahiren ateist, ama aslında politeist 'sınıf çatışmaları' tezlerine de atıf yapmıştık bu noktada, anımsarsınız.)
Daha felsefelerine dair derinlikli bir inceleme yapmadan, teolojilerinin hikayeleştirilmiş hali diyebileceğimiz mitolojilerine baktığımızda bile bu çelişik hali görüyorduk. Eski Yunan ve Eski Mısır'dan tutun, Hindistan'daki çok tanrılı dinlere kadar bütün şirk ekollerindeki mitolojiler, ilahların birbiriyle savaştığı, varlığın böyle ortaya çıktığı, karmaşanın kaçınılmaz bir şekilde toplumsal hayata ve evrene hâkim olduğu bir düzenin sembolizmini içeriyordu.
Bu çatışık inanış ve bunun arkasında müşrik bireylere yüklenmiş felsefe, onların da evrene bakışlarının böylesi parçalayıcı bir etki içermesini sonuç veriyordu. Örneğin; geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün asabiyetler (kabile, ırk, inanış, coğrafik veya sınıfî tüm çeşitleriyle), bu asabiyetlere sahip toplulukların kendi tanrılarına sahip oluşları üzerinden temellendiriliyordu. Cahiliye dönemi Arap coğrafyasında kendisine özel bir tanrıya tapan kabileler vardı mesela. Zengin kabileler tanrılarını altından, gümüşten, değişik değerli şeylerden yaptırarak; tanrısı helvadan veya başka değersiz bir maddeden olan zayıf kavimlere teoloji temelli bir üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Yukarıda, teolojik düzlemde oluşturulmuş bir kast; toplumsal zeminde de ikinci bir kastı beraberinde getiriyordu. Bu bölünmeler, parçalanmalar, daha küçük parçalara ayrılmalar tevhidî bir nazar kuşanılmadıkça tesirini sürdürüyordu.
Belki de Bakara sûresindeki şu ayet, en güzel şekliyle bu hali tasvir ediyor: "Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir."
Burada fesad/bozgunculuk kelimesi üzerinde durmadan önce, bu ayet bağlamında 23. Söz'e atıf yapmak istiyorum. 23. Söz'de Bediüzzaman'ın imanı 'intisap/bağlanma' ekseninde yorumlaması cidden çok enteresandır:
"İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bu noktadan hareketle; ayette geçen 've yaktaûne'yi, Bediüzzaman'ın, genelde meallerde verildiği şekliyle 'beşerî ilişkilerin kesilmesi' bağlamında değil, "Küfür, o nisbeti kat' eder" ifadesiyle, daha geniş bir düzlemde, yani 'tevhidî bir bakışın bütün kainatı birleştirici nazarından yoksunluk' ekseninde ele aldığını düşünüyorum. Çünkü hakikaten tevhid, sadece varlığı Allah'la değil, birbiriyle de bağlar, akraba eder.[1]
Eğer tevhid nazarına sahip olamazsanız, evren size, "Hayat bir mücadeledir!" dedirtecek kadar kavgalı bir surette görünebilir. Buradaki asıl uyanış, varlıkta görünen şen ve namların, 'birbirine bakar şen ve namlar' olduğunu anlamakla olur. Ve bu 'birbirine bakmak' intisabın veciz bir tarifidir: "Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder, birbirini görür gibi birbirine elele verir; birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et; tâdâd ile bitmez."[2]
Peki, şirk kokan nazarların evreni ve toplumu ayette geçen şekliyle fesada uğrattığı (ve yufsidûne), bozgunculuk çıkardığı, yani onları birbirinden bağımsız ve birbiriyle çatışık adacıklara çevirdiği (dolayısıyla yalnızlaştırdığı) bir düzlemde bir müslüman ne yapabilir? Sanıyorum bunun dersini de bize en güzel 11. Lem'a veriyor. "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir..." hadisiyle başlayan yolculukta özellikle 4. Nükte'de verilen 'yalnızlık' dersi, ilişkilerin yeniden asabiyetlere göre konumlandırıldığı, tevhidî bağların kat' edildiği/kesildiği düzlemde, 'müminane duruş sabrının' dayanaklarını çok güzel ortaya koyuyor. Aslında bu kısım, bir yönüyle fesad-ı ümmet zamanında bir müminin düşebileceği yalnızlığı da[3] dikkat çekiyor diyebiliriz.
Öyle ya, sünnet-i seniyeye intisap, o intisap dünyevî ölçülerle de kazandırıyorken kolaydır. Peki ya, hayatınız fesad-ı ümmet zamanına denk geliyorsa? Sünnete uymak, dünyevî ölçülerde kaybettiriyor gibi duruyorsa? Yalnızlaştırıyorsa? O zaman kaybediyor olmaya rağmen duruşunu bozmamak nasıl olacaktır? Bediüzzaman bu kopuş zamanlarında dayanma gücünü yine Kur'an'da ve Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatında bulur. "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur!" ayetini yalnızca Hz. Resulullaha bir emir olarak değil, tüm zamanların mürşidlerine söylenmiş bir nasihat olarak şöyle yorumlar:
"(...) Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: 'Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz' der."
Siz hiç Kur'an'ı 'size indirilmiş bir psikolog' gözüyle okuyabildiniz mi? 11. Lem'a'ın 4. Nükte'si, Bediüzzaman'ın, kendi yalnızlığına Kur'an'dan bulduğu bu teselliyle, Kur'an'dan bir psikoloji kitabı çıkarılabileceğinin ışığını gösteriyor bizlere. Ve bir taraftan da şu anlarım bu bahisten:
Ümmet fesada düştüğünde, bütün bağlar kopup ilişkiler asabiyetler ekseninde yeniden şekillendiğinde, o tauna rağmen yüz şehidin mutluluğunu (ecr dolayısıyla mutlu eden demektir) kalbinde taşımak istiyorsan, sünnet-i seniyyeden ayrılma. "İman bir intisabdır." Durduğun yeri kaybetmezsen, varlıkla ve Allah'la bağını korursan, uzun vadede kazanan, kısa vadede de mutlu olan kesinlikle sen olacaksın. Ne olur, antika olduğunu unutup, demirciler çarşısındaki kendine değer arama. Her dalgada, sallantıda yeni bağların peşinde koşma! Duruşun ilkesel olsun, konjonktürel değil. Konjonktür değişkendir, huzur getirmez.
[1] "Müminler ancak kardeştir" ayeti bunun da ilanıdır aslında bir yönüyle.
[2] Bu arada, 'birbirine bakar' ifadesini külliyatta bir taramanızı ne kadar isterim. Bediüzzaman bu ifadeyi iki şekilde kullanır. 1) Esma düzeyinde bağlantıları göstermek. 2) Eşya düzeyindeki birlikteliklere dikkat çekmek.
[3] Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman o kısımda önce kendisinin üç yalnızlığından bahseder, sonra ayeti buna deva olarak yorumlar.
Daha felsefelerine dair derinlikli bir inceleme yapmadan, teolojilerinin hikayeleştirilmiş hali diyebileceğimiz mitolojilerine baktığımızda bile bu çelişik hali görüyorduk. Eski Yunan ve Eski Mısır'dan tutun, Hindistan'daki çok tanrılı dinlere kadar bütün şirk ekollerindeki mitolojiler, ilahların birbiriyle savaştığı, varlığın böyle ortaya çıktığı, karmaşanın kaçınılmaz bir şekilde toplumsal hayata ve evrene hâkim olduğu bir düzenin sembolizmini içeriyordu.
Bu çatışık inanış ve bunun arkasında müşrik bireylere yüklenmiş felsefe, onların da evrene bakışlarının böylesi parçalayıcı bir etki içermesini sonuç veriyordu. Örneğin; geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün asabiyetler (kabile, ırk, inanış, coğrafik veya sınıfî tüm çeşitleriyle), bu asabiyetlere sahip toplulukların kendi tanrılarına sahip oluşları üzerinden temellendiriliyordu. Cahiliye dönemi Arap coğrafyasında kendisine özel bir tanrıya tapan kabileler vardı mesela. Zengin kabileler tanrılarını altından, gümüşten, değişik değerli şeylerden yaptırarak; tanrısı helvadan veya başka değersiz bir maddeden olan zayıf kavimlere teoloji temelli bir üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Yukarıda, teolojik düzlemde oluşturulmuş bir kast; toplumsal zeminde de ikinci bir kastı beraberinde getiriyordu. Bu bölünmeler, parçalanmalar, daha küçük parçalara ayrılmalar tevhidî bir nazar kuşanılmadıkça tesirini sürdürüyordu.
Belki de Bakara sûresindeki şu ayet, en güzel şekliyle bu hali tasvir ediyor: "Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir."
Burada fesad/bozgunculuk kelimesi üzerinde durmadan önce, bu ayet bağlamında 23. Söz'e atıf yapmak istiyorum. 23. Söz'de Bediüzzaman'ın imanı 'intisap/bağlanma' ekseninde yorumlaması cidden çok enteresandır:
"İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bu noktadan hareketle; ayette geçen 've yaktaûne'yi, Bediüzzaman'ın, genelde meallerde verildiği şekliyle 'beşerî ilişkilerin kesilmesi' bağlamında değil, "Küfür, o nisbeti kat' eder" ifadesiyle, daha geniş bir düzlemde, yani 'tevhidî bir bakışın bütün kainatı birleştirici nazarından yoksunluk' ekseninde ele aldığını düşünüyorum. Çünkü hakikaten tevhid, sadece varlığı Allah'la değil, birbiriyle de bağlar, akraba eder.[1]
Eğer tevhid nazarına sahip olamazsanız, evren size, "Hayat bir mücadeledir!" dedirtecek kadar kavgalı bir surette görünebilir. Buradaki asıl uyanış, varlıkta görünen şen ve namların, 'birbirine bakar şen ve namlar' olduğunu anlamakla olur. Ve bu 'birbirine bakmak' intisabın veciz bir tarifidir: "Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder, birbirini görür gibi birbirine elele verir; birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et; tâdâd ile bitmez."[2]
Peki, şirk kokan nazarların evreni ve toplumu ayette geçen şekliyle fesada uğrattığı (ve yufsidûne), bozgunculuk çıkardığı, yani onları birbirinden bağımsız ve birbiriyle çatışık adacıklara çevirdiği (dolayısıyla yalnızlaştırdığı) bir düzlemde bir müslüman ne yapabilir? Sanıyorum bunun dersini de bize en güzel 11. Lem'a veriyor. "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir..." hadisiyle başlayan yolculukta özellikle 4. Nükte'de verilen 'yalnızlık' dersi, ilişkilerin yeniden asabiyetlere göre konumlandırıldığı, tevhidî bağların kat' edildiği/kesildiği düzlemde, 'müminane duruş sabrının' dayanaklarını çok güzel ortaya koyuyor. Aslında bu kısım, bir yönüyle fesad-ı ümmet zamanında bir müminin düşebileceği yalnızlığı da[3] dikkat çekiyor diyebiliriz.
Öyle ya, sünnet-i seniyeye intisap, o intisap dünyevî ölçülerle de kazandırıyorken kolaydır. Peki ya, hayatınız fesad-ı ümmet zamanına denk geliyorsa? Sünnete uymak, dünyevî ölçülerde kaybettiriyor gibi duruyorsa? Yalnızlaştırıyorsa? O zaman kaybediyor olmaya rağmen duruşunu bozmamak nasıl olacaktır? Bediüzzaman bu kopuş zamanlarında dayanma gücünü yine Kur'an'da ve Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatında bulur. "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur!" ayetini yalnızca Hz. Resulullaha bir emir olarak değil, tüm zamanların mürşidlerine söylenmiş bir nasihat olarak şöyle yorumlar:
"(...) Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: 'Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz' der."
Siz hiç Kur'an'ı 'size indirilmiş bir psikolog' gözüyle okuyabildiniz mi? 11. Lem'a'ın 4. Nükte'si, Bediüzzaman'ın, kendi yalnızlığına Kur'an'dan bulduğu bu teselliyle, Kur'an'dan bir psikoloji kitabı çıkarılabileceğinin ışığını gösteriyor bizlere. Ve bir taraftan da şu anlarım bu bahisten:
Ümmet fesada düştüğünde, bütün bağlar kopup ilişkiler asabiyetler ekseninde yeniden şekillendiğinde, o tauna rağmen yüz şehidin mutluluğunu (ecr dolayısıyla mutlu eden demektir) kalbinde taşımak istiyorsan, sünnet-i seniyyeden ayrılma. "İman bir intisabdır." Durduğun yeri kaybetmezsen, varlıkla ve Allah'la bağını korursan, uzun vadede kazanan, kısa vadede de mutlu olan kesinlikle sen olacaksın. Ne olur, antika olduğunu unutup, demirciler çarşısındaki kendine değer arama. Her dalgada, sallantıda yeni bağların peşinde koşma! Duruşun ilkesel olsun, konjonktürel değil. Konjonktür değişkendir, huzur getirmez.
[1] "Müminler ancak kardeştir" ayeti bunun da ilanıdır aslında bir yönüyle.
[2] Bu arada, 'birbirine bakar' ifadesini külliyatta bir taramanızı ne kadar isterim. Bediüzzaman bu ifadeyi iki şekilde kullanır. 1) Esma düzeyinde bağlantıları göstermek. 2) Eşya düzeyindeki birlikteliklere dikkat çekmek.
[3] Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman o kısımda önce kendisinin üç yalnızlığından bahseder, sonra ayeti buna deva olarak yorumlar.
6 Nisan 2014 Pazar
Fâsık Psikolojisi
"(...) iyi olan hiçbir şeyi sevmezler yavrum, kendileri iyi olmadıkları için onları da yok ederler."
Gorki, Çocukluğum'dan...
Fâsık: Sözlükte 'çıkmak' manasına gelir. Istılahta ise dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Fıskı derecelendirme açısından üç grupta toplamak mümkündür: 1) Günahı çirkin olarak kabul edip bazen günah işlemek. 2) Bir günahı ısrarla yapmak. 3) Günahın çirkin olduğunu inkar ederek bu günahı işlemeye açıkça devam etmek. Sonuncusu, küfrü gerektiren bir durumdur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili'nden).
İlk kez Metin Karabaşoğlu abiden işitmiştim bu nüansı: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste İslam kelimesinin olmadığını. Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. İlgili yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Varlık hayır üzerineydi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu. Yaratılışta kötülük yoktu, yorumlanışta kötülük vardı.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Hiç kimse laboratuvara kapanıp çalışırken şirkin varlığına bilimsel bir veri keşfetmiyordu. (Üretilen herşey teori/tasavvur düzeyinde, şirkin mümkünlüğünü yol bulmak nazarıyla kurgulanmış uydurmalardı.) Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde, sanıyorum, bunun cevabını yakaladım. Bu eserin Ateistlerin İnancı isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın nameşru zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu. İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Üstad Hazretleri Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra fâsık psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günahkârlık ve ileri aşamasıyla fâsıklık, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki karşı koyuşu, hayır üzere olan içsesi bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu noktada bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma:
"Bakın, Allah, bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, 'Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?' derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fâsıklardan başkasını saptırmaz."
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki:
‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîm'in de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: "Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden?" Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti elbette. Fakat ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı, yani 'göremeyen veya görmek istemeyen'lerin nazarlarında, zatında hayır üzere olan varlığın küfür ve şer üzerine esnetildiği/yorumlandığı aşikârdı. Küfrün özünde mantık değil, hedonizm/zevkçilik vardı. Kuvve-i akliye, ancak daha sonra sapmış olan diğer iki kuvvenin peşinden bilgi üretimine başlıyordu dalalet ekolünde.
Tıpkı ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günah işlemeye yönelik karşı konulmaz bir arzu duyanlar, sonra bu arzunun peşinde doludizgin koşanlar, elbette aralarında engel olarak gördükleri şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı. Ve arkadaşım, o yol, insanın kötülüğü canı istediği sürece, açıktı.
Not: Bu yazı daha önce, epey kısa bir şekliyle Küfür Psikolojisi olarak yayınlanmıştı. Bakara sûresindeki ilgili ayet üzerine yeni bir yazı kaleme almaya niyetlendiğimde, sıfırdan yeni birşey yazmak yerine, çok dışına çıkamadığım görünce, eskisi üzerinde çalıştım. Fâsık Psikolojisi, o yazının zenginleştirilmiş şeklidir.
Gorki, Çocukluğum'dan...
Fâsık: Sözlükte 'çıkmak' manasına gelir. Istılahta ise dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Fıskı derecelendirme açısından üç grupta toplamak mümkündür: 1) Günahı çirkin olarak kabul edip bazen günah işlemek. 2) Bir günahı ısrarla yapmak. 3) Günahın çirkin olduğunu inkar ederek bu günahı işlemeye açıkça devam etmek. Sonuncusu, küfrü gerektiren bir durumdur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili'nden).
İlk kez Metin Karabaşoğlu abiden işitmiştim bu nüansı: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste İslam kelimesinin olmadığını. Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. İlgili yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Varlık hayır üzerineydi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu. Yaratılışta kötülük yoktu, yorumlanışta kötülük vardı.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Hiç kimse laboratuvara kapanıp çalışırken şirkin varlığına bilimsel bir veri keşfetmiyordu. (Üretilen herşey teori/tasavvur düzeyinde, şirkin mümkünlüğünü yol bulmak nazarıyla kurgulanmış uydurmalardı.) Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde, sanıyorum, bunun cevabını yakaladım. Bu eserin Ateistlerin İnancı isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın nameşru zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu. İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Üstad Hazretleri Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra fâsık psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günahkârlık ve ileri aşamasıyla fâsıklık, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki karşı koyuşu, hayır üzere olan içsesi bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu noktada bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma:
"Bakın, Allah, bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, 'Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?' derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fâsıklardan başkasını saptırmaz."
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki:
‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîm'in de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: "Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden?" Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti elbette. Fakat ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı, yani 'göremeyen veya görmek istemeyen'lerin nazarlarında, zatında hayır üzere olan varlığın küfür ve şer üzerine esnetildiği/yorumlandığı aşikârdı. Küfrün özünde mantık değil, hedonizm/zevkçilik vardı. Kuvve-i akliye, ancak daha sonra sapmış olan diğer iki kuvvenin peşinden bilgi üretimine başlıyordu dalalet ekolünde.
Tıpkı ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günah işlemeye yönelik karşı konulmaz bir arzu duyanlar, sonra bu arzunun peşinde doludizgin koşanlar, elbette aralarında engel olarak gördükleri şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı. Ve arkadaşım, o yol, insanın kötülüğü canı istediği sürece, açıktı.
Not: Bu yazı daha önce, epey kısa bir şekliyle Küfür Psikolojisi olarak yayınlanmıştı. Bakara sûresindeki ilgili ayet üzerine yeni bir yazı kaleme almaya niyetlendiğimde, sıfırdan yeni birşey yazmak yerine, çok dışına çıkamadığım görünce, eskisi üzerinde çalıştım. Fâsık Psikolojisi, o yazının zenginleştirilmiş şeklidir.
4 Nisan 2014 Cuma
Ya hepimiz dönüşüyorsak?
"Evinde duvarlar bile yardım eder insana." Anton Pavloviç Çehov, Köylüler öyküsünden.
Zerre Risalesi okumaları yaparken gelmişti aklıma bu sorular: Belki de âleme eğitilmek için gönderilmiş olanlar yalnız biz değiliz? Belki âlem de bizimle birlikte bir tedris içinde. Beraber terbiye olunuyoruz. Onların bizden farkı: Emaneti kabul etmeyişleri. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir..." ayeti hem kabul edenlerden hem etmeyenlerden bahsediyor. Emanetsiz terbiye olmaz mı peki?
Biz kabul etmişiz. Şuurundayız yaşananların olabildiğimiz kadar. Onlar değiller. Belki de seçeneklerin varlığını bile bilmiyorlar. Ne mutlu! Hep doğruyu seçiyorlar. Çünkü fıtratları onları doğruya götürüyor. Tıpkı Fussilet sûresinde dendiği gibi: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi." İsteyerek yapıyorlar onlar da herşeyi. Coşkularından belli. Durmamalarından belli. Tembellik yok. Hikmetli bir bekleyişten başka dinlenmek yok. Tembellik bize. İhtiyar bize. İrade bize. Sırf bunlara sahip olduğumuz için tek hazırlananın kendimiz olduğunu iddia etmek doğru mu? Hazırlanmak için sınanıyor olmak şart mı?
Dedim ya; ilk kez Zerre Risalesi'ni tefekkür ederken gelmişti bunlar aklıma. Mürşidimiz, Hatemü'l-Enbiya'dan dersini almış bize diyordu ki:
"Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."
Ne demek bu 'nurlandırmak' veya 'âlem-i uhreviye binasına layık zerreler' olmak? 'Letafet peyda etmek' ne demek? Bunların tam karşılığını ben de bilmiyorum. Fakat öyle hissediyorum ki: Hepimiz bir büyük dönüşümün içindeyiz.
Ol'uyoruz sürekli o büyük 'ol'un içinde. Zamanla mukayyetiz. Sınırlar bizden. O büyük ol'u ancak küçük ol'lara şahitliğimizle görebiliyoruz. Bu yüzden şahadet getirip müslüman oluyor ve şahitler olarak yaşıyoruz dünyada. Kıymetimiz herşeyi bilmemizden değil, zaten bu mümkün de değil, yanından geçtiğimiz ol'lara şahitlik etmemizden. Bizler büyük kâinat dönüşümünün şahitleriyiz. İbrahim sûresinde buyrulduğu gibi: "Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün..." Sahi, yeryüzü, her an başka bir şekle çevrilmiyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam "Dünya ahiretin tarlasıdır..." derken ya sadece bizi, toprağımızı veya ektiklerimizi kastetmemişse?
"Sâni-i Hakîm anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemâl hükmünde) mâdeniyât derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyâta mahsus tesbihâtları onlara bildirmesiyle; ve mâdeniyâtı tahrik ve tavzif edip nebâtât mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle; ve nebâtâtı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanât mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle; ve hayvanâttaki zerrâtı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla; ve insanın vücudundaki zerrâtı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimâğın ve kalbin en nâzik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor."
İmam-ı Mübin olan büyük 'ol'u, kayıtlarımız nedeniyle ancak Kitab-ı Mübin'in küçük oluşları şahitliğiyle görebiliyoruz. Kudretle giydirilen suret kuşatamadığımız ilme şahit kılıyor bizi. Sanki ilim bölündükçe kudret oluyor. Yahut da ilim, kudret vasıtasıyla, bizim yutabileceğimiz küçük parçalara bölünüyor. Ve dünya, canlı-cansız varlıklarla karışık evren, giderek nurlanıyor, hayatlanıyor, canlanıyor. Ankebut sûresi de bu dersi veriyor: "Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." Demek can var canın üstünde. Biz hayatın nihayetinde değiliz. Daha daha canlanıyoruz. Gerçekten yaşayacağımız günlerin eğitimindeyiz.
Hani pikniğe gidersin, çalı çırpı toplarsın, ateş yakmaya niyetlenirsin. Ama birden yanmaz o ateş. Üflersin, üflersin, üflersin. Kısım kısım parlamalar olur. Yanıp yanıp sönmeler olur. Sonra birden tutuşur. Yani sürekli değişir birşeyler o müstakbel yangının içinde. Yavaş yavaş dönüşür. Kimyada buna 'aktivasyon enerjisi' diyorlar. Tepkimenin başlaması için gerekli olan enerji. Âlem de belki kendi büyük dönüşümünün aktivasyon enerjisini topluyor. Dönüşümünü biriktiriyor. Kıyamet tepkime noktamız. Ama bizim tutuşmamız hayat ile. Allah bizi Hayy ismi şerifinde yandıracak. O yüzden bu dünyaya sürekli ondan üflüyor. Ölenler, dirilenler, yananlar, sönenler. Sanki büyük bir yangının eşiğinde gibiyiz. Bir kısmımız ateş olup nurlanacak. Şu anda da iman iman nurlanıyorlar işte. Bir kısmımız kül olup öyle değersiz kalacak. Onlar da küfür küfür topluyorlar işte.
Cennetlikler ve cehennemlikler. Herkes orada karşılaşacağı muameleyi burada yetiştiriyor. Ahiretin tarlası olan dünyayı yalnız insanın hasenatı-seyyiatı olarak düşünme. Yalnız iyilik ve kötülük toplamıyorsun bu âlemde. Aynı zamanda orada karşılaşacağın zerreleri de dönüştürüyorsun. Dönüştüreceğini götüreceksin yanında. Büründürdüğün manayı orada bulacaksın. İncitmediklerin seni gözetmeye gelecek. Duhan sûresi neden "Gök ve yer onlara ağlamadı" buyuruyor kafirler için. Neden? Güzel birşeye dönüştürmüyorlar ki onu. Neden üzülsün onlar yer ve gök için? Aksine nurlanmalarını engelliyorlar onlar.
"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir."
Gördün mü şahitliğin ne kadar kıymetli. O zaman şahitliğine dikkat et. An'ını yaşama. An'ına şahit ol. Tefekkürle incel. An'ını yaşayacaksan böyle yaşa. Bu hayatta gördüklerini iyi anlamlarla sar ve üzerine ismini yaz ki ahirette onları gördüğünde paketinden tanıyasın. Üzerine Ahmed'in 'bismillah' dediği elmalar bulsun seni. İnsan kendi cümlelerini başkalarından iyi tanır. Belki Bakara sûresinde nicedir aklını kurcalayan sır da budur: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: 'Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu!' derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."
Şu, benzetip hayret edişin, sakın dünyada dönüştürdüğünü orada bulmaktan olmasın? Üzerine Allah'ı anmak, rızasını aramak, tefekkürünü yapmak nesneleri işaretlemek olmasın? Ve arkadaşım, buradan bakmakla belki, Bediüzzaman'ın kırık bir çay kaşığına neden onu çöpten çıkarttıracak kadar düşkün olduğunu veyahut Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ağlayan hurma kütüğünü nasıl cennete diktiğini de anlayabilirsin. Demek ki giderler. Şahit olanlar şahit olduklarıyla birlikte giderler...
Günahtan sakınmakta da bu sır olabilir. Şahitlik bir nevi aitlik. Güzel şeylere şahit olalım. Yoksa bizi şahidi olduğumuz kötülüklerin yanına çağıracaklar. Allah korusun.
Zerre Risalesi okumaları yaparken gelmişti aklıma bu sorular: Belki de âleme eğitilmek için gönderilmiş olanlar yalnız biz değiliz? Belki âlem de bizimle birlikte bir tedris içinde. Beraber terbiye olunuyoruz. Onların bizden farkı: Emaneti kabul etmeyişleri. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir..." ayeti hem kabul edenlerden hem etmeyenlerden bahsediyor. Emanetsiz terbiye olmaz mı peki?
Biz kabul etmişiz. Şuurundayız yaşananların olabildiğimiz kadar. Onlar değiller. Belki de seçeneklerin varlığını bile bilmiyorlar. Ne mutlu! Hep doğruyu seçiyorlar. Çünkü fıtratları onları doğruya götürüyor. Tıpkı Fussilet sûresinde dendiği gibi: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi." İsteyerek yapıyorlar onlar da herşeyi. Coşkularından belli. Durmamalarından belli. Tembellik yok. Hikmetli bir bekleyişten başka dinlenmek yok. Tembellik bize. İhtiyar bize. İrade bize. Sırf bunlara sahip olduğumuz için tek hazırlananın kendimiz olduğunu iddia etmek doğru mu? Hazırlanmak için sınanıyor olmak şart mı?
Dedim ya; ilk kez Zerre Risalesi'ni tefekkür ederken gelmişti bunlar aklıma. Mürşidimiz, Hatemü'l-Enbiya'dan dersini almış bize diyordu ki:
"Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."
Ne demek bu 'nurlandırmak' veya 'âlem-i uhreviye binasına layık zerreler' olmak? 'Letafet peyda etmek' ne demek? Bunların tam karşılığını ben de bilmiyorum. Fakat öyle hissediyorum ki: Hepimiz bir büyük dönüşümün içindeyiz.
Ol'uyoruz sürekli o büyük 'ol'un içinde. Zamanla mukayyetiz. Sınırlar bizden. O büyük ol'u ancak küçük ol'lara şahitliğimizle görebiliyoruz. Bu yüzden şahadet getirip müslüman oluyor ve şahitler olarak yaşıyoruz dünyada. Kıymetimiz herşeyi bilmemizden değil, zaten bu mümkün de değil, yanından geçtiğimiz ol'lara şahitlik etmemizden. Bizler büyük kâinat dönüşümünün şahitleriyiz. İbrahim sûresinde buyrulduğu gibi: "Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün..." Sahi, yeryüzü, her an başka bir şekle çevrilmiyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam "Dünya ahiretin tarlasıdır..." derken ya sadece bizi, toprağımızı veya ektiklerimizi kastetmemişse?
"Sâni-i Hakîm anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemâl hükmünde) mâdeniyât derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyâta mahsus tesbihâtları onlara bildirmesiyle; ve mâdeniyâtı tahrik ve tavzif edip nebâtât mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle; ve nebâtâtı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanât mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle; ve hayvanâttaki zerrâtı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla; ve insanın vücudundaki zerrâtı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimâğın ve kalbin en nâzik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor."
İmam-ı Mübin olan büyük 'ol'u, kayıtlarımız nedeniyle ancak Kitab-ı Mübin'in küçük oluşları şahitliğiyle görebiliyoruz. Kudretle giydirilen suret kuşatamadığımız ilme şahit kılıyor bizi. Sanki ilim bölündükçe kudret oluyor. Yahut da ilim, kudret vasıtasıyla, bizim yutabileceğimiz küçük parçalara bölünüyor. Ve dünya, canlı-cansız varlıklarla karışık evren, giderek nurlanıyor, hayatlanıyor, canlanıyor. Ankebut sûresi de bu dersi veriyor: "Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." Demek can var canın üstünde. Biz hayatın nihayetinde değiliz. Daha daha canlanıyoruz. Gerçekten yaşayacağımız günlerin eğitimindeyiz.
Hani pikniğe gidersin, çalı çırpı toplarsın, ateş yakmaya niyetlenirsin. Ama birden yanmaz o ateş. Üflersin, üflersin, üflersin. Kısım kısım parlamalar olur. Yanıp yanıp sönmeler olur. Sonra birden tutuşur. Yani sürekli değişir birşeyler o müstakbel yangının içinde. Yavaş yavaş dönüşür. Kimyada buna 'aktivasyon enerjisi' diyorlar. Tepkimenin başlaması için gerekli olan enerji. Âlem de belki kendi büyük dönüşümünün aktivasyon enerjisini topluyor. Dönüşümünü biriktiriyor. Kıyamet tepkime noktamız. Ama bizim tutuşmamız hayat ile. Allah bizi Hayy ismi şerifinde yandıracak. O yüzden bu dünyaya sürekli ondan üflüyor. Ölenler, dirilenler, yananlar, sönenler. Sanki büyük bir yangının eşiğinde gibiyiz. Bir kısmımız ateş olup nurlanacak. Şu anda da iman iman nurlanıyorlar işte. Bir kısmımız kül olup öyle değersiz kalacak. Onlar da küfür küfür topluyorlar işte.
Cennetlikler ve cehennemlikler. Herkes orada karşılaşacağı muameleyi burada yetiştiriyor. Ahiretin tarlası olan dünyayı yalnız insanın hasenatı-seyyiatı olarak düşünme. Yalnız iyilik ve kötülük toplamıyorsun bu âlemde. Aynı zamanda orada karşılaşacağın zerreleri de dönüştürüyorsun. Dönüştüreceğini götüreceksin yanında. Büründürdüğün manayı orada bulacaksın. İncitmediklerin seni gözetmeye gelecek. Duhan sûresi neden "Gök ve yer onlara ağlamadı" buyuruyor kafirler için. Neden? Güzel birşeye dönüştürmüyorlar ki onu. Neden üzülsün onlar yer ve gök için? Aksine nurlanmalarını engelliyorlar onlar.
"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir."
Gördün mü şahitliğin ne kadar kıymetli. O zaman şahitliğine dikkat et. An'ını yaşama. An'ına şahit ol. Tefekkürle incel. An'ını yaşayacaksan böyle yaşa. Bu hayatta gördüklerini iyi anlamlarla sar ve üzerine ismini yaz ki ahirette onları gördüğünde paketinden tanıyasın. Üzerine Ahmed'in 'bismillah' dediği elmalar bulsun seni. İnsan kendi cümlelerini başkalarından iyi tanır. Belki Bakara sûresinde nicedir aklını kurcalayan sır da budur: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: 'Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu!' derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."
Şu, benzetip hayret edişin, sakın dünyada dönüştürdüğünü orada bulmaktan olmasın? Üzerine Allah'ı anmak, rızasını aramak, tefekkürünü yapmak nesneleri işaretlemek olmasın? Ve arkadaşım, buradan bakmakla belki, Bediüzzaman'ın kırık bir çay kaşığına neden onu çöpten çıkarttıracak kadar düşkün olduğunu veyahut Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ağlayan hurma kütüğünü nasıl cennete diktiğini de anlayabilirsin. Demek ki giderler. Şahit olanlar şahit olduklarıyla birlikte giderler...
Günahtan sakınmakta da bu sır olabilir. Şahitlik bir nevi aitlik. Güzel şeylere şahit olalım. Yoksa bizi şahidi olduğumuz kötülüklerin yanına çağıracaklar. Allah korusun.
2 Nisan 2014 Çarşamba
Bir tefsir metodu olarak: düzensizlik!
Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın, bize bu denli sıradışı görünmesinin en büyük sebebi; dağınıklılığı içindeki düzenliliği. Bu durum, onun üslûbunun uzaktan tarif edilebilir; ama parçalara ayrılıp "Budur, budur, bundan ibarettir!" denilerek maddeleştirilebilir olmayışını netice veriyor. Yani daha açık ifade edebilirsem: Her yerden (Muhakemat'taki ifadesiyle) 'nazm-ı maani' kaşığıyla birşeyler toplayarak ve onları sünuhatın kepçesiyle karıştırarak öyle bir bal koyuyor ki ortamıza; biz bu balı formülüze edip, "İçinde şunlar şunlar var!" diyerek kendi labratuvarımızda yapamıyoruz.
Mübalağa etmek nurculukta meziyet değildir, hoş birşey de değildir. Ben de hazzetmem. Müellifi övmek, buradan bir Nurculuk asabiyeti devşirmek için söylemiyorum bunları. Açlığım hakikate. Bu, benim küçük küçük şahit olduğum ve hayran kaldığım birşey. Mesela bir örneğini, Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız okumalar esnasında, Zerre Risalesi'nde görmüştüm. Ama oraya geçmeden bu 'dağınıklılık içinde düzenlilik' metoduna atıf yaptığı 13. Söz'deki ilgili yeri alıntılayacağım. Burada Bediüzzaman, Kur'an'ın sistematiği üzerine 'nazm-ı maani' zemininde şöyle bir yaklaşım getiriyor:
"Evet, nasıl ki, semâda olan intizamsız yıldızların sûreten adem-i intizamı cihetiyle, herbir yıldız kayıt altına girmeyip, herbirisi ekserî yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki—birer birer—herbir yıldıza mevcudât beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münâsebet uzatıyor. Güyâ, herbir tek yıldız, nücûm-u âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."
Nücum (yıldız) ve ayet benzetmesi, dolayısıyla uzay gibi çok boyutlu bir Kur'an algısı, Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının temel zenginliği bence. O, hangi ayet merkeze alınırsa alınsın; o ayetin merkeziyetinde bütün Kur'an'ın yeni bir nazarla okunabileceğini söylüyor burada. Her birisinin arasında bir münasebet var. Her defasında, merkeze aldığınız manaya göre nazım/ahenk/düzen değişiyor. Nazm-ı maani de biraz bu bence: Mana merkeze aldığında, alınan manaya göre, hakikatin yeni suretini sana göstermesi. Bediüzzaman'ın tefsir metodunun en orijinal ve klasik tefsircilere göre tuhaf gelen tarafı da bu:
Bir ayeti veya hakikati merkeze aldığında onunla ilgili olabilecek herşeyin (ayet, hadis, anı, her türlü zenginleştirici malumat) metnin içine girmesi. İhsan Atasoy abiden bununla ilgili birkaç hatıra da işitmiştim, ama hatıralarla hakikat anlatmayı sevmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim: Üstad Hazretleri, bizzat kendisi de, bir hakikati yazarken yüzlerce ayetin metne dahil olmak için kalbinde/aklında çarpıştığını aktarıyor talebelerine. Bu, bence, Bediüzzaman'ın, bütün malumatını merkeze aldığı mana merkezinden taraması meselesi işte. Hangi mananın eşiğinden seyrediyorsa, nazmın ona göre ayetleri ipliğe dizmesi. Bunun Kur'an'da 'intizamsızlık içinde kemâl-i intizam' sağladığını görmüş ve metinlerinde sanki bu (bize göre) 'gelişigüzelliğin zenginliğini' metot olarak kullanmış.
Mesela; Zerre Risalesi'nde manşete alınan ayet, Sebe sûresinin 3. ayetiyken, içeride birçok ayete daha atıf var. Hem de başka başka sûrelerden, uzak uzak yerlerden. Hatta ayetlerin dışında "Ben bunu tefsir ediyorum" demeden, dakikseniz yakalayabileceğiniz tefsir edilen hadisler de var. Bazı külliyat çalışmaları, bunları yakalayabilirse, kaynağını yanına not düşüyor "Falanca hadistir..." diye. (Söz Basım mesela bunu yapmış elinden geldiğince. Başkaları da—Allah razı olsun hepsinden— yapmış.)
Fakat diyelim ki; Birinci Nokta'nın İkinci Mebhas'ının beş hikmeti gibi bir yer olsun bu. Orada sık sık atıf yapılan 'rûy-i zemin tarlası' veya 'mezraâ-i dünya' veya 'zemin yüzünün tezgâhı ve tarlası' gibi yerleri "Dünya, ahiretin tarlasıdır" hadisiyle bağlayamazsanız; bu beş hikmetin o hadisin bir tefsirini de içerdiğini göremiyorsunuz. Ki bu beş hikmet boyunca dünya ve tarla arasında kurulan benzerlikler yalnız mahsul anlamında değil, çok daha zengindir. Mesela orada tarlanın sınırlılığı ile mahdut zemin arasında da bağlantı kurar Bediüzzaman. Tarla ile güneş arasındaki ilgiyle de tecelliyatı ile Allah arasındaki bağlantıyı anlatmaya çalışır. Tarlayı bizim anladığımızdan çok daha zengin algılar.
Hatta diyebilirim ki; Zerre Risalesi'nin bütünü aynı zamanda bu hadisin de tefsiridir. Ama ona münhasır değildir. İşte aynı zamanda hem onun hem bunun tefsiridir dedirten sırdır ki; Bediüzzaman'ın üslûbundaki intizamsızlık içindeki intizamı ders verir bize. Formülüze edilmesini güçleştirirken, metni zenginleştirir. Taklidini zorlaştırırken, tadına doyulmaz kılar.
Zerre Risalesi'ni okurken, içinde hiç bu hadis zikredilmediği halde, her yerinde bu hadisin zengin manalarını yudumlarsınız. Mesela ne zaman Zerre Risalesi'ni okusam bana öyle gelir ki; ahiret, öyle uzağımızda bir yer değil, her an bizim şahidi olduklarımızla işaretlenip kemalata koşturulan ve yine onlardan yaratılacak olandır. Yani dünya, ahiretin tarlasıdır; çünkü ana malzemesi yine dünyadandır. Fakat bu meseleyi bu yazıda aktarmaya kalkarsam çok uzatacağım. En iyisi bir sonraki yazıya bırakayım. Gücüm yetmedi, gözüm kesmedi.
Yalnız şu var: Son birkaç yazımda anlamaya çalıştığım Bakara 23 ve 24'ü bir de bu pencereden seyretmenizi isterim. Kur'an'ın bir benzerini getirmek kâfirler ve hatta tüm insanlık için neden imkansızdır, onun bir sırrı buradan bize göz kırpıyor. Kâinatı böylesi hatt-ı münasebetler ağı olarak çok boyutlu görmek, insan gibi zamanla ve nesilden nesile gelişen bir canlının haddi değildir ki; bu intizamsızlık içinde kemal-i intizama erişebilsin. Ancak ondan istifade edebildiği kadar görebilir, ondan okuyabildiği kadar/kadarıyla taklidi deneyebilir. Nazarı yetişemez ki, yazdığı yetişebilsin. Bütünün ne olduğunu asla bilemeyecek olan, bütünle bütünüyle uyumlu olanı yazabilir mi hiç? Vahyin yapamayacağımızı ima ettiği veya açıkça söylediği herşey, aslında fıtratımızın bir sınırına işaret ediyor.
Mübalağa etmek nurculukta meziyet değildir, hoş birşey de değildir. Ben de hazzetmem. Müellifi övmek, buradan bir Nurculuk asabiyeti devşirmek için söylemiyorum bunları. Açlığım hakikate. Bu, benim küçük küçük şahit olduğum ve hayran kaldığım birşey. Mesela bir örneğini, Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız okumalar esnasında, Zerre Risalesi'nde görmüştüm. Ama oraya geçmeden bu 'dağınıklılık içinde düzenlilik' metoduna atıf yaptığı 13. Söz'deki ilgili yeri alıntılayacağım. Burada Bediüzzaman, Kur'an'ın sistematiği üzerine 'nazm-ı maani' zemininde şöyle bir yaklaşım getiriyor:
"Evet, nasıl ki, semâda olan intizamsız yıldızların sûreten adem-i intizamı cihetiyle, herbir yıldız kayıt altına girmeyip, herbirisi ekserî yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki—birer birer—herbir yıldıza mevcudât beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münâsebet uzatıyor. Güyâ, herbir tek yıldız, nücûm-u âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."
Nücum (yıldız) ve ayet benzetmesi, dolayısıyla uzay gibi çok boyutlu bir Kur'an algısı, Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının temel zenginliği bence. O, hangi ayet merkeze alınırsa alınsın; o ayetin merkeziyetinde bütün Kur'an'ın yeni bir nazarla okunabileceğini söylüyor burada. Her birisinin arasında bir münasebet var. Her defasında, merkeze aldığınız manaya göre nazım/ahenk/düzen değişiyor. Nazm-ı maani de biraz bu bence: Mana merkeze aldığında, alınan manaya göre, hakikatin yeni suretini sana göstermesi. Bediüzzaman'ın tefsir metodunun en orijinal ve klasik tefsircilere göre tuhaf gelen tarafı da bu:
Bir ayeti veya hakikati merkeze aldığında onunla ilgili olabilecek herşeyin (ayet, hadis, anı, her türlü zenginleştirici malumat) metnin içine girmesi. İhsan Atasoy abiden bununla ilgili birkaç hatıra da işitmiştim, ama hatıralarla hakikat anlatmayı sevmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim: Üstad Hazretleri, bizzat kendisi de, bir hakikati yazarken yüzlerce ayetin metne dahil olmak için kalbinde/aklında çarpıştığını aktarıyor talebelerine. Bu, bence, Bediüzzaman'ın, bütün malumatını merkeze aldığı mana merkezinden taraması meselesi işte. Hangi mananın eşiğinden seyrediyorsa, nazmın ona göre ayetleri ipliğe dizmesi. Bunun Kur'an'da 'intizamsızlık içinde kemâl-i intizam' sağladığını görmüş ve metinlerinde sanki bu (bize göre) 'gelişigüzelliğin zenginliğini' metot olarak kullanmış.
Mesela; Zerre Risalesi'nde manşete alınan ayet, Sebe sûresinin 3. ayetiyken, içeride birçok ayete daha atıf var. Hem de başka başka sûrelerden, uzak uzak yerlerden. Hatta ayetlerin dışında "Ben bunu tefsir ediyorum" demeden, dakikseniz yakalayabileceğiniz tefsir edilen hadisler de var. Bazı külliyat çalışmaları, bunları yakalayabilirse, kaynağını yanına not düşüyor "Falanca hadistir..." diye. (Söz Basım mesela bunu yapmış elinden geldiğince. Başkaları da—Allah razı olsun hepsinden— yapmış.)
Fakat diyelim ki; Birinci Nokta'nın İkinci Mebhas'ının beş hikmeti gibi bir yer olsun bu. Orada sık sık atıf yapılan 'rûy-i zemin tarlası' veya 'mezraâ-i dünya' veya 'zemin yüzünün tezgâhı ve tarlası' gibi yerleri "Dünya, ahiretin tarlasıdır" hadisiyle bağlayamazsanız; bu beş hikmetin o hadisin bir tefsirini de içerdiğini göremiyorsunuz. Ki bu beş hikmet boyunca dünya ve tarla arasında kurulan benzerlikler yalnız mahsul anlamında değil, çok daha zengindir. Mesela orada tarlanın sınırlılığı ile mahdut zemin arasında da bağlantı kurar Bediüzzaman. Tarla ile güneş arasındaki ilgiyle de tecelliyatı ile Allah arasındaki bağlantıyı anlatmaya çalışır. Tarlayı bizim anladığımızdan çok daha zengin algılar.
Hatta diyebilirim ki; Zerre Risalesi'nin bütünü aynı zamanda bu hadisin de tefsiridir. Ama ona münhasır değildir. İşte aynı zamanda hem onun hem bunun tefsiridir dedirten sırdır ki; Bediüzzaman'ın üslûbundaki intizamsızlık içindeki intizamı ders verir bize. Formülüze edilmesini güçleştirirken, metni zenginleştirir. Taklidini zorlaştırırken, tadına doyulmaz kılar.
Zerre Risalesi'ni okurken, içinde hiç bu hadis zikredilmediği halde, her yerinde bu hadisin zengin manalarını yudumlarsınız. Mesela ne zaman Zerre Risalesi'ni okusam bana öyle gelir ki; ahiret, öyle uzağımızda bir yer değil, her an bizim şahidi olduklarımızla işaretlenip kemalata koşturulan ve yine onlardan yaratılacak olandır. Yani dünya, ahiretin tarlasıdır; çünkü ana malzemesi yine dünyadandır. Fakat bu meseleyi bu yazıda aktarmaya kalkarsam çok uzatacağım. En iyisi bir sonraki yazıya bırakayım. Gücüm yetmedi, gözüm kesmedi.
Yalnız şu var: Son birkaç yazımda anlamaya çalıştığım Bakara 23 ve 24'ü bir de bu pencereden seyretmenizi isterim. Kur'an'ın bir benzerini getirmek kâfirler ve hatta tüm insanlık için neden imkansızdır, onun bir sırrı buradan bize göz kırpıyor. Kâinatı böylesi hatt-ı münasebetler ağı olarak çok boyutlu görmek, insan gibi zamanla ve nesilden nesile gelişen bir canlının haddi değildir ki; bu intizamsızlık içinde kemal-i intizama erişebilsin. Ancak ondan istifade edebildiği kadar görebilir, ondan okuyabildiği kadar/kadarıyla taklidi deneyebilir. Nazarı yetişemez ki, yazdığı yetişebilsin. Bütünün ne olduğunu asla bilemeyecek olan, bütünle bütünüyle uyumlu olanı yazabilir mi hiç? Vahyin yapamayacağımızı ima ettiği veya açıkça söylediği herşey, aslında fıtratımızın bir sınırına işaret ediyor.
29 Mart 2014 Cumartesi
Nereye bakarsan oraya doğru yürürsün.
"Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!" Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası öyküsünden.
Allah bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe 'talep edene' denir. Hikmet ancak açlığı olanlara ikram edilir. Daha 23. Söz'de, Bediüzzaman'ın, imanı ve küfrü, 'nur-u iman' ve 'zulmet-i küfür' terkipleri içinde kullanması, yani; "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (...) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer..." demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya, bu cümlede Bediüzzaman, "İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar..." da diyebilirdi.) Bu hikmet, hem 23. Söz'ün başında geçen ayetlerin hem de Kur'an'ın genelinde yapılan bir vurgunun, 'amenu ve amilu's-salihat/iman eden ve salih işler yapanlar' vurgusunun sırrını da fısıldar: Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller olarak hayatına yansır. Biri diğerisiz olmaz.
Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam'ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor. (Birbirinden bağımsız-çatışan adacıklar olarak değil.) Zira Kur'an hem diyor ve hem dedirtiyor: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti."
Böyle bir nazarın aradığı da ister-istemez uyum oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. "Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin!" düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik öncelikle uyumdur. Bazı noktalarda 'hem' ve 'bir' olmaktır. "Müminler ancak kardeştirler" ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Bu farklar renk ve ton farklarıdır. Ustanız birdir. Böyle bakmakla fikriniz fıtratınıza uyar ve rahatlar.
Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz ardınızdan gelenlerin bakışını da karartır. İman nasıl bir göz aydınlığı ise, küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır, geceleri kararır. İnsan insanın örtüsü olur marifet-i ilahî yolunda. "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur'an der ve dedirir: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler."
Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde her bir parçasının (önce) bağımsız ve (sonra) çatışık birer adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx'ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder: "Marx'a göre; (...) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx'a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma 'zor kullanma' yoluyla gerçekleşebilir..."
Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx'ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: "Hegel'e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (...) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır." Hayatın bir mücadele olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx'ın dünyaya bakışının 'birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar' şeklinde olduğunu gösterir: "Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar."
Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını şu hırsız misaliyle ne güzel anlatır: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur." Bediüzzaman'a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm aslında maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok ilahlı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:
"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip 'Hayat bir cidaldir!' diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."
Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun (teavünün) en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: "Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı'nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!" İlginçtir, Allah'ı çocuklara 'Ölümsüz Usta' ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: "Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!"
Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!" diyerek dehşetli tehdit ediyor?
Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki: Ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur'an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yazabilsin. Cenab-ı Hakk, ontolojik olarak, onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden 'Allah'tan başka' kaydını da düşüyor. Allah'a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir?
Sen sanıyor musun ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır. Dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:
"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder' âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.
Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bütüncül bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl öyle bakabilsin? Değil mi ama? Nereye bakıyorsan oraya doğru yürürsün. Onlar kainata böyle bakmıyorlar ki. Elbette varacakları yer Kur'an-ı Hakîm olamaz.
Allah bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe 'talep edene' denir. Hikmet ancak açlığı olanlara ikram edilir. Daha 23. Söz'de, Bediüzzaman'ın, imanı ve küfrü, 'nur-u iman' ve 'zulmet-i küfür' terkipleri içinde kullanması, yani; "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (...) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer..." demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya, bu cümlede Bediüzzaman, "İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar..." da diyebilirdi.) Bu hikmet, hem 23. Söz'ün başında geçen ayetlerin hem de Kur'an'ın genelinde yapılan bir vurgunun, 'amenu ve amilu's-salihat/iman eden ve salih işler yapanlar' vurgusunun sırrını da fısıldar: Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller olarak hayatına yansır. Biri diğerisiz olmaz.
Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam'ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor. (Birbirinden bağımsız-çatışan adacıklar olarak değil.) Zira Kur'an hem diyor ve hem dedirtiyor: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti."
Böyle bir nazarın aradığı da ister-istemez uyum oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. "Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin!" düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik öncelikle uyumdur. Bazı noktalarda 'hem' ve 'bir' olmaktır. "Müminler ancak kardeştirler" ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Bu farklar renk ve ton farklarıdır. Ustanız birdir. Böyle bakmakla fikriniz fıtratınıza uyar ve rahatlar.
Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz ardınızdan gelenlerin bakışını da karartır. İman nasıl bir göz aydınlığı ise, küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır, geceleri kararır. İnsan insanın örtüsü olur marifet-i ilahî yolunda. "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur'an der ve dedirir: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler."
Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde her bir parçasının (önce) bağımsız ve (sonra) çatışık birer adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx'ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder: "Marx'a göre; (...) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx'a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma 'zor kullanma' yoluyla gerçekleşebilir..."
Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx'ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: "Hegel'e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (...) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır." Hayatın bir mücadele olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx'ın dünyaya bakışının 'birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar' şeklinde olduğunu gösterir: "Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar."
Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını şu hırsız misaliyle ne güzel anlatır: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur." Bediüzzaman'a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm aslında maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok ilahlı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:
"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip 'Hayat bir cidaldir!' diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."
Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun (teavünün) en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen'in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: "Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı'nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!" İlginçtir, Allah'ı çocuklara 'Ölümsüz Usta' ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: "Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!"
Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; "Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!" diyerek dehşetli tehdit ediyor?
Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki: Ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur'an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yazabilsin. Cenab-ı Hakk, ontolojik olarak, onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden 'Allah'tan başka' kaydını da düşüyor. Allah'a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir?
Sen sanıyor musun ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır. Dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:
"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder' âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.
Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bütüncül bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl öyle bakabilsin? Değil mi ama? Nereye bakıyorsan oraya doğru yürürsün. Onlar kainata böyle bakmıyorlar ki. Elbette varacakları yer Kur'an-ı Hakîm olamaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...