25 Şubat 2016 Perşembe

Mustafa Kemal'i öveyim derken ceddine sövmek

Bu hep karşımıza çıkan bir mesele olduğu için hakkında yazmaya değer. Hem bu vesileyle bir hastalığa da dokunmak mümkün. AK Partili Nurettin Yaşar ile CHP'li Levent Gök arasında geçen bir tartışmada Gök'ün söylediği; “Bilmelidir ki o kişi, eğer Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Cumhuriyet olmasaydı, kendisi acaba doğacak mıydı ya da kimden doğacaktı, nasıl doğacaktı belli değildir..." cümlesi Meclis'in karışmasına neden olmuş. Eh, karışması da anlaşılırdır, zira bu sözün çağrışımları masum şeyler değil. Daha önceleri sosyalmedyada da türevlerine rastladım. Haksızlığın son kalesi olan sinizm ve alaycılık Kemalistlerin arkasından konuşmayı pek sevdikleri bir siper. Peki, bu siper onlara ne sağlıyor? Öncelikle mantığa muhtaç olmuyorlar böylece. Ne de olsa mantık, asgari bir haklılığa, en azından bir dane-i hakikate, ihtiyaç duyar. Bu yüke hiç girmiyorsunuz. Slogancılığın en rahat yanı: Atıp dağılıyorsunuz. Arkasını artık kim toplarsa toplasın. İsterse hiç toplanmasın!

Hep bu ve benzeri şeyleri paylaşan/söyleyen arkadaşlara sormak istemişimdir: Sizi, ailenizin veya atalarınızın namusu konusunda bu kadar güvensiz kılan nedir? Ben de en az sizin kadar bu topraklarda doğmuş büyümüş birisi olarak ne toprağın ne de insanının dokusunda böyle bir yatkınlık görmüyorum. Yani ülkesini işgal edenler olduğunda "Hoşgeldiniz! Buyrun bunlar da kadınlarımız ve kızlarımız. Onlar da sizi bekliyorlardı!" diyecek bir alçaklığın bu topraklarda varolduğunu düşünmek öncelikle insanımızın ve insanlığın tarihine hakarettir. Daha özel dairede, bu tavır, İslam'ın müslümanlarda dem ve damarlara kadar işlediği izzetin tezahürüne zıttır. Doğrusu, bu arkadaşların endişelerinin nereden kaynaklandığını anlayabilmiş değilim. Acaba atalarında bu yönde bir zayıflık mı gördüler? Yani mesela bu sözleri söyleyenlerin dedelerinin veya ninelerinin namus konusundaki duruşunda bir esneklik mi vardı? Hâşâ, ben 'fıtraten mükerrem olan insana' yakıştırmıyorum. Ama ağızlarından çıkan dumanın oluşturduğu siste bunlar vehmoluyor.

Muhakemat'ta Bediüzzaman'ın altını çizdiği birşeydir: "Mübalağa ihtilalcidir." Bir insanı olduğundan daha büyük göstermeye çalışırsanız, yaptığınız ihtilalin acı sonuçları size dönmeye başlar. Yine Muhakemat'ta geçiyor: "Vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar büyük rütbeye girmekle tekebbür ederler. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder." Mustafa Kemal'i olduğundan daha büyük bir noktaya yükseltmek de aynı şekilde hem tekebbüre hem de tenasübün bozulmasına sebep oluyor. Onu süperkahraman yapayım derken yedi ceddinizi zan altında bırakıyorsunuz.

Sanki Mustafa Kemal olmasa herkes namusunu gavurlara peşkeş çekmeye teşne, bekliyor. Kimsenin karşı çıkası yok. Elbette kem söz sahibine yakışır. Ve elbette sözün sahipleri kendi ataları adına bu endişelere sahip olabilirler. Fakat aynı kişilerin bizim ceddimiz hakkında da böyle bir ithamda bulunmasını kabul edemeyiz. Meclis'teki kavganın da sanıyorum bununla bir ilgisi var.

Bediüzzaman'ın altını tekrar tekrar çizdiği bir hastalıktır: "Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse, havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma, taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, 'Hasan Ağa, aferin!' Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!" Ortada bir başarı varsa bu en çok kimin malıdır? Mustafa Kemal tek başına olsaydı neyi başarabilirdi? Fakat işte o zalim 'peşkeş düsturu' der ki: "Hepsini Mustafa Kemal'e ver." Sonra bedeli ne olur bunun? Bedeli, Mustafa Kemal dışındaki milletin 'uçkuruna sahip çıkamayan korkak ve zayıf insanlardan' mürekkep görülmesidir. Gel de bu hale Bediüzzaman gibi 'şerr-i hazin' deme. Adam Mustafa Kemal'i yükselteceğim diye ceddine sövüyor, haberi yok.

24 Şubat 2016 Çarşamba

Hz. Âdem (a.s.) ile Havva'nın çocukları birbirleriyle evlendi mi?

"Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa sûresi, 160)

Şu bir modernist hastalığıdır: Doğruyu veya yanlışı hâkim seküler söylemden ders aldıktan sonra Kur'an'ı ona (hâşâ) yancı kılabilmek için tevile girişir. Hz. Âdem ve Havva'nın çocuklarının birbirleriyle evlenmesi meselesinde de böyle bir durum var. Bunun mümkün olmayacağını söyleyenler Kur'an'ın "Bu olmamıştır!" beyanı olduğu için veya hadislerde "Böyle birşey olmamıştır!" beyanı bulunduğu için yapmıyorlar. Hâkim söylem onların kulağına bir şüphe fısıldıyor ve onlar da bu şüphenin kuyruğunda iddia sahibi oluyorlar.

Ve diyorlar ki: "Kardeşlerin evlenmesi sapkınlıktır. Allah sapkınlığa izin vermekten münezzehtir. O halde böyle birşey yaşanmamıştır!" Halbuki birşeyin sapkınlık olması Allah'ın onu 'sapkınlık' olarak tayinine bağlıdır. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat birşeyin haramlığının onun zatından değil, Allah'ın tayiniyle olduğuna iman eder. Kur'an-ı Kerim'de de beyan buyrulan, 'geçmiş ümmetlere helal olup bize haram olan' veya 'geçmiş ümmetlere haram olup bize helal olan' şeyler ancak böyle anlaşılır. Eğer o şeyler zatlarından dolayı haram olsalardı hep öyle olmaları gerekirdi. Demek ki, o şeylerin haramlığı zatlarından gelen bir özellikten dolayı değil, ancak Allah'ın tayiniyledir. Bediüzzaman çok güzel bir illet-hikmet dersiyle mevzuu özetler:

"Me'mûrât ve menhiyât-ı şer'iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilir. Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir. İşte, bu kaide-i şer'iyeye binâen, ahkâm-ı şer'iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar."

Bu, bildiğim kadarıyla, Mutezile ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat arasındaki en temel ayrımdır. Ve hatta buradan kaynaklanan bir ifrat-ı tenzih ile Mutezile tevhid noktasında dalalete sapmıştır: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

Bu nedenle biz birşeyin haramlığına, zatında bulunan ve Allah'ı dahi (hâşâ) o şeyi haram kılmaya mecbur edecek bir kötülükten dolayı olmuştur gözüyle bakmayız. "Allah'ın nehyinden dolayı haramdır!" deriz. Hikmetler bu noktada, tıpkı Bediüzzaman'ın yukarıdaki örneklemesinde olduğu gibi, bağlayıcı olamaz. Diyelim ki, bir gün, domuz etindeki tüm zararları ortadan kaldırabilecek bir teknoloji icad edilmiş olsun. Bu teknoloji dahi domuz etini bir müslümana helal kılamaz. Çünkü domuz etinin haramlığı Allah'ın onu yasaklamasından dolayıdır. Zararlarından dolayı değildir. Yine diyelim, bir gün, bilim insanları açıklasınlar ki: "Koyun eti domuz etinden daha zararlıdır." Bu yine de koyun etini haram kılamaz. Çünkü Allah'ın, ismiyle kesildikten ve helal yoldan elde edildikten sonra, koyun etinin haramlığına dair bir nehyi yoktur. Hikmetler, helal şıklar arasında tercih ettirici olabilirler. Sığır eti yerine daha hafif diye tavuk eti yiyebilirsiniz. Ama illetin yerine geçemezler. Daha hafif diye domuz eti yiyemezsiniz.

Şeriatın parça parça gelmesi de bize bir delil oluşturabilir. İçkinin haramlığının İslam'ın ilk yıllarında değil daha sonra gerçekleşmesi onun nehyinin ancak nehy-i ilahiyeye matuf olduğunu gösterir. (Eğer sırf zatındaki kötülükten dolayı olsaydı neden içki ilk yıllarda helal sonra haram olsundu?) Yine 'adam öldürmek' fiilinin cihaddayken caiz, masumlar ve müslümanlar mabeyninde haram olması 'öldürme' fiilinin sırf zatındaki bir kötülükten dolayı haram olmadığını gösterir. Onu haram kılan, Allah'ın yasakladığı şartlarda ve kişilere dönük olarak işlenmesidir. Bu noktada Bediüzzaman'ın mezkûr noktayı en güzel özetleyen cümlesi şu metnin içinde yeralmaktadır:

"İşte, şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki, pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, 'Yağmur rahmet değil.' Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine ve istidadına aittir."

Abdin kisbi/kazanması o şeyin yaratılışına değil 'seçiliş yoluna' bakar. Eğer seçiliş yolu Allah'ın öyle seçilmesini haram ettiği şekilde olursa, kul bundan mesul olur. Yok, Allah öyle seçilmesini helal kılmışsa, halkın/yaratılışın tamamı zaten hayır üzerinedir, hayrından istifade etmiş olursun. Afiyet olsun. Fakat senin ondan gördüğün veya görebileceğin zarar Allah'ın nehyine karine olamaz. Dinin koyucusu Allah'tır çünkü. Bizim aklımız, hevamız veya 'göre'miz değildir. Eğer Hak Teala, Hz. Âdem'i (a.s.) ve Havva'yı yarattığı ve imtihan için dünyaya indirdiği dönemde, hikmeti icabı kardeşlerin evlenmesini helal görmüşse, kusura bakma efendi, sana 'kul gibi' durumu kabullenmek düşer.

Yine mürşidimin tam da bu makamda diyor: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit utmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir."

Senin seküler aklınla yarın birisi de "Hz. İsa aleyhisselam nasıl babasız olur?" derse veya "Bir tek Allah bütün evreni nasıl idare eder canım?" diye sorarsa, bu meselede tökezlediğin gibi yarın oralarda da tökezlemeyeceğini kim garanti edebilir? Odak noktasını kaçırma! Mesele 'hendese'yi nereden aldığındır. Eğer modern ve seküler söylemden hendeseler alıp Allah'a o hendeseleri kabul ettirmeye çalışırsan eşekliğinin kulakları burada kalmaz, aya kadar varır. Hasılı: Bence bu 'Hz. Âdem ile Havva'nın çocuklarının evlenmesi meselesi' bir tenzih meselesi değil, takyid meselesidir. Yapılmak istenen de Allah'ı kusurlardan tenzih etmek değil, seküler aklın kıstaslarıyla şeriat koyucusunu sınırlamaktır. Bir gün Batı eşcinselliği büsbütün hayır gibi görmeye başlarsa, bu modern zaman çanak yalayıcılarının Hz. Lut'un (a.s.) kıssasını da akla zarar tevillere uğratmaları işten bile olmayacaktır.

23 Şubat 2016 Salı

Yezit neden bir Hitler kadar olamadı?

“Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?” başlıklı bir önceki yazıdan devamla konuşalım. (Yazar burada “Okumayanlar mutlaka okusun!” demek de istiyor) Hatırlayalım: Stanley Milgram'ın veya Solomon Asch'in arayıp pek nadir rastladıkları ‘denek tipi’ kimdi? el-Cevap: Doğruya karar verirken çevresinin kem etkisinden, daha doğrusu baskılamasından, körleştirici lansesinden kurtulabilmiş vicdanlı bireydi. İşte ben, bir önceki yazıda da altını çizmeye çalıştığım gibi, bunun zikri geçen mektupta mürşidimin ortaya koyduğu bir duruş olduğunu düşünüyorum. Hatta bu iddiamı daha ileriye de taşıyorum:

“Hakikatli âlimleri hadisin ifadesiyle ‘peygamber varisi’ yapan sır da burada yatıyor!” diyorum. Neden? Açmaya çalışayım: Kanaatimce ‘peygamber’ aynı zamanda hakikati ifadesinde kavminin baskın küfrî/fasık etkisinden sakınabilmiş ve fıtratının saflığını ismet derecesinde muhafaza edebilmiş insandır. Vahyedileni tebliğde hiçbir tereddüt yaşamamıştır. Bunu elbette Allah'ın inayetiyle/hidayetiyle başarır. Ve her peygamber bu yönüyle aynı zamanda insanlığa bir 'asl-ı insana dönüş çağrısı'dır. Beşeriyete bahşedilmiş bozulmamış fıtratlardır peygamberler. Ve o bozulmamış aynalar üzerinden insanlık kendi günahkârlığının çirkinliğini seyreder. Hakikate uyanır. Aslına ayılır. Güzelleşmeye doğru gayretlenir. Yani, bu perspektiften bakarsak, ‘ismet’ sadece ‘günahsızlığın’ değil 'etkilenmemişliğin' de ifadesidir.

Kur'an'ın ‘Furkan’ olmasının bir sırrı da budur. Doğru ile yanlış evveliyetle nübüvvetin hayat ayracıyla ayrılır. Vahiy de ancak bu ayracın sahibine emanet edilir. Hem peygamberler, hem de onların hakiki mirasçıları olan âlimler, doğruya karar verirken bunu çevrelerinin etkisiyle ve lansesiyle değil, nasların kendilerine verdiği bakışla, imkanla, çerçeveyle ve dengeyle yaparlar. el-Emîn oldukları zaten yaşamlarının tasdikiyle sabittir. Bu tebliğlerinin deliline dönüşür.

Elhamdülillah. Yüzlerinin kalabalığa değil öncelikle naslara dönük oluşu onları çevrelerinin kem etkilerinden korur. İçinde şüphe olmayan bir bilgi kaynağından yapılacak hakikat çıkarımı elbette beşerin aldanmaya ve aldatmaya meyyal temayüllerinden daha istikametlidir. Böylece doğru ‘trendler üstü’ bir anlam kazanır. Kur’an korunmuştur. İstikametli hayat vahyin ilk müfessiri olarak hazırdır. Hadisleri kaynağıdır. Yine Kur'an'ın bağlamına ve onunla en güzel dönüşmüşlerin örnekliğine yakın olanların sözleri de sağa-sola bakmadan önce bakılacak üçüncü, dördüncü 'doğruluk ölçüsü' olarak hazırdırlar.

Milgram'ın veya Asch'in üzerinde çalıştığı etkilenmiş bireylere bedel, İslam âlimi, kendisini zamanının arzîliğinden bir ölçüde soyutlayıp Asr-ı Saadet'in semavî bağlamına güdümlenmiş durumdadır. Bu hakikatin koruyucu hekimliğidir. Asr-ı Saadet’in normlaştırılması günaha/yanlışa elbette daha yatkın başka zamanların normlaştırılmasına karşı kıymetli bir tedbirdir. Yezit bu ümmet için asla bir Hitler etkisi yapamaz. Çünkü Asr-ı Saadet’i aşıp idealleşemez.

İçtihad Risalesi'nde mürşidimin bu konuya dair pekçok izahı olmakla birlikte en özet biçimini 'arzîlik' ve 'semavîlik' kavramlaştırmalarında buluyorum. Ve onları bencileyin şöyle konumlandırıyorum: Selef-i Salihîn hüküm verirken yüzleri semaya dönük insanlardı. Kıstasları semadan gelen kıstaslardı. Sağları-solları değildi. Twitter rt’leri, Facebook like’ları, Youtube’daki izlenme sayıları değildi. Yani ki popüler kültürleri değildi. Bu yüzden içtihadları da arzî değildi. Arza sadece basıyorlardı. Üstlerindeki göğe bakıyorlardı. Herbiri bir yıldız olan sahabeyi tefekkür ediyorlardı. Fakat biz seküleriz. Yüzümüz arzımıza dönük. Meşruiyetimizi kalabalıktan arıyoruz. Karıncalarla meşgul oluyoruz. Kıstaslarımız da arzdaki hâkim söylemden etkileniyor. O yüzden içtihadlarımız arzîlikten kurtulamıyor. Milgram'ın ve Asch'in da tecrübe ettiği şekilde çevre etkisiyle apaçık doğruyu yanlışa tercih edebilen deneklerle doluyuz.

Ben bu deneylerin bir yönüyle İçtihad Risalesi'ne de delil oluşturduğunu düşünürüm. Ve o Rusya’nın masumları için içi yanan o mektubun II. Dünya Savaşı şartlarında yazılmasını daha zengin anlarım. Evet. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi: Almanlar ve Ruslar arasındaki bu kanlı muharebede muhtemelen Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu Almanları tutmaktadır. Ne de olsa bir önceki savaşta müttefikimizdirler. Hem de Rusların Anadolu'da döktükleri kan daha kurumamıştır. Komünizmin baskısı Türkiye'de hissedilmektedir. Bu şartlarda mantıklı olan Almanların Ruslara karşı askeri başarılarına sevinmektir. Konjonktür bu sevinci desteklemektedir. Peki, özbeöz yeğenini Ruslarla harpte kaybeden, yıllarca ellerinde esir kalan Bediüzzaman, Kastamonu'da talebelerine 'ne içerikte' bir mektup yazmıştır?

"Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..."

İşte bizi modernistlere/reformistlere karşı daha tedirgin hale getirmesi gereken birşey de bu: Modernistler, normalde Kur'an'dan ve sünnetten çıkarılmış hükümlere göre hareket etmeye eğitimli olan müslümanları, konjonktür üzerinden meselelerini referanslandırmaya alıştırarak, seküler zihinli hale getiriyorlar. Etkileri altında kalanları daha arzî beyinlerle donatıyorlar. Bu arzî beyinlerin, özellikle fitne zamanlarında, istikametinden emin olamayız. Konjonktüre göre fetva vermeye alışanların ikilemlerde kaldıklarında nerede duracakları belli olmaz. Çünkü maslahatçılardır. Siyasete bakışları da, fıkha bakışları da, nefsin fayda eksenine kaymıştır. Kıstasları anlıktır. Konjonktüreldir. Menfaatçidir. Ve Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır."

Yani arkadaşım, unutmayalım, biz Ehl-i Sünnet usûlü sayesinde içimizdeki canavardan da kurtuluyoruz. Bir usûl sahibi olmak insten ve de cinden şeytanların cerbezeli söylemleriyle etkilenmekten bizi koruyor. Belki biraz da bu yüzden İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri böyle diyor: “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.” Zira bu usûlsüzlük illa vusûlsüzlüğe gider.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?

Bediüzzaman'ın tedrisinin iki şekilde olduğunu farkediyorum. Bunlardan birincisi daha doğrudan gerçekleşiyor ve izahlı/isbatlı marifet aktarımından oluşuyor. Erkan-ı imaniyeye veya ibadetlerin ehemmiyetine veya takvanın zaruretine dair izahlarını hep bu sadedde örnek olarak gösterebiliriz. İkincisi ise biraz daha talibin dikkatine ve gayretine bırakılmış bir 'farkedişe' ve 'yoğunlaşmaya' bağlı. Buna verebileceğim en kolay örnek 'tevafukatla' ilgili bahisler.

Böylesi kısımlarda müellif-i muhteremin paylaştığı bilgi daha kuşatılmaz bir üslûb içinde geliyor. Farkettiği tevafuklar üzerinden bizde tevafuk aramaya/kollamaya dönük bir hassasiyet oluşturuyor. Yaşadıklarımıza alınganlığımızı arttırıyor. Bir nur talebesi, Üstad'ından "Hayatındaki tevafukları ara!" ödevi almadan geliştiriyor bu yönünü. Çünkü mürşidinin keşfedişleri onu meraklandırıyor/heyecanlandırıyor. Birinci yöntem, bir babanın oğluna namazın nasıl kılındığını ve ehemmiyetini anlatışı gibi; ikinci yöntemse babanın namazlarında gösterdiği hassasiyetle oğlunu 'ilgi duyar' hale getirmesine benziyor hal diliyle.

Nur talebelerinin kolaylıkla kabul edeceği birşeyden bahsettiğimi düşündüğümden uzun uzun delillendirmeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Risale-i Nur metinleriyle aşinalığı artmış bir insanın dilinden 'tesadüf' kelimesi uzaklaşırken, 'tevafuk' kelimesi nasıl da yaklaşıyor! Hatta ilk dönemlerinde, daha dilinin yeni yeni bu güzel âdeti kaptığı zamanlarda, 'tesadüf' dediği zaman ya kendisi düzeltmeye çalışıyor veyahut çevresindekiler 'tevafuk' olduğunu hatırlatarak ona tevhidin bakış açısını yeniden yüklüyorlar. Bu o kadar güzel birşey ki! Nur talebeleri birbirlerini en kolay böyle tanıyorlar. 'Tevafuk' kelimesini kullanmaya alışmışsa, büyük ihtimal, o bir nurcudur. Ve bu alışkanlığı kazanırken Üstad'ından aldığı bir tane bile şöyle nasihat yok: "Bundan sonra tesadüf demeyeceksiniz, tevafuk diyeceksiniz!" Demeden diyor mürşidimiz bunu bize.

Risale-i Nur'un, özellikle Bediüzzaman'ın kendi hatıralarını/halini veya talebelerinin kendi yaşadıklarını/hallerini anlattıkları bölümlerin böylesi bir 'demeden deme' eğitimi içerdiğine kaniyim. Hatta İmam-ı Azam'a (r.a.); "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." dedirten veya Süfyan b. Uyeyne'ye (r.a.) 'salihlerin anıldığı yere rahmet iner'i söylettiren sır bu. Hem zaten Kur'an-ı Hakîm de demiyor mu: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..." İşte bu ibret, bir yanıyla kıssaların içinde barındırdığı hisseler, yani 'demeden deme' eğitimidir. Allah dostlarının hayat hikayelerini bilmek, okumak, dinlemek ve anlatmak bu yüzden önemlidir. Çünkü Allah da 'dostlarının kıssalarını' kelam-ı ezelisinde anlatmıştır.

Tevafuk meselesine geri dönelim. Bu sıralar kütüphaneden aldığım kitaplar genelde aynı dönemin yazarlarına denk geliyor. Stefan Zweig, Uwe Timm, Hermann Hesse, Christopher Isherwood, Vasili Grossman... Bu yazarların tamamı II. Dünya Savaşı'na bir yanından dokunmuş/yaşamış insanlar. Kimisi savaşın etkisiyle intihar etmiş, kimisi uğradığı sarsıntılar nedeniyle rahatsızlanmış ve tedavi görmüş, kimisi o savaşta kardeşini kaybetmiş, kimisi de annesinin yakılmak üzere götürüldüğünü ve buna engel olamadığını asla unutamamış. Savaşın her kesiminden insan vardı bu kitapların içinde. Sovyet tarafında savaşan, Alman tarafında yeralan, savaşa hiç müdahil olmamış ama uzaktan dizlerini dövmüş...

Hepsinin de bana hissettirdiği şuydu: II. Dünya Savaşı sadece şiddetin zirve yaptığı değil insanlığın da dibe vurduğu bir dönem. Mesela; Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı'sında sadece Almanların değil Rusların da sebep olduğu ölümleri anlatıyordu. Hatta işgal edilen bölgelerinde Ruslar bizzat yahudi komşularını Almanlara ihbar ediyorlardı evlerindeki eşyaları paylaşabilmek için. Alman ordusunda Ruslara karşı savaşırken ölen abisinin günlüklerini okuyan Uwe Timm de kırıntı kadar olsun bir 'pişmanlık' izi arıyor ama bulamıyordu. Yaşananlardan dolayı hiçkimse "Yanlış yapıyoruz!" hissine kapılmamıştı.

Bütün bunları okuduğum dönemde bir de film izledim. Yine tam olarak ne bulacağımı bilmeden/aramadan. Stanley Milgram'ın hayatını anlatan Deney (Experimenter) filmi. Film sırasında ismiyle meşhur olmuş deneylerinin amacını şöyle anlatıyordu Milgram: "Gayet medeni olan Avrupalı insanlara II. Dünya Savaşı'nda ne olduğunu anlamaya çalışıyorum." İkisi de Avrupa kökenli olan Stanley Milgram ve Solomon Asch, savaşın ardından bu soruyu sorma ihtiyacı hissetmiş ve adlarıyla anılan 'insan kararlarında çevre etkisi ve itaat' temalı deneyler yapmışlardı. Sonuçlar hakikaten ilginçti. Fakat o konuya da girersem yazı çok uzayacak. Merak edenleri filme ve ilgili kitaplara yönlendirmiş olayım.

Tam bu okumalardan ve izlemelerden sonra, bir proje kapsamında, Niyazi Beki Hoca'yla sohbet edebilme imkanım oldu. Sohbetimiz sırasında Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'nda geçen ve üzerinde pekçok tartışma yaşanmış bir mektubunu da müzakere ettik. İmam Eş'arî'den (r.a.) İmam Gazalî'ye (r.a.) uzanan Eş'arî çizgideki 'ehl-i fetret' yorumlarını ve bu yorumlar ekseninde Bediüzzaman'ın masumiyet ve mazlumiyete bakışını anlattı Niyazi Hoca o sohbette. "Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..." diye başlayıp devam eden mektubun detayları bir yana, Niyazi Hoca'nın bir hatırası, metnin bambaşka bir yönüne dikkatimi çekti.

Aklımda kaldığı gibi/kadar aktarayım. Bir keresinde, Vatikan temsilcisi Thomas Michel, Bediüzzaman'ın bu mektubunu çok ilginç bulduğunu söyleyerek şöyle demişti Niyazi Hoca'nın da bulunduğu bir mecliste: O dönemde Avrupalılar o kadar kötü durumdalardı ki, bırakın başka din mensuplarını, hristiyanlar hristiyanların masum veya mazlum olabileceğini düşünmüyorlardı. Saflar çok keskinleşmişti ve iki taraf için de karşı tarafın masumu yoktu. Sivillerin yaşadıkları yerler bile bombalanıyordu. Ama Bediüzzaman, savaşa müdahil olmamış bir müslüman ülkeden Rusya'daki masumlar için acısını dile getiriyor. Masumluklarından ve mazlumluklarından bahsediyor. Bu çok ilginç birşey...

Bu hakikaten çok ilginç birşey. Sanırım o mektubun neden yazıldığına dair bir hikmet pırıltısı daha gülümsüyor bize bu vesileyle. Evet, o mektubu yazmak ve ehl-i sünnetin masumiyet ve mazlumiyet çizgisini hatırlatmak sanıyorum II. Dünya Savaşı yıllarında sadece Bediüzzaman'ın şefkatiyle açıklanamayacak bir durum. Acaba savaş sırasında müslümanlar daha çok kimin tarafını tutuyordu dersiniz? Rusya'nın mı, Almanya'nın mı? Ben Almanya şıkkını daha büyük ihtimal gibi görüyorum. (Tam bu noktada Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda Ruslara karşı savaştığı, yeğenini ve talebelerinin birçoğunu o savaş sırasında kaybettiğini ve hatta Rusya'da esir tutulduğunu hatırlayalım.) Taraf tutan, tuttuğu tarafın zulmünü görmemeye yatkındır. Yani demem o ki: Belki bu da bahsettiğim o gizli derslerden. Doğrudan "Şöyle yapın!" demeyen türden, ama 'bir müslümanın nerede durması gerektiğini' de hatırlatan cinsten. Savaş zamanı bile olsa bize karşısında olduğumuz tarafın 'masumiyet' ve 'mazlumiyet'ini hatırlatıyor. Sahi, fitne zamanlarında bu hatırlatmayı yapacak kaç âlimimiz kaldı?

21 Şubat 2016 Pazar

Maaliftihar din jandarmasıyız

Ziya Paşa'nın hoş bir sözü var: "Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı." Efendim, işte bu 'ehl-i sünnetçilik' de 'din jandarmalığı' da yeni işler. Ehl-i sünnetçilik tabirini ilk kez Senai Demirci ağabeyin bir yazısında görmüştüm. Sanırım başlığı da öyle birşeydi. Ötekini daha farklı isimlerden de duydum, fakat rastladığım en eski kullanımı Cenab Şehabeddin'in bir makalesinde geçiyor. "İçtihad kapısı açılmalı!" diyor Cenab Şehabeddin o yazıda. Ve ekliyor: "Daru'l-Hikmet gibi kurumlar 'din jandarmalığına' soyunmasın."

Benim, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî kitabında rastladığım bu makaleye cevap yazanlardan birisi de o dönemde Daru'l-Hikmet'in âzâsı olan Bediüzzaman. O cevabî makale de aynı kitapta mevcut. Merak edenleri havale ederek detay vermeyeceğim. Fakat meselenin şu kısmı manidardır: Mürşidim, daha sonra telif ettiği 27. Söz/İçtihad Risalesi isimli eserine de Cenab Şehabeddin'in ilgili yazısını hatırlar/hatırlatır şekilde başlıyor: "İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır."

Bu yönüyle 'dinin modern hayata uyumlu olması' talebiyle içtihad kapısının açılmasını isteyen Cenab Şehabeddin'in gözünde Bediüzzaman'ın da bir 'din jandarması' olduğunu anlıyoruz. Bugünlerde de 'din jandarmalığı' yapmakla suçlanan bir dolu isim olduğundan, bu miras beni o yaftayla karalanmaya çalışılan insanlara karşı daha 'anlayışlı' kılıyor. Mesela; bugün Ebubekir Sifil Hoca'nın da benzeri suçlamalara maruz kaldığını biliyoruz. Daha başka isimler de var. Peki, bu isimleri bu suçlamalara maruz kılan nedir? Bence yüzyıl önce Bediüzzaman'ın benzeri suçlamalara maruz kalmasına sebep olan şeylerden başkası değil. Reformist veya modernist, bizim tabirimizce ehl-i bid'a kimselere karşı ehl-i sünnetin kodlarını ve mirasını koruma/savunma çabaları...

Herkesin ifratı kendisini bağlar. Selefî çizgiye yakın bazı isimlerin önlerine geleni tekfir etmeleriyle; ehl-i sünnet çizgisini, Bediüzzaman'ın ifadesiyle cadde-i kübrayı korumaya çalışanları karıştırmamak gerekir. Biz bugün 'kurdun gövdeye girdiği' bir ortamda yaftalamalara karşı iki kere dikkatli olmak zorundayız. Nitekim, belki bir-iki yıl önce duyduğum bu tabirlerin artık hakkımda da kullanıldığını işitiyorum. Halbuki âlim bile değilim. Çoğu zaman yaptığım, sahipleri tarafından genel-geçer sanılan sözler hakkında 'acaba' sahibi olmak.

Şu da dikkat edilmesi gereken bir meseledir ki: Bugün ehl-i sünnet ve'l-cemaat, reformist ve modernist çizginin temsilcileri tarafından emeviliğin, selefiliğin veya vahhabiliğin mümessili gibi gösterilmeye çalışılıyor. Sünnet-i seniyyenin dindeki yerini önemseyen herkes bu kalıba iteklenirken güya Kur'an namına binbeşyüz yıllık İslam mirasını ayakaltına alanlar da cadde-i kübrayı sinsi sinsi sahipleniyor. Geçtiğimiz haftalarda Diyanet İşleri'nin sünnetin önemini hatırlatır bir hutbesinden dolayı şahit olduğumuz 'kaşıntılar' da bu durumun en büyük şahidi. Dini değiştirmeye çalışanlar dinin aslına dair yapılan her vurguyu dinin aslına yapılmış bir saldırı gibi lanse ediyorlar.

George Orwell'ın 1984 romanında isimlendirdiği ve izah ettiği şeylerden birisidir: Karşıt-söylem. Karşıt-söylem bir psikolojik harp taktiği ve silahıdır. Kendinizi olduğunuzun tam tersiyle tarif ederek veya isimlendirerek muhatabımızı sizin olduğunuz yere iter, mahkum edersiniz. Haksız olmanıza rağmen hakkın psikolojik üstünlüğünü korursunuz. Bunun Türkiye'deki bir örneklemesi olarak CHP'yi görüyorum ben. CHP'nin açılımı nedir? Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Peki, hakikatte CHP nasıl bir partidir? En devletçi ve en totaliter/otoriter/oligarşik yapıdır. İktidarı tekelinde bulundurduğu dönemde de bu kimliğinin hakkını vermiştir. Ancak aynı CHP kendisini olduğunun tam tersi bir noktada konumlandırarak sürekli muhatabını 'kendisi gibi olmakla' suçlar.

Bunun bir benzerinin de modernistlerin elinde 'uydurulmuş din' ve 'indirilmiş din' söylemi üzerinden yapıldığını düşünüyorum. Mesela; binbeşyüz yıldır cadde-i kübrayı oluşturan ehl-i sünnet mirasını 'hurafeler zinciri' olarak göstererek 'uydurulmuş din' alanına kıstırmak isteyen modernistler, kendilerini ise binbeşyıl sonra sayelerinde ortaya çıkan 'asıl/indirilmiş din'in mensubu olarak lanse etmeye çalışıyorlar. Halbuki bu tam bir cerbezedir. Orwell'ın işaret ettiği karşıt-söylem taktiğidir. Bediüzzaman da Lemaat'ta bu yönteme işaret eder şekilde der ki:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Birşeyin aslının sonradan ortaya çıktığı iddiası zaten sorunlu bir söylemken bir de bu iddianın hak din hakkında kullanılması iki kere problemlidir. Hak din olan İslam'ın hakikatinin ortaya çıkması sonradan olmuşsa/oluyorsa, o nasıl geldiği dönemin rehberi/güneşi olmuştur? Ve ondan binbeşyüz yıl uzaklıkta bulunan bugünün yabanileri nasıl sosyolojik ve kronolojik olarak bu kadar geriden baktıkları birşeyin aslını anlamışlardır? Üstelik bahsettikleri bu asıl(!) bugüne gelen mirasın çoğu noktada hilafına işaret etmekteyken...

Ali Şeriati'nin İslam Nedir'de güzel bir sözü var: "Bir dini anlayabilmek için onun tanrı tasavvuruna bakmak lazımdır." Bunların 'indirilmiş dinini' anlamak için de biraz Allah tasavvurlarına bakmak yeterli olur. Bunlara göre Allah, dini indirmiş fakat koruyamamış, aslını ancak binbeşyüz yıl sonra bu malumatfüruşlar sayesinde ortaya çıkarmıştır.

Ben şimdi hem 'din jandarmalığı' hem 'ehl-i sünnetçilik' tabirleri için 'karşıt-söylem'i hatırlamanızı isteyeceğim. Acaba binbeşyüz yıl sonra ortaya çıkıp dipçik zoruyla dini değiştirmeye çalışan jandarmalar ehl-i sünnet uleması mıdır, yoksa bu süper kahraman arkadaşlar mıdır? 'Acaba' diyen herkesi yakaladıkları gibi 'uydurulmuş din' mensubu sayan bu arkadaşlar mı acaba birşeyin 'çilik'ini yapmaktadır, yoksa musavvibe mesleğiyle ve hak mezheplerin/tariklerin kucaklayıcılığıyla birbirine hürmetkâr ehl-i sünnet mensupları mı 'çilik' sahibidir? Müslüman, ehl-i sünnetin istikametli dairesinin çizgilerini korumada hassasiyet sahibi olmayacaksa, acaba imanın taraftarlığı başka ne işine yarayacaktır? Bu konu bugünlerde beni hem güldürüyor hem düşündürüyor. Sizinle de paylaşayım istedim.

18 Şubat 2016 Perşembe

Kur'an kime yeter?

"Dini ilimlerde itimad ettiğimiz kaynaklar ne kadar Asr-ı Saadet'e yakın olursa, muteber ve mutemed olma ihtimali o kadar yüksektir." Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin İslam Anlayışı kitabından...

Bu, Bediüzzaman'ın da metinlerinde dikkat çektiği birşey, ben de mürşidimin ayaz izlerini öperek altını çizeceğim: Bir sözün değeri anlamıyla ilgilidir, fakat bir sözün anlamını sadece lafızları belirlemez. Sözün kim tarafından söylendiği, kime söylendiği, ne makamda söylendiği de o sözün kıymetini tayinde önemlidir. Bir polisin, topluca insanların oturduğu bir yere girip "Ayağa kalkın!" demesiyle, küçük bir çocuğun böyle bir yere girip "Ayağa kalkın!" demesi arasında fark vardır. Cümle aynıdır, ama söyleyenden kaynaklanan bir 'anlam' farkı sözün 'değer'ine de yansır. Birincisini önemserken ikincisini önemsememeniz bundandır. Yine "Filanca seni seviyor!" cümlesinin o 'filanca' kısmında yazan isme göre cümlenin 'anlam' boyutu renkten renge girer. Sevmediğiniz bir adamın sizi sevmesi bile rahatsız ederken, çok sevdiğiniz birisinin sizi sevdiğini söylemesi ayaklarınızı yerden keser.

Tersi de mümkün. Sizin ağzınızdan çıkan bir sözün kime söylendiği de sözün 'anlam' boyutunu değiştirir. "Seni seviyorum!" dediğiniz oğlunuz/kızınızsa cümlenin değeri başkadır, âşık olduğunuz kişiye söylenmişse başkadır, rahmetli olmuş babanızın mezarı başında söylenmişse daha da başkadır. Hatta ummadığınız bir dostunuz düşmanınıza bu sözü derse, bunun anlamı sizin için daha da başkadır. 'Söyleyenler' veya 'söylenenler'den bağımsız olarak söze bir değer biçemezsiniz çoğu zaman. Zaten 'söyleyenler, söylenenler ve söylenildiği şartlar' hep beraber kelamın bağlamını belirler. Biz de kelamı sadece lafzıyla değil, bağlamıyla birlikte ele aldıkça 'daha doğru' anlarız. Peki bağlam/makam sözü nasıl etkiler?

Birinci olayımız: Diyelim ki; annemle mutfaktayız. Annem bulaşık yıkıyor ve elleri köpüklü. Ben tam o sırada sarmaların cazibesine dayanamıyor ve tencereden aşırıyorum. Tam çıkacakken mutfaktan, annem sesleniyor: "Ağzını kapa!" İkinci olayımız: Annenizle birlikte sebzelere/meyvelere bakıyorsunuz. Anneniz kalitesini anlamak için elleriyle de yokluyor. Ürünlerinin yoklanmasına, fakat alınmamasına kızgın tezgah sahibi annenize kaba bir söz söylüyor. Siz de ona kaba birşey söylüyorsunuz. Ortam geriliyor. Arkadaşları pazarcıyı sakinleştirmeye çalışıyor. Fakat siz daha öfkelisiniz. Konuşmaya devam ediyorsunuz. Anneniz yaşananlardan endişeli. Bir türlü kavgayı bırakmamanızla korku içinde. Diyor ki: "Ağzını kapa!"

Söylenen birebir aynı cümleyken ve aynı kişiler tarafından yine aynı kişilere söylemişken, bu iki sözü birbirinden tamamen farklı anlamlara getiren nedir? İşte bu da sözün söylendiği makamdır/bağlamdır. Şimdi birisi size gelse ve "Ahmed'in annesi Ahmed'e 'Ağzını kapa!' dedi!" diye nakletse, aklınıza bağlamdan bağımsız olarak ifadenin sizdeki ilk çağrışımı gelir. Ne için söylenildiğini öğrenmek ve sözü daha iyi anlamak için nakli yapan şahsa 'yaşananları' da sorarsınız. Bu nakil birinci olaya dair yapılmışsa, o sözle söylenilmek istenen; 'sarma aşırdığım tencerenin kapağını kapatmayı unutmuş olduğum'dur. Fakat ikinci olayda kastedilen 'susmam'dır. Daha bunun gibi pekçok farklı makam vardır ki, sözü söyleyen ve sözün söylendiği kişi aynı olduğu halde, o sözden muradın farklılaşmasını sağlar.

Bir sözü anlamak sadece onun lafızlarının ne dediğini anlamak değildir bu yönüyle. Onun söylendiği şartları da anlamak gerekir yorumda isabet edebilmek için. Kimi zaman bağlamın söze etkisi çok az olabilir. Bunu reddetmem. Ama çoğu zaman o kadar ciddi bir şekilde etkiler ki, sözün anlamını tersyüz bile edebilir. İlk duyduğunuzda anladığınızla, bağlamı öğrenince anladığınız tam tersi şeyler olabilir. Kur'an'ı anlamada esbab-ı nüzulün kıymeti bu yüzdendir. Hatta Kur'an dışında edinilen Kur'an'ı anlamaya yardımcı her ilim/bilgi aslında Kur'an'ın bağlamını anlamaya yardımcıdır. Onun için öğrenilir. Bu noktada, Bediüzzaman'ın Mustafa Sungur ağabeyden nakledilen şu sözleri ne kadar anlamlıdır:

"Mahfuzatım olan 80-90 kitapları ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur'an'ın hakikatlerine çıkmaya basamaklar oldu. Sonra Kur'an'ın hakikatlerine çıktım. Baktım her bir ayetin kainatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka şeye ihtiyacım kalmadı. Kur'an bana kafi geldi."

Kur'an'ın kafi geleceği bir noktadan bahsedeceksek, bu, ancak sair İslamî ilimlerde bir yetkinlik elde edip onların vasıtasıyla Kur'an'ın bağlamına ve şümulüne bir yakınlık kesbettiğimiz noktada mümkündür. (Müceddid de zaten bir bağlam hatırlatıcıdır.) Hele hele ayet-i kerimelerin tefsirleri/şahitleri hükmünde olan ehadis-i nebeviyeye ve o ehadisin şahitleri/müfessirleri hükmünde olan selef-i salihinin içtihad ve görüşlerine danışmazsak, ne sözün kendisine ne de bağlamına yeterince yakınlık kesbedemeyiz.

Müçtehid ve müceddid imamların aynı zamanda birçok İslamî ilimde yetkin isimler olmaları işte o bütünlüğe vukufiyetin kendilerine kazandıracağı bağlam bilgisi ile açıklanabilir. Yoksa Arapçasının A'sını, hadisin h'sini bile bilmeyen modern zaman işgüzarlarının meallerin karşısına oturup işkembelerini şaklatarak "Bize Kur'an yeter!" demelerinin hiçbir anlamı yoktur. Bu, kendi aptallıklarını ilandan başka birşey değildir. Bırakın dinî ilimleri, bırakın Kur'an'ı, tarihî bir olayı/sözü anlarken bile o dönemin şartlarına vukufiyetin lazım olduğunu bilen ehl-i ilim için bu söz bir deli saçmasıdır. Çocuğun "Ayağa kalkın!" demesi gibi birşeydir.

Bu yazıyı yazmama sebep geçenlerde bir mecliste kıymetli ağabeylerimin/kardeşlerimin arasında şahit olduğum bir ihtilaf idi. "Bir saat tefekkür bir sene ibadet-i nafile hükmündedir!" hadisinin Arapça aslında 'nafile' kaydının bulunmayışını, daha sonraları farz ibadetlerin kıymeti tenkis edilmesin diye konulmuş bir kayıt olarak niteleyen bir ağabeyim, aslında farz ibadetlerin de bu hadisin kapsamına dahil olduğunu söyledi.

Öncelikle belirtmeliyim: Ben muhaddis değilim. Bu hadisin üzerine yaşanmış tartışmalar varsa bunlara vakıf değilim. Fakat selef-i salihinin şerhlerinde düştükleri bir kaydın boşuna olmadığını ve genelde bu kayıtların sözün bağlamına dair olduğunu düşünüyorum. O an Allah Resulü aleyhissalatuvesselam 'ibadet' derken hangi ibadetleri kastetmiştir? İşte bu iş, annemin bana "Ağzını kapa!" demesi gibidir. Eğer selef-i salihinin yorumlarını bir kayıt olarak kabul etmezsek, o söz her anlama gelebilir ve söyleyenin muradı olmayan manaları da kapsayabilir.

Selefimiz, hem tarihî anlamda, hem de sözün söylendiği sosyoloji ve dil anlamında Asr-ı Saadet'e daha yakındırlar. Elbette bu onların bağlama yakınlığı anlamına gelir. Biz, Ahmed'e "Ağzını kapa!" denmesinin sebeplerini ancak nakillerle bilebiliyoruz. Halbuki sahabe-i güzin ve tabiin ve tebe-i tabiin o mübarek sözlerin söylendiği dönemin en yakın şahitleridir. Eğer maksadımız, sözü 'işimize geldiği gibi' değil 'doğru' anlamaksa, bağlama bizden daha yakın olanların sözlerini bağlayıcı kabul etmek zorundayız.

Bilmiyoruz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki de uzun uzun nafile ibadetlerin faydalarından bahsettiği bir konuşmadan sonra veya arasında o cümleyi söyledi. Bilmiyoruz, belki de konuşmanın öncesinde veya sonrasında meselenin 'nafile ibadetler'den ibaret olduğunu hissettirir bir kayıt vardı. Konuşmanın tamamı nafile ibadetler hakkında olduğu için, Allah Resulü, o cümle içinde tekrar 'nafile' diye belirtmemiş de olabilir... Bilemiyoruz. Ama o sohbetin şahitleri biliyorlardı. Sohbetin şahitleri ve o sohbetin şahitlerinin şahitleri veya daha sonraki nesiller bu kaydı gerekli görmüşlerse, onlara teslim olmak zorundayız. Yoksa Ahmed'e her "Ağzını kapa!" diyen çenesini kapatmasını istiyor değildir.

15 Şubat 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Cevşen'i şia kaynaklarından mı aldı?

Daha başlarken şunun altını çizmeliyim belki: Bu yazı, mezkûr soruya net bir cevap vermek için değil, elinden gelebilirse 'soru işareti sayısını olması gereken seviyeye çıkarmak için' yazıldı. Böyle demekle neyi kastediyorum? Tarif edebilmek için Zaman İçinde Bediüzzaman kitabında değinilen bir hastalığımıza dikkat çekmem gerek. Deniliyordu ki o kitapta: Nur talebeleri, Bediüzzaman hakkındaki yapılan suçlamalara, dayanaklarını/argümanlarını yeterince sorgulamadan karşı koyuyorlar.

Örneklerden birisi şuydu: Bediüzzaman'ın Kürt Teali Cemiyeti'ne üye olup olmadığı meselesinde "Üyeydi!" iddialarına karşı "Değildi!" diyenlerin, bunu, Kürt Teali Cemiyeti'nin zararlı bir cemiyet olduğu ve Bediüzzaman'ın da asla vatana zararlı bir cemiyetin içinde bulunmayacağı üzerinden savundukları zikrediliyordu. Fakat kimse "Kürt Teali Cemiyeti hakikaten zararlı bir cemiyet miydi?" veya "Kürt Teali Cemiyeti içindeki herkes muzır kimseler miydi?" diye sorgulamıyordu. Halbuki Kürt Teali Cemiyeti'nin 'hâzâ şer' gibi sunulması bir Kemalist tarih öğretisiydi. Bediüzzaman bu cemiyete üye olsun veya olmasın, bu soruya mezkûr üslûpta cevap vermek, aslında iddianın yüzdeellisini sorgulamadan kabul etmekti.

Bu tehlikeye Ebubekir Sifil Hoca da eserlerinde sıklıkla dikkat çeker. Ona göre İslam coğrafyasında modernist akımlar, oryantalizmin sorularına 'dayandıkları argümanların doğruluğu sınanmadan' verilmeye çalışılan cevaplar sonucu oluşmuştur. Bediüzzaman da, hem Eski Said dönemine, hem de 'mütefekkirin kısmı' dediği insanlara dair bir eleştirisinde der ki:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

İlk yapmamız gereken sorunun sıhhatinin sorgulamakken, biz, sorulara tatmin edici cevaplar yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu da sorudaki argümanların doğruluğunu bir ölçüde 'layetezelzel' kabul ettiğimiz bir etkilenişe tekabül ediyor. Dört kadınla evlenebilme ruhsatı, recm, faizin haramlığı vs... meseleleri belki günümüzde kendisini en açık gösteren örnekleri bu rahatsızlığın. Bu başlıklarla gelen sorularda o kadar ezilip büzülüyoruz ki, hani neredeyse "Allah da bunu niye böyle yapmış ki canım?" sitemine kadar uzanıyor iş, Allah korusun. Zaten Kur'an'ın tarihselliği iddiaları da bu eziklikten beslenerek serpiliyor. Her neyse... Asıl konuma dönersem:

Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından aldığı yönündeki iddialara karşı verilen cevapların da böyle bir etkilenişle üretildiği kanaatindeyim. Şüphenizi burada yanıtlayayım: Bir ehl-i sünnetçilik damarıyla (o da her neyse) yapmıyorum bunu. Cevapların da, sorunun da altını yeterince dolu bulmadığım için yapıyorum. Kanaatim şu: Mevzuu, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet kodlarına bir nakise olarak kullanmak isteyenlerin de, Bediüzzaman'ın bir meziyeti olarak savunanların da elleri yeterince dolu değil. Bir kere Bediüzzaman'ın mezkûr iddiayı doğrulayan veya yalanlayan bir beyanı yok. Her iki kesimin de oluşturmak istediği Bediüzzaman imajına yönelik yorumları var sadece. Cevşen'in ehl-i sünnet kaynaklarındaki en eski yazılmış hali (bildiğimiz kadarıyla) Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin (k.s.) Mecmuatü'l-Ahzab'ı iken, nedense kimse Bediüzzaman'ın Cevşen'i ondan aldığını evvelemirde 'zannetmek' istemiyor. Acaba neden?

Bu neden mi önemli? Çünkü Ahmed Ziyaüddin Hazretlerinin şia eleştirisi yaptığı eserleri de var. Yani eğer Cevşen bir şia etkisi ise "Ahmed Ziyaüddin Hazretleri gibi şia üzerine eleştiriler kaleme almış birisinde bu etkilenişin ne işi olabilir?" diye sormak icap ediyor. Zaten Cevşen'in kendisinde de ehl-i sünnetin istikamet dairesini zorlayacak bir içerik veya iz yok. Bu noktada Cevşen'in içeriği üzerinden bir şia etkisi iddiasında bulunmak mümkün değil. Bediüzzaman, Cevşen'i şia kaynaklarından almış olsa bile, ki buna dair ne doğrulayan ne de yalanlayan bir beyanı yok, bu onda ehl-i sünnetin ve sünnetin sahibinin (a.s.m.) vüsatini gördüğü içindir. Bu noktada ben "Bediüzzaman şia kaynaklarına elini bile sürmez!" demiyorum. Hiçbir ehl-i sünnet âlimi de böyle birşey söylemez. Mürşidimin istikametine tüm zerrelerimle kaniyim ve eğer o şia kaynaklarında rastlayıp, bu münacaatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinin izini görmüşse, yemin ederim ki, o öyledir. Fakat... Bediüzzaman'ın verdiği bir 'değerli eşya' örneği var. Diyor ki orada:

"Münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir."

Bu örneği kullanarak sormak istediğim ise şu: Bediüzzaman talebelerine birşey talim etse, bunun kaynağını önce nerede aramak gerekir? O, önce hangi dairenin âlimidir? Bu soruya verilecek cevaba göre arayışın yönü de değişiyor. Mesela; Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından görüp aldığını savunan 'dostlar'da şöyle bir cevaplandırış var ki, her duyuşumda şaşıyorum: "Bediüzzaman 'mezhepler üstü' bir insandır."

Doğrusu, ehl-i sünnet ve günümüz şiası ekseninde bu hükmün konulacak bir yeri var mıdır bilemiyorum. Hele ehl-i sünnetin üstü neresidir, hiçbir fikrim yok. (Başlangıç noktasında ise, İmam Ali'nin taraftarlığı zaten ehl-i sünnet dairesine dahildir.) Eserlerinde defalarca kendisini ehl-i sünnet ve'l-cemaat içinde tarif etmiş, ehl-i beytten olmayı dahi 'ehl-i sünnet' dairesiyle tasvir etmiş bir âlimi, sırf daha yükseklerde göstermek için 'mezhepler üstü' denilen içeriği ve delili meçhul bir yere kaldırmak ne kadar doğru? Ondört yıldır Risale-i Nur okuyorum, o kadar yıldır da maaliftihar mürşidimdir, eserlerinde böyle bir iddia ne okudum ne de yorum çıkardım. Öyle yorumlayan da delilini göstermek zorundadır. O delilini gösterene kadar benim için Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir ve zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat bu ümmetin istikametli cadde-i kübrasını temsil eder.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

Kenan Demirtaş Hoca'dan, geçtiğimiz hafta, şia kaynaklarında geçen Cevşen ile Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen arasında takdim-tehir ve ifade farklılıkları olduğunu duydum. Kendim böyle bir karşılaştırma yapmadığımdan bilemiyorum. Abdurreşid Şahin ağabey ise İngiltere'de ve kutsal topraklarda rastladığı şiilerin Cevşen'lerinde Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen'den farklı birşeye rastlamadığını söyledi. İkisi de ehl-i ilim ağabeylerim olduğundan, mesele şu an benim nazarımda, kazıyye-i makbule açısından, ortadadır. Kenan Demirtaş ağabeyin iddiası şu:

Bediüzzaman, Cevşen'i, şia kaynaklarından değil, tasavvuf/tarikat geleneğinde vird olarak nakledilen şekliyle öğrenmiş ve öğretmiştir. Ben bu iddianın mantığıma şöyle bir yakınlığını görüyorum ki: Cevşen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bu ümmete bir mirası olarak, önce ehl-i sünnetin, yani istikamet çizgisinin hakkıdır. Ve o çizgi, sözlü anlatımın yazılı anlatımla omuz omuza devam ettiği bir tedrisi içerir. Bu açıdan bakınca: Neden en eski yazılı nüshaları şia kaynaklarında olduğu için Cevşen onların malı olsundur ki? Pekala ehl-i sünnet içinde de sözlü bir şekilde naklediliyor/öğretiliyor olabilir. Ki, yukarıda altını çizdiğim, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin ehl-i sünnet hassasiyetleri de bilinmektedir. Ona bu münacaatın metni nereden gelmiştir? Neden kendisine böylesi itirazlarda bulunulmamıştır?

İkinci olarak: Eğer şia kaynaklarındaki metinlerle Bediüzzaman'ın metinleri arasında farklılıklar varsa, bu da gösterir ki, Cevşen'in farklı bir rivayet şekli ve ravi silsilesi olabilir. Rivayet şeklindeki farklılık farklı bir nakil silsilesinin daha olduğuna işaret eder. Aksi takdirde, Bediüzzaman'ın kendi tasarrufuyla şiadan gelen metinlerde değişiklikler yaptığını söylemek zorunda kalırız ki, bu da bana hiç mantıklı gelmiyor. Ancak dediğim gibi: Nüshaların bu noktada karşılaştırılmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da benim gibi cahilin değil, ehl-i ilmin ellerine bakıyor.

Üçüncüsü: Ebced/cifir meselesi gibi hususlarda, keskin hassasiyetlerle Bediüzzaman'a muhalefet eden dönemi ehl-i sünnet âlimlerinin Cevşen konusunda bir muhalefetlerine rastlamayışımız büyük bir soru işareti. Bediüzzaman'ın ve talebelerinin hatıralarına dair epey miktarda okuma yapmış bir insanım; böyle bir nakil ne işittim, ne de duydum. Hatta düşmanlarının bile o dönemde Cevşen üzerinden Bediüzzaman'a şia eğilimi suçlaması yok. Suçlaması yok ki, onun da bunlara mukabil bir cevabı yok. Konuya dair söylediği, o da saded harici bir temas olarak, yalnız şu:

"İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche'den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebîr'le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım."

Şimdi bu metne bakıp Bediüzzaman'ın bu duayı şia kaynaklarından aldığını mı söylemek daha mantıklı, yoksa ehl-i sünnet âlimlerinden naklettiğini söylemek mi daha anlamlı? İmam Gazali ve İmam Zeynelabidin ehl-i sünnetin de imamları değil mi ki, Üstad, Cevşen'in dersini almakta şia kaynaklarına muhtaç olsun? Yine altını çiziyorum: Mesele, 'ehl-i sünnetçilik' gibi tarifi belirsiz bir modern zaman kavramlaştırmasıyla beni damgalamak ve ezberine inanmaya devam etmek değildir. Mesele, bir soruya cevap verirken 'önce soruyu sınamanız gerektiğini' unutmanızdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...