Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. 'İsim' olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.
Vaktiyle Mevlana'ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: "Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Hakikaten öyledir. 'Duyuş'la lisanın ilgisi 'ses'le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.
İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.
İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.
Bediüzzaman "Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır..." derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed'e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.
Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun 'kötü' veya 'olmaması gereken' olduğuna inançları zayıf. Veya hatta 'olmaması gereken' olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.
Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.
İran hükümeti acaba neden Suriye'de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.
Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da ‘ortak duygu hafızasına sahip olmak’tır.
18 Mart 2016 Cuma
15 Mart 2016 Salı
Kur'an nasıl 'içimizden biri' olur?
Mürşidim Minhacü's-Sünne’sine bir kısacık meali şu şekilde olan ayet-i kerimelerle başlıyor: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Resulüm) Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir." Evet. Peki Bediüzzaman bu ayetleri sünnetle ilgili bir bahsin başına neden almıştır? “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla cevap verirsem: Bu ayetlerde sünnet-i seniyyenin varlık sebebine dair de işaretler vardır. Onun bize sağladığı kolaylık, yollar içinde gösterdiği mübarek istikamet, yine mürşidimin mezkûr metnin devamı niteliğinde kaleme aldığı Mirkatü's-Sünne Risalesi'nde şöyle açıklanır:
"Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
İşte, bu metnin de şahitliğiyle, ben artık nefsime diyorum ki arkadaşım: Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin en büyük delili bizzat sünnet-i seniyyesidir. Yani hayatıyla bize bıraktığı öpülesi izdir en büyük merhamet hediyesi. Yüzbin elhamdülillah. Yüzbin öpücük olsun. Fakat bu söylediğimi 'ihtimal hesaplarının çıldırtıcılığını' idrak etmemiş heva eşekleri anlayamaz. Yanlışa düşme korkusu çekmeyenin yol gösterene ehemmiyet verdiği görülmemiştir. Halbuki ilahî kelamdaki muradın hayatta neye karşılık geldiği, şüpheye ve tereddüte yer bırakmayacak en somut şekillerde, sünnet-i seniyye içinde mahfuzdur. Anlatılmıştır. Gösterilmiştir. Bu ihsan hem Allah'ın hem de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın merhametinin lazımıdır. Şân-ı keremlerinin gereğidir. Çünkü Rabb-i Rahim, tıpkı kelamında da buyurduğu gibi, bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Sünnet olmadığındaysa kullar somutlukta müşküle düşer. Kelimelerin içini eylemle doldurmakta zorlanır.
Kelamullah bütün zamanlarla/insanlarla konuşur. Onun bu yapısı aynı zamanda 'kısa söylemekle uzun kıldığı' bir anlam okyanusu oluşturur. Bütün zamanlar, zeminler ve zihinler istidatlarına göre ve de gayretleri ölçüsünde bu mukaddes okyanustan nasiplenirler. Fakat bu okyanus asla kuşatamayacakları bir zorluktur aynı zamanda. Nasıl bir zorluktur? İhtimaller zorluğudur. Murad-ı ilahiyi sırf kelamından anlamaya çalışan ve hayatına aksettirmek isteyen bir mü'mini önce ‘ihtimaller külfeti’ ve ‘somutlaştırmanın güçlüğü’ karşılar.
İşte, Aleyhissalatuvesselam, Rabbulâlemin'in izniyle ve emriyle, birçok dinî emirdeki/nehiydeki soyutluğu somutlaştırarak tahdit etmiştir. (Somutlaşan soyutluk insan için daha kavranılır bir hale gelir.) O belirsizlikten ortaya çıkabilecek tüm ifrat ve tefritleri sünnetinin duvarlarıyla alıkoymuştur. Yani Kur’an’ın, Umberto Eco’nun ifadesiyle, ‘aşırı yorum’lardan korunmasını sünnetin zaptıyla olmuştur. (O zaptta emeği geçenlere yüzbin rahmetler olsun.)
Namazdan kastedilen nedir? Oruçtan kastedilen nedir? Hac nasıl yapılırsa tastamam olur? Allah'ın zekat olarak istediği nedir? Kurban hangi şartlarla kesilir? Tüm bu soruların detaylı cevapları öncelikle sünnet içinde mevcuttur. Onun dini ‘içimizden biri’ haline getiren yapısıdır ki kolaylığın da kaynağıdır. Ve bu kolaylık, elbette önce Rabb-i Rahim’in, sonra da Aleyhissalatuvesselamın merhametindendir. İsterler ki: Müslümanlar ihtimal hesapları içinde şaşkın kalmasınlar. Murad-ı ilahiye uygun hareket etmeyi suhuletle başarsınlar.
Sünnetin bizi 'ihtimal hesaplarından' kurtardığı o kadar çok mesele vardır ki! Hatta denilebilir ki: Dinin her detayını şekillendiren, gösteren, öğreten evvela sünnet-i seniyyedir. Onun olmadığı zeminde en temel ibadetlerin dahi nasıl yapılacağı 'kestirilemez' olur. Bir din bin din olur. Bir namaz bin namaz olur. (Kimi takla atar. Kimi amuda kalkar. Kimisi kafasının üstünde döner.) Kur’an’da onlara dair bilgi azdır. Somutlukları sünnettendir. Bu eşikten diyebiliriz ki artık: Güya Kur'an adına, sünnet-i seniyye ile kavga edenler, aslında yokluğunda oluşacak boşluğu hevalarıyla doldurmak isteyenlerdir. Evet. Kainat boşluk kabul etmediği gibi din de boşluk kabul etmez. Eğer somutun bilgisi sünnet-i seniyyeden alınmayacaksa o halde bu modern zaman peygamberciklerinin(!) akılcıklarından alınacaktır. Akıl dediğimiz de haddizatında akıl değil hevadır.
Arkadaşım, aynı isimlerin, sünnet yanında hak mezheplerle de kavgalı olmalarına şaşırmamalı. Çünkü hak mezheplerin amacı da yolları arttırmak değil, bilakis, ümmetin içtihada taalluk eden meselelerde 'nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar içinde' kaybolmalarını engellemektir. Onların Kur'an'a ve sünnete vukufiyetleri içinde yaptıkları içtihadın 'ihtilaf çıkarmak' gibi bir amacı yoktur. Aksine: Amaçları ihtilafları usûllerle azaltmaktır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiin ve tebe-i tabiinin bütün müçtehid isimleri, yolları çoğaltmaya değil, 'tevhid' etmeye çalışmışlardır. Belki biraz da bu yüzden ilk dönemlerde 12 olduğu rivayet edilen hak mezheplerin sayısı zaman içinde 4'e düşmüştür. Ve yine biraz da bundan sahabe sayısı kadar ayrı yol oluşmamıştır. Herbirisi ayrı bir yöne doğru yürümemiştir. Çünkü o salih seleflerimiz, canımız onlara kurban olsun, modern zaman hevaperestleri gibi ‘yolları çoğaltmak aşkına’ yola çıkmamışlardır. Onların gayesi Kur'an'ı ve sünneti iyi tahlil ederek ümmeti 'çok yol baskısı'ndan kurtarmaya çalışmaktır. Tekilliğe yatkın hakikati bulmaktır.
Fakat, dikkat eder misin, modern zaman sünnetsizleri Kur'an-ı Hakîm'i okumaya başladıklarında en genel-geçer dinî emirlerde dahi ortalığı bir binbir ‘göre’nin sisi sarmaktadır. Bunlardan birisi arkadaşının kolunda İstanbul'u gezerken namazını kıldığını söylemektedir. (Çünkü ona göre namaz sadece duadır.) Bir başkası namazın sadece Allah'a saygı göstermek olduğunu ifade etmektedir. (Artık eğilmeye/kalkmaya ve hatta duaya bile gerek yoktur.) Bir başkası kurbanın 'parası burs verilerek de' kesilebileceğini düşünmektedir. (Zira kurban kesmek hayvancılığın önemli olduğu eski zamanlarda kalmış vahşi bir eylemdir.) Böylece Aleyhissalatuvesselamın merhametle, vahiyle, emr-i ilahîyle, düşmememiz için azalttığı yollar, bu hevaperestlerin eliyle çoğaltılmaya çalışılır. En nihayet bu kadar bol seçenek içinde akide dahi spesifikleşir. Ortada din diye birşey kalmaz. Herşey helal, herşey sevap, herşey mübah olur.
Başta alıntıladığım iki ayetten ikincisi bu anlamda çok manidar. Bugünün sünnetsizlerine de gayb-aşina parmağıyla dokunuyor. Nasıl? Belki önce şöyle bir soruyla yüzleşmeli: Peygamber aleyhissalatuvesselama sırt dönmek sırf sağlığında müşrikler tarafından mı yapılan bir eylemdir? Yoksa bugüne bakan bir tarafı da var mıdır? Bence evet! Bugün de sünnet-i seniyyeye sırtını dönenler aslında Aleyhissalatuvesselamın merhametine sırt dönmektedirler. Onun çok yollar içinde gösterdiği istikamete razı gelmeyerek başka yollara koşmak istemektedirler. Onlara verilecek cevabı da yine Hak Teala öğretmiştir. Biz de besmeleyle sünneti tekrar edelim: "Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir."
"Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
İşte, bu metnin de şahitliğiyle, ben artık nefsime diyorum ki arkadaşım: Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin en büyük delili bizzat sünnet-i seniyyesidir. Yani hayatıyla bize bıraktığı öpülesi izdir en büyük merhamet hediyesi. Yüzbin elhamdülillah. Yüzbin öpücük olsun. Fakat bu söylediğimi 'ihtimal hesaplarının çıldırtıcılığını' idrak etmemiş heva eşekleri anlayamaz. Yanlışa düşme korkusu çekmeyenin yol gösterene ehemmiyet verdiği görülmemiştir. Halbuki ilahî kelamdaki muradın hayatta neye karşılık geldiği, şüpheye ve tereddüte yer bırakmayacak en somut şekillerde, sünnet-i seniyye içinde mahfuzdur. Anlatılmıştır. Gösterilmiştir. Bu ihsan hem Allah'ın hem de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın merhametinin lazımıdır. Şân-ı keremlerinin gereğidir. Çünkü Rabb-i Rahim, tıpkı kelamında da buyurduğu gibi, bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Sünnet olmadığındaysa kullar somutlukta müşküle düşer. Kelimelerin içini eylemle doldurmakta zorlanır.
Kelamullah bütün zamanlarla/insanlarla konuşur. Onun bu yapısı aynı zamanda 'kısa söylemekle uzun kıldığı' bir anlam okyanusu oluşturur. Bütün zamanlar, zeminler ve zihinler istidatlarına göre ve de gayretleri ölçüsünde bu mukaddes okyanustan nasiplenirler. Fakat bu okyanus asla kuşatamayacakları bir zorluktur aynı zamanda. Nasıl bir zorluktur? İhtimaller zorluğudur. Murad-ı ilahiyi sırf kelamından anlamaya çalışan ve hayatına aksettirmek isteyen bir mü'mini önce ‘ihtimaller külfeti’ ve ‘somutlaştırmanın güçlüğü’ karşılar.
İşte, Aleyhissalatuvesselam, Rabbulâlemin'in izniyle ve emriyle, birçok dinî emirdeki/nehiydeki soyutluğu somutlaştırarak tahdit etmiştir. (Somutlaşan soyutluk insan için daha kavranılır bir hale gelir.) O belirsizlikten ortaya çıkabilecek tüm ifrat ve tefritleri sünnetinin duvarlarıyla alıkoymuştur. Yani Kur’an’ın, Umberto Eco’nun ifadesiyle, ‘aşırı yorum’lardan korunmasını sünnetin zaptıyla olmuştur. (O zaptta emeği geçenlere yüzbin rahmetler olsun.)
Namazdan kastedilen nedir? Oruçtan kastedilen nedir? Hac nasıl yapılırsa tastamam olur? Allah'ın zekat olarak istediği nedir? Kurban hangi şartlarla kesilir? Tüm bu soruların detaylı cevapları öncelikle sünnet içinde mevcuttur. Onun dini ‘içimizden biri’ haline getiren yapısıdır ki kolaylığın da kaynağıdır. Ve bu kolaylık, elbette önce Rabb-i Rahim’in, sonra da Aleyhissalatuvesselamın merhametindendir. İsterler ki: Müslümanlar ihtimal hesapları içinde şaşkın kalmasınlar. Murad-ı ilahiye uygun hareket etmeyi suhuletle başarsınlar.
Sünnetin bizi 'ihtimal hesaplarından' kurtardığı o kadar çok mesele vardır ki! Hatta denilebilir ki: Dinin her detayını şekillendiren, gösteren, öğreten evvela sünnet-i seniyyedir. Onun olmadığı zeminde en temel ibadetlerin dahi nasıl yapılacağı 'kestirilemez' olur. Bir din bin din olur. Bir namaz bin namaz olur. (Kimi takla atar. Kimi amuda kalkar. Kimisi kafasının üstünde döner.) Kur’an’da onlara dair bilgi azdır. Somutlukları sünnettendir. Bu eşikten diyebiliriz ki artık: Güya Kur'an adına, sünnet-i seniyye ile kavga edenler, aslında yokluğunda oluşacak boşluğu hevalarıyla doldurmak isteyenlerdir. Evet. Kainat boşluk kabul etmediği gibi din de boşluk kabul etmez. Eğer somutun bilgisi sünnet-i seniyyeden alınmayacaksa o halde bu modern zaman peygamberciklerinin(!) akılcıklarından alınacaktır. Akıl dediğimiz de haddizatında akıl değil hevadır.
Arkadaşım, aynı isimlerin, sünnet yanında hak mezheplerle de kavgalı olmalarına şaşırmamalı. Çünkü hak mezheplerin amacı da yolları arttırmak değil, bilakis, ümmetin içtihada taalluk eden meselelerde 'nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar içinde' kaybolmalarını engellemektir. Onların Kur'an'a ve sünnete vukufiyetleri içinde yaptıkları içtihadın 'ihtilaf çıkarmak' gibi bir amacı yoktur. Aksine: Amaçları ihtilafları usûllerle azaltmaktır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiin ve tebe-i tabiinin bütün müçtehid isimleri, yolları çoğaltmaya değil, 'tevhid' etmeye çalışmışlardır. Belki biraz da bu yüzden ilk dönemlerde 12 olduğu rivayet edilen hak mezheplerin sayısı zaman içinde 4'e düşmüştür. Ve yine biraz da bundan sahabe sayısı kadar ayrı yol oluşmamıştır. Herbirisi ayrı bir yöne doğru yürümemiştir. Çünkü o salih seleflerimiz, canımız onlara kurban olsun, modern zaman hevaperestleri gibi ‘yolları çoğaltmak aşkına’ yola çıkmamışlardır. Onların gayesi Kur'an'ı ve sünneti iyi tahlil ederek ümmeti 'çok yol baskısı'ndan kurtarmaya çalışmaktır. Tekilliğe yatkın hakikati bulmaktır.
Fakat, dikkat eder misin, modern zaman sünnetsizleri Kur'an-ı Hakîm'i okumaya başladıklarında en genel-geçer dinî emirlerde dahi ortalığı bir binbir ‘göre’nin sisi sarmaktadır. Bunlardan birisi arkadaşının kolunda İstanbul'u gezerken namazını kıldığını söylemektedir. (Çünkü ona göre namaz sadece duadır.) Bir başkası namazın sadece Allah'a saygı göstermek olduğunu ifade etmektedir. (Artık eğilmeye/kalkmaya ve hatta duaya bile gerek yoktur.) Bir başkası kurbanın 'parası burs verilerek de' kesilebileceğini düşünmektedir. (Zira kurban kesmek hayvancılığın önemli olduğu eski zamanlarda kalmış vahşi bir eylemdir.) Böylece Aleyhissalatuvesselamın merhametle, vahiyle, emr-i ilahîyle, düşmememiz için azalttığı yollar, bu hevaperestlerin eliyle çoğaltılmaya çalışılır. En nihayet bu kadar bol seçenek içinde akide dahi spesifikleşir. Ortada din diye birşey kalmaz. Herşey helal, herşey sevap, herşey mübah olur.
Başta alıntıladığım iki ayetten ikincisi bu anlamda çok manidar. Bugünün sünnetsizlerine de gayb-aşina parmağıyla dokunuyor. Nasıl? Belki önce şöyle bir soruyla yüzleşmeli: Peygamber aleyhissalatuvesselama sırt dönmek sırf sağlığında müşrikler tarafından mı yapılan bir eylemdir? Yoksa bugüne bakan bir tarafı da var mıdır? Bence evet! Bugün de sünnet-i seniyyeye sırtını dönenler aslında Aleyhissalatuvesselamın merhametine sırt dönmektedirler. Onun çok yollar içinde gösterdiği istikamete razı gelmeyerek başka yollara koşmak istemektedirler. Onlara verilecek cevabı da yine Hak Teala öğretmiştir. Biz de besmeleyle sünneti tekrar edelim: "Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir."
13 Mart 2016 Pazar
Müslüman 'tarafgir' olur mu?
"Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa, hemen aralarını bulun barıştırın! Şayet biri ötekine saldırıyorsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse, yine adaletle aralarını düzeltin ve hep insaflı olun. Çünkü Allah adaletli davrananları sever." (Hucurat sûresi, 9)
Burası, mezkûr hadis-i şerif ile oluşturduğu paralellik dışında, şundan dolayı da kıymetli görünür bana: Bediüzzaman'ın 'tarafgirlik' kelimesine pozitif bir karşılık yüklediği nadir yerlerden birisidir mezkûr metin. Ancak ben, tam da burada ve yukarıda kastedilen anlamla, 'tarafgirliğin' külliyatın geneline yayılmış bir tutum olduğunu belirtmek isterim. Bu, hâkim kültürün 'objektiflik övgüsü' ile baştan çıkmış bireylere kabulü zor birşey gibi gelebilir. Fakat evet, Bediüzzaman kaleme aldığı neredeyse her metinde 'objektif' değil 'tarafgirdir.'
Peki, neye tarafgirdir? Hakka tarafgirdir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrasına tarafgirdir. Sünnete, sahabe-i kirama, selef-i salihine, müçtehid imamlara, muhaddisuna, mutasavvıflara, ehl-i sünnetin ana omurgasını oluşturan her renge tarafgirlik gösterir Bediüzzaman. Dışarıdan yapılan her eleştiriye karşı da bu renkleri savunur. Kendisini tarikat mesleği içinde tanımlamamasına rağmen ehl-i bid'a hücumlara karşı onları savunması ancak böyle bir 'tarafgirlik' hissiyle anlaşılabilir. Mürşidim hak dairesinde kesinlikle taraftır. Hak-bâtıl düzleminde onun objektif olduğunu düşünen varsa, ya yukarıdaki mezkûr cümlelerini anlamamıştır yahut Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okumamıştır veyahut da Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'ndeki 'bitarafane muhakeme' eleştirisini anlamamıştır:
Hak-bâtıl düzlemindeki bir objektiflik iddiasının aslında taraf-ı muhalifi iltizam etmek, yani karşı taraftan bakmak/düşünmek, onu 'norm' olarak almak olduğunu açıkça belirten Bediüzzaman; hem bu eserine hem de Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ne 'istiaze/sığınma' vurgusu içeren ayetlerle başlar. Buradan hareketle denilebilir ki: Bediüzzaman, Kur'an'daki 'şeytandan Allah'a sığınma' ifadelerini bir 'hakka tarafgirlik' olarak anlamıştır. Cenab-ı Hakkın kelamında ona bu kadar çok yer vermesini; İslam geleneğinde 'istiaze'nin besmeleye arkadaş olacak kadar sık kullanılmasını böyle yorumlamıştır: Kalbine şeytan ve türevleri tarafıdan bir şüphe atılacak olursa 'objektiflik namına' ona da hak rengi verip hak namına ortada bir yerde durmaya çalışma. Allah'a ve ehl-i sünnetin bilgi sistemiyle sana gelen bilgiye/düşünme biçimine sığın. Bu sığınma bir anlamda 'orada cevap aramak' olarak anlaşılabileceği gibi, 'oradan cevap üretmek' olarak da anlaşılabilir. Bediüzzaman eserlerinde her ikisini de yapmıştır.
Peki, Bediüzzaman 'tarafgirliği' hangi hallerde kötüler? Bunu da kendisinin Lemeat'ta geçen bir cümlesinden anlayabiliriz: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Hemen altındaki bölümde ise duruşunu biraz daha açar: "Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı: Hüve'l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve'l-hasen yerine hüve'l-ahsen olmalı. Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: 'İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.' Dememeli: 'Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.'"
İşte, kanaatimce, bir kısım modernistlerin yanlış uyguladığı, bir kısım nurcuların ise Bediüzzaman'da yanlış anladığı şey budur: Bediüzzaman, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin çok renkli/sesli sistemi içindeki renkler/seslerin bütünü ve bütünlüğü için tarafgirdir. Her rengi anlamaya çalışır. Fakat o renklerden birisinin hakkı malı gibi görmesine karşıdır. Yani, hakta taraftır, ehakta tarafgir değildir. Renklerden birisinin kendisini ehak gibi görmesiyle de bir meselesi yoktur Bediüzzaman'ın. Fakat onun ehaklığını dayatmasına ittihad-ı İslam adına karşı çıkar. Hakkın geniş dairesinin hakkı bâtıldan ayıran çizgilerini vurgulamasında ve korumasında ise ısrarcıdır. Zaten eserlerinin tamamı bunun üzerinedir. Kim insafla okursa, görür.
Burada yine Risale-i Nur'da geçen ve kimilerince yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bahislerden birisine temas etmek istiyorum. Bediüzzaman'ın şia ve ehl-i sünnet arasındaki kavganın bitmesini isteyişi, ehl-i sünneti ve şiayı aynı derecede hak gördüğünden değildir. Bu birtek şu cümlesi bile ispat etmeye yeter: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! " Burada hak kime verilmiştir? Cümlenin geçtiği metin boyunca Bediüzzaman kimin duruşunu 'hakikatli' bulmuş, diğerinin duruşunu 'hak dairesine çekmeye' çalışmıştır? Denilebilir ki: Bediüzzaman, hak dairesinde bizimle ittifakta oldukları noktalardan dolayı şiayı da bâtıla karşı ittihada çağırmaktadır. Fakat meseleyi böyle anlamak nerededir; şianın da tastamam hakkı ifade ettiğini söylemek nerededir? Böyle diyenlerden ve anlayanlardan mürşidimi tenzih ederim.
Modernistlerin yanlış uyguladığı derken neyi kastediyorum? Onu da yazıyı bitirirken bir-iki cümleyle ifade edeyim: Modernistler İslam'a dair olan her meselenin tartışmaya açılabileceğini ve tartışmadaki her görüş sahibinin de yine İslam dairesinde kalabileceğini sanıyorlar. Hatta ne zaman ehl-i sünnet dairesinden "Sınırı geçiyorsunuz!" ihtarı duysalar muhataplarını 'tekfircilikle' veya 'ayrımcılıkla' suçluyorlar. İşte bu, bence, hak/ehak meselesinde modernist/reformist kesimlerin yanlış anladığıdır. Biz ehakkı tartışırız ve "Hakkın içinde ehakkı konuşan/tartışan herkes bizim gibi hak mesleğindedir!" deriz. Hak ekollerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, birbirlerine sevgileri ve anlayışları bundandır. Fakat bâtıl alanında üretilmiş bir bilgiye ve o bilginin sahibine de "Gel, sen de bizdensin!" demeyiz. Aptal değiliz. İttihad postu giydi diye kurdu koyun sürüsüne sokmayız.
Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuyor ki Allah Resulü aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın tadını ve lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan daha sevimli gelmesi." Bu hadis-i şerifi her hatırlayışımda mürşidimin Mektubat'ta geçen bir ifadesi de hatırıma geliyor. Orada, Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin virdinden "Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!" cümlesini naklettikten sonra diyor ki Bediüzzaman: "(...) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor."
Burası, mezkûr hadis-i şerif ile oluşturduğu paralellik dışında, şundan dolayı da kıymetli görünür bana: Bediüzzaman'ın 'tarafgirlik' kelimesine pozitif bir karşılık yüklediği nadir yerlerden birisidir mezkûr metin. Ancak ben, tam da burada ve yukarıda kastedilen anlamla, 'tarafgirliğin' külliyatın geneline yayılmış bir tutum olduğunu belirtmek isterim. Bu, hâkim kültürün 'objektiflik övgüsü' ile baştan çıkmış bireylere kabulü zor birşey gibi gelebilir. Fakat evet, Bediüzzaman kaleme aldığı neredeyse her metinde 'objektif' değil 'tarafgirdir.'
Peki, neye tarafgirdir? Hakka tarafgirdir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrasına tarafgirdir. Sünnete, sahabe-i kirama, selef-i salihine, müçtehid imamlara, muhaddisuna, mutasavvıflara, ehl-i sünnetin ana omurgasını oluşturan her renge tarafgirlik gösterir Bediüzzaman. Dışarıdan yapılan her eleştiriye karşı da bu renkleri savunur. Kendisini tarikat mesleği içinde tanımlamamasına rağmen ehl-i bid'a hücumlara karşı onları savunması ancak böyle bir 'tarafgirlik' hissiyle anlaşılabilir. Mürşidim hak dairesinde kesinlikle taraftır. Hak-bâtıl düzleminde onun objektif olduğunu düşünen varsa, ya yukarıdaki mezkûr cümlelerini anlamamıştır yahut Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okumamıştır veyahut da Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'ndeki 'bitarafane muhakeme' eleştirisini anlamamıştır:
"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."
Hak-bâtıl düzlemindeki bir objektiflik iddiasının aslında taraf-ı muhalifi iltizam etmek, yani karşı taraftan bakmak/düşünmek, onu 'norm' olarak almak olduğunu açıkça belirten Bediüzzaman; hem bu eserine hem de Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ne 'istiaze/sığınma' vurgusu içeren ayetlerle başlar. Buradan hareketle denilebilir ki: Bediüzzaman, Kur'an'daki 'şeytandan Allah'a sığınma' ifadelerini bir 'hakka tarafgirlik' olarak anlamıştır. Cenab-ı Hakkın kelamında ona bu kadar çok yer vermesini; İslam geleneğinde 'istiaze'nin besmeleye arkadaş olacak kadar sık kullanılmasını böyle yorumlamıştır: Kalbine şeytan ve türevleri tarafıdan bir şüphe atılacak olursa 'objektiflik namına' ona da hak rengi verip hak namına ortada bir yerde durmaya çalışma. Allah'a ve ehl-i sünnetin bilgi sistemiyle sana gelen bilgiye/düşünme biçimine sığın. Bu sığınma bir anlamda 'orada cevap aramak' olarak anlaşılabileceği gibi, 'oradan cevap üretmek' olarak da anlaşılabilir. Bediüzzaman eserlerinde her ikisini de yapmıştır.
Peki, Bediüzzaman 'tarafgirliği' hangi hallerde kötüler? Bunu da kendisinin Lemeat'ta geçen bir cümlesinden anlayabiliriz: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Hemen altındaki bölümde ise duruşunu biraz daha açar: "Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı: Hüve'l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve'l-hasen yerine hüve'l-ahsen olmalı. Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: 'İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.' Dememeli: 'Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.'"
İşte, kanaatimce, bir kısım modernistlerin yanlış uyguladığı, bir kısım nurcuların ise Bediüzzaman'da yanlış anladığı şey budur: Bediüzzaman, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin çok renkli/sesli sistemi içindeki renkler/seslerin bütünü ve bütünlüğü için tarafgirdir. Her rengi anlamaya çalışır. Fakat o renklerden birisinin hakkı malı gibi görmesine karşıdır. Yani, hakta taraftır, ehakta tarafgir değildir. Renklerden birisinin kendisini ehak gibi görmesiyle de bir meselesi yoktur Bediüzzaman'ın. Fakat onun ehaklığını dayatmasına ittihad-ı İslam adına karşı çıkar. Hakkın geniş dairesinin hakkı bâtıldan ayıran çizgilerini vurgulamasında ve korumasında ise ısrarcıdır. Zaten eserlerinin tamamı bunun üzerinedir. Kim insafla okursa, görür.
Burada yine Risale-i Nur'da geçen ve kimilerince yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bahislerden birisine temas etmek istiyorum. Bediüzzaman'ın şia ve ehl-i sünnet arasındaki kavganın bitmesini isteyişi, ehl-i sünneti ve şiayı aynı derecede hak gördüğünden değildir. Bu birtek şu cümlesi bile ispat etmeye yeter: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! " Burada hak kime verilmiştir? Cümlenin geçtiği metin boyunca Bediüzzaman kimin duruşunu 'hakikatli' bulmuş, diğerinin duruşunu 'hak dairesine çekmeye' çalışmıştır? Denilebilir ki: Bediüzzaman, hak dairesinde bizimle ittifakta oldukları noktalardan dolayı şiayı da bâtıla karşı ittihada çağırmaktadır. Fakat meseleyi böyle anlamak nerededir; şianın da tastamam hakkı ifade ettiğini söylemek nerededir? Böyle diyenlerden ve anlayanlardan mürşidimi tenzih ederim.
Modernistlerin yanlış uyguladığı derken neyi kastediyorum? Onu da yazıyı bitirirken bir-iki cümleyle ifade edeyim: Modernistler İslam'a dair olan her meselenin tartışmaya açılabileceğini ve tartışmadaki her görüş sahibinin de yine İslam dairesinde kalabileceğini sanıyorlar. Hatta ne zaman ehl-i sünnet dairesinden "Sınırı geçiyorsunuz!" ihtarı duysalar muhataplarını 'tekfircilikle' veya 'ayrımcılıkla' suçluyorlar. İşte bu, bence, hak/ehak meselesinde modernist/reformist kesimlerin yanlış anladığıdır. Biz ehakkı tartışırız ve "Hakkın içinde ehakkı konuşan/tartışan herkes bizim gibi hak mesleğindedir!" deriz. Hak ekollerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, birbirlerine sevgileri ve anlayışları bundandır. Fakat bâtıl alanında üretilmiş bir bilgiye ve o bilginin sahibine de "Gel, sen de bizdensin!" demeyiz. Aptal değiliz. İttihad postu giydi diye kurdu koyun sürüsüne sokmayız.
9 Mart 2016 Çarşamba
Kur'an kime yeter? (3)
Bu sıralar 'kütüphaneden emanet aldığım kitapları vaktinde iade edememe' problemi yaşıyorum. Onlar da, sağolsunlar, belki yüzün üstünde kitap alıp hepsini sapasağlam iade etmiş olmama rağmen gözümün yaşına bakmıyorlar. Geç getirdiğim her defasında 'gecikmişliğimin' altını çiziyorlar. Son defasında artık dayanamadım. (Hep ezil, hep ezil, nereye kadar?) "Kitabı çok geciktirmişsiniz" diyen görevliye "Sadece 4 gün" diye cevap verdim. "Çok!" dedi. Ben de kendisine 'çok'un göreceli olduğunu hatırlattım. Cevabı şöyle oldu: "Beyefendi, kütüphane memuru benim ve 4 gün çok!"
Geometride, daha yolun başındayken, aldığımız bir derstir: Bir doğru çizebilmek için en azından iki nokta gerekir. Tek noktadan bir doğru oluşturamazsınız. O doğrunun nereden başlayacağını bilseniz de ne yöne doğru gideceğini bilemezsiniz. İlk nokta potansiyeldir. Bağımsız bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Herhangi bir yöne giden herhangi bir doğrunun parçası olabilir o nokta. Bu olabilecekler potansiyeli, sizi, onun hakkında yargıda bulunamaz hale getirir. Herşey izafileşir. Bu nedenle bir noktadan doğru oluşturamazsınız. Doğru çizebilmeniz için nereye doğru gittiğini/gideceğini gösteren ikinci bir noktaya ihtiyacınız olur.
Bediüzzaman, 11. Lem'a'nın 3. Nükte'sinde, sünnet-i seniyyenin 'mânevî bir fırtına içinde' gördüğü fonksiyona dair şunları söylüyor:
Peki, sünnet-i seniyye bunu nasıl başarıyor? Bence bunu hayatın içinde verdiği 'ikinci noktalar' sayesinde başarıyor. Yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ilk müfessir, ilk muallim ve ilk uygulayıcı olarak ortaya koyduğu anlatım, aynı zamanda yaşama serpiştirilmiş ikinci noktalar... Ve biz (Kur'an ayetlerini de hakikatin metinsel noktaları olarak kabul edersek) Kur'an'dan hayata/hayatlarımıza doğruları sünnet-i seniyye sayesinde çizebiliyoruz. Yoksa, tek noktadan bir doğru çizerken yaşadığımız şaşkınlık gibi, nereye gideceğini kestiremiyoruz. "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."
Sünnet-i seniyyenin otoritesi olmadığı zaman Kur'an ve hayat arasındaki insanî bağ kopuyor. Bu, mü'mini, gündelik yaşamında 'seçeneklerin baskısı' altında bırakırken; Kur'an'ı da lafız cambazlarının ellerinde korumasız hale getiriyor. "Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok."
Tahrif önce mana üzerinden olur. Sünnetin Kur'an'ın bir kalkanı olması tam da bu noktada. Başka ümmetler kutsal metinlerini tahriften koruyamadılar. İlginçtir, başka hiçbir ümmet de, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselam gibi peygamberinin sünnetini/dersini hıfzetmedi. Bu demektir ki, Kur'an'da beyan buyrulan korunma, sadece lafızların korunması değildir, aynı zamanda o lafızlarla kastedilenin de korunmasıdır. Ki bu koruma da sünnetin hıfzıyla olmuştur. Bugün kurban gibi, namaz gibi, hac gibi amelleri sırf Kur'an üzerinden(!) anlamaya çalışanların nasıl haltlar yediklerini görüyoruz/okuyoruz. Hak mezheplere, güya çıkardıkları ihtilaf için, laf atarken aslında her bireyi bir mezhep imamının aklından/kalbinden geçmeyecek kadar cüretkâr kılıyorlar. Bunun bedeli ise, iddia ettikleri gibi ittifak değil, neredeyse birey sayısı kadar yepyeni dinlerin inşası oluyor.
Sorun kütüphane memurunun hatırlattığı ile aynı: Kelimelerin ne anlama geldiğini kim belirleyecek? Kimin 'çok'u geçerli olacak? Otorite spesifikliği giderir. Kur'an'ı anlamada otorite kim olacak? Kelam-ı ilahî tek metin olarak aramızda duruyor, doğru. Fakat metnin ne anlama geldiği noktasında netliği kim sağlayacak? İkinci noktayı kim belirleyecek? Kardeşlerim, bu "Kur'an Müslümanlığı" hareketi aslında bir "Kur'an'ı spesifikleştirme" hareketidir. Bunlar ikinci noktayı sünnet-i seniyyenin elinden almak için hadislere saldırıyorlar. Maksat Kur'an'ı netleştirmek değil, bulandırmak. İçinden sonsuz sayıda doğru geçebilir tek nokta haline getirmek. Sonra o doğruların nereye gideceğini de kendileri belirleyecek. İkinci noktayı hevalarına göre kendileri koyacak. Şimdi %99'u aynı dört hak mezhebimiz var. Allah korusun, din bunların eline geçse, insan sayısı kadar dinimiz olacak.
Geometride, daha yolun başındayken, aldığımız bir derstir: Bir doğru çizebilmek için en azından iki nokta gerekir. Tek noktadan bir doğru oluşturamazsınız. O doğrunun nereden başlayacağını bilseniz de ne yöne doğru gideceğini bilemezsiniz. İlk nokta potansiyeldir. Bağımsız bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Herhangi bir yöne giden herhangi bir doğrunun parçası olabilir o nokta. Bu olabilecekler potansiyeli, sizi, onun hakkında yargıda bulunamaz hale getirir. Herşey izafileşir. Bu nedenle bir noktadan doğru oluşturamazsınız. Doğru çizebilmeniz için nereye doğru gittiğini/gideceğini gösteren ikinci bir noktaya ihtiyacınız olur.
Bediüzzaman, 11. Lem'a'nın 3. Nükte'sinde, sünnet-i seniyyenin 'mânevî bir fırtına içinde' gördüğü fonksiyona dair şunları söylüyor:
"Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Peki, sünnet-i seniyye bunu nasıl başarıyor? Bence bunu hayatın içinde verdiği 'ikinci noktalar' sayesinde başarıyor. Yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ilk müfessir, ilk muallim ve ilk uygulayıcı olarak ortaya koyduğu anlatım, aynı zamanda yaşama serpiştirilmiş ikinci noktalar... Ve biz (Kur'an ayetlerini de hakikatin metinsel noktaları olarak kabul edersek) Kur'an'dan hayata/hayatlarımıza doğruları sünnet-i seniyye sayesinde çizebiliyoruz. Yoksa, tek noktadan bir doğru çizerken yaşadığımız şaşkınlık gibi, nereye gideceğini kestiremiyoruz. "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."
Sünnet-i seniyyenin otoritesi olmadığı zaman Kur'an ve hayat arasındaki insanî bağ kopuyor. Bu, mü'mini, gündelik yaşamında 'seçeneklerin baskısı' altında bırakırken; Kur'an'ı da lafız cambazlarının ellerinde korumasız hale getiriyor. "Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok."
Tahrif önce mana üzerinden olur. Sünnetin Kur'an'ın bir kalkanı olması tam da bu noktada. Başka ümmetler kutsal metinlerini tahriften koruyamadılar. İlginçtir, başka hiçbir ümmet de, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselam gibi peygamberinin sünnetini/dersini hıfzetmedi. Bu demektir ki, Kur'an'da beyan buyrulan korunma, sadece lafızların korunması değildir, aynı zamanda o lafızlarla kastedilenin de korunmasıdır. Ki bu koruma da sünnetin hıfzıyla olmuştur. Bugün kurban gibi, namaz gibi, hac gibi amelleri sırf Kur'an üzerinden(!) anlamaya çalışanların nasıl haltlar yediklerini görüyoruz/okuyoruz. Hak mezheplere, güya çıkardıkları ihtilaf için, laf atarken aslında her bireyi bir mezhep imamının aklından/kalbinden geçmeyecek kadar cüretkâr kılıyorlar. Bunun bedeli ise, iddia ettikleri gibi ittifak değil, neredeyse birey sayısı kadar yepyeni dinlerin inşası oluyor.
Sorun kütüphane memurunun hatırlattığı ile aynı: Kelimelerin ne anlama geldiğini kim belirleyecek? Kimin 'çok'u geçerli olacak? Otorite spesifikliği giderir. Kur'an'ı anlamada otorite kim olacak? Kelam-ı ilahî tek metin olarak aramızda duruyor, doğru. Fakat metnin ne anlama geldiği noktasında netliği kim sağlayacak? İkinci noktayı kim belirleyecek? Kardeşlerim, bu "Kur'an Müslümanlığı" hareketi aslında bir "Kur'an'ı spesifikleştirme" hareketidir. Bunlar ikinci noktayı sünnet-i seniyyenin elinden almak için hadislere saldırıyorlar. Maksat Kur'an'ı netleştirmek değil, bulandırmak. İçinden sonsuz sayıda doğru geçebilir tek nokta haline getirmek. Sonra o doğruların nereye gideceğini de kendileri belirleyecek. İkinci noktayı hevalarına göre kendileri koyacak. Şimdi %99'u aynı dört hak mezhebimiz var. Allah korusun, din bunların eline geçse, insan sayısı kadar dinimiz olacak.
4 Mart 2016 Cuma
Din sünnetsiz olur mu?
Kur'an-ı Hakîm kitabımızdır. Sünnet ise pratiğimizdir. Mürşidimin Mirkatu's-Sünne ve Tiryak-u Marazı'l-Bid'a ismini verdiği 11. Lem'a'da sünnet-bid'a arasında kurduğu zıtlık, aslında ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bu meseleye bakışının da bir özetini oluşturur. Evet. Küfür doğrudan Kur'an'la mücadeleye tutuşmasından tanınabilecek birşeyken bid'a daha çok sünnetle girdiği kavgadan tanınır. Bu noktada Bediüzzaman'ın aynı bahiste yaptığı şu tanımını aktarmış olalım: "Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır."
İlginçtir: Mürşidim o bahiste farzları da sünnetlerden ayırmaz. Ya? Sünnetin içerisine dahil eder. Muhalefetlerini bid'a olarak görür. Çünkü bunlar sünnetin 'tek doğru' olduğu bölgeyi temsil eder. Nafilelerin bir kısmıysa sünnetin 'tek doğru' değil fakat 'en doğru' olduğu yerlerdir. Onları seçmek ahsendir. "Bugün dininizi kemale erdirdim..." ayetini de sünnet ve Kur'an birlikteliği içinde ele alan Bediüzzaman; "(...) kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir!" der. Yani ‘kemale eren’in içine sünneti de katar. Çok önemli bir uyarıştır bu bizler için. 'Âdâb' tabir ettiği kısım içinse daha yumuşak bir dil kullanır:
"Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, 'âdâb' tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir."
Görülüyor ki: Bid’a ehli bedbahtların arızası miras-ı nebevîyi 'beğenmemek' veya 'nakıs görmek'le başlar. Bir müslüman Aleyhissalatuvesselamın her sünnetine tastamam ittiba edemeyebilir. (Ki Bediüzzaman da aynı eserde bunun ancak ehass-ı havassa nasip olacak birşey olduğunu ifade eder.) Fakat onların 'en doğru seçim' veya 'olması gereken' olduğundan şüphesi yoktur. Olmamalıdır. Din ‘sünnetle’ tamamlanmıştır. Modernistlerin/ehl-i bid'anın bu ayet üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini iddia etmelerinin altı boştur. Eğer böyle anlaşılırsa, hâşâ, bizzat Kur'an bu ayetten sonra nüzulüne devam ederek abes işlemiş olacaktır.
7. Nükte'ye "Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın..." diyerek başlayan Bediüzzaman; 9. Nükte'de ise "Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak..." diye tarif ettiği hissedişle/inanışla mü'minin itikad ve muamelat dairelerindeki istikametli duruşlarını tayin eder. Tamam. Muamelatta tastamam sünnete ittiba edemeyebilirsin. Ama itikadda onlara taraftar olmak, onların doğruluğuna iman etmek, 'olması gerekenin o olduğunu düşünmek' İslam akaidinin bir parçasıdır. Bundan asla taviz vermemelisin. Gerilememelisin. Taraftarlığını yitirmemelisin.
Kanaatimce 'tarihselci okuma'nın hatası da tam bu noktada başlıyor. Bunlar öncelikle sünnet için 'en doğruluğu' tartışmaya açıyorlar. Sonra ‘tek doğru’ alanını da bu tartışmaya katıyorlar. ‘En doğru' dediğimiz kısmı 'kişisel sünnet' diye işaretleyip, Aleyhissalatuvesselamın şahsına hapsetme gayretindeki bu zümreler, mezkûr alanla ‘evrensel sünnet’ dedikleri diğer bölgenin nasıl ayrılacağını ise söylemiyorlar. Onlar söyleyemese de biz ‘heva’larını seziyoruz.
Sözgelimi: Haccedişi, kişisel sünneti midir, yoksa evrensel sünneti mi? Yarın birisi de çıkıp 'tavafın aslında Aleyhissalatuvesselamın kişisel bir seçimi olduğunu' söylese, onlara ('bana öyle geliyor/gelmiyor' dışında) hangi ilmî kaidelerle cevap verilecektir? Veremezler. Çünkü açtıkları kategoriler sakattır. Doğrusu ise şudur: Sünnetin farz/vacip olmayan bir kısmından bahsedilebilir ama ümmeti için de 'en doğru' olmayan (yani rehberlik fonksiyonu bulunmayan) bir sünnetten bahsedilemez. 11. Lem’a daha bunun gibi nice inci dersler içerir.
İlginçtir: Mürşidim o bahiste farzları da sünnetlerden ayırmaz. Ya? Sünnetin içerisine dahil eder. Muhalefetlerini bid'a olarak görür. Çünkü bunlar sünnetin 'tek doğru' olduğu bölgeyi temsil eder. Nafilelerin bir kısmıysa sünnetin 'tek doğru' değil fakat 'en doğru' olduğu yerlerdir. Onları seçmek ahsendir. "Bugün dininizi kemale erdirdim..." ayetini de sünnet ve Kur'an birlikteliği içinde ele alan Bediüzzaman; "(...) kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir!" der. Yani ‘kemale eren’in içine sünneti de katar. Çok önemli bir uyarıştır bu bizler için. 'Âdâb' tabir ettiği kısım içinse daha yumuşak bir dil kullanır:
"Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, 'âdâb' tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir."
Görülüyor ki: Bid’a ehli bedbahtların arızası miras-ı nebevîyi 'beğenmemek' veya 'nakıs görmek'le başlar. Bir müslüman Aleyhissalatuvesselamın her sünnetine tastamam ittiba edemeyebilir. (Ki Bediüzzaman da aynı eserde bunun ancak ehass-ı havassa nasip olacak birşey olduğunu ifade eder.) Fakat onların 'en doğru seçim' veya 'olması gereken' olduğundan şüphesi yoktur. Olmamalıdır. Din ‘sünnetle’ tamamlanmıştır. Modernistlerin/ehl-i bid'anın bu ayet üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini iddia etmelerinin altı boştur. Eğer böyle anlaşılırsa, hâşâ, bizzat Kur'an bu ayetten sonra nüzulüne devam ederek abes işlemiş olacaktır.
7. Nükte'ye "Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın..." diyerek başlayan Bediüzzaman; 9. Nükte'de ise "Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak..." diye tarif ettiği hissedişle/inanışla mü'minin itikad ve muamelat dairelerindeki istikametli duruşlarını tayin eder. Tamam. Muamelatta tastamam sünnete ittiba edemeyebilirsin. Ama itikadda onlara taraftar olmak, onların doğruluğuna iman etmek, 'olması gerekenin o olduğunu düşünmek' İslam akaidinin bir parçasıdır. Bundan asla taviz vermemelisin. Gerilememelisin. Taraftarlığını yitirmemelisin.
Kanaatimce 'tarihselci okuma'nın hatası da tam bu noktada başlıyor. Bunlar öncelikle sünnet için 'en doğruluğu' tartışmaya açıyorlar. Sonra ‘tek doğru’ alanını da bu tartışmaya katıyorlar. ‘En doğru' dediğimiz kısmı 'kişisel sünnet' diye işaretleyip, Aleyhissalatuvesselamın şahsına hapsetme gayretindeki bu zümreler, mezkûr alanla ‘evrensel sünnet’ dedikleri diğer bölgenin nasıl ayrılacağını ise söylemiyorlar. Onlar söyleyemese de biz ‘heva’larını seziyoruz.
Sözgelimi: Haccedişi, kişisel sünneti midir, yoksa evrensel sünneti mi? Yarın birisi de çıkıp 'tavafın aslında Aleyhissalatuvesselamın kişisel bir seçimi olduğunu' söylese, onlara ('bana öyle geliyor/gelmiyor' dışında) hangi ilmî kaidelerle cevap verilecektir? Veremezler. Çünkü açtıkları kategoriler sakattır. Doğrusu ise şudur: Sünnetin farz/vacip olmayan bir kısmından bahsedilebilir ama ümmeti için de 'en doğru' olmayan (yani rehberlik fonksiyonu bulunmayan) bir sünnetten bahsedilemez. 11. Lem’a daha bunun gibi nice inci dersler içerir.
2 Mart 2016 Çarşamba
Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'e neden 'selefim' dedi?
Bu defa hakkında vaktinizi almak istediğim konu Bediüzzaman'ın Yavuz Sultan Selim Han’a 'selefi' olarak işaret etmesi meselesi. Hatta 'işaret' kelimesi zayıf kalır. Bunu açıkça ifade ediyor:
"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."
Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.
Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.
Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."
Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.
Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)
Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.
Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)
Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.
Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."
Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.
Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.
Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."
Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.
Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)
Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.
Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)
Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.
Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
1 Mart 2016 Salı
Altan Tan'ın 'gör' dediği...
Altan Tan'a cevap olarak değil, bu mesele benim de zihnimi bir süredir meşgul ettiği için yazacağım. Hatta tevafuk, bundan birkaç hafta önce, bir kahvaltıda, orada hazır bulunan abi ve kardeşlerime de düşüncelerimi açmıştım. Ben, Bediüzzaman'ın, vefat hastalığı üzerinde iken Urfa'ya gidişini tesadüf olarak görmüyorum. Hiçbir nur talebesinin de böyle görmediği kanaatindeyim. Hatta nur talebesi olmasın, fakat Bediüzzaman'ın işlerinde hikmetle hareket ettiğine inansın, o da bunun bir tesadüf olduğuna ihtimal vermez. Bediüzzaman, Urfa'ya, orada ruhunu Rahman'a teslim etmeye gitti. Ve dolayısıyla diyebiliriz ki: Defni için Urfa'nın mübarek toprağını ihtiyar etti. Peki, neden orayı seçti?
Ben bu seçimi Türk-Kürt-Arap kardeşliğine atılmış bir dikiş gibi görüyorum. İttihad-ı İslam'a yapılmış bir hizmetti Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı ve defni. Neden ve nasıl? Bediüzzaman'ın mübarek kabri orada olduğu sürece, ömrünün büyük bir kısmında aralarında yaşadığı vefakâr Türkler, onu akrabaları ve kahramanları sayan dindar Kürtler ve dine hizmetini takdir eden mübarek Araplar Urfa'ya akın akın gidecektiler, tıpkı bugün onunla ilgili diğer mekanlara gittikleri gibi. Ve bu gidiş-gelişler Türkler-Kürtler-Araplar arasında bir etkileşim oluşturacaktı. Hatta kardeşi Abdulmecid ağabeyi bu zulme mecbur edenlerin dahi "Suriye'den ziyaret için kaçak girişler olduğunu" bahane etmeleri, onun 'büyük bir birleştirici' olduğunu gösteriyor.
Kanaatimce; Bediüzzaman, Urfa'ya defnini böyle bir etkileşime sebep olacağı için de tercih etti. Hayatını ittihad-ı İslam'a adamış birisinin vefatını da bu yola hizmetkâr etmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Hatta öyle geliyor ki bana; eğer Üstad Hazretlerinin kabri Urfa'dan zorla taşınıp kaybettirilmeseydi; Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki diyalog da bugünkünden çok daha iyi bir seviyede olurdu. Belki coğrafyamız iletişimsizlikten kangren haline gelmiş sorunlarla uğraşmayacaktı bu kadar. Birbirimize karşı daha toleranslı ve anlayışlı olacaktık. Birbirimizi bilecektik. Etkileşim bunu sağlar. Bu meselenin bencileyin tarafı. Gelelim şimdi Altan Tan'ın söylediklerine...
Doğrusu; Altan Tan'ın, Nurcuların düşünce dünyasını anlamadan çok uzak birisi olduğunu düşünüyorum. Kendisi dindar olabilir. Fakat ruhu ruhumuzdan uzaktır. Çünkü kaderi ve hayatı okuyuş biçimi bizim gibi değildir. Nur talebeleri Allah'ın takdiriyle gerçekleşen her işte bir hikmet ararlar. Bu, bizzat Kur'an'ın, hadislerin ve Bediüzzaman'ın hikmet arayışlarının onlara verdiği bir derstir. Birşeyi 'irade etmek' ellerinde değilse, şartlar olgunlaşıncaya kadar 'müsbet hareket' diye tarif ettikleri metod içerisinde gayret etmeye devam ederler.
Silahlı bir örgütün siyasi kanadında milletvekili olan Altan Tan, müsbet hareketi anlayamadığı gibi, 'masum canı yanmasın' diye sabretmeyi de anlayamaz. Bu yüzden ruhu ruhumuzdan uzaktır. Kürt olması birşeyi değiştirmez. Kürt bir nur talebesi olarak, onun dilini Türk bir nur talebesinden çok daha uzak buluyorum. Bu kültür işi değil tedris işidir. Ve biz tedrisimizi Bediüzzaman'ın dizinin dibinde sürdürüyoruz. Kendisi gibi düşünmeyeni 'mutlak haklılığın fildişi kulesinden' serbestçe aşağılayan Altan Tan bizi nasıl anlasın? Onu, o meftun olduğu zirvelerde, öfkesiyle başbaşa bırakmak lazım.
Ben, nur talebelerinin, gerçekleşmesine engel olamadıkları bu tasarrufun ardında kaderin elini görüp, ona Bediüzzaman'ın metinlerinden ve vasiyetlerinden beslenmiş bir okuma ile bakmalarında beis görmüyorum. Hatta okumalarının hiç de haksız olmadığı kanaatindeyim. Daha hatta, bu okumanın, Urfa için de önemli olduğunu; topraklarında gerçekleşmiş bu zulme engel olamamaktan kaynaklanan öfkeden onları koruduğunu düşünüyorum. Ki, bu pencereden bakınca, Altan Tan'ın hakareti aslında Urfa halkına (en çok da Kürtlere) yapılmış bir hakarettir. Haşa, Urfa halkı asla korkak değildir; fakat öyle zamanlar olur ki, işler daha kötü olmasın diye dişinizi sıkarsınız. Bence hem Urfalılar, hem Nurcular, hem Türkler, hem Kürtler, hem Araplar... Bediüzzaman'ın kabrinin taşınması meselesinde dişlerini sıkıp kadere tevekkül etmişlerdir.
Ancak sorgulamayla karışık bir özeleştirim de var. Özü şu: Bediüzzaman'ın Emirdağ Lahikası'nda geçen; "Benim kabrim gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor..." ifadelerinin onun son vasiyeti olduğuna emin miyiz? Eğer Bediüzzaman, bu vasiyetinin kesin ve son kararı/kanaati olduğunu düşünüyorsa, neden Urfa'da vefat etmeyi seçmiştir?
Emirdağ'dan hiç hareket etmeyerek, hatta belki daha da ıssız bir yerde vefat etmeyi seçerek (bunu istese talebeleri elbette emrine uyarlardı), mübarek bedeninin gizli bir yere defnedilmesini sağlayamaz mıydı? Zira neshe dair hükümlerde olsun, sünnete dair uygulamalarda olsun, fıkha dair içtihadlarda olsun, 'son olan esas alınır' diye biliyorum ben.
Bu açıdan, nur talebelerinin yaptıkları kaderî okumayı çok mutlaklaştırmasında da hata var bence. Şartlar olgunlaştığında Bediüzzaman'ın kabrinin tekrar Urfa'ya nakledilmesi tartışma alanından uzak tutulmamalı gibi geliyor bana. Bu, topraklarındaki emanete yapılan saygısızlığın telafisi anlamında, hem özelde Nurculara ve Urfalılara, hem de genelde Kürtlere ve Araplara doğru hoş bir adım olmaz mı? Bediüzzaman'ın ahir ömründe orada vefat etmeyi seçmesiyle son vasiyetinin Urfa'da medfun bulunmak olduğu düşünülemez mi? Ki taşınmasa, hâlâ orada olacaktı. Nur talebeleri "Vasiyeti böyle değildir" deyip kabri taşımayacaktı. Hasılı: Bu konuya dair sorularım/sorgulamalarım var. Altan Tan'ın haksızlığı içinde bir dane-i hakikat sanki göz kırpıyor. Görmezden gelmemek lazım. İnsafla düşüncemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.
Ben bu seçimi Türk-Kürt-Arap kardeşliğine atılmış bir dikiş gibi görüyorum. İttihad-ı İslam'a yapılmış bir hizmetti Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı ve defni. Neden ve nasıl? Bediüzzaman'ın mübarek kabri orada olduğu sürece, ömrünün büyük bir kısmında aralarında yaşadığı vefakâr Türkler, onu akrabaları ve kahramanları sayan dindar Kürtler ve dine hizmetini takdir eden mübarek Araplar Urfa'ya akın akın gidecektiler, tıpkı bugün onunla ilgili diğer mekanlara gittikleri gibi. Ve bu gidiş-gelişler Türkler-Kürtler-Araplar arasında bir etkileşim oluşturacaktı. Hatta kardeşi Abdulmecid ağabeyi bu zulme mecbur edenlerin dahi "Suriye'den ziyaret için kaçak girişler olduğunu" bahane etmeleri, onun 'büyük bir birleştirici' olduğunu gösteriyor.
Kanaatimce; Bediüzzaman, Urfa'ya defnini böyle bir etkileşime sebep olacağı için de tercih etti. Hayatını ittihad-ı İslam'a adamış birisinin vefatını da bu yola hizmetkâr etmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Hatta öyle geliyor ki bana; eğer Üstad Hazretlerinin kabri Urfa'dan zorla taşınıp kaybettirilmeseydi; Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki diyalog da bugünkünden çok daha iyi bir seviyede olurdu. Belki coğrafyamız iletişimsizlikten kangren haline gelmiş sorunlarla uğraşmayacaktı bu kadar. Birbirimize karşı daha toleranslı ve anlayışlı olacaktık. Birbirimizi bilecektik. Etkileşim bunu sağlar. Bu meselenin bencileyin tarafı. Gelelim şimdi Altan Tan'ın söylediklerine...
Doğrusu; Altan Tan'ın, Nurcuların düşünce dünyasını anlamadan çok uzak birisi olduğunu düşünüyorum. Kendisi dindar olabilir. Fakat ruhu ruhumuzdan uzaktır. Çünkü kaderi ve hayatı okuyuş biçimi bizim gibi değildir. Nur talebeleri Allah'ın takdiriyle gerçekleşen her işte bir hikmet ararlar. Bu, bizzat Kur'an'ın, hadislerin ve Bediüzzaman'ın hikmet arayışlarının onlara verdiği bir derstir. Birşeyi 'irade etmek' ellerinde değilse, şartlar olgunlaşıncaya kadar 'müsbet hareket' diye tarif ettikleri metod içerisinde gayret etmeye devam ederler.
Silahlı bir örgütün siyasi kanadında milletvekili olan Altan Tan, müsbet hareketi anlayamadığı gibi, 'masum canı yanmasın' diye sabretmeyi de anlayamaz. Bu yüzden ruhu ruhumuzdan uzaktır. Kürt olması birşeyi değiştirmez. Kürt bir nur talebesi olarak, onun dilini Türk bir nur talebesinden çok daha uzak buluyorum. Bu kültür işi değil tedris işidir. Ve biz tedrisimizi Bediüzzaman'ın dizinin dibinde sürdürüyoruz. Kendisi gibi düşünmeyeni 'mutlak haklılığın fildişi kulesinden' serbestçe aşağılayan Altan Tan bizi nasıl anlasın? Onu, o meftun olduğu zirvelerde, öfkesiyle başbaşa bırakmak lazım.
Ben, nur talebelerinin, gerçekleşmesine engel olamadıkları bu tasarrufun ardında kaderin elini görüp, ona Bediüzzaman'ın metinlerinden ve vasiyetlerinden beslenmiş bir okuma ile bakmalarında beis görmüyorum. Hatta okumalarının hiç de haksız olmadığı kanaatindeyim. Daha hatta, bu okumanın, Urfa için de önemli olduğunu; topraklarında gerçekleşmiş bu zulme engel olamamaktan kaynaklanan öfkeden onları koruduğunu düşünüyorum. Ki, bu pencereden bakınca, Altan Tan'ın hakareti aslında Urfa halkına (en çok da Kürtlere) yapılmış bir hakarettir. Haşa, Urfa halkı asla korkak değildir; fakat öyle zamanlar olur ki, işler daha kötü olmasın diye dişinizi sıkarsınız. Bence hem Urfalılar, hem Nurcular, hem Türkler, hem Kürtler, hem Araplar... Bediüzzaman'ın kabrinin taşınması meselesinde dişlerini sıkıp kadere tevekkül etmişlerdir.
Ancak sorgulamayla karışık bir özeleştirim de var. Özü şu: Bediüzzaman'ın Emirdağ Lahikası'nda geçen; "Benim kabrim gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor..." ifadelerinin onun son vasiyeti olduğuna emin miyiz? Eğer Bediüzzaman, bu vasiyetinin kesin ve son kararı/kanaati olduğunu düşünüyorsa, neden Urfa'da vefat etmeyi seçmiştir?
Emirdağ'dan hiç hareket etmeyerek, hatta belki daha da ıssız bir yerde vefat etmeyi seçerek (bunu istese talebeleri elbette emrine uyarlardı), mübarek bedeninin gizli bir yere defnedilmesini sağlayamaz mıydı? Zira neshe dair hükümlerde olsun, sünnete dair uygulamalarda olsun, fıkha dair içtihadlarda olsun, 'son olan esas alınır' diye biliyorum ben.
Bu açıdan, nur talebelerinin yaptıkları kaderî okumayı çok mutlaklaştırmasında da hata var bence. Şartlar olgunlaştığında Bediüzzaman'ın kabrinin tekrar Urfa'ya nakledilmesi tartışma alanından uzak tutulmamalı gibi geliyor bana. Bu, topraklarındaki emanete yapılan saygısızlığın telafisi anlamında, hem özelde Nurculara ve Urfalılara, hem de genelde Kürtlere ve Araplara doğru hoş bir adım olmaz mı? Bediüzzaman'ın ahir ömründe orada vefat etmeyi seçmesiyle son vasiyetinin Urfa'da medfun bulunmak olduğu düşünülemez mi? Ki taşınmasa, hâlâ orada olacaktı. Nur talebeleri "Vasiyeti böyle değildir" deyip kabri taşımayacaktı. Hasılı: Bu konuya dair sorularım/sorgulamalarım var. Altan Tan'ın haksızlığı içinde bir dane-i hakikat sanki göz kırpıyor. Görmezden gelmemek lazım. İnsafla düşüncemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...