23 Haziran 2016 Perşembe

Neden 'yazmak' bir kaçış yoludur?

Yazmak bir kaçış yoludur. Çünkü hayalperest için gerçek hayatın dışına çıkmanın başka yolu yoktur. Rüyalar, istemsiz ve kontrol edilemez halleriyle âdeme istediğini vermezler. Tutamazsınız, hapsedemezsiniz, şekillendiremezsiniz. Bunun dışında, nisbeten tasarrufunuzda, bir yol kalıyor o zaman: Kaleminizle istediğiniz gibi ikinci bir dünya kurgulayabilirsiniz. Orada ne olduğunuza, ne yaptığınıza, nereden başladığınıza veya nereye vardığınıza kimse karışamaz ve bu özgürlük ehl-i kalemi sarhoş eder. (Ne tatlı bir başdönmesidir o!) Normalde, paylaştığınızda "Deli lan bu adam!" denilecek öyle şeyler vardır ki, bir masal suretine sokup üzerinden sunduğunuz zaman, Ahmet'i 'meczup' yaptığınızda mesela, muhataplara tatlı gelir. Arkasında duramayacağınız şeyleri ve sözleri başkalarına söyletebilirsiniz.

Yeter ki, o ikinci âlemin bu âlemin ta kendisi olduğunu ve onları aslında bu âlemin içinde düşlediğinizi hissettirmeyin. Ne kadar az gerçeğe gönderme, o kadar size özgürlük. İnsanlar, sizi rahat bırakmak için, gerçek hakkında konuşmadığınızı kabul etmenizi bekliyor. Çünkü gerçek bir ortaklıktır. Hayal şahsî mülkünüzdür.

Bu ikiyüzlülük, yani aslında o hayallerin sizin hayalleriniz olduğunu reddediş, sorulduğunda kaçamak/esnek/esprili cümlelere kaçış, sinizm belki, bir yazarın yüzleşmekte en çok zorlandığı tarafı. Halbuki hepimiz biliyoruz, bir yazar, yazdığı öykülerde karakterlerden en az birisidir. Bazen daha fazlası da olabilir. Taraflardan birçoğunu birden savunabilir. Hepsini anlamaya çalışabilir. Her birine kendinden bir parça koyabilir. Her empati, bir yerine geçiş değil yalnız, bir 'o' olmadır. Onu haklı bulmadır. Onu savunmadır. Dreyfus'u, Zola'nın savunması bir tesadüf sayılamaz. Çünkü öyküler/romanlar yazmak; karakterler arasında sıklıkla geçişler yapmak; bu empatik idman; bir o, bir bu, bir şu olmak; iki şeyi arttırıyor:

1. merhamet; 2. tefekkür. Merhameti arttıran; kendini onun yerine koyduğun için, kendine duyduğun bir acımayı ona da taşıman. Onun nefsini kendi nefsinle 'hissedişte' kardeş kılman. Merhametin güzergâhı böyledir. Tefekkürü arttıran; kendinden ona geçtiğin zamanlarda, becerebildiğin kadar, bakışaçını da değiştirmiş olman. Baktığın yere göre gördüğün, bildiğin, bulduğun, ürettiğin de değişiyor. Bu yönüyle öykü yazarlığını ve okurluğunu önemsiyorum.

Bir boşuboşunalık hissetmiyorum kesinlikle. Daha çok insan olmayı ya da 'daha çok sayıda insan olmayı' öğretiyor onlar bize. Küçük görmemeli. Nihayetinde, kıssa-yı Kur'aniye de peygamberler ve kavimleri ile 'bir ölçüde' empati yapmayı öğütlemiyor mu? Öyle ya, insan empati yapmadığını nasıl örnek alır? Nasıl dersler çıkarır? Kendini onun yerine koymadan veya onu kendi zamanına getirmeden ders alabilmek mümkün mü kıssalardan? Hissedişte bir kardeşlik, bir 'üzerine alınma' zeminine ulaşmadan başkalarının hayatları bize dokunabilir mi? Senin ağzına bir parmak bal çalayım: Birincisini her yerde bulursun, ikincisini 1. ve 2. Lem'alar'da oku. Bu iki eser sadece Hz. Yunus aleyhisselam ve Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssalarını anlatmıyor bize. Kıssaların hayata nasıl taşınacağını da öğretiyor.

Yazmak bu anlamda da bir kaçış yoludur. 'Yapılması gerekenler' olarak yüzleşmekten korktuğumuz şeylere 'güzel insanların yaptıkları' üzerinden yakınlaşırız. Az ötemizde oluyormuş gibi seyrederken herşeyi, güzel ile meşguliyetten, biz de güzelleşmeye başlarız. Hakkında konuşmak da hakkında yaşamaya bir duadır. Allah dostlarının hayatlarını konuşmak insanı nasıl dönüştürüyor? Demek onun hakkında konuşmakla ona benzemek arasında bir ilgi var. Hakkında konuştuğun şeye dönüşüyorsun yavaş yavaş. İster istemez azar azar o oluyorsun. O halde ne hakkında konuştuğumuza da dikkat etmeli. Daha çok kimi anlamaya çalıştığımızla ilgilidir kim olacağımız. Veya en azından kim olmak istediğimiz.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (3): Tefsir geleneğinin dışı neresi?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz kitabını incelemeye devam ediyoruz. Bugün dikkatinizi kitabın önsözünden bir bölüme çekeceğim. Deniliyor ki: "Okumalarımdan çıkardığım sonuç; Nursî'nin, Rumî'nin FiHiMaFih'te zarifçe işaret ettiği, 'vahiyle yüzleşme' diye adlandırabileceğim özel bir çabaya niyetlenmesi oldu. Bu niyetin farklılığını Said Nursî'nin tek parti rejimine tehlikeli görünmesinden anlamak mümkündür. Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, belli ki hiç de rahatsız edilmeyecekti."

Birkaç aydır (Risalehaber'de) yayınladığı yazılarına dikkat edenler, Demirci'nin küçük küçük darbelerle 'tefsir geleneği' ile Risale-i Nur'un arasını açmaya çalıştığını farkedeceklerdir. Çekiç küçüktür. Darbeler ufaktır. Sesi üstünkörü dinleyenler için azdır. Fakat tam da bu küçüklük, ufaklık ve azlıktır ki, çekici/darbeleri hissedilmez ve daha tehlikeli yapmaktadır.

Peki, Demirci bu çabadan ne ummaktadır? Meselenin bu kısmına dair bazı 'suizanlarım' var. Ama ondan önce şu yukarıdaki tesbiti bir tahlil etmek ihtiyacı duyuyorum ben. Özellikle son cümlesini: "Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, belli ki hiç de rahatsız edilmeyecekti."

Bu cümleden doğal olarak çıkarılacak sonuç: Sabık düzenin klasik tefsirlerle ve müellifleriyle hiç uğraşmadığı ve/veya sadece Bediüzzaman Said Nursî ile uğraştığıdır. Peki, hakikatte böyle midir? Dönemin uygulamalarına dair üstünkörü bir bilgi sahibi olanlar bile bunun böyle olmadığını bilirler. Bediüzzaman, sabık düzenin düşman olduğu tek kişi/âlim değil, âlimlerden bir kişidir. Arapça harfleri/yazmayı yasaklayan, tüm medrese ve tekkeleri kapatan, ezanı Türkçeye çeviren, nice camileri ahır yapan bir düzen; acaba Bediüzzaman'a sadece 'tefsir usûlünden' dolayı mı düşmandır?

Bediüzzaman'la birlikte veya ayrı hapis yatmış, sürgün veya idam edilmiş daha nice isim vardır ki, sâbık düzene karşı ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını korumaya çalıştıkları ve bid'alara müsaadekâr davranmadıkları için tehdit olarak görülmüşlerdir. Kemalist rejimin bu mevzudaki 'tehlike algısını' salt bir 'tefsir üslûbuna' indirgemek, hem Bediüzzaman'ın aslında yaptığı şeyi anlamamaktır, hem de onunla aynı dönemde bu davaya omuz vermiş birçok değerli ismi yokluğa mahkûm etmektir. Biz bu noktada Zaman Aynası Namaz'ın düştüğü hatadan kendimizi sakınır, o zor zamanlarda bu davaya omuz vermiş ve bedel ödemiş her âlime Allah'tan rahmet dileriz.

Peki, azıcık yakın tarih bilgisine sahip herkesin yakalayabileceği bu hataya Demirci neden düşmektedir? Bu üstü kapalı övgü, sâbık düzenin uğraştığı tek adam olma övgüsü, yapılacak saptırmadan önce nurcu kapılara sürülen yağdır. Yağlı kapı gıcırdamaz. Biz nurcuların en büyük zaafı bu bence. Bediüzzaman övüldü mü ardından ne gelecek hiç bakmıyoruz. O söz nereye varacak, Bediüzzaman nereye konacak, kollamıyoruz. Ona edilen iltifatla hemen tav oluyoruz. Arkasından ehl-i sünnet âlimi Bediüzzaman, modernist Fazlurrahman'a dönüştürülse de sesimiz çıkmıyor. Bir iltifat yetiyor.

Bence Demirci, Bediüzzaman'ı getirmek istediği yere getirebilmek için bu zorlu tevillerle uğraşmaktadır. Gitmek istediği veya okurunu sürüklemek istediği 'tefsir geleneğinden kopuk yolu' Bediüzzaman ismiyle açmaktadır. 'Tefsir geleneği' dediği şeyle Bediüzzaman'ı ayrı yerlere koymak, bunu okurlarına/nurculara bir şekilde kabul ettirmek veya en azından 'kulaklarını alıştırmak' için vurulmuş darbeleridir bunlar... Tam burada şu soruyla da yüzleşelim: Bediüzzaman'ın tefsir üslûbunda bir orijinallik var mıdır? Elbette vardır. Tarzında bir başkalık var mıdır? Elbette vardır. Peki, bu orijinallik Bediüzzaman'ın tefsir geleneğinden koparılmasını zorunlu/gerekli kılar mı? Vallahi kılmaz.

Tefsir ilmine dair okumaları olanlar bilirler ki; rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, bilimsel tefsir vs... gibi birçok tefsir metodu İslam'ın tefsir geleneği içinde zaten ve halen bulunmaktadır. Bunlar tabii olarak birbirlerinden farklı usûl ve yöntemler de içermektedirler. Peki, sahip oldukları bu usûl/yöntem farklılıklarına rağmen, bunların tefsir geleneğinden koparılmasına ihtiyaç duyulmuş mudur? Duyulmamıştır. Çünkü bu yolda emek sarfeden herkes kendisini bir bütünün parçası olarak görür. Hepsi aynı 'tefsir' duvarına tuğla koyar. 'Dava değil, dava içinde burhan' üretirler. Bediüzzaman da tefsir tarzını tam böyle konumlandırır:

"Tefsir iki kısımdır. Biri ibaresini izah eder, biri de hakikatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna, ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin muhakkik âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik edip ilişmemeleri ve Said'in müddet-i hayatında mantıkî ve galibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder."

Ne kadar ilginçtir! Bediüzaman Hata-Savap Cetveli'nde savcının eserlerini tefsir geleneğinin dışına itmeye çalışmasına "Hayır, ben de o geleneğin içindeyim!" demek için bu cevabı verirken; Zaman Aynası Namaz müellifi "Hayır, öyle değildir!" demek için musırrane çabalamaktadır. "Ben uçmam!" diyen şeyhe, "Şeyhim halt etmiş" diyen mürid meselini hatırlatmaktadır bu durum.

Üstelik Bediüzzaman 'hakikat tefsiri' dediği ekolde kendisini yalnız da görmemektedir. İddiası, yalnızlığı değil, eserlerinin bu tarz tefsirler içinde 'en kıymettarı' olduğudur. Peki, Demirci nasıl Bediüzzaman'ı tefsir geleneğinden kopararak 'vahiyle yüzleşme' dediği, (Kur'an'la Yüzleşme şeklini Hilal TV'de program adı olarak hatırladığımız) ne olduğu meçhul, usûl ve üslûbu muğlak bir kategoriye sokmaktadır? Bunun, en azından Bediüzzaman'ın metinlerine bakılarak, izah edilebilir bir tarafı var mıdır?

Bir ikinci komiklik de şurada karşımıza çıkıyor: Bediüzzaman'ın bu yeni üslûbu geliştirmesi Eski Said Dönemi'nde değil, Yeni Said Dönemi'nde olmuştur. Yeni Said Dönemi ise kemalist düzenin onu rahatsız ettiği zamanla başlar. Miladı, Van'dan alınıp Barla'ya sürülmesidir. Dönüşümün en kıymetli eşiği odur. Yani Bediüzzaman, hakikat tefsiri yazdığı için rahatsız edilmemiştir. Rahatsız edildikten sonra hakikat tefsiri yazmaya başlamıştır. Eski Said Dönemi'nde telif ettiği İşaratu'l-İ'caz'ın bir klasik tefsir olduğunu Demirci yazılarında kendisi de vurgular. Hal böyleyken önsözdeki yeralan mantık karşısında mantığın kendisi de şaşırıp kalır... Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak diğer yazılara bırakıyorum. Allah bizi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli yolundan ayırmasın. Amin.

18 Haziran 2016 Cumartesi

Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez

"Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir." Ramazan Risalesi'nden.

Belki bunu konuşmaya, Papa'nın Charlie Hebdo saldırısı sonrası yaptığı, pekçoğumuzu şaşırtan, o açıklamayı örnek göstererek başlamak gerek. Ne demişti Papa saldırıdan sonra: “Eğer iyi arkadaşım Dr. Gasbarri anneme küfrederse, bir yumruk yemeyi bekleyebilir.” Bu açıklama o günlerde saldırıyı yapanların kimliğinden dolayı müslümanlara/müslümanlığa yüklenmeyi bir vazife sayan Türkiye'nin sekülerlerine de tokat gibi gelmişti. Hristiyan dünyadan böyle bir yumruk geleceğini beklemiyorlardı. Fakat Papa, aynı acıdan dili yanmış bir 'kutsaldan anlayan' olarak problemin Charlie Hebdo'ya bakan kısmını işaret etmişti.

İşte, izzet, en azından budur. Yani; istenmeyen bir olay yaşandığında problemin sadece bir tarafına değil iki tarafına da dikkat çekebilmektir. Hatta problemin başlangıç noktasını daha vurgulu anmaktır ki, yanlışın bütünü görülebilsin. Bertaraf edilecekse bütünüyle bertaraf edilebilsin. Bediüzzaman'ın "Elhasıl, ifrat gibi tefrit de muzırdır..." dedikten sonra "Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir..." demesi bu sırdandır. Siz Charlie Hebdo'ya yapılan bir saldırıyı kınar, ama bu saldırıya zemin oluşturan Charlie Hebdo zihniyetini kınamazsanız, yara kanamaya devam eder. Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez. Hiçbir tepkisel yanlış yalnız başına bir yanlış değildir.

İslam coğrafyasındaki terörist saldırılara veya müslümanların gerçekleştirdiği terörist eylemlere bakışımı da bu açı şekillendiriyor. Filistin'de müslümanların uğradıkları zulmü gidermediğiniz sürece müslümanları terörist eylemlerden veya yanlışlardan alıkoyamazsınız. Bu yara kanar. Afganistan'da veya Irak'ta veya başka bir İslam mülkünde Batı işgali sürdüğü ve masumlar öldüğü sürece Taliban veya el-Kaide gibi yapılanlara "Nereden çıktınız siz?" diye soramazsınız. Bu yara kanar.

Bunların her birisi birer tefrittir çünkü. İfratları Batı'dır. Batı'nın İslam dünyasındaki eyledikleridir. Eğer sadece müslümanların karıştıkları terörü görüp onların bu tepkiyi geliştirmesine sebep olan emperyalist etkiyi görmezden gelirseniz daha bin yıl bu problemleri yaşarız. Bu tıpkı bataklığı kurutmadan sivrisinek kovalamaya benzer. Pekçok sivrisinek ölür. Pekçok sivrisinek yara alır. Fakat sivrisinek, bataklığın olduğu yerde çoğalmaktan kendini alıkoyamaz.

Ramazan'da alkollü etkinlik yapılan bir yerde yaşanan dayak olayına da biraz böyle bakmalıyız gibi geliyor bana. Bu tasvip etmediğimiz 'tefrit' hareketi asla kendi başına bir hareket değil. Bu insanların tefritlerini tahrik eden bir 'ifrat' var. Hepimiz elimizi vicdanımıza koysak kabul ederiz ki: Hamiyet-i İslamiye denilen şey, İslam'a ve özellikle de şeairlere hakaret kaldırmaz.

Gizli gizli günah işleyenin peşine düşmeyiz. Tecessüs etmeyiz. Kapısını kırıp evini basmayız. Bunu bize Kur'an emretmiştir. Hatalarını setretmeye çalışanların hatalarını setretmek sünnete de övülmüştür. Fakat açıktan ve belki tahrik edercesine şeairlere sataşılmasından rahatsız oluruz. Her ahlakın doğru olduğu bir zemin vardır: "Meselâ, zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur." Vallahi bu kötü birşey değildir. İmanımızın bir delilidir. Hadiste buyrulduğu gibi 'en azından buğzederiz.' En azından buğzetmekle teselli oluruz. Kötünün kötülüğünü kalpte diri tutmaktır buğzetmek. Buğzetmediğimiz kötülük yavaş yavaş bizim için kötülüğünü yitirir. Normalleşir.

Bir noktadan sonra Hz. Ömer'den (r.a.) nakledilen; "İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız..." sözüne masadak oluruz. Tevbe de biraz bunu sağlar aslında. Tevbe, günahın günahlığına olan inancımızı ve pişmanlığın gerekli olduğuna imanımızı diri tutar. Tekrar be tekrar aynı günaha düşsek de tekrar be tekrar tevbe ederiz. Böylece onun 'günahlığını' diri tutarız.

Bu nedenle böylesi olaylarda müslümanların imanlarının nasıl bir arkaplana sahip olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Biz, şükür ki liberal değiliz, müslümanız. Herşeyin her istediğini yapmasının övüldüğü, özgürlüğün 'başkasına zarar vermek' dışında hiçbir kayda sahip olmadığı bir dünyada yaşamıyoruz. "Pornoma dokunma!" diye pankart açmıyoruz. Bizim imanımızı, mürşidimin de isabetle dile getirdiği gibi, şu tanım şekillendiriyor: "Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın." Gayr, ona zarar verdiğimizde bu zarardan bize yakınır. Haberimiz olur. Peki, nefsimize zarar verip/vermediğimizi bize kim söyleyecek? İşte, onu bize söyleyecek olan şeriattır. Allah bizi emirleri ve nehiyleriyle bu zarardan korur.

Bu nedenle "Size ne elalemin içkisinden? Siz orucunuza bakın. Başkasının içkisi sizi ne alakadar eder?" tarzı sitemlere katılmıyorum ve inşaallah ölene kadar katılmam da. Ben, günahkârın en azından günahından utanmasını dilerim ve beklerim. Hele Ramazan gibi bir ayda, velev Allah'a inanmıyor olsun, eylediğini günah bilmiyor olsun, müslümanlarla beraber yaşayan herhangi bir insanın, en azından Daru'l-İslam'da (İslam'ın çoğunluk olduğu memleketlerde) şeairlerimize saygı göstermesini beklerim. Bunu, mezkûr olay özelinde konuşur ve somutlaştırırsak 'içkili etkinliği' Ramazan ayında yapmamak güzel bir başlangıç sayılabilir.

Siz bir Hindu tapınağında inek kesebilir misiniz? Bir Hristiyan kilisesinde haçı yere çalıp kırabilir misiniz? Peki, bir müslüman memleketinde Ramazan'da içkili etkinlik yapmanın, hem de bunu nümayişle yapmanın bizdeki karşılığı nedir? Bu noktada özeleştiri yapmaya meftun müslüman kardeşlerimi de kardeşlerini biraz daha anlamaya davet ediyorum. Çünkü hangi tarafta olduğunuz biraz da şu soruya verdiğiniz cevaptan okunur: "Önce hangi tarafı anlamaya çalışıyorsun?" İnsan her meselede önce kardeşini anlamaya çalışır.

Bediüzzaman'ın Tan Matbaası'nın basılmasını okuyuşu da biraz bunu söylemiyor mu bizlere? İnkârcılığı bu topraklarda aşılamak isteyen bir yayın organının gençlerce basılıp tahrip edilmesi, zatında bir ifrat olsa da, o gençlerde hamiyet-i diniyenin hâlâ varolduğuna güzel bir haber olmuyor mu? Ne yapalım şimdi? Bu hamiyete sövelim mi? Yoksa onu anlayıp doğru bir yöne mi kanalize edelim? Ben, mürşidimden ikincisini ders alıyorum ve tavsiye ediyorum:

“Aziz kardeşlerim, Lehü’l-hamdü ve’l-minnetü [Hamd ve minnet Allah’a mahsustur]. Dün, Nurun manevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan âlem-i İslâma yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onun naşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi darmadağın edilerek, 'Dinsiz yaptık, komünist yaptık' zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. ‘Kahrolsun komünistlik’ diye bedduâlar edildi. Bu cemiyetin, binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu. Ve üzülen bizlere, kalbimiz ve ruhumuzla çok alâkadar bir şahs-ı manevî, ‘Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hasıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nurun fütuhatı geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hasıl oluyor. Vesâire, vesâire...’ diye bağırdı. Hâzâ min fazlı Rabbî [Bu, Rabbimizin fazlındandır]."

16 Haziran 2016 Perşembe

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (2): 'Ona' mı başlamalı yoksa 'onla' mı?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz isimli eseri incelemeye devam ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî'nin Sözler isimli eserinin 9. Söz'ünü şerh amaçlı yazılan bu eser, tıpkı 9. Söz'ün başladığı gibi, Rûm sûresinden iki ayet-i kerime ile başlıyor. Daha doğrusu, bu ayetlerin mealleriyle başlıyor:

"Tesbih edin Allah'ı akşama eriştiğinizde ve sabaha eriştiğinizde; semâlarda ve arzda her türlü hamdin O'na mahsus olduğunu (görerek) öğle vaktinde de sonrasında da." Sûrenin 17 ve 18. ayetlerine ait olan bu kısa anlamın Diyanet İşleri Meali'ndeki karşılığı ise şöyle:

"Öyle ise akşama girdiğinizde, sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih edin." Bu nakilden sonra diyor ki müellifler: "Dokuzuncu Söz, her Söz gibi, ayetle başlıyor. Birinci Söz'den hareketle söylersek-ayetle değil-ayete başlıyor. Dokuzuncu Söz, ayetin anlamıyla buluşma çabasıdır. Bu bahse, 'Rabbimiz bize ne diyor?' diye bakmamız gerekiyor."

Bu 'ayetle' değil 'ayete' hatırlatması Demirci'nin sair yazılarında da sık vurguladığı birşeydir. 1. Söz bağlamında hakikati de vardır bunun. Fakat 1. Söz'ün kapısından çıktıktan sonra Risale-i Nur'daki her metnin böyle olduğunu söylemek mümkün müdür?

Doğrusu, bunu kabul edebilmek için müellif-i muhteremin 'hep böyle yaptığına' dair ikinci bir delile ihtiyaç duyarım ben. Hem kanaatimce Risale-i Nur'un tamamını böyle okumaya çalışmak bir körleşmeyi de beraberinde getirebilme tehlikesine sahiptir. Kur'an'ın sair ayetlerinin ve hadislerin o Söz'deki yerine dair bir körleşmedir bu kastettiğim. Ki, incelediğim kadarıyla bu körleşmeyi Zaman Aynası Namaz da yaşamış. Peki, nedir bu körleşme?

Öncelikle şunu soralım: Bediüzzaman, "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız..." ifadesini kullandığı Birinci Söz dışında başka hangi metinde böyle bir kullanımda bulunmuştur? Eğer yazarların iddia ettiği gibi her eserin başındaki ayet 'onunla başlanılan' değil 'ona başlanılan' ise Bediüzzaman neden aynı metnin içinde birçok ayete atıflar yapmakta ve alıntılarda bulunmaktadır? Bediüzzaman'ın Kur'an'ın ve sünnetin tamamına gidip gelmeler ile kanaviçe gibi ayet ayet-hadis hadis ördüğü bu düzen bir ayete veya ayetlere başlanılarak mı, yoksa bir ayetle veya ayetlerle başlanılarak mı kolay izah edilir? Ben ikinci şıkkı daha muteber görüyorum.

Eğer bu şık kabul edilmezse müellifler de metinde tefsir edilenin sadece Rûm sûresi 17-18 olduğunu savunmak zorunda kalacaklardır ki, bu, 9. Söz için tutarlı bir iddia sayılmaz. 9. Söz'ün içeriği 'başlanılan/izah edilenin sadece bu ayetler olduğu' iddiasını bizzat yalanlar. Nitekim, bu ayetlerin mealinden 9. Söz'ün geneline dair çıkarımlar yapmakta yazarlarımız da zorlanmışlardır ki, metin içinde tekrar bu 'kısa anlamlara' yapılan atıflar azdır. Bu açıdan bakınca kitap bize der ki: "9. Söz, bu ayetlerle Kur'an'ı, sünneti ve kainatı okumaya başlamıştır. Salt bu ayetlere başlamamıştır." Çünkü 'ona başlamak' bir açıdan 'onda kalmak'tır. 9. Söz'ün salt bu iki ayetin tefsirinde kaldığını elimizdeki malzemeyle nasıl söyleyebiliriz?

Hem söylenemeyeceğine öyle bir delilim de var ki, bence 9. Söz üzerine yazılmış bir şerhin bunu ıskalamış olması başlıbaşına bir sorundur. 9. Söz, Rûm sûresi 17-18'i başta alıntılar, ama aslında tefsire bakış açısını veren üçüncü ayet hemen o ikisinin arkasında gizlidir. "Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Siz de (mezarlarınızdan) işte böyle çıkarılacaksınız." İşte, 19. ayetin bu kısa anlamını 17-18'in mealleri arkasına eklediğinizde ancak 9. Söz'ün hangi taslak üzerine oturduğunu farkedebilirsiniz.

17-18 namazın dönüşüm vakitlerini anlatır. 19 ise kainatın dönüşüm vakitlerini anlatır. Bediüzzaman 17-18'in ardından gelen bu 19'u hikmet penceresinden okuyarak bize 'namazın vakitleri' ile 'kainattaki dönüşümler' arasındaki paralellikleri görmeyi öğretir.

Tehlike vurgumu tekrar hatırlatayım: Salt 17-18'i okursanız ve 9. Söz'ü salt onlarla bağlarsanız bu sırrı anlayamazsınız. 9. Söz içinde haşre ve bahara yapılan atıflar da benim bu düşüncemi isbatlamaya yeter: "Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp başında olduğu ve büyük inkılâpları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır."

Daha fazla uzatmayayım. Derdimi anladınız. Bediüzzaman'ın bir eserinde besmele özelinde söylediği birşeyi, müellifin o yönde bir vurgusu olmamasına rağmen, bütün eserlerine teşmil ederseniz, o zaman 17-18'i başta alıntılayan, ama içerisinde daha birçok ayete/hadise ve özellikle hemen arkalarındaki 19'a atıfta bulunan 9. Söz'ü anlamakta zorlanırsınız. 'Ona başladığınızı' sandığınız ayetlerle bağ kurmak da mümkün olmayınca metin ayetten kopar. Geriye zorlama ilgiler ve hakikati vuramamış aforizmalar kalır. Eğer müellifler metnin başında 'ona başlarız' daralmasına kendilerini mahkûm etmeselerdi, belki 19. ayetin sırrını farkedeceklerdi. Fakat lazım-ı mezhepleri olarak bu hataya düştüler. Yollarını elleriyle daralttılar. Halbuki müellifin onları böyle birşeye zorladığı yoktu.

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (1): Hicr sûresi 99'u doğru anlamak...

Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.

İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."

Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.

Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.

Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.

Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.

Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?

Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?

'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?

Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.

Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.

Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."

Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.

14 Haziran 2016 Salı

Dik durmayan kaç kişiyle durursa dursun yeniktir

"Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

'Vehn' hadisinin verdiği derslerden birisi de şu: Muktedir olmak salt çoklukla ilgili bir mesele değildir. Hatta iktidarda olmakla da ilgili bir mesele değildir. Eğer 'dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' kalbinizde yer tutmaya başlamışsa, bu, her niceliksel üstünlük içinde sizi zayıf kılar. Neden böyle olur? Kemiyetin kıymeti bireylerin salabetleri nisbetindedir çünkü. Eğer bireylerin fert fert sahip oldukları bir sağlamlıktan bahsedilemiyorsa, ittihadlarının da sağlamlığından bahsedilemez.

'Dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' önce bireylerin kalbinde yer tutar. Sonra ittihadı kemirir. Dallar birleştiklerinde kırılmazlar. Doğrudur. İpler birleştiklerinde kopmazlar. Doğrudur. Ancak bu salabet onların küçük küçük de olsa sahip oldukları sağlamlıkların toplamından meydana gelir. "Yalanlarla ittihad yalandır..." derken mürşidimin dikkat çekmek istediği de biraz budur. Hakikat karşısında hiçbir hakiki varlığı (ve dolayısıyla karşıkoyabilirliği) olmayanların ittihadı nasıl 'var' veya 'karşıkoyabilir' olabilir? Demek bir ittihad-ı İslam düşlüyorsak başlangıç noktası yine fertlerin doğruluğuna ve izzetine bakıyor. Onlar direniyorlarsa ittihadları da direnecek. Yoksa yalan olacaklar.

Daha evvel bir yazıda değindiğimi hatırlıyorum. Bediüzzaman'ın talebelerine yazdığı mektuplara çoklukla 'aziz, sıddık kardeşlerim' diyerek başlaması tesadüf değil. Bir bağlantıyı hatırlatmaya çalışıyor. Nasıl bir bağlantı bu? Bence biraz şöyle: Sadakat ancak izzetli olanların kaldırabileceği bir yüktür.

Eğer siz kendi değerinizi/doğrunuzu başkalarının sizi değerlendirişi üzerinden değil de kendi değişmezleriniz üzerinden değerlendiriyorsanız bu ahlakınızda da devamlılık sağlar. Eğer 'mış desinler' diye değil de 'öyle olmak doğru olduğu için' öyle oluyorsanız, bu sizi ona sâdık ve onda sebatkâr kılar. Huzur içten gelen böylesi bir kabullenişin sonucudur. İzzet bu kabullenişin tezahürlerinden birisidir. İlkeli, prensipli veya ahlaklı insan 'kendisiyle çelişkiye düşmeyen' insandır. Bir öyle bir böyle olmayan insandır. Karara varmış insandır. Nihayetinde bu durum bizi 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki bağı kabule zorluyor. Demek izzet 'dik durmak'tan önce 'kendi tanımlarının/yargılarının üzerinde durmak'tır. Değerlenmek için başka göze muhtaç olmamaktır.

Yukarıda 'ferdin dayanıklılığı' derken kastettiğim de buydu. Kalbinde 'dünya sevgisinin' ve 'ölüm korkusunun' artmadığı birey, dışından daha az etkilenir ve daha az dışarıya göre yaşamaya başlar. Enbiyanın, sahabenin, asfiyanın veya evliyanın hayatlarını incelediğimizde rastladığımız 'dik duruş' örnekleri ve genel olarak gördüğümüz güzel ahlakları ancak böylesi bir içsel kabullenişle açıklanabilir. Kendi içinde karara varan başkasının gözüne girmeye daha az çalışır veya hiç çalışmaz. Onun rızasını kazanmaya çalıştığı yalnız Allah'tır. İzzet, rızası arananın yalnız Allah olmasıyla kalpte yer tutmaya başlayan bir duruştur. Allah'ın değişmezliği ona göre yaşayanı da bir derece sabit kılar.

Bu noktada mü'minlerin "Sekülerler ne der?" korkusuyla amel etmesi tehlikeli bir alanın varlığına da işaret ediyor. Fakat burada bir nefes alalım. Dikkatinizi başka bir konuya çekeceğim: Malum, şu an Avrupa'da veya Amerika'da antisemitizm ile damgalanana gün yüzü gösterilmiyor. 'Yahudi düşmanı' olarak işaretlenmeniz, itibarsızlaştırılmanız için yetiyor da artıyor. Bir tanıdığım, biraz da bu endişeyle, Avrupa'da yaptıkları Risale derslerinde 'yahudilerle' ilgili ifadeleri fazla dillendirmediklerini belirtmişti. Neden? Çünkü o ifadeler duyulursa nurcular da bu damga ile damgalanacak. Hatta Avrupa'ya gönderilecek külliyatlarda bu kısımların ayıklanmasının doğru olacağını ifade etmişti. Kendisine İsrailoğulları ile ilgili Kur'an'daki ifadeleri hatırlattım. Onları ne yapacaktık? "Sıkıştıkça 'çıkarmak' belki de doğru bir yöntem değildir ha?"

Kendinizi dışarıya göre anlamlandırdığınız sürece değişmesi gerekenin sonu yok. Güzelliğimizi başka gözlerin takdirinde değil, kendi delil sistemlerimizin meşruluğunda aramalıyız. Ben bu noktada Prof. Dr. Mustafa Aşkar'ın "Namaz kılmayan hayvandır!" sözüne de buradan yaklaşılmasını talep ediyorum. En çok ıskalananın da bu olduğunu düşünüyorum. Programın tamamında Aşkar neler söylemiş? Bu sözünü nereden getirip nereye bağlamış? Bütün bunları sorgulamamız Aşkar'ın bizdeki hakkı değil midir?

Bu ilk kez yaşanan birşey de değil. Nurettin Yıldız Hoca'ya saldırır sekülerler, bazı dindarlar onlardan da hızlı davranır. "Ramazan'da oruç tutmuyoruz diye dövdüler!" diye yalan söyler sekülerler, bazı dindarlar öfkede onları da geçerler. Bir yere saldırı olur, teröristler müslüman kökenli çıkar, bazı kardeşlerimiz kardeşlerini tokatlamakta sekülerlerden daha gayretli davranır. O kadar tekerrür ediyor ki bu facia. İnsanın ciğeri yanıyor. Kendi kabuğuna karşı bu güvensizlik, bu çabuk dolduruşa gelme ve öfke neyden besleniyor?

Biz, bize, mü'min bir kardeşimizin sözü iletildiğinde, Hz. Ömer'in (r.a.) nasihat verdiği gibi, mümkün mertebe iyiye yormaya çalışırız. Bediüzzaman'ın 'hüsnüzanna memuruz' derken altını çizdiği de budur. Bizden olmayanlar içimizden birisine saldırıyorsa, önce 'bizden olanın' sözünün hak verilmeye müsait olup olmadığına bakarız. Sonra tevil edilmeye müsait olup olmadığına. "Ene'l-Hak!" dediği için Hallac-ı Mansur Hazretlerini, "Ondan başka hiçbir şey yoktur!" dediği için Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini silmeyen bir çizginin devamıyız. Neden şimdilerde safımızı kolay terkediyoruz?

Bu, üzerine gelindiğinde gerileme tavrı izzetli mü'minin tavrı değildir. Aşkar Hoca'nın ifratı kendisine... Özür de dilemiş zaten. Fakat her üzerine gelindiğinde telaşla gerilemek, bunu karşı tarafın yelkenine rüzgâr olacak bir aşkla yapmak, hatta iştiyakta onu bile geçmek... Ben buna karşıyım. Ve evet, sosyalmedyada beyan ettiğim gibi: Namaz kılmayanın insanlığının eksik kalacağını 'insaniyet-i kübra olan İslamiyetçe' ben de savunuyorum. Hatta başta iman olmak üzere farzlardan ve hatta amel-i salihin her parçasından mahrumiyetin bir açıdan insanlığın bir parçasından mahrumiyet olduğuna kaniiyim. Buna inanmıyorsak neden bu yolculuğu 'insan-ı kamil olma yolculuğu' olarak tanımlıyoruz? Doğru şık burası değilse burada ne işimiz var? Demek biz de insaniyetimizin yaralarının ibadetlerle tedavi olduğuna iman ediyoruz. Her ibadet bizi biraz daha hayvanlıktan kurtarıyor. Asl-ı insana yaklaştırıyor.

Nur talebelerine çok fazla örnek vermeme gerek yok. Bediüzzaman kimi zaman imansızlığı, kimi zaman ibadetsizliği, hatta bazen bu ibadetlerden birisinden iradeyle geri kalışı 'insanlık dışı' olarak görür ve gösterir. (Ramazan Risalesi'nde oruçsuzluğu böyle konumlandırır mesela.) Eğer böylesi noktalardan her üzerimize gelindiğinde geri basarsak, yarın iş Kur'an'a uzandığında ne yapacağız? Kafirler hakkındaki ifadelerin ağır olduğunu, liberal dünya düzenine yakışmadığını, Kur'an'ın 'Hepimiz kardeşiz' boyutuna çekilmesi gerektiğini söyleyenlere ne diyeceğiz? İyisi mi, kendi ayaklarımız üzerinde duran mü'min fertler olalım. Kur'anî tabirle "Kınayanın kınamasına aldırmayalım." Başkalarının rüzgârıyla yönümüz değişmesin. Kendi ayaklarımız üzerinde durduğumuz zaman ancak ittihadımızda bir anlam var. 'Vehn' hadisi bize diyor ki: Sayı çokluğu önemli değil. Sağlam durmak önemli.

İnsan herşeye dayanır da herhangi birşey olmaya dayanamaz

"Her renge boyan da renk verme."
Şeyh Galib

Bu yazı biraz karışık olacak, ama sabrederseniz güzel birşey söyleyecek: İstibdat sadece hürriyeti değil, varlığı da öldürüyor. (Hürriyet zaten potansiyelin varlığa çıkma arzusudur.) Varlık sahasına çıkacak pekçok yeni renk istibdadın tek renkliliği içinde ortaya çıkamıyor veya intihar ediyor. Bu intihar iki anlamda. Birincisi: Daha yatay düzlemde ki, istibdat tek renklilik övgüsüyle diğer renkleri gözden düşürür. Gözden düşen renk varolmak istemez. İltifat görmeyen varlık yokluğu seçmeye meyyaldır. İntihar böyle bir temayülden beslenir. Varolan varolmasının güzel ve meşru olduğunu iltifatlardan tanır. Bu iltifatlardan yoksun bırakış istibdadın birinci katliamıdır. Önemsizleştirerek katleder.

İkincisi: Biraz daha dikey bir düzlemde. Gereksizleştirerek katleder. Nasıl anlatmalı? Belki şöyle: İstibdadın iltifatıyla o tek renk içinde varolmayı seçenlerin varlıkları da aslında varlık değildir. Sureten vücudî görünen ademlerdir. Varlık görünümlü yokluklardır onlar. Angaje oldukça da daha fazla yokolurlar. Nasıl başlar bu kıyamet? Aynı olanlar birbirlerini gereksiz kılarak birbirlerinin katili olabilirler. Aralarında nüans bulunmayanlar 'varolma' ve 'görünme' vazifelerini birbirlerine bırakabilirler. Bediüzzaman'ın istibdad ile 'neme lazımcılık' arasında kurduğu ilgi biraz da buna işaret eder.

Eğer varolanları tek renge mahkûm ederseniz, görünenler hep aynı renk olduğundan görünmeyi birbirlerine bırakabilirler. Müstebit idare tam da bu nedenle varolanı tembelleştirir. Çünkü farklı olarak varolmayan ayrıca varolmak da istemez. Nihayetinde kendisi de varolsa, başkası da varolsa, okunacak aynı renktir. O halde üç aynı rengin birden yorulmasına gerek yoktur. Renklerden birisi çalışsın yeter. Diğer ikisi tembelliğe batar. Hatta bazen üçü birden (ne de olsa içlerinden birisinin görünmekte olduğunu düşünerek) bu tuzağa düşerler.

İstibdat bir cemaate girerse yine aynısını yapar. Tektip veya tek renk olarak kendisini dayatan bir 'şeyh' veya 'ağabeyin' rengi muteber tek renk olduğundan herkes ona özenir. Özenir, ama o olamaz. Müstebit ile mürşidi buradan ayırabilirsin. Mürşid irşad ettiğini rengine zorlamaz. Rengince irşad eder. Rengi rengine uyanlar ona tutulur. Rengine bular, ama renklerini yoketmez.

Müstebit her farklı rengi gözden düşürür. Hem kendisini odak noktaya koyduğu halde hiçkimsenin tastamam kendisi gibi olmasına da izin vermez. Müstebit için idaresindekiler onun iletkenleri/memurlarıdır. Emirlerinin/görüşlerinin yayılmasına yardım ederler sadece. Mürşidin idaresindekiler o varlık sahasından çekildiğinde de ışık saçmaya devam ederler. Çünkü mürşidin talebeleri kabloları değil, elektrik üretmesini öğrettiği santralleridir. Mürşid, oduna kendi gibi yanmasını öğretir. Müstebit, oduna kendisini taşıttırır.

Evvelen demiştik: İstibdat ona özendirir, ama o olmasına izin vermez. Ne demek bu? Şu demek: O olmasına izin vermeyecek şekilde özenmelere izin verir. İzin vermediği için yalnızca o çözebilir bütün sorunları. Yalnızca o çözebildiğine göre diğerlerinin üzerine düşen ancak bu o'ya kol/bacak olmaktır. Ama bu noktada yaptıkları katkıyı bile 'ulu öndere' bırakmak zorundadırlar. Çünkü kol/bacak şeklindeki varoluşlar bile 'farklı' varoluşlardır ve istibdat kendisinden farklı varoluşlara katlanamaz. Lider kültünün istibdatla beslenmesi aslında bu tek renkli varoluşun kendisinden farklı varoluşlarla beslenmesidir.

"Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukara aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken, esarete, mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. Bir işte mehâsin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş edilir, seyyiat olsa, avama taksim edilir. Mesela, bir tabur galebe çalsa, şan ve şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir. Meselâ bir aşiret namuskârane bir iş etse, 'Aferin Hasan Ağa" derler. Fenalık ettikleri vakit, 'Tuh! Ne pis aşiretmiş!' diyecekler."

Farklılıkların hayatta kalmasına izin verdiğinizde farklı olan kendi rengiyle varolacağından varolmayı canı ister. Bir kanundur bu: Birşey kendisinin yerine varolacak ikinci birşey yoksa bizzat varolarak o boşluğu doldurmak ister. Aklınıza gelen güzel bir cümleyi düşünün. Daha önce hiçkimse söylememiş. Bu cümle ilk sizin aklınıza geldi. Belki bir daha kimsenin aklına gelmeyecek. Söylenmesi lazım. Hiçliğe gitmemesi lazım. Siz o cümleyi ne yapar eder söylersiniz. Çünkü böylesi bir varoluş eşi bulunmaz bir nimettir.

Sizden önce söylenmemiş cümleler de böyle olduğu gibi, sizden önce ortaya konulmamış eserlerde de bu böyledir. Bediüzzaman'ın 'meyl-i teceddüd' dediği bu şey, bu karşıkonulmaz temayül, bizi onca benzerimiz içinde hayatta tutuyor. Ne zaman ki kalabalık içinde rengimizi yitirdiğimizi düşünüyoruz, yani ayrı birşey olarak varolmadığımızı (veya varlığımızın anlam taşımadığını) tasavvur ediyoruz, işte o zaman ya depresyon sarıyor ruhumuzu yahut da tembellik. Ehadiyet kesret içindeki nefesimizdir bizim. Onu içimize çekemezsek herhangi biri oluruz. İnsan herşeye dayanır da herhangi biri olmaya dayanamaz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...