22 Mart 2013 Cuma

Biz tasavvufun nesi oluyoruz?

Kaçmaktan yorulduğum bir kavgayla yüzleşmem gerek. Yıllardır Nur mesleğinin tasavvuftan farklı olduğunu söylerim de, bu farkın ne olduğunu net bir şekilde ifade edemem. Demek ki, ezberden derim bunu. Gerçi benim bu halimde ikircikli tavırlarıyla abilerimin de suçu var. Ön tekerlek nereye giderse arka teker de oraya gidiyor en nihayet... Ve abilerim, mutasavvıfların yanına gidince “Hepimiz biriz” şarkısını söylüyor, aynılaştırıyor. Uzaklaşınca da has dairede “Farklıyız da farklıyız!” mesajını verip duruyor. Bu ayarsızlık bizim de dengemizi bozuyor. O zaman ne yapıyoruz? Her zaman yaptığımız gibi abileri aradan çıkarıyor ve doğrudan Risalelerden kendisini anlamaya gayret ediyoruz.

Şimdi, şunu kabul edelim: Bediüzzaman kendi mesleğiyle tasavvuf arasında nüanslar olduğunu tekrar be tekrar söylüyor. Bundan kaçamayız. “Tasavvuf değil hakikattir” gibi apaçık söylediği yerlerin dışında, işaret ettiği metinler de var. Yani bu noktada hiçbir Nur talebesi şunu diyebilecek bir konumda değil: “Biz de tasavvuf ehliyiz.” Diyememeleri lazım, çünkü arada belli ki, nüanslar var. Peki, o zaman, Bediüzzaman, başka bir yerde, mürşidi olanların bu dairede o mürşidi koruyabileceklerini nasıl söylüyor? Çünkü bu, bir nevi, kendi yolunu terketmeden dairenin içine girebilme izni gibi... O zaman demek ki, çok da farklı değiliz. Onları da içimizde barındırabiliriz. Peki, biz neyiz?

Dahası da var: Diyelim tasavvuftan farklıyız. Bunu da konuşurken tasavvufu küçümseyerek konuşmaya başlıyor ve onların meyvesiyle kendi meyvemizi karşılaştırıp bir nevi kendimizinkini daha fazla beğeniyoruz. Bu tabandayken çok da sıkıntı olmuyor. Çünkü en nihayet taban, kusurlarıyla taban. Tabandaki bir Nur talebesi Nur talebeliğinin bütün özelliklerini temsil edemeyeceği gibi, tabandaki bir sufî de sufîliğin tüm özelliklerini karşılayamıyor. Eleştirmek kolay. Peki ya yukarı çıkınca?

Orada da karışıklık var. Yukarı çıkınca da Bediüzzaman’ın bile üstadlarım deyip saygı gösterdiği zirve isimler var tasavvufta. Ki Bediüzzaman bile yetiştiği ortam itibariyle tasavvufun tüm etkilerinden kaçabilmiş değil, olamaz. İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir-i Geylanî gibi isimlerden ne kadar etkilendiğine kendi metinleri şahit. Hatta Hz. Muhyiddin’in yolunu kimi yerlerde mizana vurmasına rağmen şahsına duyduğu saygı inkâr edilemeyecek kadar aşikâr. İltifatlarla anıyor onu.

Peki, Bediüzzaman, bu kadar etkilendiği, bu kadar sevdiği, bu kadar ilimlerinden faydalandığı bir ekolün çizgisinde neyi beğenmiyor? Öyle ya, birebirde düşünülünce Hz. Muhyiddin haricinde yöntemini eleştirdiği bir mutasavvıf görmek güç. (Belki İmam-ı Rabbanî’yi de Vahdetü’ş-Şuhud’u geride görmekle bir parantez içine alıyor.) Telvihat-ı Tis’a’da ise daha çok isim anmaksızın bazı kaymalara dikkat çekmeler var. Yani bütün Risale metinlerini tarasanız, Bediüzzaman’ın ekol ekol, tarikat tarikat tasavvufa iliştiği hiçbir yeri bulamazsınız. (İbn-i Arabî hariç...)

Sanıyorum bizim bu eksen ve nüans belirleme işinde yaptığımız en büyük hata; tasavvufla, mutasavvıfı birbirinden ayıramama hatası. Şunu kabul etmeliyiz: Bir Nur talebesinin her meziyeti, ideal Nur talebesini karşılamadığı gibi bir mutasavvıfın da her yönü, ideal tasavvufu karşılamıyor. Yahut bütün varlığı tasavvuf dairesinde yer almıyor. Mesela İmam-ı Rabbanî ve Abdülkadir Geylanî gibi insanlar var ki, isimleri mutasavvıf olarak geçse de varlık alanlarının büyük kısmı bence hakikat dairesinin içinde. Yani kendileri, kendi varlıklarıyla hakikat mesleğinde yer alıyorlar. Fakat öğretilerinin bütünü hakikat mesleğinin içinde yer almıyor. Zira bulundukları dönemde bilgi üretim sistemi farklı...

Şimdi başlangıç noktamıza; “Tasavvuf değil, hakikattir” cümlesinin de yer aldığı mektuba dönelim. Orada Bediüzzaman kendi mesleğinin birçok özelliğini peşpeşe saydıktan sonra neye dikkat çekiyor? Geçmişle bugünün zihinsel farklılığına. Bilgi üretim ve algı sistemindeki değişime. Mesela neler değişiyor bugüne gelindikçe? Teslimiyet güç kaybediyor. Daha daha? Teferruatın üzerine bina edildiği esasat-ı imaniyeye dair bilgi yeniden üretilmek zorunda, çünkü ona ilişilmeye başlamış. O güne kadar bunun sınavı verilmediğinden bir hazırlık da mevcut değil. Üzerinde birkaç kişinin dışında bilgi üretilmiş de değil. Hatta koca ilm-i kelamın Allah’ın varlığını ispatı hudus ve imkân gibi iki delile dayanıyor. Daha fazlasına gerek duyulmamış çünkü hakim medeniyetin genelgeçerleri her yerde genelgeçer gibidir. Tıpkı bir dönem Darwinizmin genelgeçer muamelesi görmesi gibi.

O zaman bu metne göre Risale metinleri ne yapıyor? Geriye dönüyor bence. Geriye dönüyor. Yeni bir bilgi inşa süreci başlatıyor. Ayakları yere basan ve fenni hücumda bile ayakta kalabilecek bir bilgi üretiyor. Ve bu bilgi, tasavvur, teslim, taklit, iltizam istemiyor. Hedefi; tasdik, iman, tahkik, iz’an. Delilsiz, kaziye-yi makbule üzerine inşa edilmiş bilgi üretmiyor.

Tasavvuf derken de kastettiği bu aslında. Bizim kafamızdan geçen Nakşibendilik, Kadirilik, Şazelilik, Cerrahilik falan değil. Hepsinin içinde ve özünde (varsa eğer) tasavvur, teslim, taklit kadar tutarsız ve iltizam kadar baskıcı bir bilgi üretim tarzı varsa, Risale-i Nur onu arzu etmiyor.

Ha, öyle üretenlere karşı mı? Değil. Hatta daire içine katılmak isterlerse kendi bilgi üretim sistemini öğretmek açısından hepsine açık. Fakat kendi bilgi üretim sistemi bir kez öğrenildikten sonra, onu terkedip yine tasavvur, teslim, taklit eksenine dönülmesini hoş bulmuyor.

Bizim aramızda nüans belirlemeye çalıştığımız şey isim isim tarikatler, cisim cisim mutasavvıflar değil kardeşlerim; bir bilgi üretim şekli. Yani hepsinden öte ve içre (eğer varsa) böylesi ayakları yere basmayan bir bilgi üretim tarzı. Ve varsa eğer, Bediüzzaman, kendi talebelerinin içindeki bu bilgi üretim tarzına da eleştiri de bulunuyor. Risale-i Nur dairesine girdikten sonra Kur’an dışında kendine mürşid arayan varsa, onlar kendilerini sigaya çeksinler, bunu onlara da söylüyor. Mürşid seçtikleri içeriden birisi bile olsa; tasavvur, teslim ve taklit üçlüsü bir daha dönüp gelmemeli diyor adeta daireye. Geliyorsa, Nur talebelerinde de bir sorun var. Çünkü demek ki, Nur mesleği onlara da yeterli gelmemiş, başka yollara girmişler.

12 Mart 2013 Salı

Her ütopya köleleştirir...

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hayvan Çiftliği’ni her hatırlayışımda bu soru beynimde yankılanıyor. Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle meşru, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar.

Bakıyorsunuz; her ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. Birisi diyor ki: “Büyük bir Türk İslam imparatorluğu kuracağız!” Geç içeri, diyorsunuz. Birisi diyor ki: “Asırlardır devleti olmamış Kürtlere bir devlet vereceğiz. Kürdistanları olacak...” Ona da: Buyur bakalım, diyorsunuz. Sonra bir başkası alıyor sazı eline diyor ki: “Altın nesil gelecek. Her yer saadete garkolacak.” Nasıl olacak bu iş, demeden onu da buyur ediyorsunuz. Sonra daha başkaları geliyor. Niceleri kürsüyü dolduruyor. Kimisi Osmanlı’yı kuruyor. Kimisi Hun imparatorluğuna dönüyor. Kimisi Sümerlere uzanıyor. Kimisi daha da acayip hülyalara kapılıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur hedefler peşinde koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece... Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Başkalarının ütopyaları peşinde koşmaktan çok yoruldum. Çok genç gördüm kendi hayatından vazgeçmişti abilerinin, şeyhlerinin, hocalarının, komutanlarının hayali için. Siz bana gösterin: Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Osmanlı’yı tekrar kurmak, altın nesil getirmek veya bilmem ne birliği kurmak... Kur’an’ın böyle bir ütopyası var mı? Allah aşkına söyleyin, var mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince... Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Kaç kişide bu cevapları kaldırabilecek cesaret var? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz.

6 Mart 2013 Çarşamba

Cadde-i kübra neresi?

On haftadır bir grup talebe, Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi okumaları yapıyoruz. Amacımız; öncelikle Ene Risalesini anlamak. Fakat Ene Risalesinin merkezleştiği bir düzlemde külliyatı tarama imkanını da elde ediyoruz. Mesela tekrar be tekrar atıf yaptığımız metinlerden birisi; Lema­at’taki ‘dimağdaki meratip’ meselesi. ‘İnanma’ veya ‘bilgiyi işleme’ dereceleri olarak kendimce tarif ettiğim bu me­ratip, başka bir açıdan bakıldığında bilginin ahlaka/hale dönüşüm aşamalarını ifade ediyor kanaatimce.

Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad ola­rak sayılan bu mertebeler, doğru bir şekilde oturmazsa zihinde, külliyata, kısmen kör bakılmasına sebep aslında. Lemaat’ın devamında bu mertebelerin her birinin başka bir haleti (belki davranış şekli) olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, külliyat içinde kullanımıyla da bu farklılıkları hissettiriyor. Örneğin; Ene Risalesinde, enenin kendisinde bir rububiyet ‘tasavvur’ etmesini sorunlu görmezken, devamında buna ‘itikat’ etmesinin büyük bir sorun olduğunun altını çiziyor. (Bu nüansa uyanmamızı sağladığı için Metin abiye teşekkürler.)

Eğer iyi bir külliyat okuru olmak istiyorsanız, nüanslara uyanabilecek kadar hassas olmalısınız. Ve bazen bir kelimenin kuyruğunda ileri/geri taramalar yapabilmelisiniz. Bu okumalar esnasında böyle bir hassasiyet ufaktan oluştu bende. Kavramlar gözümde parlamaya başladılar. Mesela iki yazıdır anlamaya çalıştığım “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda da aynı metne yapılan atıflar ve bu atıflar içinde bir gariplik dikkatimi çekti.

Orada Bediüzzaman ‘tasavvur değil tasdiktir’ ifadesini kullanarak meratip içerisinde külliyatı yukarılara doğru çıkarırken; diğer taraftan da ‘iltizam değil iz’andır’ diyerek eserlerini aşağıya çekiyordu. Evet, yazılan Sözler, tasavvurlardan ibaret değildiler. Akılcı bir onaylamaya erişmiştiler. Fakat diğer taraftan Bediüzza­man, aksi yönde bir uyarıyı da yapıyordu peşisıra: “Bu metinler tasavvurdan yukarıdır. Fakat iltizam seviyesine çıkmaya zorlamazlar. Hedefleri önce tasdik, sonra iz’andır.”

Baktım, Lemaat’ta da tasdik ve iz’an peşpeşe geliyor. Yani birbirlerine bitişik aşamalar. Yalnız birinde akıl, diğerinde kalp var. “Peki” dedim kendime “Bediüzzaman eserlerini neden itikad dairesine kadar yükseltmiyor, hatta iltizamı bile yakıştırmıyor, iz’an’a çekiyor?”

Baktım ki, cevabı zaten aynı bahsin devamında varmış. Mesela orada tersten alırsanız diyor ki; “mezcine eğer olmaz muktedir” bu merte­belerden arızalar da ortaya çıkabilir. Mesela tahayyül safsataya ne­den olur. İltizam taassubu getirir. Fakat buna bedel, itikad ta­sal­lub (sağlamlık) belirtisidir. İz’an’ın getirisi imtisal olur. Tasdik de iltizama (taraftarlığa) götürür. Yani bunlardan bazılarının sıralamadaki etkileri tamamen pozitifken, bazılarının durumu biraz daha dengesizdir. Ama illa “mezcine eğer olmaz muktedir.”

Anladım ki; Risale-i Nur insanları akıllarıyla onay verdikleri (tasdik) ve tüm latifeleriyle inandıkları (iz’an) dairelerinde mücadele veriyor. Getirisi taassup olan bir iltizamı (ne kadar yüksek görünse de) aramıyor. Makam-ı tasdike çıkmayan kuru tasavvurlarla da işi yok! Ütopyalar da kurgulamıyor. O bir cadde-i kübra ki; herkesin istifade/kabul edebildiği bir bilgiyi tasdik ve iz’an ekseninde üretiyor, öğretiyor.

2 Mart 2013 Cumartesi

Neden her hayrın başı?

"Oysa sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)

Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.

Ancak herşeye rağmen yine de bir girizgâh lazımdır. Kolay bir girizgâh... Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.

Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.

Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.

Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir anahtar, bir çilingir aleti mübarek... Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.

Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde "Ne kadar az anlamışım!" diyorlar. "İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?" Bunu benim gibi çokları söylüyor.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...