30 Kasım 2021 Salı

Mehmet Özhaseki'nin değil Ali Erbaş'ın yanındayım

Muhammed Said Bilal Hoca, 2018'de İİKV'da verdiği, "İnsan Haklarının Fıkhî Temelleri" seminerinin bir yerinde diyor ki: "Komünizmin yıkılmasıyla kapitalist-liberal anlayış insan hakları yaklaşımlarına tamamen hâkim olmuş durumda. Ve bu kapitalist-liberal anlayışın günümüzde kendisine antitez olarak İslam'ı seçtiğini görüyoruz." İlerleyen kısımda da ekliyor: "Müslüman devletlere-milletlere kendi insan hakları yaklaşımlarını kabul ettirmeye dönük-dönüştürücü bir çalışma var." (Merak edenler için linkini de paylaşayım: https://youtu.be/BTtMPGl21Go) Bu cümlelerle özetlediğim kısımda Muhammed Said Hoca ayrıca İslam coğrafyasında karşılaştığımız kimi sorunların da 'yola gelelim' diye aynı kesimler tarafından 'kurgulandığını' ifade ediyor. Savunmanın zemini olarak da, bazıları şaşıracaktır ama, 'fıkhı' işaret ediyor.

Bunu bir ehl-i sünnet âlimi söylese elbette sosyalmedya lincini çoktan haketmiş(!) olurdu. Hem de sadece solcular tarafından değil İslamcı geçinen kimi isimler tarafından da. Ama Muhammed Said Bilal Hoca eğitimini yurtdışında almış birisi. O nedenle hem solcular hem de yeni nesil İslamcılar için etini dişlemek kolay değil. Zira, onlar için kendi topraklarının değil fakat, Batı'dan gelen seslerin kudsiyeti var. Einstein'ın itibarı İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyhten fazla. Ayarlar bu derece şaşmış-şaşırılmış durumda. Şu yüzden Muhammed Said Hoca'nın tesbitlerini ayrıca önemsedim. Onunla sizi yazıma hoşamedî ettim.

"Ayarlar şaşmış!" dedim de aklıma geldi arkadaşlar. Buradan bir sıçrama yapalım. Mehmet Özhaseki'nin Siyasetin Ev Hali programında LGBT'liler hakkında sarfettiği şu cümleleri alıntılayalım: "Madem ki Allah yaratmış, hepsinin başımızın üstünde yeri var. Onu Allah'ın yarattığı bir emanet gibi görmek her kulun vazifesi diye düşünüyorum. Her inançlı insanın işi diye düşünüyorum. Onun dışında tercihlerine sonuna kadar saygı duymaktan başka elimizden birşey gelmez bana göre." 

Özhaseki'ye bu ifadeleri söylettiren neydi? Kalbini Allah bilir. Ben kanaatimi arzedeyim: Ona bu cümleleri söylettiren Muhammed Said Hoca'dan aktardığım 'dönüştürme çalışmalarının' etkisiydi. Evet. Bu 'dönüştürme çalışmaları'  bugünlerde en çok 'fıtrîlik' üzerinden yapılıyor. Daha doğrusu: Liberal endoktrinasyon 'fıtrîlik' üzerinden kendisine İslamî bir argüman (müslümanlar için de geçerli bir argüman) elde ettiğini sanrılıyor. Halbuki bilmiyor: Müslüman için fıtrî olanın tayini vahyin/sünnetin emrine tâbidir. Vahye, sünnete, kısacası 'şeriata' aykırı bir şekilde fıtrîlik olmaz-olamaz. "Onu da Allah öyle yaratmış. Ne yapsın canım. İçinden geleni tutarak mı yaşasın?" denilmez. Zira standart müslüman bilir ki: Sırr-ı imtihan zaten bizzat bunun üzerine dönmektedir. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'vücudî görünen ademîlikler' ve 'ademî görünen vücudîlikler' insaniyeti gaybî bir yardıma, Allâmu'l-Guyûb'un vahy u hidayetine, muhtaç eder.

 Hepimizin içinde kötülük işlemeye meyyal yanlar vardır. Fakat Allah 'nehyettiği' için korunmaya çalışırız. (Bunu daha önce irdelediğimden yazının linkini bırakıp kaçmak istiyorum: https://cemaatsiznurcu.blogspot.com/2017/01/ftrat-aksna-brakmak-degildir.html) Yani Özhaseki'nin sandığı gibi yaratılmış herşeye başımızın üstünde yer aramayız. Ya? Cenab-ı Hakkın ona nasıl muamele etmemizi dilediğine bakarız. İblis'i de Allah yaratmıştır ama baştacı edilmez. Firavun da Allah'ın kuludur ama sevilmez. Karun da sonuçta bir mahluktur ama beğenilmez. Zina-hırsızlık da birer dürtüdür ama eylenmez. Tırnak da sakal gibi fıtrattandır ama birisini kesmek diğerini kesmemek sünnettir. Faiz zekattan daha mal arttırıcı görünür ama buyrulan tam aksidir. Zekat emredilir. Faiz reddedilir. Domuz da geyik gibi dağlarda gezer ama yenilmez. Yani ki arkadaşlar: Bir Bektaşî kolaycılığıyla haramlar-helaller aynı torbaya toplanmazlar. En azından beyni bulanmamış normal-istikametli müslüman mevzua böyle yaklaşır.

'Beyni bulanmamış' dedim de yine aklıma birşey geldi. Bir sıçrama daha yapalım. Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın "Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar!" hâdisini zikretmesi solcularca linç edilmesini sonuç verdi. Neden? İçerdeki derdi şöyle sezinliyorum: Beyanın nereye gittiğini anlamada solcular daha ferasetliler. Evet. Onlar bu sözden gayet alındılar. Çünkü liberal söylemin İslamlaştırılmasını engelleyecek bir duvara çarptılar. Öyle ya. Kendileri diyorlar: "Doğduğu zaman cinsiyeti dahi belli değildir çocuğun. Sonradan kendisi karar verir. Dünyaya nötr olarak gelir. Erkek olan kadın olmayı, kadın olan erkek olmayı, seçebilir."

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ne diyor peki: "Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar!" Hadi bakalım. Ne yapsın tatlısu solcusu şimdi? Yutamaz da tutamaz da. Düpedüz liberalizme reddiyedir bu. Onca biyo-psikolojik LGBT lansesini boşa çıkaran bir hükümdür. Her çocuk 'İslam fıtratı' üzerine doğuyorsa, bu böyle kabullenilirse, o zaman gayrısı 'sonradan aşılanıyor' demektir. Özhaseki Bey'in dediği gibi "Onu da Allah öyle yaratmış!" durumu yoktur. Çünkü Allah onu İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Ayarları sonradan bozulmuştur. Elbette bu bozulmada ailenin, çevrenin ve medyanın payı büyüktür. Cinsel sapkınlıkları karizmatik hale getirmek, saygı duyulası Allah eseri olarak tasvir etmek, doğallığını savunmak, elbette maneviyatı zayıf çocukları-gençleri imrendirir. Merak ettirir. Çünkü zaten o yaşlar çocukların mütereddit yaşlarıdır. Batı'da cinsiyetini çocukken değiştirip sonra pişman olmuş bir yığın insan vardır. (Bunlarla ilgili bir yapımın linki de şurada: Cinsiyet değişiminin görünmeyen yüzü... https://youtu.be/CbbBxSsWaGE)

Hülasa: Kabul etmek gerekir ki arkadaşlar; Ali Erbaş Hoca'nın linci solcu-seküler kesim için büyük bir 'feraset' barındırıyor; Özhaseki'nin gafıysa adımıza acıklı bir durumu ortaya koyuyor. Evet. Onlar nereden-nereye varmak istediklerinin gayet farkındalar. Bizse neye/kime karşı konuştuğumuzun farkında değiliz. Yoksa Kur'an'da Lut kıssasıyla durumu apaçık ortaya konmuş bir arıza hakkında, hem de AK Parti gibi muhafazakâr bir fırkanın yetkilisi, böyle bir açıklama yapabilir miydi? İnsan Ankara'nın kaybedilmesinin arkasındaki hikmetini böyle vesilelerle teşhis ediyor. Kurt gövdeye girmiş. Fakat, öyle bir girmiş ki, kurdun bile kurtluğundan haberi yok. Hele gövdenin kurttan hiç haberi yok. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü yeniden ilham etsin. Siyasetçilerimize istikamet versin. Çocuklarımızı böylesi tuzaklardan korusun. Âmin.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?

Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.

İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.

Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:

"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."


Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Bediüzzaman 'helalleşmeye' ne derdi?

Peyami Safa'nın 'Kavga Yazıları' isminde bir eseri var. Belki pek bilinmeyişinin bir nedeni de eserdeki ağır CHP eleştirileri. 'Eleştiri' derken bile çok iyimser olduğumu düşünüyorum arkadaşlar. Çünkü söylenilenler 'eleştiri' boyutunu çok aşıyor. Neredeyse 'umutsuzluğa' dönüşüyor. Evet. Peyami Safa CHP hakkında umutsuz. Değişebileceğine inanmıyor. Hatta bir yerinde güldürerek de diyor ki: İsminin başındaki 'cumhuriyet'i kaldırıp yerine 'şeriat'ı da getirse dine karşı kem tutumunun değişeceğine inanılmaz. Daha buna benzer çok şeyler söylüyor. Meraklananları kaynağa havale edelim.

Peki ben bu kitabı neden hatırladım? Malumunuz: Bugünlerde bir 'helalleşme' tartışmasıdır gidiyor. Kabukta görünen birşey yok gerçi. Ama içini alabildiğine iyimser hayaller dolduruyor. İşte ben bu iyimserliğe de taraftar değilim. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi görüyorum. Kolay yutulan bir zokanın tekrar suya salınması zannediyorum. Hani Kur'an'da Cenab-ı Hak uyarıyor: Şeytan insanı Allah'la da kandırabilir. Sözgelimi: 'Rahmet' gibi bir marifetullah elmasında ifrat ettirerek de yoldan çıkarabilir. Nitekim Mürcie gibi sapkınlıkların ortaya çıkışı bu demagojiyledir. Onlar sonsuz rahmeti 'ne kadar günah işlerlerse işlesinler cehenneme atılmayacaklarına' yormuşlardır. Elbette bu tevil bâtıldır. Çünkü Allah sadece 'Rahman' değildir. Aynı zamanda 'Kahhar'dır. 'Celil'dir. 'Azizün Züntikam'dır.

Demek kandırılmak en masum manalarla bile mümkün. 'Rahmet' gibi en parlak bir kemalle olabileceği gibi onun bizdeki gölgesi nakıs 'merhamet' ile de olabilir. Yani biz de kimi zaman merhametimiz suistimal edilerek kandırılabiliriz-kandırılıyoruz: Kendisini çok zor durumdaymış gibi lanse edene yardımda bulunduktan sonra anlıyoruz ki mesela: Aslında hiç öyle değilmiş. Veya hatasından çok pişman bir dostumuzu affediyoruz. Fakat o hatalarını pişkince tekrarlıyor. Bunlar oluyor. Elbette Allah iyiliğimizi zayi etmiyor. Fakat bazen süreç bizi ağır sıkıntılara uğratabiliyor.

Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda 'affedişte yapılacak bir ifrat'ın nasıl kem sonuçlar doğurduğunu-doğurabileceğini şöyle anlatıyor:

"Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler. (...) Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur."

Bakınız, Bediüzzaman'ın "Zulme rıza zulümdür!" sözü çok iyi bilinir, ama "Başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur!" dediği çok bilinmez. Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde yine der ki: "Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez."

Benim bu beyanlardan bir anladığımsa şudur arkadaşlar: Ahirzaman müslümanları çok kolay affediyor. Kalplerinde diri tutmaları gereken buğzu çok kolay bırakıveriyorlar. Tek bir iyilik görmekle yüzbin kötülük gördükleri zalimi bağışlıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrı 'safderunluk' olarak isimlendiriyor. Tuzağa karşı uyarıyor. Zira, sayı olarak çok olsak bile, bu saflığımız yüzünden azınlığa düşüyoruz. İçimizden bir kısmın karşıya geçmesine sebep oluyoruz. Evet. Buğzunu yitiren taraftarlığını da değiştirmeye meylediyor. Safını terkediyor. Üstelik burada şöyle bir adaletsizliğimiz daha var:

Biz yaşamadığımız zulümleri de affeder oluyoruz. Sözgelimi: Yüz köyü yakan bir zalimi yüzbirinci köyde oturanlar olarak affediyoruz. Halbuki biz o yüz köyün yaşadıklarını görmedik. O acıları tecrübe etmedik. Onlar hakkında helalleşmemiz mümkün değil. Onlar adına da bağışlayamayız. Buna hakkımız yok. Bağışlamak ancak kendi adımıza olabilir. İskilipli Âtıf Hoca'nın hakkını helal edecek biz değiliz. Erbilli Esad Efendi'nin hakkını helal edecek biz değiliz. Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkını helal etmek bizim uhdemizde değil. Ancak böylesi 'helalleşme' mevzularında onlar adına da helalleşmek gündem ediliyor. Nitekim arzulanan da budur. CHP'nin yakın tarih boyunca işlediği zulümlerin affıdır.

CHP elbette azınlığının iktidarı elde etmeye yetmeyeceğini gayet iyi biliyor. (Zaten darbeler dışında başka hangi yolla başa gelebildiler ki?) İlla karşı taraftan adam eksiltmesi gerek. Hatta tarafına çekmesi gerek. Bunun en kolay yolu ne? Bazı müslümanların safderunluğa varan merhametini kullanmak. Yahut da yine safderunluk derecesinde iyimserliklerinden istifade etmek. Geleceğin CHP'yle tozpembe olacağına, artık değiştiklerine, bundan sonra mübarek işler eyleceklerine 'dindar veya dine hürmetkâr' kesimi inandırmak. Buna inandırırlarsa, tamam, mahalle değişimi başlıyor.

Fakat, ne acıdır ki, yalnız bizim mahalleden o tarafa taşınan oluyor. O mahalleden buraya gelen olmuyor. Halbuki hakiki bir 'özür dileme' aksini sonuç vermeliydi. Evet. CHP hatalarıyla gerçekten yüzleşirse bu CHP'lilerin mahallelerini terketmelerini gerektirir. Çünkü özürde utanmak manası da vardır. Sahada aksi oluyorsa hüsnüzan edenler oturup tekrar tekrar düşünmelidirler: Özür dilenen kendi yerini bırakıp nasıl karşıya geçer? Özür dileyen nasıl çoğalır? Eşyanın tabiatına zıt bir iştir bu.

Demek ki sahada olan 'özür dileme' değildir. Ya? 'Husumet unutturma'dır. Zaten 'helalleşme' başlığının seçilmesinde de bir sinsilik hissediliyor. Helalleşme kavramına biraz dikkatle baktığınızda, iki tarafın da birbirine zulmettiğini, eşitler arasında bir "Al gülüm ver gülüm!" yaşanacağını zannediyorsunuz. Yani siz de helal edeceksiniz onlar da. Yakın tarihe bakınca CHP'yle bizim durumumuz böyle mi Allah aşkına? Bizim aslında muhatap olmamız gereken süreç 'helalleşme' değil "CHP'nin özür dileme" sürecidir. Çünkü Tek Parti döneminden beri gadreden onlardır. Zulmeden onlardır. İnleten onlardır. Bugün boğuştuğumuz problemlerin başını tutan onların kem tasarruflarıdır.

Özetle: Arkadaşlar, Cenab-ı Hak bu kandırmacaya karşı gözümüzü açsın, mü'minane feraset versin. Vaktiyle Bir Başkadır dizisinin mahallemizdeki yansımalarına bakıp demiştim ki: Ne zaman gençlerimiz "Solcular bizi anlıyor artık. Yehu! Yaşasın! Yuppi!" derlerse bilin ki oraya taşınmalar başlar. Sonra işin tam öyle olmadığını farkederler, nitekim biz de Gezi'de farkettik, ama iş işten geçmiş olur. Kanaatimi tekrar ediyorum: Bu bir 'takıyye' operasyonudur. Bizi anladıkları falan yok. Sadece yüzlerini saklıyorlar. Safderunluğa düşmeyelim. Saflarına iltihak etmeyelim. Kadere acı fetvalar verdirmeyelim.

Burada AK Parti'nin de şöyle bir kabahati var ki söylemeden geçemeyeceğim: Yakın tarihin arızalarını gündem etmeye cesaret edemiyorlar. MEB'se müfredat işlerinde daha cüretkâr olamıyor. Beyin yıkamayı engelleyemiyor. Hafızayı koruyamıyor. Hükümetin bu noktadaki gevşekliği gün gelip iktidarı kaybetmesine neden olabilir. Gençlerinin 'yaşananları unutması' daha fazla 'affedici' olmalarını netice verebilir. Zira mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı 'birer CHP seçmeni' olarak yetiştirmeye ayarlıdır. Değişmemiştir. Çarkları aynı şekilde işlemektedir. Marifet, sineklerle kavga etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Hak Teala rüşdümüzü ilham eylesin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...