26 Haziran 2015 Cuma

Aşk da aslında 'kötü çocuk' değildir

Bana sorsanız, aşkı da aczin tezahür şekillerinden birisi gibi görüyorum. Yani varolabilmek için 'başkasına' muhtaç olduğunu, 'varlığını varlığına borçlu olduğunu' anlamanın yollarından birisidir aşk. (Acze çağrı, bu noktadan bakınca cadde-i kübraya çağrıdır, aşkın ötesine değil.) Fakat öyle ince/manevî bir ipe bağlıdır ki, ism-i Kayyum'dan bakınca görünmesi zordur. İsm-i Vedud gibi bir ikinci dikkat, bir ikinci odaklanma gerektirir. Bazı isimlerin bazı isimlerin altmaddesi olduğuna dair bir tefekkürüm var. Mesela İmam Ali'den (Allah ondan razı olsun) rivayet edilip gelen altı ism-i âzâmı 'Allah' lafza-i celali altında altı anabaşlık gibi düşünürsek; diğer isimlerin de bu isimlerin altında daha alt okuyuşların ifadesi olduğunu zannediyorum. Hatta bunlar içinde Vahidî ve Ehadî okuyuşlar da birbirinden ayrılıyor. (Rahman Vahidî, Rahim Ehadî bir okuyuş mesela.)

Ancak burada altbaşlıklar değişimden bir ismin yalnız bir başlığın altbaşlığı olduğunu düşündüğüm çıkarılmasın. Bence bu örgü daha girift. Birçok perspektif var ve her perspektif sıralamanın düzenini değiştiriyor. Gökyüzündeki yıldızlar gibi. Merkeze aldığınız yıldıza göre yeni bir düzen ile şekilleniyor esma. Celalî ve Cemalî diye ayırabilirsiniz. Vahidî ve Ehadî diye bakabilirsiniz. Daha farklı kategoriler de oluşturabilirsiniz. Mesela az evvel ism-i Kayyum'un altbaşlığı dediğim ism-i Vedud'un diğer isimlere bakan bir yüzü de var. Fakat onu görmek için onun bakışaçısını kuşanmak gerek. Yazımın ana konusu bu olmadığından, uzaklaşmamak adına girmeyeceğim bu mevzuya. Zaten hakkında yazabilmek için benim de daha düşünmem gerek. Yazacak kadar birikmeli birşeyler. Aşka geri dönelim.

Aşk, özünde bir başkasına muhtaç olmak, onun hüsnüne veya hatrına veya hatırasına müştak olmak, bir açıdan insanın kendi dışında başka birşeyi kendi saadetinin devamı için yanıbaşında istemesi, hatta bir adım da ötesi, onun da kendisini varlığı için bir gerek-şart olarak görmesini beklemesi, karşılık istemesi vs... Bütün bu kıvranışlar, yediğimiz ekmek gibi, solduğumuz hava gibi, içtiğimiz su gibi somut bir şekilde görülemese de içimizdeki bir açlığa tekabül ediyor. Allah bizi 'yalnızken mutlu olamama' açlığına/aczine müptela etmiş. Kibrimizin yediği en sağlam yumruk bu. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; cennet saadetlerinden bir saadet olan 'kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunması' bizi bir mübadele hakikatiyle yüzleştiriyor. Daha altbaşlıkları var bu işin: İnsan paylaşmaya açtır. İnsan yaslanmaya açtır. İnsan yardım etmeye ve yardım almaya muhtaçtır. Elmanın güneşe olan açlığı, senin başını yaslayacak bir omuz aramandan ileri de, geri de değildir. O onsuz mutlu olamaz, sen bunsuz.

"Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar."

Hem aşkın bir diğer hoş yanetkisi de size diğer açlıklarınızı daha fazla hissettirmesidir. Eğer gafil değilseniz. Mesela; duygusal bir şarkıya, güzel bir şiire, hüzünlü bir filme, bir aşk öyküsüne âşıkken karşı koyabilme gücünüz, değilken sahip olduğunuzdan daha azdır. Şarkılar bile dokunabilir ve dövebilir sizi pazularınıza bakmadan. Dökülen yapraklar, sallanan ağaçlar bile tesir eder. Daha 'dokunaklı' olursunuz ister istemez.

Dokunulmak duygulanmaktır. Kalbinizin, duygularınızın daha yüksek performansla çalıştığınızı hissedersiniz. Daha iyi olmak, daha iyi şeyler yapmak, bir şekilde içinizdeki neşeyi paylaşmak arzusu sarar sizi. Aslında bunun, uyandığınız açlığın tetikleyiciliği ile bir ilgisi var. Ramazan orucu nasıl ki insana kendi fıtratını, aslında olduğu şeyi, yani fabrika ayarlarını hatırlatır ve der: "Sen aslında busun." Ve (eğer gafil değilse) aslında bu olmaktan gelen bir farkındalıkla insan yumuşar, insanlaşır, asl-ı insana yaklaşır. Bence aşk da bizi bir ölçüde asl-ı insana yaklaştırdığı için tatlı. Fakat yine Bediüzzaman'ın pek nadir kullandığı parantez içi ifadelerden birisinde dediği gibi: "Şehvanî sevmekler bahsimizden hariçtir."

"Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekât muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler..." diyor yine mürşidim. Buket Uzuner'in bir kitabında (Mavi Tuna Kumral Ada olabilir) anne ve çocuk arasındaki bağı bile aşkla (cinsellikten ne kadar ayırabildiği tartışılır) açıkladığını okumuştum bundan yıllar yıllar önce. Aşkı on-onbeş farklı kategoriye ayırıyor ve her ilgiyi/etkileşimi bir çeşit aşk olarak tanımlıyordu. Şefkate bile bir çeşit aşk (ama seküler bir aşk) olarak bakıyordu.

İlerleyelim. Bir adım ötesi, Freud'un maddeden ibaret dünyasına vardığınızda, anne ve bebek arasındaki ilişki dahi bir çeşit şehvettir/cinsellik dürtüsüdür. Ve insan sorunlarının tamamının ucu mutlaka dönüp dolaşıp cinselliğe dayanır. Bebek bile annesinin göğsünü cinsel bir çekimden dolayı emer... Herkes kendi yaşamaçısından bakıyor dünyaya. Herkesin yorumu inandığı dünya kadar. Onun malzemelerinden inşa edilebiliyor. Ben mürşidimin penceresinden bakıyorum. O bana diyor ki: "Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider." Hep farklılığına çalışıyoruz, belki biraz da benzerliklerine çalışmalıyız. 'Aşk gibi' veya 'mahbubiyete kadar gider.'

24 Haziran 2015 Çarşamba

Ehl-i sünnet, Nurculardan neden çekinir?

Ehl-i sünnet müdafîleri neden bizden çekiniyor? Bediüzzaman'ın da ifadesiyle 'Risale-i Nur medreselerin malıyken' neden ehl-i medrese bizle temas etmekte mütereddit? Fakat hayır, bundan da ötede, bir kısım ehl-i sünnet ulemasının bizi neredeyse modernizme/ehl-i bid'a olmaya yakın, ya zaten kaymış veya kaymaya teşne gördüğünü karşıkonulmaz bir şekilde farkediyoruz. Elbette ehl-i insaf olanlar daha insaflıca yazıyorlar. Fakat kimisi var ki; neredeyse, Nurcuları (Allah korusun) ehl-i sünnetten ayrılmış bir fırka gibi görüyorlar. Canımız onları duydukça yansa da canımızın yanması onların yakmasını engellemiyor. Bu yaşanmaya devam ediyor.

Bu sorunun bizden ve onlardan kaynaklanan iki ayağı olduğunu düşünüyorum. Bize bakan yönü: Bediüzzaman'ın, Lahikalar içinde ehl-i medreseye ve ehl-i sünnet çizgisi âlimlerine dönük tüm sevgi, muhabbet, hürmet ifadelerine ve iletişim kurma çabalarına rağmen; ondan sonra gelenler olarak, bu sıla-i rahimi yeterince sağlayamayışımız. Mademki 'Risale-i Nur medresenin malıdır' diyor Bediüzzaman, o zaman onlarla kurulacak bağ bizim sıla-i rahimimizdir. Onlardan uzakta mutlu olamayız. Fakat bu bağı yeterince gözettiğimiz söylenemez. Bu bizim asabiyetimizin ve kibrimizin kem neticesi.

Meselenin bir kısım ehl-i sünnet ulemasına bakan yönündeyse şu sorun var: Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmak ve Risale-i Nur'a Nurcuların rağmına bile olsa sahip çıkmak yerine, Nurcuların hatalarıyla Risale-i Nur'dan soğumayı tercih ediyorlar. Bu soğumanın ardından gelen davranış şekli, ehl-i sünnetin dağ gibi ortak yanlarını bir kenara koyup, ayrı düştüğümüz meselelerde birbirimizin yaralarını deşip durmak... Yaptığımız tastamam bu. Onlar, böylesi meselelerde Bediüzzaman'ı anlamaya çalışmak yerine sert muhalefeti tercih ediyorlar. Bu tercihte bizim tarafın üslûbu da etkili. Üzüldüğüm tarafı şu: Bediüzzaman'ın iki-üç cümlesi üzerinde dönüyor bütün tartışmalar. Aşılamayacak şeyler de değil, aşılması istenmeyen şeyler. İnsan istiyor ki: Ehl-i medrese, Nurcular ne ederse etsinler Risalelerden küsmesinler. Hatta biz yanlış anlıyorsak bu metinleri çekip elimizden alsınlar. Onlar bize anlatsınlar. Çünkü onlar Risale-i Nur'un beslendiği kaynaklara da aşinalar.

Rahmetli Badıllı ağabeyin gayretleri haricinde Risale-i Nur'un beslendiği, süt emdiği ehl-i sünnet kaynaklarını çalışan bir Nurcu yayıncı veya Nurcu âlim var mı? Sanmıyorum. Bu meselenin tartışıldığı pekçok yer gördüm, ama Nurcular bu konuda adım atamıyorlar. Bediüzzaman hangi eserlerden alıntı yapmıştır? Hangilerine havale etmiştir? Bu eserleri basacak ve Risale-i Nur'un bostanını bize taşıyacak bir Nurcu gayreti yok piyasada. Bu da bizi 'kullanışlı' hale getiriyor bence.

Murat Türker, Moderne Nasihat kitabında tekrar tekrar vurguluyor: "Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir." Hakikaten tekrar tekrar vurgulanması gereken birşey bu. Bediüzzaman (haşa) bir modernist veya ehl-i bid'a değildir. Bazılarının göstermeye çalıştığı gibi dinde reform taraftarı falan da olmamıştır. Onun tecdidi ehl-i sünnetin çizgisini yeniden ortaya çıkarmak noktasında olmuştur. Fakat bizde tecdid denince "Yeni ne söylemiş?" diye bakıldığından, merhum İbrahim Canan Hoca gibi Bediüzzaman'ı calvinist yapandan tutun ta Mustafa Akyol gibi liberal yapana kadar çeşit çeşit temayül var. Hatta bu sıralar Kur'an müslümanlığına Bediüzzaman'dan delil getirenler bile oluyor. Buradan ben şunu anlıyorum: Nasıl ki, sünnet olmadan Kur'an manevi tahrife müsait bir hale geliyor; ehl-i sünnet çizgisi bilinmeden de Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsiri kimi konularda modernistler tarafından tahrife uğratılabilir bir hale geliyor. Belki Bediüzzaman'ın ehl-i medreseye olan düşkünlüğünde bu öngörünün de payı büyük.

İslamoğlu taifesiyle yaptığım tartışmalar sırasında bana karşı kullanmaya çalıştıkları iki argümanı örnek vereceğim: 1) Bediüzzaman'ın Kur'an'ı tevhid-i kıble etmesi meselesi. Bu zümre diyorlar ki: Bediüzzaman da aslında bizim şu an savunduğumuz şeyi savunuyor. Diyor ki; tevhid-i kıble edeceksin, yalnız Kur'an'ın peşinden gideceksin. Halbuki; Alternatif Bakış'ın bir bölümünde Kenan Demirtaş Hoca'nın da altını güzelce çizdiği gibi Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışı/yönelişi bütün muktesebatıyla (özellikle hadis müktesebatıyla) bir bakıştır. Ve Bediüzzaman Münacaat Risalesi gibi pekçok eserinde özellikle altını çizmiştir: "Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki..." Ve yine 'üç küllî muarrif' öğretisinde Kur'an'ı, nübüvveti (Allah Resulünü) ve kainatı birbirinden kopmaz bağlarla bize anlatır.

2) Zamanın müfessirliği meselesi. Bediüzzaman'ın zamanı bir müfessir olarak zikretmesi, kimileri tarafından 'zamanın ilcaatı' veya 'konjonktüre göre hüküm' şeklinde anlaşıldığı için, çizgiyi korumaya hassas ehl-i sünnet bize karşı tedirgin oluyor. Halbuki bu ifadeyi kullandığı her yerde aslında Bediüzzaman'ın yaptığı, ümmetin zaman içine yayılmış amel ediş tarzının bize gösterdiği genişlikli okuma. Yani zaman aynasında yansıyan ümmetin uygulama şekli, ümmetin icmaı, bize o konuda bir hüküm çıkarabilme veya sınırlarını görebilme yeteneği veriyor. Ümmetin dalalet üzerine birleşmeyeceği sırrı olan bu ifade, bazıları tarafından kötü niyetle kullanıldığından, ehl-i sünnet müdafîleri de bize karşı müteredditler. Fakat haksızlar. Çünkü Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmıyorlar.

Daha bunun gibi Gülencilerin yaptığı, İslamoğlucuların yaptığı, liberallerin yaptığı, milliyetçilerin yaptığı, modernistlerin yaptığı birçok saptırmayı, Bediüzzaman'dan sanmak doğru değil. Bu çok kullanılma hali Risale-i Nur'un karizmasından ve toplumsal gücünden kaynaklanıyor. Gücünü kullanmaya çalışıyorlar, çünkü geniş halk kitlelerinde karşılığı var. Eğer sapıyorsak, yanlış yapıyorsak, ehl-i medrese olarak Risale-i Nur'a sahip çıkıp bize istikameti anlatmak yine onlara düşer.

İttihad-ı İslam hayali kuran bizler, bu şekilde nasıl ittihad edeceğiz? Daha kendi bahçemizde biraraya gelemiyoruz, ümmet nasıl birleşecek? Lakin son konu hakkında bir özeleştiri daha yapmak istiyorum Nurcular adına. Biz, Nurcular olarak ehl-i bid'aya karşı yeterince uyanık durumda değiliz. Gerek bize, bizim hoşlandığımız kavramların altına saklanarak gelmelerinden ve gerekse bizim Risale-i Nur haricinde İslam geleneğine yeterince hâkim olamayışımızdan kaynaklanıyor bu durum. Fakat devası, kendisini dev aynasında görmek değil; sıla-i rahim yapmakta, yine yüzümüzü ehl-i medreseye/sünnete dönmekte. Hem de Risale-i Nur metinlerini daha nitelikli/derinlikli okumakta. Tek devamız bu.

23 Haziran 2015 Salı

Ebubekir Sifil Hoca'nın bir itirazı ve 'zamanın müfessirliği' üzerine...

Öncelikle; Allah razı olsun Ebubekir Sifil Hoca'dan ki, zihnime bir soru olarak şüphesini attı ve tefekküre sevketti. Ebubekir Hoca'nın eserlerini okuyanlar veya derslerini izleyenler bilirler ki, ehl-i sünnet çizgisini müdafaaya mesaisini hasretmiştir ve bu haklı mesai sarfında (Allah, gayretini katından büyük ecirlerle mükafatlandırsın) en çok mücadele ettiği şeylerden birisi de 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasıdır.

'Kur'an'ın tarihselliği' iddiası nedir, biraz açarsam, şunu söyleyebilirim: Kur'an ayetlerinin ve hükümlerinin bir kısmının (veya bunların uygulanış şekillerinin bir kısmının) 'dönemsel' olduğu ve bu zamanda artık bunlara modern algılar eşliğinde 'yeniden bakılması' gerektiğini söyleyenlerin iddiasıdır. İddia olarak yazıyoruz, fakat aslında bid'adır bu. Sapmadır. Söyleyenin Allah tasavvuru ve marifeti hakkında korkutucu endişeler doğuran bir bid'a. Bid'aların anası. Çünkü gayrı ne kadar bid'a varsa, bu 'öncekilerin tarihselliği' üzerine bina edilir ve (Allah korusun) hayatımıza katılır.

Ebubekir Sifil Hoca, 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasına karşı ilk direnişi sergileyenin Hz. Ebu Bekir (r.a.) olduğunu ifade ediyor bir yazısında. Onun; "Zekat vermeyiz. Çünkü zekat, Allah Resulü sağ iken yapılacak bir ameldi!" diyenlere karşı Ridde olaylarındaki direnişini, onlara karşı harbedişidini, "Hayır, vallahi sağlığında verdiğiniz gibi şimdi de zekatı vereceksiniz!" tavrıyla gösterdiği duruşu, bu söylem sahiplerine karşı Kur'an'ın ezelî ve ebedî bir kelam oluşundan taviz vermemek olarak yorumluyor. Ki, her hatırlayışta okuduğuma şükrettiğim bir tesbittir bu. Bu derinlikli bakışı bana öğrettiği için de ayrıca minnettar ve duacıyım kendisine...

Hakikaten de Kur'an'ın tarihselliği iddiasının, geçmişten günümüze çeşitli versiyonları ve tezahür şekilleriyle tekrar tekrar pişirilip önümüze konduğunu düşünüyorum. Bidayeti Ridde olayları olsa da bu süreç nihayete ermiş değil. Hele modern zamanlarda, seküler bir hayatın zâhiren 'daha çok kazandıran' göründüğü bir devirde, binlerce Ridde olayının aynı anda/zamanda yaşandığını söylesek herhalde abartmış olmayız. O zamanlar sadece zekata karşı gösterilen bu direniş; bugün kurbana, namaza, tesettüre, oruca, recme, el kesmeye, hatta neredeyse modern algılarla uyuşmayan her Kur'anî emre karşı gösteriliyor. Beyni modern algılarla döşenmiş insanın/müslümanın, Kur'an'ı topyekûn inkar etmekten kaçış yöntemi, onu tarihselleştirme.

Tabii yukarıda söylediğim gibi, bunun o kimsenin Allah tasavvuru ve marifeti ile de yakından bir ilgisi var. O kişi için Allah, 'zamanları aşacak ve her zaman haklı çıkacak bir söz söyleyebilen bir Allah' olamadığı için yaşanıyor aslında sıkıntı. Kur'an ayetlerine bakarken de bakışı, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, hodbin. Kendi merkezinde ve doğru bildiği ekseninde baktığı için 'değişmesi gerekenin Kur'an olduğunu' düşünüyor. Baştan çıkmış aynanın, üzerindeki leke için hakikate; "Üstündeki lekeyi sil de gel!" demesi gibi birşey bu. Alîm-i küllî şey olan Hak Teala, sanki modern zamanları ve o modern zamanlarda değişen doğruları(!) görememiş/bilememiş ve mecburen bildiği 7. yüzyıl Arabistan'ı için konuşmuş gibi davranılıyor. En kısa tarafından söyleyelim: Bu Allah tasavvuru, Allah ismi verilmiş, ama Allah olmasına imkan verilmemiş (Allah olmanın hakkı, şanı verilmemiş) sınırlandırılmış bir Allah tasavvurudur. Sadece ismi Allah'tır. Manası, modern zamanların herşeyi insan kadar bilemeyen, suçlamak için ara sıra lazım olan tanrısıdır.

Peki, bütün bu noktalarda Ebubekir Hoca'ya kaçınılmaz bir şekilde katılmamızın ardından, başka bir konuya, Bediüzzaman'a ve onun 'zamanın müfessirliği' yorumuna gelelim. Bir yazısında Ebubekir Hoca, Bediüzzaman'ın, "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!" ayetine yaptığı bir yorumda söylediği; "Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir..." bahsine bir itiraz (itiraz da denmemeli belki, bir şüpheye dikkat çekiş) olarak şunu soruyordu haklı bir şekilde: Zamanın müfessirliği veya takyidi hangi usül ile oluyor? Ve bu tefsir ve takyidi 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasından nasıl ayıracağız?

Soruları ben bu şekilde anladım ve dibine kadar onlara hak verdim. Bu meselenin Nurcular mabeyninde 'çalışılmış' bir konu olmaktan öte, 'hakkında düşünülmüş' bir konu olduğunu dahi sanmıyorum. Bu nedenle bize düşünmediğimizi düşündürdüğü için Ebubekir Hoca'ya teşekkür ederim. Kitabını okuduğumdan, bu satırlarla karşılaştığımdan beri meseleyi zihnimde müzakere ediyorum. Mürşidimin genel çizgisine baktığımda, elbette onun eteklerine modernizmin ve ehl-i bid'a düşüncesinin çamurlarından iz yakıştırmıyorum. Biz Bediüzzaman'a tavizkâr bir duruş gördüğümüz için değil, dik durduğu için talebeyiz. İçtihad Risalesi müellifinin, Hutuvat-ı Sitte ve Hutbe-i Şamiye sahibinin, Zühre Risalesi yazarının veya annenin mirastaki hakkı, erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi veya tesettür gibi hususlarda asla gerilememiş Bediüzzaman'ın, Kur'an'ı tarihselliğini savunduğunu asla düşünemem, düşünmüyorum ve düşündürmüyor da.

Bu noktada, bir Nur talebesi olarak, onun 'zamanın müfessirliğini' şöyle anladığını veya şunu kastettiğini düşünüyorum: Ümmetin icmaı. Yahut da ümmetin o ayeti/hükmü yaşayış/uygulayış şekli. Burada da zamanın müfessirliği ile vurguladığının ayetin hükmündeki mutlaklığı ümmetin çeşitli takyidler içinde uygulaması, öyle amel etmesi bence. Nasıl ki, gayrimüslimlerle tüm ticarî, sosyal, hukukî bağlarını koparmadan yaşayageldi bu ümmet; yani bu 'Dost edinmeyin!' buyruğunu mutlak değil, 'duruşunu koruma noktasında bahtiyar bir tereddüt' olarak algıladı; Bediüzzaman da bence takyid meselesinde, ayetin emrinin sahadaki uygulanışına nazarlarımızı çeviriyor. Bu bir 'zamanın ilcaatı' bakışı değil, şimdiye kadar ümmet içinde uygulanış tarzına bir vurgu. Burada vahyin hükmüne bir takyid konuluyorsa, bu takyid modernizminden beslenen bir takyid değil. Ümmetin uygulamasından ve bunun zaman içindeki tezahüründen gelen bir takyid. Ki devamında hemen bunun örneklerine de yer veriyor:

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Üzerinde çalışılması gereken ve kanaatimce; ehl-i bid'a'nın, bir truva atı gibi Nurculara ve ehl-i sünnete sokulma aracı olarak da kullandığı bu konuya dikkatlerimizi çektiği için Ebubekir Hocama teşekkür eder; Allah'ın, o ve emsalinin ömürlerini uzun ve bereketli kılmasını dilerim. Ümmetin aydınlığı âlimlerinin ömürleridir. (Bir sonraki yazımda modernistlerin Nurculuğu hangi konularda 'kullanmaya' çalıştığına küçükçe temas etmeye çalışacağım. Bu konuda da birkaç şey birikti kafamda. Dışarı çıkması lazım artık.)

22 Haziran 2015 Pazartesi

Kur'an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz, ama hiç sorgulamayız: Kur'an bizi nasıl tedavi eder? Kur'an bizi 'bütüne çağırmakla ve hatırlatmakla' tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, bütünü unutucudur. Muhakemat'ta geçen; "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın 'ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl' ve şerrin ise 'kuşatamamaktan ve parçada boğulmaktan dolayı görülen tebeî bir ilizyon' olduğu gerçeği; delil olarak sunabileceğimiz yüzlerce ayetle ve hadisle birlikte bunu söyler bize.

"Akıbet takva sahiplerinindir..." veya "Yine Ona döndürüleceksiniz..." hatırlatmalarından tutunuz, daha belki yüzlercesi/binlercesi hep 'hesaba katılmayanı anımsatma' merkezlidir. Kur'an'da geçen cennet/cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb hatırlatmalarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan/iman, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı şer sanmışsa bu onun cüz'i'de boğulması ve 'takıntısını' bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bütünü hatırlatır bizlere: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer." Emrin hikmeti, ancak bütüne bakılabildikçe görülür.

Bu noktada Kur'an'ın en büyük mucizesi/tedavisi, insanın (yine Muhakemat'taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi 'farkında olmadığımız bütüne' bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur'an'ın bu ballar balı yanını bir temsille şöyle ifade eder:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.
İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'ân'ın tasvirine 'Maşaallah, bârekâllah' deyip, 'Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Hakîm!' demişler."

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Smetri bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz. Bence bu bizim de yabancımız bir durum değil. Herhangi bir arkadaşımıza bir taziye, bir teselli veya iyimser bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız? "Geçecek bunlar, merak etme!" veya "Gün doğmadan neler doğar!" veya "Sabret, bence çok güzel günler göreceksin!" gibi tesellilerimizin ve tedavilerimizin tamamı aslında birer 'bütüne çağrı' değil midir? Hatta psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi bence tamamen buna dayanıyor. Tedaviye gelen hastaya, sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği... Din de bunu yapıyor.

İşte Kur'an-ı Hakîm bu noktada 'bütüne çağıranların' en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir. Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi'nin ahirine bir atıf yapalım: Bediüzzaman neden orada Kur'an'ın ayetlerinin cilvelerini 'asansör' olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi? Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin "Evet, bu böyledir..." dediği bilgidir. Allah'ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık, Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. İşin gerçeği, doğrusu, hakkı, özü... Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir."

Bu noktada esmaü'l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma, onlardan bakılınca bütünlük görünen manalardır/pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs... Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bize bu yönüyle 'bütünlüklü bakış' sağlar. Fakat esmalar arasında geçiş yapabilmek, bir esmadan diğerini görebilmek de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün, isimleri ise aynı Zat'ın isimleri olmakla bir bütün olarak gördükçe insan; hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar...

Rahatlar, çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız önce nazar daralmasıdır. Ene Risalesi'nin ahirine dönersek yine: Üç yol içinde ilk ikisinde ilerlemenin 'zorluk' ifade ediyor oluşu yine bunun yansıması değil midir? İnsan, Kur'an'ın ve Kur'an'ın bir nevi özeti olan esmaü'l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Musibetler, üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman, ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. Kur'an asansörü, bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Bir 'fikir asansörü' olarak Kur'an

"Göreceksin ki, hilkatte cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika—ki hurdebîn-i akılla görülmez—hakaik-i şeriat ne derecede mürâat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir." Muhakemat'tan.

Bu yazı, bundan evvelki yazılardan medet alan bir yazı olduğu için önce belki o ikisi okunmalı. Okuyanlar anımsayacaklar: Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Siyer Okumaları'nda mirac konusunu işlemiş ve ben de son iki yazımda o okumaya dair notlarımı ve tefekkürlerimi sizinle paylaşmıştım. Yazıların ikincisinde miracdaki yükselişi temsilen Metin abinin kullandığı 'manevî asansör' ifadesinden Ene Risalesi'nin ahirine bağlanmış ve bu Risale'nin ahirindeki üç yoldan hareketle 'mirac hâdisesi' ve 'bütünün dengesi' ilgisini konuşmuştuk. Bu yazımda da, mezkûr eserde Bediüzzaman'ın, Kur'an ayetlerinin cilvelerine dair yaptığı 'asansör' benzetmesinin hikmetini anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Bu yazı, birşeylerin kesinlikle öyle olduğu iddiasına sahip bir yazı olmayacak. 'Acaba' dedirtmek amaçlı yazılacak. (En doğrusunu Allah bilir. Ve bu cümlenin 'yazarının içinden' veya 'yazısının içinde' geçmediği her metin bence iddialıdır.) Mesnevî-i Nuriye'de rastladığımdan beri kafamı meşgul eden bir kısımdır şurası:

"Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."

Belki ilk yorumunu yanlış işittiğimden/anladığımdan ve üstüne pâk bir fikirle tefekkür edemediğimden bu metin, yıllar yılı aydınlatamadığım kara bir nokta gibi kaldı zihnimde. Şöyle sorardım kendi kendime: "Eğer afakî tefekkürü icmalî yapıyor olsaydık hep, bu kadar bilim/fen nasıl ortaya çıkardı? Veya çıkar mıydı? Detaya çok fazla inilmeden yapılacak böyle özet tefekkürlerinin eşyanın inceliklerine dair keşifler yapması nasıl mümkün olurdu? Tefekkür, bilime karşı bir eylem midir?" Öyle ya, bu metnin ilk izahını şöyle işitmiştim: "Dışındaki âlemi tefekkür ederken özet geçeceksin, çok ayrıntıya girmeyeceksin. Ayrıntıya girersen kafan/kalbin karışır."

Yıllar sonra, Zerre Risalesi'ne dair derinlikli okumaların yapıldığı bir mecliste, bu soruyu arkadaşlarıma açtım ve dedim ki: "Eğer Bediüzzaman, 'âfâkî tefekkürde icmalî gitmek' ifadesiyle 'fazla detaya inmemeyi' kastediyorsa, bu Zerre Risalesi de neyin nesidir? Eşyanın en küçük parçasına kadar inmiş bir tefekkür, en derin ve manaya yakın noktasına bu denli tahşidat/vurgu 'özet geçme' ile imtizaç edebilir mi?"

Bu soruyu sordurduğu için şükürler olsun o Allah'a ki, bu ızdırarî; "Bu böyle olamaz!" çıkışı, bir süre sonra Bediüzzaman'ın başka metinlerindeki vurgularını görmemi sağladı. Mesela yine Mesnevî-i Nuriye'de 'icmalî' bahsinde şunları söylüyordu mürşidim:

"Kur'ân bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın belâgatı icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelere karşı mükâbereye, mugalâtaya ika ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, mâruf olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâli lâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir."

Aynı meseleyi Sözler isimli eserinde daha geniş izah ederken, sanki kalbimin müşkülünü işitmiş gibi, 'kendime sorduğumu' ifade ettiğim şüpheyi dillendiriyordu:

"Eğer desen: 'Acaba neden Kur'ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.'
Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için... Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur'ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğâlatalara düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir."

Ve yine 5. Şua'nın bir köşesinde nazar-ı Nübüvvet'in neye ehemmiyet verdiğini okurlarına şöyle hatırlatıyordu: "Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz'î hâdisât-ı istikbaliye nazar-ı Nübüvvette ehemmiyetsizdir."

Bu kısımları okuyunca 'icmalî yapmak' meselesine daha farklı bakmaya başladım. Bence icmalî yapmak 'detayları özet geçmek' veya 'fazla derine inmemek' değildi. (Belki yalnız meselenin avama da aktarımı için bu böyleydi.) 'Bütünün amacını unutturmamaktı.' Parçalarda Boğulmak yazı serimi ve yine parça-bütün ilişkisine dair yazdıklarımı okuyanlar hatırlayacaklar. Bediüzzaman'ın "Hayır küllî, şer cüzîdir..." dediği yerden beridir ben bütünün hayra/hakikate daha yakın olduğunu düşünüyorum. Hatta 'hakikat' dediğimiz bilginin de, bazılarının sandığı gibi, ancak elitlerimize/üstünlerimize açık bir bilgi değil; umumun görmesine ve anlamasına müsait bir bilgi olduğuna kanaatim var. Bediüzzaman'ın hakikat mesleğine uygun düşmediğinin altını çizdiği kimi hususlara dikkatle nazar edenler görecekler: Bediüzzaman, oralarda üretilen bilginin keşfe veya zanna ait olmasından ötürü 'umuma gösterilemeyişini' gerekçe olarak anıyor. Hatta bazı yerlerde, hakkında yazamadığı şeyler hakkında, "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum..." gibi ifadeler kullanıyor: "Evet, kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzuubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden..."

Modern bilimin, Ene Risalesi'nde bahsi geçen birinci ve ikinci yolda olduğu gibi, herşeyin en derinine inmesi; varlığı parçalara, kategorilere, sınıflara, türlere, bilim dallarına, ihtisas alanlarına ayırması ve parçalaması değildi asıl tehlikeli olan; asıl tehlike, bunu yaparken bütünün amacını yitiriyor ve dinleyenlere de unutturuyor oluşuydu. Bir önceki yazımda Alan Watts'tan alıntıladığım metinde olduğu gibi:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. (...) Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır."

Bilimin bu körleştirici etkisine Kon-Tiki isimli eserinde Thor Heyerdahl da şöyle dikkat çekiyor:

"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya."

Yeniden Ene Risalesi'ne dönelim. Ene Risalesi'nde, 'bir yeraltı yolculuğu' olarak tasvir edilen ve "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir..." şeklinde hakikatine işaret edilen yolda, müellif-i muhtereme çıkışı gösteren nedir?

"Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: 'Bu elektrikle o âlet Kur'ân'ın hazinesinden size verilmiştir.'"

Peki, 'yerin üstünden uzun bir mesafeyi katetmek' şeklinde tasvir edilen ve "(...) ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir..." cümlesiyle hakikatine işaret edilen ikinci yoldan kurtuluşu veren nedir?

"Fakat yine Kur'ân'dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir."

Peki, 'uçarak/yükselerek mesafeyi katetmek' olarak tasvir edilen ve "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir..." cümlesiyle hakikatine işaret edilen yolda emanı sağlayan nedir?

"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."

Kur'an'ın ilk yoldaki aydınlatıcılığı ve engelleri parçalayıcılığı; ikinci yolda mesafeyi hızlı aldırması, engelleri aştırması; üçüncü yolda ise hiç zahmet çektirmeden (çünkü bizzat ona müracaat ediliyor) yukarıdan anında götürebilmesi; bütün bunlar Kur'an'ın 'bütünden/asıl maksaddan' hiç şaşmamış olmasıyla açıklanamaz mı? Yani insan felsefe-i tabiiyenin veya şirkten kurtulamamış sair fikir ekollerinin eşliğinde bütünün amacını yitirmiş eşya ile boğuşurken; Kur'an'a teması ölçüsünde bu boğuşmadan sıyrılıp 'bütünün temaşasıyla ulaşılan bir berraklıkta' hakikati görüyor sayılamaz mı?

Birinci yolda, yol gösteren aydınlatıcı elektrik; ikinci yolda yolu aştıran/hızlı aldıran vasıta; üçüncü yolda 'Zaten bütün bunlar şunu anlaman için...' diyerek sana eşyaya bakış öğreten asansör, yani yukarıdan bakış, yani bütüne bakış; bu aynı zamanda hakikat-i mirac olamaz mı? Ve hakikat-i mirac, bize, bütüncül bakmayı öğütlüyor da olamaz mı? Âfâkî tefekkürde icmalî gitmek ise, işte, parçalarla girişilen bu akıl yürütmelerde, bütünün manasının hep aklın bir yanında kalması olamaz mı? Yani asıl kastedilen; 'inceliklerine girmemek' değil, 'inceliklerini düşünürken bütünü akıldan çıkarmamak' olamaz mı? Sorularım çok, ama başta söyledim, bu yazı bir 'acaba dedirtme' yazısıdır. (Bu üç yolun hayatımıza bakan yönlerini de inşaallah bir dahaki yazımda inceleyeceğim.)

17 Haziran 2015 Çarşamba

Akıl tek başına yeterince akıllı değildir

Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'na dair notlarımı konuşmaya devam edelim. Metin abi, mirac okumalarımızda 'manevî asansör' ifadesini sık kullandı. Tabii bu kullanım ister istemez hatırıma Ene Risalesi'nin ahirini getirdi. Okuyanlar hatırlarlar, Ene Risalesi üç yol (Fatiha'nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri.) analiziyle biter.

Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle; "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir." Diğeri, yeryüzünü kateder. O da "(...) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir." Üçüncüsü Bediüzzaman'ın da 'asansör' ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. "Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir." Mürşidim bu yolun da aslını şöyle tarif eder: "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir."

Üç yolda da kendisine emn u eman sağlayan Kur'an'dan ikram edilmiş aletler ve vasıtalardır. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, üç yolun üçünde de vahye yüzünün dönük olması ve vahiysiz o yolların hiçbirinde kurtuluş görmemesi daha derin anlaşılır. Fakat ben bugün o konuya dair konuşmayacağım. Asansör meselesine geri döneceğim.

Ders sırasında twitter paylaşımları yaparken 'manevî asansör' ifadesinin Ene Risalesi'nin ahirini hatırlattığını da yazmıştım bir dinleyici notu olarak. Bir sonraki hafta Metin abi, o not hakkında ağzımdaki şekeri bala çeviren birşey söyledi: "Ben de öyle düşünüyorum. Dikkatini çekti mi bilmem, zaten Mirac Risalesi de 31. Söz'dür. Yani Ene Risalesi'ni de içeren 30. Söz'den hemen sonra..." Ahmet'in kafasında nasıl flaşlar patladı bilemezsiniz. Gerçi Metin abinin Risale metinlerindeki sıralamaların nazm-ı maani eksenli bir nizamının olduğunu daha önce de anlattığı hatırlıyordum. Fakat bu sefer ki, aklı kapı açıp ihtiyarı elden almayan cinsten birşey değildi benim için. Aklıma da kapı açtı, ihtiyarımı da elimden aldı. 30. Söz'ün asansörünün 31. Söz'ün miracıyla bir ilgisi olduğuna artık yakînim var. (Bu arada Metin abinin inşaallah Risale metinlerinin sıralamasındaki mezkûr nazm-ı maaniye dikkat çeken bir makalesini de okuruz. Bu 'farkındalıklar' küçük paylaşımlar olarak hafızalarda kalmamalı yalnız.)

Benim 'Parçalarda boğulmak..." başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. "Hayır küllî, şer cüzidir..." ifadesinden itibaren mürşidimden mülhem iddiam şudur ki: Biz, şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

"Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler..." buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir, nazarı 'yerlere ve göklere' kadar çıktığında Allah'ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta ve fiillerde (mesela yine Kur'an'ın ifadesiyle 'çürümüş kemikleri kimin dirilteceği' hususunda) Allah'a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Allah'ı inkar değildir. Allah'ın herşeyi idare ettiğinin inkarıdır.

İçinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında 'parçada boğulmaktır' ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de işte bu tarz 'etkileşimden haber veren' fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı, herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi'ne dönelim: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, 'Kendime mâlikim!' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir!' demeye ve itikad etmeye mecburdur." Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun'un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts'tan şöyle bir alıntı yapar:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz..."

Aklın tek başına yeterince akıllı olmaması bize yukarıdaki üç yolda Bediüzzaman'ın Kur'an'dan gelen alet ve vesaitlere verdiği önemi hatırlatıyor. Ve de Eş'arîliğin hakikati arayışta vahye biçtiği 'olmazsa olmaz' konumu. 'İçgüdülerden gelen bir duyarlılık' ifadesi de bizdeki fıtratı çağrıştırıyor. Üzerine yaratılmış olduğumuz doğruları yani. Özümüzde olanı. Fakat ben yazımda bu konulara da girmeyeceğim.

Bu parça ve bütün meselesi; parçada kalışın insanda her an bir hüzne/şekvaya neden oluşu ve hakikatin keşfinin ise bütüne bakmakla mümkün olabilmesi meselesinin miracla şöyle de bir ilgisi var bence: Bir insan düşünün ki; parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları tatmış ve vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif'e gitmiş ve orada taşlanmış... Parçada boğulup boğulmamaksa eğer bu dünyadaki sınav, en çetinlerini vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ve hepsini aşmış. Taif'te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi; eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Allah'ın, miraca çıkarıp, bir manevî asansörle bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Allah Resulünün vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer'i vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir efendim değil miydi? Zaten vahiy bizi bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts'ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında. Şimdi, istersen yüzünü tekrar Ene Risalesi'nin ahirine çevir. Orada da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu? Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran; bu çetin yolculuklarda Kur'an'ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan/yola yenilmeyen bir kula asansör lütfetmek... Belki de hakikat-i mirac böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan kurtarılması. (Asansör olarak Kur'an'ı ise bir sonraki yazıda konuşalım, inşaallah.)

12 Haziran 2015 Cuma

Lucy'nin miracına inanır, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) miracına inanmaz

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'nda miracı işledik. Aslında birkaç haftadır miracı konuşuyoruz. Fakat son iki haftada artık tastamam miracın içindeyiz diyebilirim. Çok güzel açılımlar (bu tabirin de sık kullanılmaktan iptal-i hisse sebep olduğunu düşünüyorum ya, yerine başka birşey bulamadım) oldu. Hiç hakkında düşünmediğim şeyler hakkında düşündüm. Metin abi, tabir-i caizse, benim açımdan tarihsel bir olaydan ibaret olan miracı, hayatımın içinde 'yaşayan bir mirac' olarak yeniden gösterdi. Bunu hissettim. Buna teşekkür ettim. Allah'a şükrettim.

Fakat siz Ahmet kardeşinizi bilirsiniz. Yeni birşey duyduğu zaman, o yeni şey, küpteki altın gibi öylece durmaz. Hareket eder. Tatlı bir rahatsızlık verir. Suya atılmış taş gibi dalgalar oluşturmaya devam eder. Doğrusunun da bu olduğunu düşünür. Kanaatince; bu bilgi almak değil, bakışaçısı almaktır. Öğrenilen her yeni şeyde, daha önce kuşanılmamış bir bakışaçısının eksikliği de vardır. Vardır ki, daha önce görülmemiştir. Bilgisi aynen saklanır (o bir güzellik), amma bakışaçısı göze ve kafaya kuşanılmış halde işlemeye devam eder (bu nazarımda daha bir güzellik). "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır..." ayetinin böyle bir dersi olduğunu da hissediyorum ben: Hüner biriktirmekte değil çoğaltmakta.

Mesela, geçtiğimiz hafta Sidretü'l-Münteha'ya dair konuştuk. Sidretü'l-Münteha nedir? Sidretü'l-Münteha bir makam. Miracta, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çıktığı en yüce mertebe. Düz bir karşılık olarak sidre 'kiraz ağacı' anlamına geliyor. Münteha ise, son. Böyle bakınca 'son sedir' yahut da 'son kiraz ağacı' gibi bir karşılığı var. (Bazıları da 'tenhadaki sedir' anlamına gelebileceğini söylüyorlar. Arapçam yok. Nakilciyim.) Metin abi, Siyer Okumaları'nda bu makamın tarifine dair bilgiler naklederek, meseleyi esmaü'l-hüsna ekseninde ele aldı. Ve ilgili makamın Allah'ın esmasının tüm renkleri ve çeşitliliğiyle temaşa edildiği bir makam olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu tarif bence de pek güzel. Fakat dediğim gibi: Duyduğum şey zihnimin denizine atılmış bir taştır. Ve Metin abinin attığı taşın dalgası da, ta gidip, Bediüzzaman'ın külliyat içinde sıkça kullandığı bir ifadeye kadar dayandı: Şecere-i hilkat. Yani 'yaratılış ağacı.' Fakat bu konuya dönmeden önce size 2014 yapımı Lucy filminden bahsetmek istiyorum:

Bir Luc Besson işçiliği olan Lucy, her ne kadar Luc Besson'a yakışmayacak kadar basit bir yapım olsa da, ilginç bir konu etrafında şekilleniyordu. Lucy (Scarlett Johansson) isminde bir kadının, sentetik bir uyuşturucunun kuryeliğine karışarak yaşadığı bilim-kurgu öykü, "Bir insan, beynini tam kapasitede kullanırsa neler olabilir?" sorusuna hayalperest bir cevap arıyordu. Batı'nın Yunan mitolojisinden beri teolojik arkaplanını oluşturan (ve 'tanrının oğlu İsa' anlayışıyla bir derece Hristiyanlığa da taşınmış bulunan) insan-tanrı motifi, bu sefer de farklı bir yoldan, sentetik bir uyuşturucunun beyinde yaptığı yan etkiler vasıtasıyla 'olabilir' gösterilmeye çalışılıyordu. Her neyse... Filmin bu kısmı hiçbir işinize yaramayacak. Ben asıl size, finale yakın bir kısımda, Lucy'nin beynini kullanma kapasitesi %100'e ulaşırken kainatı görüş şeklini tarif etmek istiyorum. Lucy, giderek evrenin dışına doğru uçuyordu. Sadece mekansal olarak değil, zamansal olarak da. En başına gidiyordu varoluşun. Sözde big bang'e değil sadece. Ondan da öncesine... Herşeyin varoluşunu güya aklının gözleriyle takip etti, bize de izletti. Bedeni de değişim geçirerek bu yolculuğa eşlik etti. Ve en sonunda şu cümleyi patlattı kulaklarımıza: "Birşey sonsuz hıza ulaştığında hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir."

Şimdi tabii insan, hayalgücüyle neredeyse seküler bir miracı Lucy'in gözlerinden bize izleten Batı'nın, hakikat-i miracı neden kabul etmediğini anlayamıyor. Sadece onların problemi değil bu üstelik. Müslüman modernistler/ehl-i bid'a da akıllarının kıstaslarını Batı'dan borç aldıkları için nüzûl-u İsa (a.s.) gibi, mirac gibi hadiselere onlar gibi yaklaşıyorlar. Mümkün mertebe 'olabilir' bir seviyeye indirgemeye çalışıyorlar. "Rüyada olmuştur. Kalben olmuştur. Ruhen olmuştur. Hatta olmamıştır, sonradan uydurulmuştur..." vs. Hepsini duyuyoruz artık kelime-i şahadet getiren müminlerden. Fakat temeldeki sorun açık: Onların inandığı Allah, aslında o kadar da 'ekber' bir Allah değil. Batı'nın seküler aklının uygun gördüğü bazı sınırları var. Öyle her istediğini yapamaz. Fiziğin, kimyanın veya biyolojinin kabul edilmiş kayıtlarına uymak zorunda. Haşimoğulları'nın güzelliği aleyhissalatuvesselamı bir gece alıp önce Kudüs'e, sonra kendi katına çıkaramaz. Üstelik nice olay sonra geri döndüğünde yatağını 'daha soğumamış' olarak bulduramaz. Halbuki yine Siyer Okumaları'nda Metin abinin dikkatimizi çektiği gibi, Bediüzzaman, miraca inanmada çekilen sorunların itikatla ilişkisini tam isabet bir şekilde şöyle tesbit ediyor:

"Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor."

Demek ki, bir iman etmek var, bir de miraca iman edecek kadar iman etmek var. Yani bir 'Allah' demek var, bir de 'Allahu ekber' diyecek kadar güçlü bir ciğere ve geniş bir imana sahip olmak var. Lafz-ı Allah yolumuzun başlangıcını, kelam-ı 'Allahu ekber' ise yolumuzun nihayetini ifade ediyor. Ve şunu sorduruyor her aşamada bize: Senin inandığın ilahın iradesinin ve kudretinin 'aşamayacağı' sınırları olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle düşünüyorsan, senin inandığın Allah 'ekber' değildir. Git, imanını Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) gibi yap. Ki o, Ebu Cehil ona heyecan içinde koşup "Senin dostun böyle böyle diyor..." dediğinde inanmak için yalnız şunu sormuştu: "Bunu o mu söylüyor?" Onun söylediğinden emin olunca kafasında engel kalmamıştı. Çünkü zaten Allah'a ekber olarak iman ediyordu. Allah dilerse yapardı.

Bu noktada Ebu Cehil'in mirac sonrası tavırları; heyecan içinde, mal bulmuş mağribli gibi herkese Allah Resulünün ifade ettiği bu hakikati 'inanılmaz bir yalan' gibi yaymaya çalışması çok tanıdık. Bu seküler akılı tanıyoruz. Bugün de twitter'da veya face'te dindarlarımızın dilinden sadır olan 'onlara göre' inanılmaz/kabul edilmez şeyleri aynı insanlar tt listelerine kadar çıkarmıyorlar mı? Nümayişle ve alaycı bir neşeyle yaymıyorlar mı? Çünkü onlar için bunlar inanılmaz ve kabul edilemez şeyler.

Marmara Depremi veya bir başka musibet, manevî sebeplere bağlanamaz mesela. Olamaz! Hemen dava açılır. Gerekirse bunu söyleyenler, açıkça ifade edenler 'düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmayarak' hapse atılır. Eğer hapse atacak güçleri yoksa, mutlaka twitter'da falan linç edilir. Fakat bir müminin dünyasında bu telaşın hiçbir anlamı yoktur. Onun için önemli olan böyle bir hakikatin dinî bir delilinin olup olmamasıdır. Mesela senedi sağlam/sahih bir hadis, bir ayet veya bir icma. Allah'ın ekber olduğuna inandıktan sonra gerisi kolaydır. Sen en telaşlı olarak içimizdeki ehl-i bid'ayı görürsün bu noktada. Biraz Ebu Cehil kokusu üstlerine sindiğinden belki. Çoğu zaman ehl-i küfürden de önce onlar saldırırlar sana. Neden? Çünkü Lucy isterse bütün varlığı görür, ama Allah (haşa) bunu bir Kureyşliye yaptıramaz.

Hakkında yazmak istediğim asıl konudan uzaklaştım. Ben şimdi tasavvur ediyorum ki; Sidretü'l-Münteha, 'bütün varlığın bir ağaç gibi göründüğü' bir makamın, bir yüce manzaranın ifadesi olmasın sakın? Öyle bir yer düşünün, oradan eşyanın görünüşü bir şeceredir/ağaçtır. Bakışı öyle bütüncül bir bakıştır. Namı şecere-i hilkattir. Nasıl ki; bir yaprağın içindeki damarların görünüşü, bir ırmağın başladığı yerden bittiği yere kadar (ancak yukarıdan bakılınca) seçilen görünüşü, Hz. Âdem'den bugüne insanlığın soyağacının zamana yayılmış görünüşü, bir ağacın dallarının göğe doğru ve köklerinin arza doğru yayılışının görünüşü birbirine benziyor; belki aynen öyle de varın, yokluğun içinde yayılışı da bir sidreye benziyor. Ki müntehadan bakınca belki ona 'sidre' denmiş. Onun göründüğü o yüceliğe de Sidretü'l-Münteha denmiş. Ben, Bediüzzaman'ın kullandığı 'şecere-i hilkat' benzetmesinin böyle bir mirac memesinden süt emdiğini düşünüyorum. Ama yalnızca tasavvur ediyorum. En doğrusu yalnız Allah bilir.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...