11 Haziran 2015 Perşembe

Belki de sorun kendimizi yeterince neşter altına itmemekte

Yazılarımda kalemimi önce kendime/hayatıma batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır; hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için, ilerde muhatabıma da ucu battığında; "Sen kendine bak!" deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce kendimi yerin dibine batırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de kendilerinden Allah'a sığındığım kuytu köşlerim, kusurlarım var. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha yakın olan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan kişinin, seni ağır bir işe sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz hep 'ötekinin' bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlara yöneliktir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."

Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."

Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."

Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.

Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.

5 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de bir başlangıçtır

Zaman geçiyor, Allah'ın seni düşürdüğü tüm yoksun kılışların aslında koruyuş olduğunu anlıyorsun. Pişmanlıktan yerin dibine geçesin geliyor. Ettiğin kem kelamlar, sitemler, isyanlar aklına geliyor; utanıyorsun. Kendi cahilliğinden, hamlığından, aptallığından tiksiniş; Allah'a bir daha âşık olmak. Kendi güzelliğinden gelen bir kibirle değil bu sefer, çirkinliğinden tiksinerek; "Nasıl hâlâ sevmeye devam ediyor?" diye âşık olmak. Karanlığa/karanlığına bakıp, başardığı şeyden dolayı ışığa âşık olmak. O güzellik karşısında sarhoş olmak. Sevebilme kudreti karşısında bir hayrette kalış. Sürekli tekrar etmek belki, kendi kendine, tek bir cümleyi: "Bu nasıl birşey Allahım, bu nasıl birşey?"

Çok asil bir sevme bu ikincisi. Çünkü bunda mülkün kalmamış. İddia edeceğin, hakettiğini düşündürecek hiçbir şeyin kalmamış. "Belki" diyorsun, "yaşadıklarımın da amacı buydu. Şahadet ettim, şahit oldum böylece. İddia olarak kullanabileğim herşeyi tükettim böylece. Fenalarını gördüm, fenalıklarımı gördüm böylece. Yalanlarıma şahit oldum. Günahlarıma şahit oldum. En çirkin yanlarımla kendimi gördüm. Birisi anlatmadı bana, beni. Yaşadım, gördüm. Tattım, gördüm. Duydum, gördüm. Baktım, gördüm. Allah'ın güzel, benim çirkin olduğumu; benim her haltı yiyecek kadar denî, Onunsa her zaman O kalacak kadar yüce olduğunu gördüm. Bana cennet verilse ve yalnız bir ağaçtan uzak kalmam istense, o ağaca meyledecek kadar terbiyeye muhtaç olduğumu gördüm."

Bir Veysel Karanî (Allah ondan razı olsun) duası yaşamak böyle bakınca. O, duasını kaç yaşında etmiştir, bilmem. Ama ben otuzlarımda onun bastığı yerlere önce yüzümü sürüyor, öpüyor; sonra peşinden 'sadakte' diyerek adımlıyorum: "Allahım, sen Rabbimsin; bense kulunum. Sen Halıksın, bense mahlukum. Sen Rezzaksın, bense merzukum. Sen Maliksin, bense memlûkum. Sen Azizsin, bense zelilim. Sen Ganisin, bense fakirim...." Yani Sen hep Sensin, ben hep benim.

Hepsinde sen haklı çıktın Allahım. Emirlerinin/nehiylerinin hepsinde sen haklı çıktın. Hiçbir istisnası yaşanmadı. Ve ben buna yaşayarak şahit oldum. Üzgünüm. Beni bu kadar sevdiğini farkedemedim. Bu kadar geç kaldığım için üzgünüm. Yarattığın herşey mutlu etmek için gözümün içine bakarken, beni sevdiği göremediğim için üzgünüm. İkramlarını ve ihsanlarını üzerime alınamadığım için üzgünüm. Baharı/kışı üzerime alınmadığım için üzgünüm. Pencereme konan güvercini, alnıma düşen yağmur damlasını, ayağıma sürtünen kediyi, gülümseyen yüzleri, yardım eden elleri, dua eden dilleri senden bilmediğim için üzgünüm. Verdiğin herşeyi tüketip sen yokmuşsun gibi davrandığım için üzgünüm. Elma için ağaca teşekkür edip seni hatırıma getirmediğim için üzgünüm. Çarptığım ve öfkelendiğim, beni durduran her taşın aslında benim iyiliğime olduğunu, taşa çarpmamışların akıbetini görmeden farketmediğim için üzgünüm. Ama hüzün de bir başlangıçtır Allahım. Ve pişmanlık tevbedir.

31 Mayıs 2015 Pazar

Hedef neden yenge?

Müslümanın imanı, tıpkı Nur ayetinde belirtildiği gibi 'cam fanus içindeki lambaya' benzer. Artık hayatındaki her davranış o imanın etkisinde şekillenir. Büsbütün imanın çerçevesine uysun veya uymasın, mutlaka bir şekilde o imanın telaşlarına, arayışlarına, endişelerine, yönlendirmelerine maruz kalır. Kafir gibi bakamaz artık dünyaya. Bakış açısı, bununla ilgili olarak da eşyadan yaptığı yorumlar, başka bir alana/eksene kayar. Güzel ahlak dediğimiz şeyler de, aslında, bu imanın 'insan denilen cam fanusta' yanmasıyla etrafa saçılan ışıklardır. "Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz!" atasözüne senelerden beri düşmanım bu yüzden. Sadece parayla imanı kıyaslaması açısından değil husumetim. Aynı zamanda imanı 'hayatta etkileri görülmez birşeymiş gibi' lanse etmesinden. Halbuki amel-i salih ve takva isimli iki ayağıyla iman bizzat hayatın kendisinde görülmeyi kasteder.

Teknoloji dediğimiz şeyin de, bazılarının savunduğu gibi, iman ve küfür karşısında nötr bir duruşa sahip olduğuna inanmıyorum. Hayrı, şerrine galip olabilir. Özünde bir hayır da bulunabilir. Fakat nihayetinde küfür psikolojisinin icadı olan herşey, vahiyden nasipsiz bir bakışaçısının ürünüdür. Bu yönüyle sınanmaya her zaman açık olmalıdır. Ehl-i sünnetin 'İsrailiyat' karşısında gösterdiği hassasiyetin bir benzeri, mutlaka bu alanda da gösterilmelidir. İsrailiyat olan bilgiler, eğer vahyin doğruladığı şeylerse, ehl-i sünnet bu bilgileri kabul eder. Eğer vahiyle çelişiyorsa, ehl-i sünnet onları reddeder. Eğer vahyin ve sünnetin hakkında malumat nakletmediği meselelerse, ehl-i sünnet bunların karşısında tevakkufta kalır.

Nötr kelimesi 'tevakkuf' manasını tam karşılamıyor aslında. Tevakkufun içinde, nötr kalmaktan öte, müteyakkız bir bekleyiş manası var. Tevakkuf, sırf beklemek değil, 'uyanık bir şekilde' beklemektir. Nötr kalmak, bir nevi agnostikliktir, yargısızlıktır. Doğru kullanımları açısından, iki kelime arasındaki bu nüansı hatırda tutmak gerek: Tevakkuf, sınamak için tetikte bir duruşu ifade ediyor. Nötr kalmakta bu yok.

Bunun için şöyle bir örneği veririm her zaman: Eğer otobüs bir müslümanın icadı olsaydı, mahremiyet algısından etkilenmez miydi? Yani; evlerimizde, düğünlerimizde, camilerimizde, toplu bulunduğumuz her yerde gözettiğimiz haremlik/selamlık endişesinden etkilenmiş otobüslerimiz olmaz mıydı? Mutlaka bu endişenin bir yerinden giriş yaptığı bir teknolojimiz olacaktı. Eğer bunları biz keşfetmiş olsaydık.

Şekillendirişin sonraki ve zoraki bir iradeyle 'Müslüman edeceğim lan bu icadı! Abdest aldıracağım lan ben buna!' şeklinde olmasına da gerek yoktu. (Pembe otobüs böyle bir ikincil iradedir.) İkinci iradeyi istemeyecekti. Fıtrî bir ahval olacaktı bu. Yani; fıtratı gereği, ister istemez böyle olacaktı. Çünkü kalpte ne varsa, elden de dilden de o çıkar. Müslüman bir mucid neyi keşfetse, imanının endişeleriyle bezenmiş olarak keşfeder. Bunu dindarlığı ölçüsünde yapar. O nedenle nükleer bombayı bir müslüman asla bulamaz, bulmamalı. O kadar insanı, masum/suçlu ayıramaz bir şekilde, katletmek bir müslümanın yapabileceği birşey değildir çünkü. Merhameti değil bakınız, ondan önce imanı izin vermez. Kur'an'ın şöyle dediğini anımsar şuur olarak beyninin bir köşesinde: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!"

İmanın endişeleri herşeyimize yansır. Bir ahlak olarak, mantığını unutsak bile, bir davranış şekli olarak bizimle yaşar. Kullandığımız kelimelere kadar tesiri vardır bunun. Ebeveynimize neden isimleriyle hitap etmeyiz Batılılar gibi? Neden aramızda bir yaş bulunan kardeşimize bile abi/abla deriz? Neden bayramlarda (pek de eğlendirici bir iş gibi görünmeyen) mezarlık ziyaretlerini aksatmayız? Bunların hepsinin altında İslam ahlakının ve ondaki hürmet duygusunun saklanmış sûreti, işareti, alamet-i farikası ve mantığı vardır. Neden olduğunu hatırlamasak da bu böyledir. Ve bunun böyle sürmesi, vahyin hayatla ilişkisini ayakta tutar.

Bunlardan birisini de ben 'yenge' kelimesi üzerinden okuyorum. Bir müslüman erkek, hangi kadınlar hakkında yenge kelimesini kullanır? Ve bu kullanım onun kalbinde/aklında nasıl bir çağrışım yapar? Bu sorular hakkında düşünmeye başlar başlamaz şu cevapları bulabiliyoruz:

Bu bir hürmet ve ihtar ifadesidir. Kadına dönük hürmet, erkeklere dönük ihtar. İki şekilde bir ihtardır. 1) Nefsine o kadının 'kemgözle bakılamayacak' olduğunu hatırlatırsın ve onu susturursun. 2) Andığın ortamdaki herkese o kadının başkasının namusu olduğunu hissettirirsin. Bir erkek, bir kadın hakkında 'yenge' ifadesini kullandığı anda çevredeki diğer erkeklere de bir uyarı yapmış olur: "Bu kadın bir başkasının namusu ve evet, bu namusa saygı göstermeyen insanlarla bir sorunum olacak!" İsterseniz, bir müslüman erkeğin yanında yengesi olarak bahsettiği kadın hakkında kötü birşey söyleyin. Dediğim şeyi size yumruklarıyla uygulamalı anlatacaktır. Bediüzzaman, Tesettür Risalesi isimli eserinde şöyle diyor:

"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

Burada anlatılan, benim de son hücreme kadar katıldığım, şey şu: Bir insan, kemgözle bakmaması gereken kadını 'yüzünden' tanır. Yüzünün alamet-i farikası o kadının şehvet duyulabilecek bir kadın olmadığını şiddetle hatırlatır ve bu hatırlama nefsin, değil ileri gitmesini, yola çıkmasını bile otomatik olarak engeller. Fakat ayrılması mümkün olmayan yerlerini açtıkça bir kadın, erkeğin onlarla kurduğu göz temasında nefsini susturacak 'çağrışımları' olmaz. Çünkü bu yerler yüz gibi/kadar alamet-i farika içermezler. Bu çağrışımların yitirilişi otokontrolün de yitirilişidir bir nevi. Bu nedenle açık saçıklığın artması insanlığın ahlakına zarar verir.

Bugünlerde 'yenge' kelimesinin başında da böyle bir belalı bulut dolaşıyor gibi geliyor bana. Önce şöyle başladı bu: Kadınlar 'yenge' kelimesiyle anılmaktan rahatsız olmaya başladılar. Televizyon dizilerinde kendilerine 'yenge' denilen kadınlar bu ifadeye tepki göstermeye, bunun 'birisi üzerinden tanımlanma olduğu' gerekçesiyle karşısında durmaya özen gösterdiler. (Şahit olduğum birkaç dizi var.) Tuhaf ve yeni bir özendi bu. Bu dil kısmen genç kadınlara da tesir etti. Onlar da bazen 'yenge' denildiğinde öyle denmemesini talep ediyorlar. (Bunun da bizzat muhatap olduğum bir örneği var.) Gerekçeleri yine aynı: Başkası üzerinden tanımlanmamak. Ne kadar da haklı bir gerekçe gibi duruyor öyle değil mi?

Mesele yalnızca bundan ibaret olsa, feminist özgururuna sahip olmak isteyen bacılarımı haklı görebilirdim, fakat değil. Son zamanlarda biraz spor/haber gazetesi veya sitesi karıştıran varsa görmüştür 'yenge' kelimesinin nasıl kullanıldığını. Yenge ifadesinin geçtiği her yerde 'en şuh duruşları ve çıplaklıklarıyla' dizilmiş sıra sıra kadın fotoğrafı var. Kim bunlar? Yengelerimiz. Nereden? Futboldan dünyasından. Tuttuğumuz takımda oynayan bir yabancı futbolcunun karısı/sevgilisi bizim yengemiz. Fakat nasıl bir yenge? Mümkünse en kemgözle bakacağınız kişi. Bunun vaktiyle şöyle bir iğrenç toplumsal karşılığı da yaşanmıştı: Galatasaray ve Fenerbahçe derbisinde Fenerbahçeliler Jardel'in eşinin fotoğraflarını, Galatasaraylılar da Lazetiç'in eşinin fotoğraflarını tribünden sallamışlardı. Anlamı malum. Anlamı iğrenç. Anlamı hâzâ pislik. Tam da Bediüzzaman'ın yıllar önce altını çizdiği şey: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

O zaman bunun haberini de aynı yayın odakları şu tarz yapmışlardı: Tribünde yengeler savaşı... Komplo teorilerini sevmem. Ama ben bu işin amaçsız olduğunu düşünmüyorum. Şuurla veya şuursuzca, bu toplumun ahlakının en kadim ifadelerinden birisinin altı oyulmaya çalışılıyor. Yenge dediğimiz anda artık aklımıza (Pavlov'un köpeğinde başardığı gibi) bu yengeler geliyor. Ve artık yenge kelimesi, kemgözle bakamayacağımız kadın hatırlatmasını bize yapmıyor. İşte Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi'nde dikkatimizi çektiği şeyin dilimize kadar uzanan ucu bu. Kelimelerde bile alamet-i farikaya müsaadesi yok bunların. Buna karşı direnmeliyiz!

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Nurcu hastalığı olarak: Dostu, talebeye tercih etmek

Bu bizde bir hastalıktır. Rahman'ın rızası için yazacağım. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır..." sırrınca Şafii olan Allah'tan bana ve kardeşlerime şifa vermesini dilerim. Ben bu hastalığı yazmakla 'herkesçe görünmeyen' veya 'görenlerin görmezden geldiği' veya 'görmezden gelmeyenlerin yazmazdan geldikleri' birşeyi yazıyorum. Bunun Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan sıyrılmak/soyunmak isterim. "Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek..." diyen, fakat aslında "En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa da herkesçe duyulmamış eleştiridir..." manasını içeren sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: "Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz."

Bediüzzaman'ın ismini, çizgisinden daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları, çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman'a muhabbeti(!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına çok kolay tav oluyoruz. Muhabbeti dilden 'Bediüzzaman' adıyla çıkan cümlelerle sınıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, o dilden Bediüzzaman ismi geçmeden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki, bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman'a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra isterse ehl-i sünneti toptan tezyif etsin, sinemizdeki muhabbet gitmiyor. Ta ki Bediüzzaman'ın şahsına bir kem söz edene kadar! O zaman jetonumuz düşüyor. Asıl tuhaf olansa; bu aptalca tutumu avamımız değil, 'aydın abilerimiz' sergiliyor. Mustafa İslamoğlu, Bediüzzaman'ı mı övdü? İslamoğlu'nun daha başka neler dediğine bakmadan kitaplarını yayınevlerimizde yayınlamaya, derslerini radyolarımızdan konuşturmaya çalışıyoruz. Nevzat Tarhan, Bediüzzaman mı dedi? "Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman'ın veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman'dır?" Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse, bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor. Ötesi sorgulanmıyor.

Bu saçmasapan temayülün/muhabbetin Ertuğrul Özkök'e, Yaşar Nuri Öztürk'e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman'a mana-i ismi ile bakıyor ki bu abiler veya arkadaşlar; bir kişinin Bediüzzaman'ı övmesiyle sanki ona bir paye daha katılacak gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan, körkütük bir övgüyle... Ne için? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. İyi de Bediüzzaman'ı 'ismen' övmek, Bediüzzaman'ın yolunu tutmak veya endişelerini taşımak mıdır? Bediüzzaman'ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, 'zatını beğenmek' midir?

"Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyen Sözlere ve envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. 
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin."

(Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: "Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.")

Barla Lahikası'nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle der: "Bir talebe, yüz dosta müreccahtır." Fakat şimdilerde 'bir şekilde' Risale-i Nur kurum/kuruluş/cemaat yapılarında üst kademeleri tutmuş insanlar, inanın şu cümleye daha fazla iman ediyorlar: Bir dost, yüz talebeye müreccahtır. Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine ve çizgisine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman'a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur'un ölçülerine uymayan yüz tane martavalı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman'ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım. Teveccüh-ü nasa müptelayız çünkü.

Şu an, Nurcular içinden (Risale-i Nur'dan alacakları bitmemiş) kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha 'kaç tane gencimiz var' bile demedim. Kaç tane mütefekkirimiz var? Bence bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaat yapıları içindeki istibdatsa, ikinci sebebi talebenin dost kadar itibarlı olmamasıdır. Evin danasından öküz olmaz atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi terkediyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların 'söylediklerine' bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta. Eğer Risale-i Nur dairesinden hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, umarım vardır, o zaman bunun ilk yolu; bu dairenin kaynaklarını gayrın iltifatlarına peşkeş çekmemek. Talebeyi dosta müreccih kılmak. İki dakika Bediüzzaman'dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları samimi çalışmalara burun kıvırmak... Kusura bakmayın ama, Allah sorar bunu.

29 Mayıs 2015 Cuma

Eski Said'in lisanı da Said'in lisanıdır

Her gün Risale okumaya çalışıyorum. Fakat her gün bir dizi başka metin de okuyorum. Bilgi olarak Risale-i Nur'a kanaat edemiyorum, ama bakışaçısı olarak Risale-i Nur'a kanaatim var. Hayatı, Bediüzzaman'ın gözüyle ve kalbiyle görmek isterim. Bunu Rabbimden dilerim. 'Risale-i Nur'a kanaat etmek' bence budur. Başka kitap okumamak demek değildir.

Salt diğer metinleri okuduğumda hayatımda bir boşluk oluşuyor sanki. Adımlarım kararsızlaşıyor. Yargılarıma ve yazdıklarıma güvenemez oluyorum. Zulmetme ihtimalim artıyormuş gibi geliyor. Aptallaşıyorum. Cesaretim azalıyor. 'Sapasağlam bir kulp'tan kopuyorum. Boşluğa düşüyorum. Nefsime güvenmiyorum. Yorumuma güvenmiyorum. Bastığım yere güvenmiyorum. Eğer onu Bediüzzaman'ın Kur'an tedrisinde bir yere bağlayamazsam ayaklarım kayıyor. Avamım çünkü. Avam, izleyeceği güvenilir bir ayak izine muhtaçtır.

Başkalarını okumak, başkalarında varolmak, başkalarının gözlerinden de bakmak, yani bize biraz başkasının bulaşması, boyamızın onun boyasıyla karışması, başkalarında misafir olmaktır. Sizdeki esma, ondaki esma... Bizde tecelli edenler ve onda yansıyanlar... Kardeşlik. Kandan ve kalpten öte düşünsel bir kardeşlik. O'nda mizaç. Biz'de imtizaç.

Her misafir olduğunuz yerde birşeyler ikram ederler. Bunu severim. Fakat içinde Kur'an'dan bir lokma yoksa, aynı zamanda asl-ı insandan da bir uzaklaşmadır bu okumalar. Kesrette boğulmak, kesretin enformatik cehaletinde boğulmak, nevin enaniyetinde boğulmak... O yüzden, her ne okusam okuyayım, vaktimin/okumamın diğer bir parçası da vahye dönüktür. Mürşidimin gözlerine geri dönemezsem, başkasının gözlerinden görünen bu âlemler beni zehirler. Taşları onlar kadar düzgün, nazarı onun kadar yerinde, muhakemesi onunki kadar selametli, kalbi onunki gibi şefkatli gelmez çünkü. Fikrimin abdest tazelemesidir mürşidime dönüşlerim.

Risale-i Nur okurken, mürşidimden, bilgiden daha çok bakışaçısı aldığımı düşünüyorum. Ondaki bilgi salt bir done değil. Daha sonra işinize yaramayacak kadar hazır sunulmuş, yani yolu öğretilmemiş yorum da değil. Hatta kuş gibi 'yalnız civcivinin tüketebileceği' kay da vermiyor sizlere. Koyun gibi 'her canlının yavrusunun içebileceği' sütü sunuyor.

"Bunu böyle bil! Şunu şöyle bil! Onu öyle bil!" tarzı bir okuma değil ihsan edilen. "Buna ve buna benzer şeylere böyle bak. Şuna ve şuna benzer şeylere şöyle bak. Ona ve ona benzer şeylere öyle bak!" tarzı, kitaptan hayatıma ve geleceğime uzanan bir irşad oluştur (benim için) Risale okumak. Bir gruba mensup olmuşum, bir geleneğe dahil olmuşum, 'Türkiye'de bilmem kaç tane Nurcu var'mış'lı mevzular, değil enaniyetimi okşamak, gönlüme sıklet veriyor. Mezara girdiğimde de yalnızım, Risale okurken de. Okumak, bir rabıta-i mevttir. Eğer ölümü hatırlayan ve hatırlatan metinler okuyorsanız. Orada kalabalık teselli vermezken, burada nasıl teselli bulabilirim?

Risale-i Nur'u okumak kendimi neden böyle hissettiriyor? Yukarıda bir damlacık dokundum: Kur'an'ın 'sapasağlam kulbundan' tutunduğum hissini veriyor bana Risale-i Nur. Şu dediğim hissidir. Sözüme inanmayana izah edemem. Çünkü ancak tadılınca bilinecek birşeydir. Allah Resulü gibi derim: "Allah senin kalbine merhamet koymamışsa, ben ne yapabilirim?" Böyle şeylerin zevki/tadı öğretilemez ki. Şunu da Nurcular adına bir 'eziklik psikolojisi' olarak görürüm: "Haaaayııır, öyle değiiiil, biz aslında Kur'an'ı anlamak için Risale okuyoruuuuuz!" Kur'an'ın yerine Risale-i Nur'u koymakla veya Bediüzzaman'a peygamber muamelesi yapmakla itham edenlere cevap yetiştirmek için söylediğimiz şeyler.... Aslında 'kendimizi beğendirmek için' attığımız taklalar!

Bu ezikliği niye yaşıyoruz? Bir müslüman, Kur'an'ın yerine koyarak birşeyi okur mu? Okursa ona müslüman denir mi? Bu insanlar bizi nasıl ağır şeylerle itham ediyorlar da onlara karşı izzetle; "Ağzını topla ulan!" demek yerine ezik ezik savunmalar geliştiriyoruz. Ben artık böyle cevaplar vermeye didindiğim ergenlik Nurculuğunu geçtim. Doğrudan şunu soruyorum: "Açık söyle. Bana kafir mi demek istiyorsun?" Kur'an'ın yerine başka kitap koymak demek odur çünkü. Aslında bunu demek istiyorsa, bunu desin ve ben de ona göre ona cevap vereyim.

Arkasındaki niyet kara, kalp kara, beyin kara sorulara, teveccüh-ü nas köleliğinden kopmamış, hemen ceket ilikleyen cevaplar vermekten vazgeçmemiz lazım. Herkes Bediüzzaman'ı veya bizi sevmek zorunda değil. Sevmek kadar sevilmemek de sünnettir. Bu yüzden Nurcu kardeşlerimi "Suç bizde, demek ki yeterince kendimizi anlatamamışız!" ezikliğinden "Belki de kafaları basmıyordur!" izzetine çağırıyorum. Bediüzzaman'ı, Bediüzzamanca savunmak lazım. Eski Said'in lisanı da Said'in lisanıdır. Altta kalacak kadar alttan almak yakışmıyor.

28 Mayıs 2015 Perşembe

Ali'siz alevilik problem, peki 'Ali'li alevilik' çözüm mü?

Sened ve kaynak yönünü çok bilmemekle birlikte (Tirmizi'de benzer/yakın bir şekilde geçtiğini biliyorum yalnız), hadis olarak işittiğim, "Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır..." ifadesini anlamaktaki/yorumlamaktaki genel temayül, elbette faziletinde hiçbir şüphe olmayan İmam Ali (Allah ondan razı olsun) efendimin sitayişine dairdir. Onun, nebevî mirası taşımaktaki liyakatine/ilmine veya ehl-i beytin nesiller boyunca ümmet içinde icra edeceği hizmetin bidayetine/nesline işaret olarak yorumlanan bu hadise benim bir farklı bakışım daha var. Bu bakışımın beslendiği kaynak Aleviliğim. Sünni kardeşler ürkmesin hemen. Çünkü yaptığı istikamet çağrısı nedeniyle hoşlarına gidecek birşey söyleyeceğim. Diyorum ki: Bu hadis, Hz. Ali'nin değerine dair verdiği bilgilerin yanında, Hz. Ali'ye haddinden fazla muhabbet ve makam verenlere bir ayar çekiyor da olamaz mı?

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, "Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır..." derken, Hz. Ali'nin kıymetini ifade etmenin yanında, 'Kapıyı şehir yerine koymayın. Kapının amacı şehre girmektir. İfrat edip aracı amaç haline getirmeyin!" uyarısı da yapıyor diyemez miyiz? Ben böyle de bir yorum yapabilmeyi mümkün görüyorum. "Neden?" derseniz, Allah Resulünün Hz. Ali'ye, 'bu ümmet içinde Hz. İsa'ya benzer/yakın bir kaderi yaşayacağına yönelik' şeyler söylediğini de biliyorum. Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklediyor:

"Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, İmam-ı Ali'ye (r.a.) demiş: 'Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—hâşâ—'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. (...) Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara 'Nâsibe' denilir.'"

Daha fazla sözü uzatacak birşeyim yok. İşte ben de mürşidimin uyandırdığı bir uyanıklıkla bu yazıyı yazdım. Bakış açısı dediğimiz şey, baktığımız şeyden alacağımız hisseyi de etkiliyor. Ali'siz Aleviliğe karşı 'Ali'li Aleviliği' savunmak güzel, Hz. Ali'ye 'ilmin kapısı' olarak bakmak da, fakat 'şehri Allah Resulü olan ilmin ancak kapısı olduğunu' kalpte tutmak en değerlisi. Bediüzzaman'ın 'mana-i harfi' dediği bakış açısı eğitimi tamamen bunun üzerine. Neye, neyi görmek için baktığın da önemli. Sadece bakmak yetmiyor.

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir." Dediğim gibi: Ben bir Aleviyim. İfratını çok gördüğüm için istikametin altını çiziyorum. Kapı, şehrinden dolayı kıymetlidir. Şehri kaçırırsanız, kapılar sizi hiçbir yere götürmez.

"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."

26 Mayıs 2015 Salı

Allah'tan alınmak...

İmanımızın bir delili de 'alınganlaşmamız'dır. Fakat nasıl bir alınganlaşma? Allah'a ve Onun marifetine dönük bir alınganlaşma bu. Bir duyarlılık/farkındalık artımı. Ama önce duyarlılık. Meseleyi aşk üzerinden konuşmak istemiyorum, lakin gayet somutlaştırır bir örnek olduğu için zikredeceğim: İnsan, birisine âşık olursa, onun yaptıklarına yönelik alınganlaşır. Umursamazlık/ülfet azalır, duyarlılık artar. "Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın..." cümlesinde altı çizilen, benim de hakverdiğim birşeydir bu. Sevmenin delili ilgi göstermek değildir sadece. Öncesi vardır. Aktif olanı belki, ilgidir. Pasif olanı ise alınganlaşmadır/duyarlılıktır. "Bana mı söyledi? Beni mi işaret etti? Benden mi bahsediyor? Beni mi takip ediyor? Bana mı kızdı? Beni mi ima etti?" Böylesi soruların tamamını soruyor âşıklar. Peki böylesi bir alınganlık Allah'a karşı da yaşanmaz mı?

Bediüzzaman, Fatiha'da atlanan eşikten (Maliki yevmiddin/O hesap gününün sahibidir...'den İyyake na'büdü ve iyyake nestain/Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz...'e geçiş) ders aldığı 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetlerde, manidar bir şekilde, geçişin aşamalarından birisini şöyle tarif eder: "Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür..." Kainatı bir mektup olarak görmek, yani 'sana onunla birşey söylenmeye çalışıldığını farketmek' mürşidimin tedrisinin en açık nakışlarından birisidir. Ve mürşidim böylesi bir alınganlığı kendisi ve talebeleri adına her yerde arttırmaya çalışır. Hatta Kur'an'ın da böylesi bir alınganlık oluşturmak için, özellikle insanların sıradan saydığı, "Yahu bundan da birşey öğrenilir mi?" diyeceği şeyleri misal verdiğini anlatır.

Risale-i Nur'da, "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkar edenler ise 'Allah bu misalle neyi murad etti?' derler, O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir. Onunla saptırdığı yalnız fasıklardır ki onlar Allah'la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bozarlar. Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; zarara uğrayanlar işte onlardır..." buyuran Bakara sûresi 26'nın izahı sadedinde söyledikleri dediklerime kuvvet verecektir. Fakat ben, yazıyı uzatmamak için, onları buraya alıntılamıyorum.

Demek alınganlık da kulluğun bir parçası. Allah'a yüzü dönük bir alınganlık 'gaibane/gıyabında' bir muhatabiyetten 'hazırane/huzurunda' bir muhatabiyete geçişin temel şartı. Zaten bu denli kolay etkilenir ve 'dokunaklı' yaratılmış insanın böylesi bir işlevi olmayacağı düşünülemez. Allah bize bunca hissi/latifeyi 'onları bastıralım' diye değil, 'Onun tasarruflarına daha alınganlaşalım' diye vermiştir. Ve biz, dökülen yapraklardan da, ağlayan çocuklardan da, rüzgarda sallanan kavak ağaçlarından da ve hatta buzlar arasına sıkışan balinalardan da etkileniriz. Üzülecek ve sevinecek ne çok şeyimiz vardır bizim!

Bediüzzaman'ın tedrisinde, bir yönüyle spesifik çağrışımlara sahip olmasına rağmen, yani külliyatın genelinde sahip olunan burhan-ı yakini/kesin delil yolunun bir açıdan terki gibi görünen 'tevafuk' gibi 'ebced/cifir' gibi şeylere karşı sergilediği meyili de biraz böyle anlarım. Allah'ın yarattıklarına karşı alınganlaşan insanın bunu her yerde okuyabilir hale gelmesi. Her yerde Vahidiyet içre Ehadiyetin izlerini, küçük sürprizlerini, nazik hediyelerini araması. Ve en önemlisi 'takip edildiğini, ilgilenildiğini, sevildiğini' bilmesi. Kendi kendime çokça sorduğum bir sorunun cevabının böylesi bir sırda saklı olduğunu düşünüyorum. Ve bu refleksin külliyatın öğretisini içselleştirmiş her Nurcuda geliştiğini gözlemliyorum. Hiçbir şeyi tesadüf olarak nitelemiyorlar mesela. Hemen 'tevafuk' diyorlar. (Nurcunun nurcuyu tanıma kelimesidir.) Bu, küçük bir Nurcu geleneği gibi görünse de aslında büyük bir bakış açısı farklılığı işareti. Nurcular ne kadar başarıyor elbette tartışılır, ama Risale-i Nur'un oluşturmaya çalıştığı alınganlığın böylesi birçok delili var.

Bu yazıyı yazmama sebep, hoş bir anı. Geçenlerde Hızlı ve Öfkeli 7'yi izledim. Tavsiye etmek için bahsetmiyorum. Aksiyondan başka birşey içermeyen bir film. Sevebileceğiniz tek yönü, benim de sevdiğim yönü, çok sayıda ülkeye gidilmiş olması. Hatta filmi izlerken şöyle demiştim: "Ne güzel meslek be. Hem film çekiyorlar, hem de dünyayı geziyorlar." Sonra yapmaya çalıştığım mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayarak ürperdim: "Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın." O anda yaşadığım ürpermeyi size tarif edemem. Ancak eğer mürşidim vesilesiyle Kur'an'dan 'alınganlık' dersi almasaydım, muhtemelen bu ayeti üzerime alınmadan okuyup geçecektim. Sonra "Niye Bediüzzaman'ı bu kadar abartıyorsunuz?" diye soruyorsunuz. Allah'a karşı alınganlaştırıyor bizi, yetmez mi?

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...