Bundan birkaç ay önce bana deselerdi ki: “Bediüzzaman’ın seyyidliği belgelerle ispatlanacak ve bunun üzerine cemaatin içinde büyük tartışmalar çıkacak!” Ölsem inanmazdım. Bırakınız tartışma çıkmasını, bunun “Biz zaten hep söylüyorduk!” tarzında yadırganmamasını beklerdim. Ama geldiğimiz noktada durum ne oldu? Tam tersi oldu. Neden? Bence cevabı belli: Sürecin doğru yönetilememesinden. Eğer süreç doğru yönetilseydi, hiç bunları konuşmadan hayata dönebilirdik. Birbirimizi tebrik edip Bediüzzaman’ın mevcut tarihçelerine bu belgeleri ekleyebilirdik.
Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:
Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.
İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. (Ben de dahil.) Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.
Müfit Yüksel Hoca’nın Yenişafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklanığı düşünülebilir mi?
Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.
Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”
Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.
Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.
22 Aralık 2012 Cumartesi
13 Aralık 2012 Perşembe
İdeal kadınımız kim? Hz. Hatice mi? Hz. Meryem mi?
Bir kitaptan çok etkilenirseniz, o kitap bütün dünyanızı işgal eder. Belli bir süre (çok da belli değildir) tesirini üzerinizde yitirince kadar, onla yatar onla kalkarsınız. Her neye baksanız, onun size verdiği perspektifle bakarsınız. Her nesnede ona açılan yollar arar, her satırda onun söylediğine işaret edecek bir delil kurcalarsınız.
Tamam, kabul ediyorum. Bu bir romansa eğer tesiri biraz daha farklı olur. Süreç daha bir hayalperestleşir. Mesela; yazarın bıraktığı yerden memnun değilseniz eğer (ki bu bende çok olur) yeni bir sonla/kurguyla kitabı yeniden kurgularsınız. Kahramanların sözleriyle oynar, tavırlarını değiştirir, herşeyi hayal dünyanızda yeniden şekillendirirsiniz. Bu, metni beğenmemeyle ilgili değildir kanaatimce. Metinden etkilenmiş olmakla ilgilidir. Zira insan, ancak kendisine ilginç geleni taklit eder yahut merak eder yahut da değiştirir.
Ben de bugünlerde Hakikatin Dengesi gözlüğümle bakıyorum hayata. Neyi elime alsam, o dengeye bir delil buluyorum. Doğal olarak, bu kitap (şimdilik) bütün hayatımı işgal ediyor. Belki işgal kelimesiyle de tarif etmemeli bunu. Yanlış olur. İştigal daha doğru... Hayatım nesne değil, özne bu cümlede çünkü. Aslında hayatım onunla iştigal ediyor. Fail o olduğu için işgaldeki çaresizliği yaşamamalı. Hem bu dengede bir huzur da buldu kalbim. İşgalde huzur var mıdır?
Allah’a şükür isimleri sayısınca. Tüm güzel isimleri için. Zaten onların O’nun ismi olmakla güzel olmaktan başka çareleri kalmamıştı. İsimlerini, bir hazine sahibinin hazinesini açıp sergilemesi gibi sergilediği için ona hamd u senalar olsun. Ki böylece ona varan yollar mahlukatının sayısını aştı. Her nesne, kendisinde tecelli eden isimlerin renginde ona bir yakınlık aradı. Ne Reşha, ne Katre, Ne Zühre birbirinin gölgesinde kalmadı. Her birisi kendi kabiliyetince ona bir ayna oldular. “Aynı olmadılar, ayna oldular.” Allah, mahlukatının üstünde bir Sultan oldu. Ama asla (hâşâ) diktatör olmadı. Mahlukatı ve/veya kendisini arayanları tektipleşmeye zorlamadı. Katre’ye, Reşha’ya, Zühre’ye ayrı ayrı tecelli etti. Fakat tecellileri, huri libası gibi, birbirine perde etmedi.
Bunun bir nümunesini de bugünlerde okuduğum, Halime Kökçe’ye ait, Hz. Hatice konulu bir yazıda rastladığım hadis-i şerifle idrak ediyorum. Buharî’de geçen bu hadiste Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyuruyor: “İsrailoğullarının en hayırlı kadını İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmetin en hayırlı kadını ise Hüveylid kızı Hatice’dir.”
Bu hadis, bir taraftan, bana bahsi geçen annelerimin faziletinden haber verirken; diğer taraftan da toplumsal hayata dahlolma noktasında iki farklı ucu temsil eden bu kadınların fazilette ‘en hayırlı’ derecesine ulaşmakta sorun yaşamadıklarını gösteriyor. Hz. Meryem, çocukluğundan itibaren sosyal hayattan uzak kalmış, inziva hayatı içinde hakikati bulmuş bir kadını temsil ederken; Hz. Hatice ise, Allah Resulü ile evlenmeden önce bile Kureyş’te söz sahibi olabilmiş, ticaretle uğraşan ve sosyal hayata dahlolmaktan çekinmeyen bir kadının karakterini yansıtıyor.
Elbette her ikisi de Allah’ın emirlerine sonuna kadar inkıyad ediyorlardı. Elbette her ikisi de takvalarında tavizsizdiler. Fakat Hz. Meryem’in uzlette bulduğu hakikat yolunu; Hz. Hatice, en zor zamanlarında Hz. Resulullah’ın yanında, sosyal hayatın içinde durmakta bulmuştu. Ona yapılan baskıları ve zulümleri, kendi nüfuzunu ve gücünü de kullanarak engellemeye çalışmıştı. Öyle ki, o, Allah Resulü’nün daha sonraki eşlerinden hiçbirisini yerine koyamayacağı bir yardımcıydı onun için. Hatta insanlar içinde ilk yardımcısıydı. Hz. Aişe annemizden gelen rivayetler, bunun böyle olduğunu tekrar tekrar ispat ediyor.
Hz. Hatice farklıydı. Düşünün ki, bugün bize çok garip gelen bir cesaretle Hz. Resulullah’a evlenme teklifini o götürmüştü. Bunu götürürken de Allah Resulü’nün gençliği, asaleti, güzelliği; sevgisini cesaretle ilanına engel olamamıştı. Evet, Hz. Hatice’yi belki farklı kılan biraz da buydu: O, kafamızdaki ideal kadın şablonuna pek oturmayan bir kadındı. (Yalan mı ey erkekler taifesi?) Biz daha çok Hz. Meryem misali kadınları görmek istiyorduk toplumsal hayatta. “Çok aramızda olmasınlar, bize de karışmasınlar, çocuklarına baksınlar...” istiyorduk. Ama buna muhalif bir Hz. Hatice örneği, vefatının ardından bütün müslümanlara bir hüzün yılı yaşatacak kadar aktif yaşayıp göçüp gidiyordu alem-i bekaya...
Ben şimdi bu örnekten, Hakikatin Dengesi kitabını da kafama koyarak şu dersi çıkarıyorum: Belki de benim kafamdaki şablon yanlış. Değil sadece erkekler dairesinde; kadınlar dairesinde de hakikatin tek rengi olduğunu ve o tek rengi tutturanın cennete gideceğini düşünmem yanlış. Allaha, mahlukatının sayısınca giden yollar var. Ne biliyorum benim alışık olduğum şablonun rızaya matuf tek şablon olduğunu? Hem yolun tek olduğunu ne biliyorum? Nereden cesaret alıyorum onları yargılamakta? Neden Hz. Meryem şablonuyla Hz. Hatice şablonunu yarıştırıp Meryem anneme birincilik veriyorum? Belki de bu ümmet için en hayırlısı, hadiste buyrulduğu gibi, öteki?
Böylece bir hastalığımdan daha uyandım: Dindar kadını, Hz. Meryem annemin şablonuna sığdırmaya çalışma, uymassa dışlama hastalığından... Şükürler olsun Rabb-i Alîm'ime ki, bana hadis eliyle bir şifa nasip etti. Hz. Resulullah’a da binler salat ve selam olsun. Zaten her ne öğrenmişsek, bize Allah öğretmiştir ve bu kevser bize mutlaka o emin kaptan içirilmiştir. Tüm güzel isimlerin ve renklerin ve aynaların ve tecellilerin sahibine, tüm güzel isimleri ve renkleri ve aynaları ve tecellileri sayısınca hamdolsun.
Tamam, kabul ediyorum. Bu bir romansa eğer tesiri biraz daha farklı olur. Süreç daha bir hayalperestleşir. Mesela; yazarın bıraktığı yerden memnun değilseniz eğer (ki bu bende çok olur) yeni bir sonla/kurguyla kitabı yeniden kurgularsınız. Kahramanların sözleriyle oynar, tavırlarını değiştirir, herşeyi hayal dünyanızda yeniden şekillendirirsiniz. Bu, metni beğenmemeyle ilgili değildir kanaatimce. Metinden etkilenmiş olmakla ilgilidir. Zira insan, ancak kendisine ilginç geleni taklit eder yahut merak eder yahut da değiştirir.
Ben de bugünlerde Hakikatin Dengesi gözlüğümle bakıyorum hayata. Neyi elime alsam, o dengeye bir delil buluyorum. Doğal olarak, bu kitap (şimdilik) bütün hayatımı işgal ediyor. Belki işgal kelimesiyle de tarif etmemeli bunu. Yanlış olur. İştigal daha doğru... Hayatım nesne değil, özne bu cümlede çünkü. Aslında hayatım onunla iştigal ediyor. Fail o olduğu için işgaldeki çaresizliği yaşamamalı. Hem bu dengede bir huzur da buldu kalbim. İşgalde huzur var mıdır?
Allah’a şükür isimleri sayısınca. Tüm güzel isimleri için. Zaten onların O’nun ismi olmakla güzel olmaktan başka çareleri kalmamıştı. İsimlerini, bir hazine sahibinin hazinesini açıp sergilemesi gibi sergilediği için ona hamd u senalar olsun. Ki böylece ona varan yollar mahlukatının sayısını aştı. Her nesne, kendisinde tecelli eden isimlerin renginde ona bir yakınlık aradı. Ne Reşha, ne Katre, Ne Zühre birbirinin gölgesinde kalmadı. Her birisi kendi kabiliyetince ona bir ayna oldular. “Aynı olmadılar, ayna oldular.” Allah, mahlukatının üstünde bir Sultan oldu. Ama asla (hâşâ) diktatör olmadı. Mahlukatı ve/veya kendisini arayanları tektipleşmeye zorlamadı. Katre’ye, Reşha’ya, Zühre’ye ayrı ayrı tecelli etti. Fakat tecellileri, huri libası gibi, birbirine perde etmedi.
Bunun bir nümunesini de bugünlerde okuduğum, Halime Kökçe’ye ait, Hz. Hatice konulu bir yazıda rastladığım hadis-i şerifle idrak ediyorum. Buharî’de geçen bu hadiste Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyuruyor: “İsrailoğullarının en hayırlı kadını İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmetin en hayırlı kadını ise Hüveylid kızı Hatice’dir.”
Bu hadis, bir taraftan, bana bahsi geçen annelerimin faziletinden haber verirken; diğer taraftan da toplumsal hayata dahlolma noktasında iki farklı ucu temsil eden bu kadınların fazilette ‘en hayırlı’ derecesine ulaşmakta sorun yaşamadıklarını gösteriyor. Hz. Meryem, çocukluğundan itibaren sosyal hayattan uzak kalmış, inziva hayatı içinde hakikati bulmuş bir kadını temsil ederken; Hz. Hatice ise, Allah Resulü ile evlenmeden önce bile Kureyş’te söz sahibi olabilmiş, ticaretle uğraşan ve sosyal hayata dahlolmaktan çekinmeyen bir kadının karakterini yansıtıyor.
Elbette her ikisi de Allah’ın emirlerine sonuna kadar inkıyad ediyorlardı. Elbette her ikisi de takvalarında tavizsizdiler. Fakat Hz. Meryem’in uzlette bulduğu hakikat yolunu; Hz. Hatice, en zor zamanlarında Hz. Resulullah’ın yanında, sosyal hayatın içinde durmakta bulmuştu. Ona yapılan baskıları ve zulümleri, kendi nüfuzunu ve gücünü de kullanarak engellemeye çalışmıştı. Öyle ki, o, Allah Resulü’nün daha sonraki eşlerinden hiçbirisini yerine koyamayacağı bir yardımcıydı onun için. Hatta insanlar içinde ilk yardımcısıydı. Hz. Aişe annemizden gelen rivayetler, bunun böyle olduğunu tekrar tekrar ispat ediyor.
Hz. Hatice farklıydı. Düşünün ki, bugün bize çok garip gelen bir cesaretle Hz. Resulullah’a evlenme teklifini o götürmüştü. Bunu götürürken de Allah Resulü’nün gençliği, asaleti, güzelliği; sevgisini cesaretle ilanına engel olamamıştı. Evet, Hz. Hatice’yi belki farklı kılan biraz da buydu: O, kafamızdaki ideal kadın şablonuna pek oturmayan bir kadındı. (Yalan mı ey erkekler taifesi?) Biz daha çok Hz. Meryem misali kadınları görmek istiyorduk toplumsal hayatta. “Çok aramızda olmasınlar, bize de karışmasınlar, çocuklarına baksınlar...” istiyorduk. Ama buna muhalif bir Hz. Hatice örneği, vefatının ardından bütün müslümanlara bir hüzün yılı yaşatacak kadar aktif yaşayıp göçüp gidiyordu alem-i bekaya...
Ben şimdi bu örnekten, Hakikatin Dengesi kitabını da kafama koyarak şu dersi çıkarıyorum: Belki de benim kafamdaki şablon yanlış. Değil sadece erkekler dairesinde; kadınlar dairesinde de hakikatin tek rengi olduğunu ve o tek rengi tutturanın cennete gideceğini düşünmem yanlış. Allaha, mahlukatının sayısınca giden yollar var. Ne biliyorum benim alışık olduğum şablonun rızaya matuf tek şablon olduğunu? Hem yolun tek olduğunu ne biliyorum? Nereden cesaret alıyorum onları yargılamakta? Neden Hz. Meryem şablonuyla Hz. Hatice şablonunu yarıştırıp Meryem anneme birincilik veriyorum? Belki de bu ümmet için en hayırlısı, hadiste buyrulduğu gibi, öteki?
Böylece bir hastalığımdan daha uyandım: Dindar kadını, Hz. Meryem annemin şablonuna sığdırmaya çalışma, uymassa dışlama hastalığından... Şükürler olsun Rabb-i Alîm'ime ki, bana hadis eliyle bir şifa nasip etti. Hz. Resulullah’a da binler salat ve selam olsun. Zaten her ne öğrenmişsek, bize Allah öğretmiştir ve bu kevser bize mutlaka o emin kaptan içirilmiştir. Tüm güzel isimlerin ve renklerin ve aynaların ve tecellilerin sahibine, tüm güzel isimleri ve renkleri ve aynaları ve tecellileri sayısınca hamdolsun.
6 Aralık 2012 Perşembe
İşaratü'l-İ'caz üzerine...
Okuduğum her kitap hakkında birşeyler yazmaya çalışıyorum. Fakat bazıları hakkında sarf-ı kelam etmek cidden güç oluyor. Bu, anlatacak birşey bulamamaktan kaynaklanan bir zorluk değil. (Belki tam tersinden.) Hamdolsun, her metin birşeyler öğretiyor bana. Hayretini diri tutana bütün âlem muallimdir, diye bilirim. Cehaletimi itiraf etmekten de çekinmem üstelik. İtiraf, istiğfarın kapısıysa, ki öyledir imanımca, ben bu kapıyı kafamla kırarım. Neden korkacağım? Korku Allah’a kaçmak içindir, Allah’tan kaçmak için değil. Ben böyle inanırım.
İşte, her satırının cahili olduğum bir kitap, belki yedinci kez (belki yediden de fazla) elimden düştü. Onunla ayrılmak her zaman burukluktur benim için. Ben bırakmam onu, o hep düşer ellerimden. Çünkü yedi kere okusam da asla bitiremediğim bir kitap o! Her okuyuşumda önemli bulduğum cümlelerinin altını çiziyorum üstelik. Yavaş yavaş okuyorum. İçinden çıkardığım şeylerle yazılar yazıyorum. Huyumdur zaten, her defasında farklı bir nüshasından okurum külliyatı. Karalıyorum, katlıyorum.
Karşılaştırıyorum ikisini... Çizdiğim satırlar farklı. Onlardan anladıklarım farklı. Bir önceki okuyuşumda hiç farketmediğim bir tanesine bu sefer bayılmışım. Neden şimdi? Bu sefer sırrını görmediğim bir tanesi de (bin yazık ki hatırlamıyorum) bir önceki nüshada altı çizili, bana bakıyor. Kenarına neden ‘muhteşem’ yazmışım? Neden ha neden? Anımsamıyorum. O, o zaman nasibimmiş. Bunlar da bu zamana ayrılmış kısmetlerim. Haddimden ve hakkımdan fazlasını aramıyorum bu kitapta. Tek şefaatçim, ihtiyacım. Ben Risale-i Nur’u dünyayı kurtarmak için okumuyorum. Yokluğundaki hiss-i açlık bana onu okutturuyor. Zaten farkettiniz. Bu sefer size kitabı da anlatmıyorum. Kendimi anlatıyorum.
İşaratü’l-İ’caz, külliyat içinde okunması değil, ders alınması gerektiğini düşündüğüm üç kitaptan birisi. Birisi Muhakemat, diğeri Sikke-i Tasdik-i Gaybî, üçüncüsü bu. Çünkü bakıyorum; Arapça grameri bilmemekten dolayı benden saklanan çok pırıltısı var. Sanki müellif de hissediyor bunu. Ara sıra—Yeni Said döneminde kendisine iyice hâkim olacağını göreceğimiz—üslubuyla gramer dışına taşarak manevî tefsir tarzı izahlarda da bulunuyor. Ama yok, bunlar çok fazla değil, İşaratü’l-İ’caz’ın üslubu klasik tefsire daha yakın. Biraz altyapı istiyor. Çocuksu fehmime çekingenlik geliyor.
Fatiha ile başlayan bu tefsir, Bakara sûresinin 33. ayetine kadar devam eden bir izahı içeriyor. Bu eserin yazıldığı dönemde Bediüzzaman, Doğu Cephesinde mücadele ettiği için (malumunuz Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi gönüllü Kürt Milis alayındaydı) eserini bitirmeye muvaffak olamamış. Zaten daha sonra yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla bu metni, daha sonra yazılabilecek bu tarz bir tefsire başlangıç olarak düşünüyor. Giriş kısmında kardeşi tarafından yapılan bu tercümeye bir Tenbih yazmış. O tenbih demiş, siz Önsöz gibi anlayın.
Ne niyetle yazmış olursa olsun, metnin insanın beyninde yaptığı açılımlar harika... Ayetlerde kullanılan kelimelerin, hatta kullanılmayan kelimelerin hikmetlerinin izah edilmesi; çekimlerinin mucizevî yanlarıyla ortaya konması kalpteki imanı kavileştiren birşey. Zaten belki ben gibi çoklarını Bediüzzaman’a çeken de bu: İmanındaki özgüven. Bu kitap gibi daha nicelerinde Üstad; itikatını o kadar sağlam ve rahat bir mantıkla izah ediyor ki, insan karşı koyamıyor. Karşı konulabileceğini de düşünmüyor. Kalbimi on yıl kadar önce düştüğü yerden kaldırdığı için Üstadımın ruh-u şeriflerine tekrar tekrar dualar yolluyorum. Allah ondan razı olsun. Kitabı anlatamadım bu sefer, siz de hakkınızı helal ediniz.
İşte, her satırının cahili olduğum bir kitap, belki yedinci kez (belki yediden de fazla) elimden düştü. Onunla ayrılmak her zaman burukluktur benim için. Ben bırakmam onu, o hep düşer ellerimden. Çünkü yedi kere okusam da asla bitiremediğim bir kitap o! Her okuyuşumda önemli bulduğum cümlelerinin altını çiziyorum üstelik. Yavaş yavaş okuyorum. İçinden çıkardığım şeylerle yazılar yazıyorum. Huyumdur zaten, her defasında farklı bir nüshasından okurum külliyatı. Karalıyorum, katlıyorum.
Karşılaştırıyorum ikisini... Çizdiğim satırlar farklı. Onlardan anladıklarım farklı. Bir önceki okuyuşumda hiç farketmediğim bir tanesine bu sefer bayılmışım. Neden şimdi? Bu sefer sırrını görmediğim bir tanesi de (bin yazık ki hatırlamıyorum) bir önceki nüshada altı çizili, bana bakıyor. Kenarına neden ‘muhteşem’ yazmışım? Neden ha neden? Anımsamıyorum. O, o zaman nasibimmiş. Bunlar da bu zamana ayrılmış kısmetlerim. Haddimden ve hakkımdan fazlasını aramıyorum bu kitapta. Tek şefaatçim, ihtiyacım. Ben Risale-i Nur’u dünyayı kurtarmak için okumuyorum. Yokluğundaki hiss-i açlık bana onu okutturuyor. Zaten farkettiniz. Bu sefer size kitabı da anlatmıyorum. Kendimi anlatıyorum.
İşaratü’l-İ’caz, külliyat içinde okunması değil, ders alınması gerektiğini düşündüğüm üç kitaptan birisi. Birisi Muhakemat, diğeri Sikke-i Tasdik-i Gaybî, üçüncüsü bu. Çünkü bakıyorum; Arapça grameri bilmemekten dolayı benden saklanan çok pırıltısı var. Sanki müellif de hissediyor bunu. Ara sıra—Yeni Said döneminde kendisine iyice hâkim olacağını göreceğimiz—üslubuyla gramer dışına taşarak manevî tefsir tarzı izahlarda da bulunuyor. Ama yok, bunlar çok fazla değil, İşaratü’l-İ’caz’ın üslubu klasik tefsire daha yakın. Biraz altyapı istiyor. Çocuksu fehmime çekingenlik geliyor.
Fatiha ile başlayan bu tefsir, Bakara sûresinin 33. ayetine kadar devam eden bir izahı içeriyor. Bu eserin yazıldığı dönemde Bediüzzaman, Doğu Cephesinde mücadele ettiği için (malumunuz Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi gönüllü Kürt Milis alayındaydı) eserini bitirmeye muvaffak olamamış. Zaten daha sonra yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla bu metni, daha sonra yazılabilecek bu tarz bir tefsire başlangıç olarak düşünüyor. Giriş kısmında kardeşi tarafından yapılan bu tercümeye bir Tenbih yazmış. O tenbih demiş, siz Önsöz gibi anlayın.
Ne niyetle yazmış olursa olsun, metnin insanın beyninde yaptığı açılımlar harika... Ayetlerde kullanılan kelimelerin, hatta kullanılmayan kelimelerin hikmetlerinin izah edilmesi; çekimlerinin mucizevî yanlarıyla ortaya konması kalpteki imanı kavileştiren birşey. Zaten belki ben gibi çoklarını Bediüzzaman’a çeken de bu: İmanındaki özgüven. Bu kitap gibi daha nicelerinde Üstad; itikatını o kadar sağlam ve rahat bir mantıkla izah ediyor ki, insan karşı koyamıyor. Karşı konulabileceğini de düşünmüyor. Kalbimi on yıl kadar önce düştüğü yerden kaldırdığı için Üstadımın ruh-u şeriflerine tekrar tekrar dualar yolluyorum. Allah ondan razı olsun. Kitabı anlatamadım bu sefer, siz de hakkınızı helal ediniz.
4 Aralık 2012 Salı
Küfür psikolojisi
İlk kez Metin Karabaşoğlu ağabeyden işitmiştim bu nüansı: Yıllardan beri; “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste aslında İslam kelimesinin olmadığını... Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. Mezkur yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım. Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.
İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.
Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım. Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.
İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.
Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.
3 Aralık 2012 Pazartesi
Mümin müminin aynasıdır, ama boy aynası değildir
“Mümin müminin aynasıdır” hadisini biraz dar bir çerçevede anladığımızı düşünüyorum. Bunu bana düşündüren okuduğum kitaplar öncelikle... Zira onların da yaşayanlar kadar fikrime birer ayna, birer makes olduklarını ve hatta çoğu zaman hakikatlerin onlarda yansıyarak bana ulaştığını müşahede ediyorum.
Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.
Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.
Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.
Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.
Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.
Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...
Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.
Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.
Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.
Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.
Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.
Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.
Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...
Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.
21 Kasım 2012 Çarşamba
Neden perçeminden?
Alâk sûresiyle yazarlık arasında kurduğum bağıntıyı belki ziyade görenler olabilir. “Bu çocuk iyice aşırıya gitti, abarttı” diyenler olabilir. Fakat ne yalan söyleyeyim, vazgeçmeyeceğim. Zira herkesin Kur’an’dan—onun mizanlarına uygun hareket ettiği müddetçe—yalnız kendisini bağlayacak ama herkese de faydalı olabilecek zenginlikler, renkler devşirebileceğini düşünüyorum. Öyle ya... Kur’an’da Vahidiyet tecellileri kadar Ehadiyet tecellileri de var.
İsm-i Rahman’ın yansımaları içinde (belki bir adım ötesinde) Rahimiyetin cilvelerini göremiyorsak bizim kabahatimiz. Yoksa Cenab-ı Hakkın hepimizle konuşması, aynı kelam içinde her birimizle tek tek konuşmasına engel değil. Tıpkı güneşin aydınlatmasında olduğu gibi...
Bugün de aynı sûrenin 15 ve 16. ayetlerinin mealine dikkatinizi çekeceğim. Şöyle buyuruyor Rabb-i Hakîm o ayet-i kerimelerde (Diyanet İşleri mealine göre): “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.”
Burada, benim dikkatime dokunan nüanstan, ilk sualim şöyle şekilleniyor: “Neden başka bir uzvundan değil de perçeminden yakalıyor Cenab-ı Hak?” Ve bir soru daha ekleniyor ardından ona: “Neden yakaladığı o uzvu günahkâr olmakla itham ediyor ve cehenneme atıyor?” Perçemi alın ve civarı olarak düşündüğümde buna bir cevap bulamıyorum.
Nette başka başka mealleri karıştırmaya devam ediyorum. Derken bir başka meal imdadıma yetişiyor. Bakınız o mealde 16. ayetin açıklaması bir küçük parantez içi ifadeyle nasıl yapılıyor, zenginleştiriliyor: “O yalancı, o hata yapan alnı (beyni)!” Bu ifadeyle birlikte birazcık daha bulutlar dağılıyor zihnimde.
Öyle ya, bizim sûrenin bir vechinin, mana katmanlarından bir katmanının baktığını iddia ettiğimiz yazar/düşünür taifesinin de bu yolda en çok istimal ettiği organı, beyni değil mi? Belki de ayet-i kerime, muhataplarının bu ‘ehl-i fikir’ olma yönlerine dikkat çekerek bu meziyetlerinin altını çiziyor. Yani bu yüzden başka bir uzuvlarından tutarak değil, bizzat perçemlerinden (alınlarından ve onun altındaki çok övündükleri beyinlerinden) tutarak onları cehenneme yuvarlıyor. Hatta Suat Yıldırım mealinde bu ifade aynen şöyle:
“Hayır! Hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vazgeçmezse, onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz.” Yani işlenen günah daha çok uzva ait olduğu için itham edilen organ da yine bizzat o...
Görüyorsunuz ya, bir ayet-i kerimenin sonsuza kadar hitap ettiği bir kesim mutlaka var. Bütün zamanlarda muhatabı olan sınıflar var... Elbette bu ayetlerin nüzûl sebepleri onların anlaşılmasında önemli bir değer taşıyor.
Ancak nüzûl sebeplerinin ötesinde bütün zamanlara hitap eden öğütlerini anlamak, Bediüzzaman’ın, Risalelerde, Kur’an’da geçen ‘ehl-i kitap’ ifadesinin bu zamanda ekseriyetle ‘ehl-i mektep’ olan modern asrın insanlarına da hitap ettiğini söylediği yeri düşününce daha bir manidar geliyor bana. Hakikaten bu zamanın insanları (bir başka yönüyle) ehl-i kitap denmeyi öncekiler kadar hakediyorlar. Tüyap Kitap Fuarındaki kalabalıktan edindiğim izlenim de buraya bir dipnot olsun.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz bugün de bu kadar. Ama sanmayın bitti. Bu denizin içindeki inciler bir gafil avcının bulduklarıyla bitmez, tükenmez. Kimbilir daha neler neler var bu ayetlerde. Fakat ben de hemen pes etmeyerek birkaç yazıda daha onları avlamaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
İsm-i Rahman’ın yansımaları içinde (belki bir adım ötesinde) Rahimiyetin cilvelerini göremiyorsak bizim kabahatimiz. Yoksa Cenab-ı Hakkın hepimizle konuşması, aynı kelam içinde her birimizle tek tek konuşmasına engel değil. Tıpkı güneşin aydınlatmasında olduğu gibi...
Bugün de aynı sûrenin 15 ve 16. ayetlerinin mealine dikkatinizi çekeceğim. Şöyle buyuruyor Rabb-i Hakîm o ayet-i kerimelerde (Diyanet İşleri mealine göre): “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.”
Burada, benim dikkatime dokunan nüanstan, ilk sualim şöyle şekilleniyor: “Neden başka bir uzvundan değil de perçeminden yakalıyor Cenab-ı Hak?” Ve bir soru daha ekleniyor ardından ona: “Neden yakaladığı o uzvu günahkâr olmakla itham ediyor ve cehenneme atıyor?” Perçemi alın ve civarı olarak düşündüğümde buna bir cevap bulamıyorum.
Nette başka başka mealleri karıştırmaya devam ediyorum. Derken bir başka meal imdadıma yetişiyor. Bakınız o mealde 16. ayetin açıklaması bir küçük parantez içi ifadeyle nasıl yapılıyor, zenginleştiriliyor: “O yalancı, o hata yapan alnı (beyni)!” Bu ifadeyle birlikte birazcık daha bulutlar dağılıyor zihnimde.
Öyle ya, bizim sûrenin bir vechinin, mana katmanlarından bir katmanının baktığını iddia ettiğimiz yazar/düşünür taifesinin de bu yolda en çok istimal ettiği organı, beyni değil mi? Belki de ayet-i kerime, muhataplarının bu ‘ehl-i fikir’ olma yönlerine dikkat çekerek bu meziyetlerinin altını çiziyor. Yani bu yüzden başka bir uzuvlarından tutarak değil, bizzat perçemlerinden (alınlarından ve onun altındaki çok övündükleri beyinlerinden) tutarak onları cehenneme yuvarlıyor. Hatta Suat Yıldırım mealinde bu ifade aynen şöyle:
“Hayır! Hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vazgeçmezse, onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz.” Yani işlenen günah daha çok uzva ait olduğu için itham edilen organ da yine bizzat o...
Görüyorsunuz ya, bir ayet-i kerimenin sonsuza kadar hitap ettiği bir kesim mutlaka var. Bütün zamanlarda muhatabı olan sınıflar var... Elbette bu ayetlerin nüzûl sebepleri onların anlaşılmasında önemli bir değer taşıyor.
Ancak nüzûl sebeplerinin ötesinde bütün zamanlara hitap eden öğütlerini anlamak, Bediüzzaman’ın, Risalelerde, Kur’an’da geçen ‘ehl-i kitap’ ifadesinin bu zamanda ekseriyetle ‘ehl-i mektep’ olan modern asrın insanlarına da hitap ettiğini söylediği yeri düşününce daha bir manidar geliyor bana. Hakikaten bu zamanın insanları (bir başka yönüyle) ehl-i kitap denmeyi öncekiler kadar hakediyorlar. Tüyap Kitap Fuarındaki kalabalıktan edindiğim izlenim de buraya bir dipnot olsun.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz bugün de bu kadar. Ama sanmayın bitti. Bu denizin içindeki inciler bir gafil avcının bulduklarıyla bitmez, tükenmez. Kimbilir daha neler neler var bu ayetlerde. Fakat ben de hemen pes etmeyerek birkaç yazıda daha onları avlamaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
19 Kasım 2012 Pazartesi
Yazmayı sevenler için Alâk sûresi...
Alâk sûresiyle yazarlık arasında bir alâka hissediyorum. Bu alâka, sadece, sûrenin içerisinde kalemle yazı yazmasını öğretenin Allah olduğunun hatırlatılmasından dolayı değil. Sûrenin daha başka yerleri de bana yazarlığı hatırlatıyor. Bir kere daha başlarken “oku” emri ile başlaması, devamında iyi bir okumanın sonucu olarak düşündüğüm “yazmayı” zikretmesi, ancak bu yazmadan sonra “bilmediğini öğretmeyi” anması/anımsatması sonrasında ise verilen bu nimetlerin kötüye kullanılmasının sonuçları olarak gördüğüm şerler ve nihayetinde azap tehditi... Bütün bunlar yazı dünyasıyla alâkalı bence.
Nihayetinde yazarlık da bu değil mi? Birşeyleri birşeylerle alâkalandırmak, bağlanmak; kimsenin görmediği kader/hikmet kafiyelerini keşfetmek... Bu yönüyle sûrenin isminin Alâk olması da manidar. Alâk “kan pıhtısı” olarak anlamlandırılıyor bir kısım tefsirlerde. (Ömer Nasuhî Bilmen’den gelen birşey.) Ancak bildiğim kadarıyla bu kan pıhtısından kastedilen; annenin rahmine tutunmuş, bağlanmış, alâkalanmış olan cenin. Veya ötesinde kastedilen yalnız bağlantı. (M. Esad Coşan Hocaefendi de Ömer Nasuhî Bilmen'e muhalefet ederek böyle anlamlandırıyor mesela.) Bu yüzden ismi Alâk, yani bağlanmış kan pıhtısı... Günlük hayatta çok kullandığımız 'ilgi, bağlantı' manasına gelen 'alâka' da aynı kökten gelen bir kelime. Bu yüzden ikisini birbirinin yerinde kullanmayı da seviyorum. Yirmiüçüncü Söz'den de imanı, intisap (bağlantı, alâka) şeklinde okuyunca iyice meraklanıyorum. Bu kelimede bir sır var.
Şimdi, sûreye tekrar dönersek; okumanın hemen ardından insanın kan pıhtısından hilkatinin zikri, bana okumanın ardında aranması gerekeni öğütlüyor adeta. “Sen nasıl ki, yaratılırken annenin rahmine bağlıydın; dünyada herşey de, her ilim de tıpkı senin anne rahmine bağlı olduğun gibi birşeylere bağlı. Sivrisineğin gözü güneşle, pirenin midesi güneş sistemiyle alâkalı... Oku, çalış, onların ardındaki alâkaları gör.”
Hemen ardından gelen şeyse Rabbin kalemle yazı yazmasını öğretmesi. Ondan bir adım sonrası ise bilmediğini öğrenme... Durun bir saniye, burada bir gariplik var! Bu sıralama neden böyle oldu, bir düşünelim. Bilmediği öğrenme nimeti neden okumadan sonra değil de yazmadan sonra zikredildi? Halbuki biz okuduktan sonra öğreniyor, yazdıktan sonra da onu insanlara sunuyoruz, öyle olmuyor mu?
Vahiyden aldığım desteğe kendi hissimi de ekleyince buna itiraz ediyorum. Hayır, öyle olmuyor. İnsan bilmediğini okurken değil; yazarken/anlatırken öğreniyor/içselleştiriyor. Veyahut okumakla başlayan öğrenme süreci, yazmayı bitirdiğiniz anda (yani onu anlatabilir hale geldiğiniz anda) içinizde yerleşiyor, kemale eriyor. Bu yönüyle okumak ve yazmak birbiriyle çok bağlantılı. Öğrenme sürecinin iki ucu gibi okumak ve yazmak.
Daha evvelki yazılarımda da dikkatinizi çekmiştim biraz. Belki yazmak aynı zamanda düşünmek sayılabilir. İnsan yazarken, yazmaya başlarken aklında hiç olmayan ilgiler, bağıntılar, alakâlar kurabilir. Çünkü yazmak, konsantre olmaktır. Bir mesele hakkında en iyi tefekkür, o şey hakkında bir metin hazırlanırken yapılır.
Hızla devam edelim: İnsanın kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşması... Bunu hep maddî imkânlar noktasında yorumluyoruz, yanlış değil. Hakikaten maddî imkânları çok olan insanlarda azgınlığa bir yakınlık/yatkınlık olabilir, artabilir. Zira insana Allahı en çok hatırlatan şey, aczidir. Ama baştan beri sürdürdüğümüz yolculuğun perspektifiyle bakınca; bilmediğini öğrenen insanın o bilgiyle enaniyet sahibi olması, gururlanması yorumu da yapılamaz mı?
“Neden?” diyeceksiniz. İzah edeyim: Az çok ilim adamlarıyla beraber bir ortamda bulunanlar bilirler. Bir ilim adamında en sıradan karşılanan şey, ilmin enaniyetidir. Hatta bir ilim adamının kendi ilmine dayanarak bir başkasının savına karşı çıktığına şahit olduğumuzda genelde kullandığımız ifade şu olur: “İlmin enaniyeti olur o kadar...” Normalleşmiştir yani. Sık rastlanan bir durumdur. Hem Karun da Musa aleyhisselama aynı şekilde itiraz etmez mi? “Bu bana ilmimden dolayı verildi.”
Şimdi ben bu ayeti de yazarlıkla alâkalandırsam hata mı olur? Bilmediğini öğrenen insanın, bildiklerinin miktarı arttıkça kendisini ihtiyaçtan uzak görmesi, ilmin enaniyeti şeklinde yorumlansa yanlış mı olur? Bence olmaz. Arkaplandan devşirdiğimiz manalar, ayetin asıl anlamına zarar vermez zaten. Biz sadece kendi payımıza düşen zenginliği arıyoruz. Kendi boyumuz miktarınca bir derinliğe dalmaya çalışıyoruz.
Bundan sonra gelen tehdit de ürkütüyor beni yazarlar namına. “Namazdan alıkoyan” olarak tefsir edilse de “sallâ” kelimesinin farklı anlamları da var. Hatta daha geniş bir manada “Allah’ın yolundan alıkoyan” desek herhalde yanlış olmaz. Bu noktada insan düşünüyor; acaba yazarlığın böylesi bir yönü de mi var? Böylesi kem bir yön... Devamında meseleyi “Eğer o doğru yol üzerinde olsa yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı?” diye bağlaması, beni “tavsiye etme” noktasında yazarlığa götürüyor. Öyle ya, bu dünyada diğer insanlar üzerinde etkili olan yazarlardan fazla kim var? Kimler düşünceleriyle başkalarının hayatına tesir ediyor yazarlar gibi? Diğer görsel sanatların bile özü nihayetinde yazıya dayanıyor. Onun kötüye kullanılması, diğerlerini de kapsamaz mı?
Sûrenin nihayetine giderken “O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın” denmesi de manidar. Zira hakikaten yazar/düşünür insanların etrafında onların fikirlerinin cazibesine kapılmış bir insan topluluğu oluyor. Bazı düşünceleriyle ona destek veren, bazı başka şekillerde onun izinden giden... Hatta bazen taassuplarıyla takip ettikleri fikir adamını, kendisinin hayal ettiği yerlerden de ötesine yerleştiren... Bu da beni Alâk suresinden alıp ta yazarlar dünyasına götüren birşey.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz (şimdilik) sona erdi. Yaptığım yorumlar sadece beni bağlayacağından sizi de ikna olmaya mecbur edemem. Ama ne yalana söyleyeyim, bu ayetleri her okuyuşumda yazarlar taifesine ayrı bir işareti varmış gibi geliyor. (Onlardan bir kısmını diğer yazılarımda yazmıştım. Bununla da başka bir kısmını özetle yazmış olayım.) Belki açılsa bunlardan daha neler neler çıkar. (Ehli yapsa tabii...) Hatalarıma anlayış beklerim, nihayetinde ben de Kur’an’a muhatap bir kulum. Anlamaya çalışıyorum. İddiam kendim kadardır.
Nihayetinde yazarlık da bu değil mi? Birşeyleri birşeylerle alâkalandırmak, bağlanmak; kimsenin görmediği kader/hikmet kafiyelerini keşfetmek... Bu yönüyle sûrenin isminin Alâk olması da manidar. Alâk “kan pıhtısı” olarak anlamlandırılıyor bir kısım tefsirlerde. (Ömer Nasuhî Bilmen’den gelen birşey.) Ancak bildiğim kadarıyla bu kan pıhtısından kastedilen; annenin rahmine tutunmuş, bağlanmış, alâkalanmış olan cenin. Veya ötesinde kastedilen yalnız bağlantı. (M. Esad Coşan Hocaefendi de Ömer Nasuhî Bilmen'e muhalefet ederek böyle anlamlandırıyor mesela.) Bu yüzden ismi Alâk, yani bağlanmış kan pıhtısı... Günlük hayatta çok kullandığımız 'ilgi, bağlantı' manasına gelen 'alâka' da aynı kökten gelen bir kelime. Bu yüzden ikisini birbirinin yerinde kullanmayı da seviyorum. Yirmiüçüncü Söz'den de imanı, intisap (bağlantı, alâka) şeklinde okuyunca iyice meraklanıyorum. Bu kelimede bir sır var.
Şimdi, sûreye tekrar dönersek; okumanın hemen ardından insanın kan pıhtısından hilkatinin zikri, bana okumanın ardında aranması gerekeni öğütlüyor adeta. “Sen nasıl ki, yaratılırken annenin rahmine bağlıydın; dünyada herşey de, her ilim de tıpkı senin anne rahmine bağlı olduğun gibi birşeylere bağlı. Sivrisineğin gözü güneşle, pirenin midesi güneş sistemiyle alâkalı... Oku, çalış, onların ardındaki alâkaları gör.”
Hemen ardından gelen şeyse Rabbin kalemle yazı yazmasını öğretmesi. Ondan bir adım sonrası ise bilmediğini öğrenme... Durun bir saniye, burada bir gariplik var! Bu sıralama neden böyle oldu, bir düşünelim. Bilmediği öğrenme nimeti neden okumadan sonra değil de yazmadan sonra zikredildi? Halbuki biz okuduktan sonra öğreniyor, yazdıktan sonra da onu insanlara sunuyoruz, öyle olmuyor mu?
Vahiyden aldığım desteğe kendi hissimi de ekleyince buna itiraz ediyorum. Hayır, öyle olmuyor. İnsan bilmediğini okurken değil; yazarken/anlatırken öğreniyor/içselleştiriyor. Veyahut okumakla başlayan öğrenme süreci, yazmayı bitirdiğiniz anda (yani onu anlatabilir hale geldiğiniz anda) içinizde yerleşiyor, kemale eriyor. Bu yönüyle okumak ve yazmak birbiriyle çok bağlantılı. Öğrenme sürecinin iki ucu gibi okumak ve yazmak.
Daha evvelki yazılarımda da dikkatinizi çekmiştim biraz. Belki yazmak aynı zamanda düşünmek sayılabilir. İnsan yazarken, yazmaya başlarken aklında hiç olmayan ilgiler, bağıntılar, alakâlar kurabilir. Çünkü yazmak, konsantre olmaktır. Bir mesele hakkında en iyi tefekkür, o şey hakkında bir metin hazırlanırken yapılır.
Hızla devam edelim: İnsanın kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşması... Bunu hep maddî imkânlar noktasında yorumluyoruz, yanlış değil. Hakikaten maddî imkânları çok olan insanlarda azgınlığa bir yakınlık/yatkınlık olabilir, artabilir. Zira insana Allahı en çok hatırlatan şey, aczidir. Ama baştan beri sürdürdüğümüz yolculuğun perspektifiyle bakınca; bilmediğini öğrenen insanın o bilgiyle enaniyet sahibi olması, gururlanması yorumu da yapılamaz mı?
“Neden?” diyeceksiniz. İzah edeyim: Az çok ilim adamlarıyla beraber bir ortamda bulunanlar bilirler. Bir ilim adamında en sıradan karşılanan şey, ilmin enaniyetidir. Hatta bir ilim adamının kendi ilmine dayanarak bir başkasının savına karşı çıktığına şahit olduğumuzda genelde kullandığımız ifade şu olur: “İlmin enaniyeti olur o kadar...” Normalleşmiştir yani. Sık rastlanan bir durumdur. Hem Karun da Musa aleyhisselama aynı şekilde itiraz etmez mi? “Bu bana ilmimden dolayı verildi.”
Şimdi ben bu ayeti de yazarlıkla alâkalandırsam hata mı olur? Bilmediğini öğrenen insanın, bildiklerinin miktarı arttıkça kendisini ihtiyaçtan uzak görmesi, ilmin enaniyeti şeklinde yorumlansa yanlış mı olur? Bence olmaz. Arkaplandan devşirdiğimiz manalar, ayetin asıl anlamına zarar vermez zaten. Biz sadece kendi payımıza düşen zenginliği arıyoruz. Kendi boyumuz miktarınca bir derinliğe dalmaya çalışıyoruz.
Bundan sonra gelen tehdit de ürkütüyor beni yazarlar namına. “Namazdan alıkoyan” olarak tefsir edilse de “sallâ” kelimesinin farklı anlamları da var. Hatta daha geniş bir manada “Allah’ın yolundan alıkoyan” desek herhalde yanlış olmaz. Bu noktada insan düşünüyor; acaba yazarlığın böylesi bir yönü de mi var? Böylesi kem bir yön... Devamında meseleyi “Eğer o doğru yol üzerinde olsa yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı?” diye bağlaması, beni “tavsiye etme” noktasında yazarlığa götürüyor. Öyle ya, bu dünyada diğer insanlar üzerinde etkili olan yazarlardan fazla kim var? Kimler düşünceleriyle başkalarının hayatına tesir ediyor yazarlar gibi? Diğer görsel sanatların bile özü nihayetinde yazıya dayanıyor. Onun kötüye kullanılması, diğerlerini de kapsamaz mı?
Sûrenin nihayetine giderken “O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın” denmesi de manidar. Zira hakikaten yazar/düşünür insanların etrafında onların fikirlerinin cazibesine kapılmış bir insan topluluğu oluyor. Bazı düşünceleriyle ona destek veren, bazı başka şekillerde onun izinden giden... Hatta bazen taassuplarıyla takip ettikleri fikir adamını, kendisinin hayal ettiği yerlerden de ötesine yerleştiren... Bu da beni Alâk suresinden alıp ta yazarlar dünyasına götüren birşey.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz (şimdilik) sona erdi. Yaptığım yorumlar sadece beni bağlayacağından sizi de ikna olmaya mecbur edemem. Ama ne yalana söyleyeyim, bu ayetleri her okuyuşumda yazarlar taifesine ayrı bir işareti varmış gibi geliyor. (Onlardan bir kısmını diğer yazılarımda yazmıştım. Bununla da başka bir kısmını özetle yazmış olayım.) Belki açılsa bunlardan daha neler neler çıkar. (Ehli yapsa tabii...) Hatalarıma anlayış beklerim, nihayetinde ben de Kur’an’a muhatap bir kulum. Anlamaya çalışıyorum. İddiam kendim kadardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...