14 Mayıs 2013 Salı

Bizim ideal okurumuz hangisi?

Bediüzzaman’ın, Barla Lahikası’nda geçen Mukaddeme başlıklı mektubunu okurken tekrar tekrar, yeni pencereler açılıyor zihnime. Bu pencerelerden bazısı kendi hayatıma dair oluyor. Bazısı kardeşlerimle paylaşmaya değer, daha genel şeyler. Onları dökmeden paylaşmaya çalışıyorum. Tabii kalemim döndüğünce. Muvaffakiyet ise her zaman Allah’tandır. Biz döktüğümüzden mesulüz. Toplayan Allah’tır.

Bu mektupta, birkaç yazıdır anlamaya/anlatmaya çalıştığım gibi, acayip sırlar var. Bir kere Hulusi ve Sabri ağabey üzerinden yapılan modelleme içinde nokta vuruşlu dersler var. Onlardan bir tanesini de—birazcık mesleğimle alakalı gördüğümden—burada yâd etmek istiyorum. Ki bu da ‘ideal okurluğa’ dairdir.

“İdeal okur senin kafanda nedir?” diye sorsanız, size şunu söyleyebilirim: İdeal okur, pasif olmayan okurdur. Bir yanıyla onu beğenen, hakveren; ama diğer taraftan Montaigne’nın Denemeler kitabında söylediği gibi yazarları da her zaman doğru söyleyenler olarak kabul etmeyen, sınayan insandır. Yazarın ismine veya titrisine mağlup olmayıp; hakikatin peşinde koşandır. Ki böylesi okurlar, yazarlar için çok kıymetlidir.

Neden mi? Çünkü böyle okurlar yazarı da geliştirirler. Garip bulmayın lütfen. Bu aslında editörlük mesleğinin de esasıdır. Editör, benim kanaatimce, bir yazarın sahip olabileceği en gıcık okurlardan birisini temsil eder. Yazarı bir taraftan beğenirken, diğer taraftan onun okurunun karşısına daha kemalde çıkması için çaba harcar. Mevcut kusurlarını en önce o yüzüne çarpar, sorular sorar ve bu sayede yazar, geniş kitlelerin karşısına çıkarken metinlerini sınamış olur. İyi yazarlar, iyi editörlerin kıymetini bu yönüyle bilirler ve takdir ederler. Kötü yazarlar ise belki onlardan rahatsız olurlar.

Şimdi, bu uzun girişin ardından aynı mektuba tekrar dönüyorum. Ama bu sefer, Bediüzzaman’a Bediüzzaman olarak bakmadan. Onu sadece bir yazar olarak görerek... Hulusi ve Sabri ağabeylere ise üzerlerine giydirdiğim tarihsel kimliğin dışında sadece bir okur giysisi giydirerek. Bu gözle bakıyorum yazılan metne. Ve görüyorum: Bir yazar, iki okurunu, sahip oldukları meziyetlerden ötürü takdir ediyor.

Mesela daha başlarda diyor ki yazar: Bu iki okurumun ciddiyetleri, gayretleri ve iştiyakları sayesinde eserlerimin bir kısmını telif ettim. Benim başlarda da altını çizdiğim; bir okurun, bir yazarın düşünce dünyasına sorularıyla/yorumlarıyla neler katabileceğinin altını çiziyor Bediüzzaman adeta. Ve devam ediyor: “Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

İşte bu cümlede, Bediüzzaman, bir müellif olarak, ideal bir okur profilinin nasıl olması gerektiğini tarif ediyor kanaatimce. Talebelik, kardeşlik ve arkadaşlık dediği üç şeyin—bence tek tek değil, tamamının birden bir okurda—bulunmasıyla okurun asıl okur haline gelebileceğinin altını çiziyor. Peki, bu okur türlerinin detaylarında neler var:

Bence ‘talebe okur’ başlığının izahı olan birinci hassada (26. Mektup’tan bu noktada destek alıyorum) Bediüzzaman, telif ettiği birşeye sevinmelerini, şükretmelerini, kendileri yazmış gibi mutlu olmalarını talebe okurluğa bir delil olarak gösteriyor. Bu okur türünün genel özelliği olarak da ‘yazarın manevî varisi gibi’ davranmayı örnek veriyor. Ki bence manevî varislik, talebeliktir. Bediüzzaman’ın manevî âl-i beyt tarifi de buna yakındır. Öğrenmeye odaklıdır.

İkinci hassa başlığı altındaki tarif ise daha çok ‘kardeş okur’ tanımının altını dolduruyor. Burada artık teliflere sevinmek üstünde ‘bir yaşam amacı olarak, o kitapta geçen güzellikleri insanlara nakletmeyi seçmek’ belirleyici özellik. Bu noktada artık eser ile arasında vazife-i fıtriye türünden organik bir bağ kuran okur, elçiliğin peşinde. Ki bence kardeşlik de böyle birşeydir. Hadisin tarifiyle; kendisi için istediğini mümin kardeşleri için de isteme hali... Yaşamasa da taşıma hali.

Üçüncü hassa ise bence ‘arkadaş okur’ şablonuna uyan bir tarifi kapsıyor: Burada artık kitabın içinde yer alan okur, o kitabın müellifini kendisinden üst ve ötede görmeyerek, birebir dersi içselleştirip, ilk ders alması gerekenin kendisi olduğunu fark ve kabul ediyor. “Aynı hissiyatla mütehassıs olmak” diye metinde ifade edilen bu hal, artık kuru okumanın da ötesinde bir nevi müellifle arkadaş olma hali... Belki empati.

Ben buradaki ifadelerle 26. Mektup’taki dost, kardeş, talebe tariflerinin büyük çapta uyuştuğunu düşünüyorum. Yalnız arkadaş ve dost başlıklarını farklı konumlandırıyorum. Bence Bediüzzaman ‘dost’ ifadesini, daha genel, arkadaş ifadesini ise daha özel bir alanın tarifi için kullanıyor. Ama en nihayetinde bence burada modellenen üç okur tipi var ve Bediüzzaman tek tek bunlardan birisi gibi olmamızı değil; hepisinin birden meziyetlerini taşımamızı istiyor üzerimizde. Zaten Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına külliyat içinde yer vermesinin gerekçesini de bu sözlerle ifade ediyor: “... bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

Risalelerin bizden beklediği sadece sevinme, sahiplenme değil; sadece yaymaya çalışmak da değil. Bunların dahil olduğu bir süreçte aynı zamanda dersleri içselleştirmek, bir nevi müellifin arkadaşı haline gelmek. Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi sormak, sorgulamak. Ders vermekle beraber, ders de almak... Yani Üstad Hazretleri, okurlarının sadece mürit gibi davrandığı bir düzlemde mutlu olmuyor. Onların hem talebesi, hem kardeşi, hem de Kur’an huzurunda arkadaşı gibi olduğu bir zeminde ‘idealini’ tarif ediyor. Böylesi okurlar istiyor. Peki biz şimdi kendi okurluğumuza bakalım? Biz hangisiyiz? Talebe mi? Kardeş mi? Arkadaş mıyız? Yoksa, hiçbiri mi?

Not: Üstadın bu talebe, kardeş ve arkadaş tariflerini bir de şu hadisin eşliğinde okumanızı istirham ederim: “Allah’ın beni kendisiyle gönderdiği hidayet ve ilmin misali bir toprağa inen şiddetli yağmurun misalidir. Tertemiz olan o toprağın bir bölümü suyu kendine çeker, onda birçok bitkiler ve birçok otlar yetişir. Sert olan bir bölümü ise suyu tutar, Allah onunla insanları faydalandırır. Zira oranın suyundan içerler, tarlalarını sularlar, hayvanlarını otlatırlar. Yağmur suyunun bir bölümü de çöl olan başka topraklara yağar, orada ne bir su tutulur ve ne de bir bitki biter. Allah’ın dininde derin bir anlayış sahibi olan, Allah’ın beni kendisine gönderdiği şeyin kendisine fayda verdiği, öğrendiği ve öğrettiği kimse ile bu sebeple başını bile kaldırmayan ve kendisi için gönderildiği ilahi hidayeti kabullenmeyen kimsenin misali işte budur.”

30 Nisan 2013 Salı

Risale-i Nur: Bitiş mi, başlangıç mı?

Yine aynı mektupta takılıyım. Bediüzzaman’ın, talebeleri; Sabri ve Hulusî ağabeylerin mektuplarını neden Risale-i Nur külliyatına kattığına dair izahlarda bulunduğu, Mukaddeme isimli, o mektupta. Geçmek istiyorum, geçemiyorum. Bırakmıyor sanki. O zaman farkediyorum: Barla Lahikası’ndaki bu mektubun kendisinden birkaç sayfa önce yer alan ‘Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ ile bir irtibatı var. Belki küçük birşey, ama kıymetli birşey. İlgili bölümün ikinci işaretine gidiyorum. Orada da Bediüzzaman yine bu iki talebesinin ismini anıyor ve onların nezdinde inayet ve keramet arasındaki mühim bir farkı öğretiyor bizlere:

“Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti” diyor mesela orada. Ve birkaç cümle sonra şöyle devam ediyor:

“O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir.”

Yedinci Risale olan Yedinci Meseleye dair yazdıklarımızı hatırlayanlar, bu noktada aldığımız dersi de hatırlayacaklardır. Üstad Hazretleri orada ‘Benim Rabbim’ bilgisinden kendi adına bir keramet keşfi yapmak yerine, bunu öteliyor ve ‘Âlemlerin Rabbi’ bilgisine yönelerek tabloya daha geniş bakılmasını öğütlüyordu. İşaretler boyunca yaptığı vurgu buydu. Ve küçük daireye bakıldığında görülen kerametken, geniş daireye bakıldığında görülen inayet oluyordu. Bediüzzaman tekrar tekrar bu nüansı zikrederek mezkûr meseleyi bitiriyordu. Yunus sûresinin 58. ayetini böyle tefsir ediyordu.

Şimdi, bu kısmı hatırladıktan sonra, tekrar Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına neden külliyatın içinde yer verildiğini anlatan metne dönüyorum. Burada da Üstad sanki önceki metinde ilk işaretini verdiği meselenin şerhini yaparak izahını inayet eksenine oturtuyordu. Burada saydığı beş sebepten birincisi (ki; “Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır” cümlelerinden oluşmaktadır) yine önceki meseleyle irtibatlı olarak külliyatın yalnızca Bediüzzaman’ın telifi değil, kollektif bir şuurun ve vicdanın talebi ile ortaya çıktığının delili oluyordu. Yani Bediüzzaman, eserlerini tek başına yazdığını düşünmüyordu. Bu nedenle de kerameti olarak kabul etmiyordu. Onlar, geniş çerçevede, bir inayet-i ilâhiye olarak kitlelerin katılımı ve duası sonucu Allah’ın lütfu olarak ortaya çıkmışlardı.

Ve belki lahikaların külliyatın içinde yer almasıyla bize verilen ders de buydu. Risale-i Nur tek müellifinin dar-ı ahirete göçmesiyle bitmiş değildi. Risale-i Nur, onun ekseninde bilgi üretilmeye, yazılmaya, çalışılmaya devam ettikçe kendisini geliştirecek bir Kur’an tefsir metoduydu. Yeter ki; talebelerinin (Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi) beş sebepte belirtilen hasletleri olsun. Bu beş sebebin emanetçiliğini yapanlar; yeni nefesler, şerhler, izahlar katarak Kur’an’ın bostanından terütaze meyveler koparabilirdi. Risale-i Nur, bu yönüyle bitmiş bir kitap değil; başlamış bir ekolün ilk emeğiydi. Hiç bitmeyecek bir külliyatın adıydı. Ve hepsinden önemlisi: Risale-i Nur kitap değil, ekoldü. Lahikalar, talebelerin mektuplarını bağırlarına basmalarıyla bize bu sırdan da haber veriyorlardı.

23 Nisan 2013 Salı

Sıktıkça parçalanmak...

Barla Lahikası’nın hemen başlarında bir mektup var. Kısa, ama kıymetli bir mektup... Üstad Hazretleri, orada, Hulusi (Yahyagil) ve Sabri (Arseven) ağabeylerin yazdıklarına lahikalar içinde neden yer verdiği izah ediyor beş maddede. İkisinin birden medihlerini yapıp samimiyetlerinin altını çiziyor ve diyor ki: “Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

Ben, bu mektubu ne zaman okusam, aklıma, Bediüzzaman’ın bir cadde olarak tarif ettiği mesleği geliyor. Toplumsal hayatta birbirinin zıttı noktalarda/zeminlerde sandığımız insanları, aynı tedrisin önünde müdavim haline getiren sırrı... Ben, bu sırra, Üstadımın tariflerinden aldığım cesaretle ‘caddeleşmek’ diyorum. Sokaklara, dar alanlara, kısır tartışmalara talip olmamak; caddeleşmek... Geneli kanatlarının altına alabilmek.

Bediüzzaman’ın ayrı ayrı iltifatlar ettiği iki talebesinin toplumsal kimliklerine bakıyorum bu sefer. Birisi askeriyeden, rütbeli birisi. Ötekisi ulemadan, talebeleri olduğu anlatılıyor. Devrin şartları da gözönüne alınırsa, normalde, zıt kutuplarda olmaları gerekiyor. “Ulema o devirde en çok kimden çekiyor?” diye sorsak alacağımız cevap da belli çünkü: Askerî idareden... Orduya hakim ve çoğu eski rütbeli bir zümre ancak devr-i sabıkı yönetiyor. (Ordu en çok kimden korkuyor diye sorsak cevap yine aynı: Ulemadan.) Ve onların istibdatı altında en çok ulema eziliyor. Bu yönüyle hem Hulusi, hem Sabri abi farklı kimliklerle bulundukları konumlara gelmişler. Yakın tarihin karanlık oyunları da onları karşı safların insanları gibi göstermiş bize.

Fakat nasıl oluyor, Bediüzzaman, bu farklı kimlikleri, böylesine bir sadakatle sisteminin içerisine dahil edebiliyor? Birisinden “Birinci talebem...” ötekinden “Hulusi-i Sânî...” diye sözedebiliyor? Ve bu iki kişiyi, birer nümune-i imtisal olarak talebelerine lahikaları içinde sunabiliyor. Ve bununla adeta şöyle diyor:

“İşte size sabık düzenin saflara ayırmaya çalıştığı toplumdan iki farklı/zıt kimlik. İki farklı insan. Bunların bu farklılıkları, kimliklerinin arasına bıçaklar konulmaya çalışılması, onların Kur’an’ın sancağı etrafında toplanmasına engel olmadı. Siz de sizdeki kimlik farklılıklarını Kur’an’a intisapta engel olarak algılamayın. Sorun yapmayın. Aşın bunları. Bu yol caddedir. Caddede herkesin hakk-ı hayatı var.”

İşte ben, ne zaman bu mektubu okusam, Bediüzzaman’ın sadece Hulusi ve Sabri abileri bize övmek için değil; aynı zamanda zıtların ahengini yakalayan mesleğinin sırrını da göstermek için bu mektubu yazdığını düşünürüm. Hatta lahikalar içerisinde yer alan her mektup ve sahibi, toplumun farklı bir kesimini yansıtan bir kimlik sahibi olarak, Kur’an sancağı altında nasıl topyekün biraraya gelinebileceğini gösterir bize. Ve ben, bunun en şefkatli ifadesini, Bediüzzaman’ın, yine lahikalarda yeralan şu cümlesinde yudumlarım: “Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz.”

Eyvallah Üstadım, eyvallah. Zaten son altmış yılın (ve belki on asrın) dağılıp kopmaları, kırılıp saçılmaları, husumetleri, pişmanlıkları da hep bu çok sıkı tutmalardan değil midir? Buna sebep de nazariyata bile sirayet eden taassup değil midir? Cadde-i kübra mesleğidir bu. Sıkmakla birarada durmaz. Sıktıkça parçalanır. O nur eli mesken ittihat etmez. Sokaklara ayrılır.



15 Nisan 2013 Pazartesi

Marifet geometrisi...

Daha ilköğretim yıllarından ders aldığımız birşey var: Benzerlikler... Açı-kenar-açı veya kenar-açı-kenar şeklinde (daha farklı şeyler de vardı belki, ama anımsamıyorum) kurulan benzerlik bağıntısı, iki şekil içinde değeri sorulan herhangi birşeyin cevabını bulmamızı sağlayabiliyor. Üç öğesi arasında farkettiğiniz matematiksel oran, her iki üçgenin diğer öğeleri arasında da aynı matematiksel oranın bulunduğuna hükmetmenizi sağlıyor. (Üniversiteye hazırlananların kafasında kesin bir ampul parlamıştır şimdi.) Ve böylece problemde sizden istenen cevabı oran kullanarak bulabiliyorsunuz.

Bu benzerlikler bahsini ne zaman düşünsem aklıma ene geliyor. Enenin bizde yaptığı görevlerden birisi de buna benziyor sanki. Mesela ene; Allah’a dair meselelerde kâinatla Onun arasında kuramayacağımız bağıntıları, ikinci bir gerçeklik alanı daha oluşturarak, kurabilmemizi sağlıyor. Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde bahsettiği gibi, insanın içinde bir tasavvur ve tahayyül aracı ene... Tahayyülleri va tasavvurları, bize geometrideki ikinci üçgene benzer bir alan sağlayarak, asıl üçgenle benzerlik bağıntıları kurmamızı öğretiyor. Fakat bu alan gerçekte yok. Tıpkı geometrik şekiller gibi...

İkinci bir alan kurgulayarak kendinizde var farzettiğiniz fiileri, gerçekte varolanla benzerliklerini de ortaya koyarak, bilgiye dönüştürüyorsunuz. Bu, belki sadece yukarıdaki tarzda bağıntı formülü elde edebilmek için yapılan birşey. Açı-kenar-açı, kenar-açı-kenar gibi bir benzerliği yakaladığınız anda üçgenlerdeki diğer öğeler arasında bir benzerlik kurgulayabiliyorsunuz:

“Ben nasıl bu odayı temizliyorsam, Allah da kainatı öyle temizliyor ki, kainat temiz kalıyor...” diyorsunuz mesela. Bu yönüyle sanırım orantıyla da bir bağıntısı var enenin ölçüm yönteminin. Fakat burada kritik pozisyon esmanın tamamından geçildikten sonra ism-i Kayyum’a varıldığında alınması gereken pozisyon. Ona varıldığında var farzettiğimiz alanın tamamını yıkmak gerekiyor. Çünkü onlar kendi başlarına varolamazlar. ism-i Kayyum tefekkürü, hepsinin köklerini kesmemizi tembihliyor bize. Devam ettiren yalnız O... Ya biz? Biz sadece enedeki farzetme yeteneğiyle bunları anlayabilenleriz.

Ben buradan daha evvelki yazılarda dikkat çektiğim sırr-ı temsil dürbünü meselesine bir paragraf daha açacağım: Kur’an’daki misallerin de aslında böyle bir ölçü verme tarafı var bize. Cenab-ı Hakkın gayba dair şeyleri bizlere anlatırken çoklukla kullandığı misaller, aslında bize işte aynı benzerlik bağıntısını kurmayı öğretiyorlar. Mesela baharın haşre misal gösterildiği ayet, yine aynı kenar-açı-kenar benzeri bir bağıntıyı; ölümle kış, baharla hayat, dirilmeyle yeşerme arasında kurmamızı ve bu benzerlikten hareketle gaybî meseleyi tıpkı “Mahrem bir suale cevaptır” bahsinin son kısmında denildiği gibi şuhuda yakın bir şekilde anlamamızı sağlıyor.

İnsan, anlamaya çalıştığı herşeyi anladığı şeyler üzerine bina ederek öğrenen bir canlı. Bu yönüyle uzağı yaklaştıran, dağınık meseleleri toplattıran, işte bizim malumatımız üzerine inşa edeceğimiz bilgi. Bu yönüyle benim “Mahrem bir suale cevaptır” bahsinin sonundan hareketle anladığım öğretim şekli; insana bildiği üzerinden benzerlik bağıntıları kurabilmesini sağlayabilecek bir öğretim şekli. Bir nevi marifet geometrisi veya matematiği.

Kurgu alanlardan hakikat alanına çıkarımlar yapabilme... Bu öyle bir bilgi üretim metodu ki, eğer böyle benzerlikleri bulabilir bir akla sahip olabilirseniz; herşeyin içinden Allah’a uzanan yollar çıkarabiliyorsunuz. Bilginize göre... Çünkü kenar-açı-kenarı bulduğunuz an aklınız temsilin diğer ucundaki bağlantı noktalarına gidiyor. Bir yönüyle gayba iman ediyorsunuz. Ne güzel dersler var şu sırr-ı temsilde veya enede. Belki sünneti de bu gözle okumak gerek. Ama o konuyu işlemek bu yazının haddi değil.

11 Nisan 2013 Perşembe

Bediüzzaman'ın dürbünü 2

Bir önceki yazıdan devam edelim istiyorum konuşmaya. Bediüzzaman’ın Dürbünü yazısından. O yazıda birşeyleri avlamaya çalışmış, ama pek de becerememiştim. Zaten ne zaman nakilli yazılara girişsem elime yüzüme bulaştırır, uzatmamak istedikçe de mahvederim. Öncelikle; dürbün kelimesine geri dönelim. Dürbün ifadesi ekseninde birşeylere dikkatimizi çekmeye çalıştığını düşünüyorum Bediüzzaman’ın. Bunu önceki yazımda da dile getirdim. Ve o dürbünün eneye ve fonksiyonlarına isim olarak verildiğini zannediyorum. Peki, bu zannımı nelere bina ediyorum?

Bediüzzaman “Mahrem bir suale cevaptır” başlıklı metninde müfessir ve ârif yollarından kendi yolunu (bilgi üretim şeklini) ayıran nüans için diyor ki: “(...) Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti.” Anladığım kadarıyla diyor ki burada Üstad Hazretleri: 1) Kur’an’ın temsillerinde bir mucize vardır. 2) Bunun bir şulesi, bir küçüğünün küçüğü uygulaması Risale-i Nur’da mevcuttur.

‘Sırr-ı temsil’ ifadesi Bediüzzaman’ın yalnızca burada değil, çok yerlerde kullandığı bir ifade. Oraları da hesaba kattığımda diyorum ki: Üstad Hazretleri, Kur’an’ın verdiği temsillerin— hâşâ—kuru temsiller olmadığını, aksine bir bilgi üretim şekline işaret ettiğini düşünüyor. Yani birşeyi misallerle anlatmak, aynı metnin devamında denildiği gibi; uzak hakikatleri yaklaştırabiliyor, dağınık meseleleri toplayabiliyor, bir merdiven misali yüksek meselelere ulaşılabilmesini sağlıyor, gayba dair meselelerin şuhuda yakın bir şekilde anlaşılmasını sağlayabiliyor.

Üstad Hazretlerinin tespit ettiğine göre insanın bilgi üretimi ve bilgiyi hazmedişinde temsillerin kıymeti bu nedenle çok büyük. Ve yine bu nedenle Cenab-ı Hak, Kur’an’da, insana pek çok şeyi misaller vererek anlatıyor.

İşte ben burada bu bahiste geçen ‘sırr-ı temsil dürbünü’ ifadesinden bir sıçrama yaparak Ene Risalesi’nde geçen “Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür...” ifadesi arasında bir bağlantı kuruyorum. Zahirde bu bağı yalnızca ‘dürbün’ kelimesi sağlıyor. Ama öyle değil. Misalen devamında diyor ki: “Ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez.”

Platon’un Sokrates’in Savunması isimli eserinde de geçen, bana çok ilgi çekici gelen bir mesele var. Aslında bu mesele bir felsefî tartışmanın da kökenini işaret ediyor. Öğrenmenin yalnızca bir anımsama mı, yoksa yeni birşeyleri ruha katma mı, olduğu üzerine bir tartışma süregiden. Sokrates de kendi felsefesinde öğrenilen herşeyin aslında kavramlar boyutunda ruhumuzda bir yerde kayıtlı olduğunu, aksi takdirde o kavramları öğrenmenin mümkün olmayacağını söylüyor. Hatta bunu eşitlik, küçüklük, büyüklük gibi kavramlar üzerinden örnekliyor. İnsanın özünde bir yerde böyle şeylerin kayıtlı olmaması halinde bunu sonradan bilmesinin, o kadar göreceli bir alanda, mümkün olamayacağını beyan ediyor.

Bu noktada hem emanet ayeti, hem de Metin Karabaşoğlu abinin Hakikatin Dengesi kitabında da yer alan emanet hadisi (kitapta bu hadis hakkında iki yazı var) bana Sokrates’in Bediüzzaman’ın enesine bir yönüyle benzer, bir yönüyle farklı birşeyi yakaladığını düşündürüyor. Öncelikle Ene Risalesi boyunca anlatılan enenin kullanım metodu; yani kendisinde bir malikiyet, bir rububiyet vs. tasavvur etmesiyle oradan Allah’ın malikiyetini, rububiyetini anlaması ve sonra da kendisinde olanları terketmesi meselesi; Sokrates’in bahsettiği ruhtaki kavram kökleri meselesine bir yakınlık hissi oluşturuyor bende. Tabii çok nüansları da var. Mesela Bediüzzaman eneyi nefse takılı tarif ederken, Sokrates bu kavram köklerinin ruhta olduğunu söylüyor.

Fakat özde insanın en nihayetinde Allah’a ait olan sıfatları, kainat içinde anlarken bile onları kendisi için yalancı alanlar oluşturarak anlayabildiği, bu yönüyle kendi içinde nümunecikler tarzında bunların köklerini, vahid-i kıyasi şeklinde bulundurduğu bir gerçek. Burada Bediüzzaman’ın da “(...) bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir...” cümlesini sarfediyor olması yine beni Sokrates’in bahsettiği şeye yakınlaştırıyor.

İşte tam bu noktada sırr-ı temsille eneyi birbirine bağlıyorum. Zira temsil, ancak eneyi doğru kullanabilen insanlar için bir anlam ifade edebiliyor. Yani temsilin insanda karşılık bulabilmesi, ancak o misallerde kullanılan kavramları tahayyül, tasavvur edebilecek; onlara kurgu alanlar oluşturabilecek bir enenin mevcudiyetiyle mümkün. Ve ene, işte dışımızda yer alan bu malumatı, bize daire çevirmeyi sağlıyor. Mesela bize marifetullah ekseninde ne anlatılsa, hemen onu kendi hayatımız ekseninde de izdüşümleriyle görebiliyoruz. Ve yine ne tefekkür yürütsek bunu başka dairelere tatbik edebiliyoruz. Ene bu yönüyle tam bir dürbün gibi. İnsanı dışarıya, dışarıyı insana bağlıyor. Ve binler daireler arasında şaşırmadan aklın yoluna devam etmesine imkan veriyor.

Evet, işte enenin dürbününden sırr-ı temsil dürbününe bana açılan kapı böyle... Bilmiyorum, ne kadar ifade edebildim? İnşaallah dökmemiş, taşırmamışımdır. Kusur bizden, inayet Allah’tan... Fakat bu eneden sırr-ı temsile uzanan bir dürbün var bence.

Bediüzzaman'ın dürbünü 1

“Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken dikkatimi çeken şeylerden birisi de Bediüzzaman’ın dürbünü. Evet, yanlış okumadınız. Bediüzzaman’ın dürbününü çok merak ediyorum. Üstad, onunla, Kur’an’dan aldığı bir ders olarak o kadar övünüyor ki; mesleğinin çok meziyetini neredeyse onun üzerine bina ediyor.

“Felillâhilhamd” diyor mesela, “sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”

Dürbün kelimesinin peşinden bir yolculuğa çıkıyorum bu sefer. Bakalım beni nerelere götürecek?

Şualar’da buluyorum. Orada da ‘fenn-i kitabet geniş mikyasları’ ve ‘dürbîn gözleri’nden bahsediyor Bediüzzaman. Devam ediyorum. Lem’alarda, bu sefer ism-i Kayyum’un cilvesini hayalen temaşadan çıkan iki dürbünden bahsediyor. Birisi mikroskop, öteki teleskop gibi...

Muhakemat’a gelince bu sefer ‘istiare ve mecaz dürbünü’nden dem vuruyor. İlk Dönem Eserleri içinde bir bölümde yine bir kıyas-ı temsiliyi ifade ettiğini söylediği üç ayeti zikredip sonunda “(...) gibi pek çok âyât-ı kesîre ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeye nâzır pek çok dürbünleri nazar-ı beşere vazetmiştir” diyor. Sırlı bir şekilde yine temsille dürbünü birbirine bağlıyor.

El-Hüccetü’z-Zehra’da da, Ayetü’l-Kübra’ya atıfla diyor ki: “o aynı seyyah (...) kâh Kur’ân hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübrâ’da kısmen haber vermiş.”

Sonra “Mühim bir suale cevaptır”a kadar uzuyor yolum. Orada da birisi dalaletin, birisi imanın dürbünü olmak üzere iki dürbünden bahsedip bakış açımı değiştiriyor bu sefer. “Demek ki, bu dürbün her ne ise sadece ehl-i imanda olan birşey değil” diyorum. “Dalalet ehlinde de var bu dürbünden...”

Ben Bediüzzaman’ın dürbününü arayadurayım; Ene Risalesi okumalarımız esnasında Metin Karabaşoğlu abi bize Eski Said’den Yeni Said’e doğru yaşanan değişim hakkında bakış açımızı zenginleştirmemiz gerektiğinden bahsetti. Bu dönüşümün sadece siyasi gelişmelerin etkisiyle gerçekleşmiş birşey olduğunu düşünmenin külliyatı anlamakta bizi kısırlaştıracağını söyledi. Ona göre, dış dünyasında yaşanan değişimin kat be kat fazlası Bediüzzaman’ın içinde de yaşanıyordu. Üstad, kozasında kelebeğe dönüşüyordu uyanışlarıyla. Ve yine Metin abiye göre Eski Said’i Yeni Said yapan uyanışlardan birisi de eneyi farkedişiydi.

Bunu da hafızamın bir kenarına yazıp Ene Risalesi’ne tekrar bakarken ben de birşeyi farkettim. Emin değilim ama Bediüzzaman’ın dürbününü buldum sanırım. Üstad, orada da diyordu ki: “Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür.”

Baktığım metinler, o metinlerde sık geçen kelimeler hep beni aynı yere bağladı nihayet: Sırr-ı temsile ve eneye... İnsanın kendinden hareketle kıyaslar üretebildiği ve bu kıyasların sadece kendisiyle alakalı kalmayarak kâinatı da kuşatabildiği bir dürbündü ene. Temsil üretme ve temsilleri anlama makinesiydi insanın. (Belki ta Sokrates’in dem vurduğu, ruhta var olduğunu düşündüğü aynı kavramlar ve kıyaslar kaynağıydı.) Uzağı yakınlaştırıyor, dağınık manzarayı/meseleleri göze/akla sığacak şekilde topluyor, el yetişmez mesafelere eriştiriyor, gaybî meseleleri şuhuda yakın bir hale getirebiliyordu. Bir yönüyle teleskop, bir yönüyle mikroskoptu.

Ve bu ene/dürbün sadece ehl-i imanda değil, ehl-i dalalette de vardı ki, “Mühim bir suale cevaptır”da da bunu anlatıyordu aslında. Ene Risalesi de paragraflar boyunca aynı dürbünün iki farklı kullanımını ders veriyordu. Sırr-ı temsil, hayal, kıyas, mecaz, akıl, ism-i Kayyum... Bütün bu kelimeler bu dürbün kelimesinin etrafında sırlı bir şekilde dönüp duruyordu. Ve Bediüzzaman yalnız bir dürbün kelimesiyle Risale-i Nur’u bir dantela gibi örerek bahisleri birbirine bağlıyor, benim de “Mahrem bir suale cevaptır”da başlayan yolculuğum “Mühim bir suale cevaptır”da sona eriyordu.

Demek ki (yine de şahsî kanaatimdir) o dürbün eneydi ve onun doğru kullanımı Bediüzzaman’ın mesleğinin hususiyetlerini bina ettiği marifet şeklinin üretim merkeziydi. Bu meseleyi sanırım en nihayet bir parça anladım. Şimdi dürbünümü nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Tesirin sırrı...

Risale-i Nur’da Bediüzzaman’a sorulmuş suallerin tam bir netlikle ortaya konulması, cevapların doğru bir şekilde anlaşılmasının da kapısı. Soruyu atlayıp cevaba konsantre olduğunuzda, mehri dikkat olan o nazenin güzeller, sanki perdelerini açmıyorlar. “Kapımdan doğru gelmedin ki...” diyorlar. “Doğru gelmedin ki, sana sırlarımı diyeyim. Önce kapılara/sorulara konsantre ol. Neyin, ne şekilde merak edildiğini öğren. Çerçeveyi fethet. Doğru sualleri sormayanlar doğru cevaplara ulaşabilir mi hiç?”

“Mahrem bir suale cevaptır” başlıklı mektuba da bu gözle bakıyorum. Orada bir talebesinin sual ettiği; “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?” sorusu arkasında bir sırrın altının çizildiğini hissediyorum. Özellikle soranın belirteç olarak kullandığı iki kelime; yani ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimeleri arkasında iki farklı marifet üretim sisteminin sorgulandığını, Bediüzzaman’ın ise, ikisini de takdir etmekle birlikte Kur’an’ın marifet/bilgi üretim sisteminin detaylarını verdiğini görüyorum.

Bu sual beni alıp külliyat içinde gezdiriyor. Mesela; İbn-i Arabî’nin, Fahreddin-i Razî’ye yazdığı bir mektupta geçen “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin izahının istenildiği o yer geliyor aklıma. Orada Bediüzzaman, ‘müfessir’ teriminin içini dolduran bir sorgulamayla, ilm-i kelamın marifet üretim sistemini, İbn-i Arabî’nin safında bir duruşla eleştiriyor. Ve diyor ki; “Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.”

Fakat metnin devamında, bu sefer de savunmasını yaptığı İbn-i Arabî’yi karşısına alarak; bence, yukarıdaki sualde ‘arif’ kelimesinin içeriğine işaret eden şu eleştiri yapıyor: “Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”

Ve devamında da bu eleştiriyi, masiva ile münasebetlerindeki sorunları detaylandırarak belirginleştiriyor. Hatta bu noktada İmam-ı Rabbanî’nin de Bediüzzaman eleştirisinden kaçamadığını belirtmek gerek. Bediüzzaman, onun da, vahdetü’ş-şuhud mesleğiyle, vahyin varlıkla öğütlediği münasebet şekline tam uygun hareket etmediğini beyan ediyor. Kur’an’ın tekrar be tekrar bakılmasını istediği kâinatı unutmayı öğütlediğini söylüyor.

Bu iki mektup aklımda biraz daha yolculuk yapıyorum müfessir ve arif kelimesinin arkasında. Arif kelimesi dair bulduğum bütün tanımlar, bilgi de daha çok sezgiyi önplana çıkaran, tasavvufî, ahlakî ve tecrübî bir öğrenim şeklini ortaya seriyor. Yani arif, daha çok enfüsî tefekkürü omuzlarına alıp, kendinden hareketle Allah’ı tanımaya çalışan ve hatta bazen bu nedenle genel geçer sayılan şeyleri bile arkasında bırakmayı göze alabilen kişiyi temsil ediyor. Ehad ismi gölgesinde yapılan bir seyahat bu. “Benim Rabbim” cümlesinin arkasında gerçekleştirilen bir marifet yolculuğu. Belki de bu nedenle arifane bir bilgi üretim sistemine dayalı tasavvuf ekolleri sürekli farklı ve altyollar üreterek yolculuklarına devam ediyorlar. Bugünkü zengin tarikat kültürümüz, bu arifane üretimin haritası, delili.

Bunun rağmına ilm-i kelam ise, ürettiği bilgi türü az nüans içeren, ama bununla birlikte altyolları az olan bir marifet şekli. Vahyin açıklanması ilm-i kelam usûlünde belki en nihayet lisan-ı Araba ve rivayetlere hâkimiyetle geliştiğinden tasavvuf yolundaki gibi bir çok renklilik yaşamıyor. Ama arifane yolun rağmına olarak bilgi üretiminde zayıf kalıyor. Çünkü ‘görelilik ve kişisel keşifler’ bu ilm-i kelam usûlü içinde eriyorlar. Ve daha da önemlisi; bilgi çok akıl düzeyinde üretilen bir marifet içerdiği için sair latifelerin hisseleri zayıf kalıyor.

Bediüzzaman ise bilgi üretiminde ilm-i kelama taraf çıkıp sezgiyi ötelemeden, ama tasavvufun da ‘göreliliği’ bir cadde-i kübra haline getirmesine arka çıkmadan Kur’an’ın marifet yolunun altını çiziyor “Mahrem bir suale cevaptır”da. Haydi, o paragrafı bir kez de birlikte okuyalım:

“Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”

Bana bu bahis işte ancak baştaki suali tam anlayınca birazcık açılıyor. İlm-i kelamın kalıplarına sıkışmadan, ama tasavvufun da —eğer ayakları yere bastırılmazsa—spekülatif olmaya gidebilecek marifetine gitmeden; tasavvurların tasdikle/akılla sınandığı... Teslimiyetlerin altları doldurularak imana dönüştürüldüğü... İltizamların/gerekliliklerin iz’an’la/kalben de gerekçeleri anlaşılarak taassuptan kurtarıldığı... Tasavvufun/“Benim Rabbim” marifetinin hakikate/“Âlemlerin Rabbi” marifetine dönüştürüldüğü yani görelilikten kurtarıldığı... Çıkılan yolun yeni bir dava olmayıp, zaten var olan İslam davasına genelgeçer burhan/delil üretimine konsantre olunduğu ve bu yolda delil/burhan üreten herkesin de kardeş bilindiği bir düzlem belki de Kur’an’ın bilgi üretim sistemi...

Şimdi bize düşen; mahrem bir sualdeki ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimelerini aklımızda tutarak, mümkün mertebe, oradaki suale cevap olabilecek bir bilgi üretiminde bulunmaktır. Teslimsiz, kabulu mümkün olmayan kaziyelerin veyahut delilsiz ikna bekleyen tasavvurların gönüllüsü olmamaktadır. Hakikat gibi genelgeçer bilginin peşinde olmak, görelilik ekseninde lezzetli ve fakat genelgeçerliliği problemli bilginin peşinde koşmamaktır. Ve en önemlisi; sezginin ürettiği bilgiyi inkâr etmeden, onu, bu paragrafın dönüşümünden geçirerek kullanmaktır. Evet, veraset-i nübüvvet yolu budur. Marifet üretiminde aklın ve sair latifelerin kardeşliğidir. Cadde-i kübra da ancak buna derler. İşte bu caddede üretilen bilginin tesiri, karşı konulmazdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...