20 Ocak 2014 Pazartesi

Çok kimlikli olmanın kökenleri 7: Seçilmişlik algısı

2010 yapımı Ajan Salt filmini hatırlarsınız. başrollerini Angelina Jolie ve Liev Schreiber'in paylaşıyordu. (Yönetmeni ise Phillip Noyce'du.) Film; KGB'nin, soğuk savaş yıllarında, beyinlerini yıkadığı ‘seçilmiş çocukları’ Amerika'ya yerleştirmesini ve günü geldiğinde, her biri devlette kilit noktalara yükselmiş bu elemanlarını büyük bir operasyon için harekete geçirmesini anlatıyordu. Bu çocuklar o kadar iyi endoktrine edilmişlerdi ki, KGB ile son temaslarının ardından çok uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, günü geldiğinde kendilerine verilen emirleri—canları pahasına—yerine getiriyorlardı. Bir tanesi hariç...

Endoktrinasyon (beyin yıkama) sadece istihbaratlar için değil, terör örgütleri için de önemli. 2007 yapımı olan Kara Elmas filmini izleyenler, Afrika'da, masum çocukların, çeşitli endoktrinasyon yöntemleriyle nasıl 'çocuk askerlere' dönüştürüldüğünü anımsayacaklardır.

Bunun İslam tarihindeki en belirgin örneği ise, Haşhaşiler. Hassan Sabbah'ın yola başlarken Şiiliğin İsmailiye öğretisini 'kullandığı' fakat daha sonra, Alamut Kalesi'ni de elde etmesinin ardından, çok başka bir noktaya getirdiği bir harekettir Haşhaşi Hareketi. Fiilen tam bir devlet olmamasına karşın, devletlerin (özellikle Selçukluların) siyasetine müdahil olmuş; ikinci bir güç olarak söz sahibi olmaya çalışmıştır. Ölümüne bağlı mürit/suikastçileriyle (ki onları da daha çocukken ailelerinden alıp yetiştirirler) nicelerine tehdit dolu mesajlar yollamıştır bu hareket. Nizamülmülk gibi tehdite papuç bırakmayanları ise, katlettirmiştir. Hatta bazı kaynaklarda, o dönemde, Batınîliği eleştiren İmam Gazalî'nin de bu tehditlere maruz kaldığı anlatılır. (Mürsel Gündoğdu, böyle bir sahneyi, Akıl Kalbi Ararken kitabında anlatır.)

Öyle enteresan sızma yöntemleri vardır ki, müritlerin; bazen çok uzak şehirlerdeki emirler bile yanıbaşlarına bir hançer ve ucunda Hassan Sabbah'ın tehdit mesajı ile uyanırlar. Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın bile böyle bir sabaha uyandığı anlatılır. Bu uyuyan hücreler, o kadar iyi endoktrine edilmişlerdir ki, gün gelip kendilerine aksi yönde emir verilinceye kadar, içine yerleştikleri sistemlere sıkı sıkıya itaat ederler. Komutanlarının ve amirlerinin gözlerine girerler, yükselirler. Nihayetinde sistem içinde en üst seviyelere kadar ilerlemiş birisi, kendisine iletilen bir emirle, gerçek niyetini ortaya çıkarır. Kandırıldığı yalancı cennet sayesinde, bu yaptığının Allah yolunda büyük bir hizmet olduğunu bile düşünür.

Kadrolaşma meselesi gelince, bir örnek daha var konu hakkında İslam tarihinde. Belki bu kadar korkutucu ve terörize durmuyorlar, ama yaptıkları yıkım hiç de Haşhaşilerin yaptığından geri kalır değil. Hatta çoğu noktada onlardan üstler. Onlar kim mi? Tabii ki, Emeviler. Yani Ümeyyeoğulları. Hz. Osman'ın (r.a.) hilafeti zamanında onun hüsnüzannı ve muhabbeti ile yaptıkları kadrolaşma, ileride öyle boyutlara varıyor ki, en nihayet hilafeti, saltanata çevirebilecek bir gücü kendilerinde bulabiliyorlar. Bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak, raşid halifelerden gelen demokrasi mirasını, kendi kadrolarının/soylarının lehine bir darbe hareketiyle saltanata dönüştürüyorlar. Hatta bu yolda Hz. Hüseyin'i şehid etmekten bile çekinmiyorlar. Babadan oğula geçen bir üstünlük algısı çocuklara aktarılan bir miras onlarda da.

Peki; Ümeyyeoğullarını olsun, Haşhaşileri olsun, uygulamalarında bu kadar dinin kurallarından saptıran nedir? Benim bu noktada ilk teşhisim; 'ilahî seçilmişlik algısı' üzerine. Fakat burayı biraz daha açabilmek için sizi Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabına götüreceğim. Orada 'otorite' kimdir ve farklı siyasi kültürlerde otorite gücünü/yetkisini nereye dayandırır konuları işlenirken Şükrü Nişancı, Hz. Ömer'e dair şöyle çok hoş birşeyi anlatıyordu: Hz. Ömer, hilafeti döneminde, kendisine Allahın halifesi denmesinden hoşlanmaz, "Bana müminlerin emiri (emire'l-mü'minin) deyin!" dermiş.

Şükrü Nişancı'nın meseleye yaptığı yorumlardan benim anladığım şuydu: Hz. Ömer, yetkinin seçim ve biatla halktan alındığını ve aslında halka ait olduğunu belirtmeye çalışıyordu. Yönetim yetkisinin, peygamberlerden sonra, ilahî bir kaynağa dayandırılmasını tasvip etmiyordu. Kendisi de hayatı boyunca emire'l-mü'minin unvanını bu yüzden kullanmıştı.

Daha sonra Şükrü Nişancı, otoritesini 'ilahî seçilmişlik' üzerine kurgulayan dinî/siyasî krallıkları veya farklı formattaki yönetimleri masaya yatırarak; yetkiyi halktan aldıklarını düşünmedikleri için ileride halka hesap verme ihtiyacı hissetmediklerini, bu nedenle de baskıcı/totaliter yönetimlere dönüştüklerini ortaya koyuyordu. Batıdaki krallıkların da, bizdeki Ümeyyeoğullarının/Haşhaşilerin de temel problemi buydu: Soydan veya mistik öğelerden ötürü 'seçilmiş ve layık olanların' kendileri olduğunu düşünme... (Hatta Hassan Sabbah’ın mehdiye dair hadisleri kendisine tevil ettiği de anlatılır.) Aksi yönde, yani halklara yönelik evrilmenin olduğu dönemlerde ise iktidarlar, yetkiyi aldıkları yere hesap vereceklerini düşündükleri için, halka karşı daha iyi ve âdil davranıyorlardı.

Buradan yakın tarihe de bir atıf yapalım: Yine böyle gücünü/yetkisini bir seçilmişlik ve kurtarıcılık üzerine kurgulayan devr-i sabık yönetimi de, halka hesap verme ihtiyacı hissetmediği için, inkılaplarını 'halka rağmen ama halk adına' yapmaya teşebbüs edebilmiştir. (Çetin Altan bunlara cumhuriyet değil, Ankara oligarşisi der.) Onun uzantıları olan geçmiş cuntalar ve günümüz Ergenekon örgütü de, halk kurtarılmak istemediği (ve zaten kurtarılacak da bir durum olmadığı) halde, önce halkı kurtarılmayı isteyecek bir kıvama getirmek, eğer bu becerilemezse, yine de zorla kurtarmak üzerine bir seçilmişlik sapkınlığı yaşamışlardır. (Örneğin; TSK'nın bir kısmının, iç siyasette, halka hesap vermeyen böyle bir kurtarıcılık/seçilmişlik görevini pırpırlarında hissettiğini tecrübelerden biliyoruz.)

Çok uzatmayacağım. Bu noktada, bütün bu bilgiler hafızamızda Gülen cemaatinin söylemlerine ve eylemlerine de bakalım istiyorum. "Gülen cemaati, dünya üzerinde güttüğü misyonu hangi otoriteye bina ediyor?" diye soracak olursanız, Sohbetlerinde ve metinlerinde Gülen'in de sıklıkla dikkatleri çektiği gibi; yaptıkları vazife, ilahî bir kaynaktan aldıkları 'tecdid' vazifesidir. Yetkilendirme ilahî bir kaynaktan olmaktadır ve bu vazife, Bediüzzaman'dan sıklıkla yapılan bir alıntıyla, 'ihsan-ı ilahî' olarak omuzlarına konmuştur.

Fakat gelgelelim, Gülen Hareketi, bu ihsan-ı ilahîyi, Bediüzzaman gibi sadece din hizmeti alanında ve bir 'ihsan' gibi değil; daha geniş bir dairede ve ihsan'dan 'hakedilmiş seçilmişliğe' yaşanan bir evrilmeyle anlamaktadır. Bu aslında ihsan’dan asabiyet’e doğru bir kıvrılmadır. Aynı lafzı, farklı bir anlam kastederek kullanmaktadır. Bunu bazen Türk milletinin tarihî misyonuna hamasi söylemlere bağlayarak ‘soy bağlamında’ anlatır Gülen. Bazen de ahirzamanda gelecek olanlara/altın nesile dair mistik öğelerle... (Fakat bir dipnot: Emeviye de Ümeyyeoğullarının üstünlüğünü Arap milliyetçiliği ile destekler. Ve Haşhaşiler de kendi hiyerarşilerini yerleştirirken böyle bir mistik dil kullanır.)

Hatta devlet iradesine hükmetme alanında da bu seçilmişliğin devam ettiğini düşünmektedir Gülen. Kendisinin; "Avukat da kiralayacaksınız. Hakim de kiralayacaksınız!" şeklindeki tavsiyeleri; yapının, 'seçilmişlik algısını' nasıl illegal faaliyetlerine mâsadak yaptığını gözler önüne sermektedir. Kendisiyle, yıllar önce, Nur hareketinin geleceği üzerine bir toplantıda bir araya gelen birisinden dinlediğim hatıraya göre; Gülen, iman-hayat-şeriat dediği üç alandan birincisinin tamamlandığını ve artık ikincisine geçmek gerektiğini düşünmektedir. Muhtemelen bu alanı, Bediüzzaman'ın tekrar tekrar yaptığı 'iktidar olmaya meyletmeme' tavsiyesini görmezden gelerek, siyasi daireye de sıçratmaktadır. Fakat bu alanda da söz sahibi olma hakkını halka değil, 'seçilmişliğe' dayandırdığı için, bu durum, demokrasi adına ciddi bir tehlikedir. En az Emeviler kadar hem de.

Ayrıca; karışma yetkisini böyle bir noktaya dayandıran birisinin, siyaset alanının gerektirdiği saptırmaları dinin içinde şerhler üreterek içselleştirmesi de kaçınılmazdır. Çünkü otoritesinin kaynağı ilahîdir ve yaptıklarının da ilahî bir dayanağı olmalıdır. Bu noktada bir siyasi parti rahatlığına sahip olamaz. Örneğin; internette de rahatlıkla bulunabilen bir ses kaydında, başörtüsüz okumaya cevaz vermeyen ve bu konuda çok sert konuşan Gülen'in, ilerleyen yıllarda "Başörtüsü füruattır!" diyerek gençleri başları açık okumaya yönlendirmesi, tâbileri tarafından fıkhî alanda da bir cevaz olarak algılanmıştır.

Yine geçmişteki vaazlarından birinde (ki yine nette rahatlıkla bulunur) bedduaya karşı çok net bir tavır koyan Gülen'in, yıllar sonra siyasi bir meselede çok şiddetli beddualar etmesi, takipçileri tarafından revaçla yapılmasına ve dinî cevazlar (hatta teşvikler) üretilmesine neden olmuştur. Yani ihsan-ı ilahî'den hakedilmiş/seçilmiş otoriteye doğru yaşanan evrilme, o evrilmenin iktidar alanına kadar teşmil edilmesi ve buradan kaynaklanan ‘çok kimlikli hallerin’ şeriat dairesine de taşınması, Gülen Hareketinin temel sorunlarından birisidir. Ve bu seçilmişlik algısı, kendilerine, konjonktüre göre, şeriatın naslarına çok da bağlı kalmadan gerekli esnemeleri yapabilme kabiliyeti vermektedir. (Bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısı mutlaka okunmalıdır. Orada Hz. Hızır örneklemesi üzerinden; ‘her işinde hikmet olan, ancak bugün anlaşılmayan’ bir Hocaefendi imajının tâbilere nasıl yüklendiği anlatılmaktadır.)

Bu esnemelerin her korkuncu ise, uyuyan birer hücre gibi devletin her yerine yerleşmiş takipçilerin, gün gelip kendilerine emir verildiğinde, bağlı bulundukları devlet otoritelerini ayaklar altına alarak, bizzat yine kendi devletlerine ve meşru hükümetlerine operasyon yapabilmeleridir. Fakat Bediüzzaman, böylesi bir seçilmişlik algısının doğuracağı zararlara bir eserinde şöyle dikkat çeker: "Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede; siyaset ve felsefenin galebesinde; ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını alet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade alet eder. (...) Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor."

İşte, kanaatimce; mezkûr seçilmişlik algısı, tam da Bediüzzaman'ın hakkında endişe ettiği bu şeydir. Tahayyül ettiği makama/seçilmişliğe, tahakkukta çok şeyleri kurban etmektir. Böylesi her kırılma, İslam tarihi boyunca bir fitnenin başlangıcı olmuştur, bugün olduğu gibi... Bu arada, yazının başından beri endoktrinasyonu konuşurken karşımıza sürekli çocuklar çıktı dikkat ederseniz. Çünkü çocuklar ve gençlerde beyin yıkamanın daha başarılı olduğu bir gerçek. Şimdi, yazının finaline gelirken, dersane meselesinin cemaat için neden bu kadar önemli olduğuna da dikkat çekebildim mi? Çocuklar, gençler, seçilmişlik algısı, beyin yıkama, öğrenciler, abiler... Bilmiyorum, bir yerlere bağlayabilmiş olmanız lazım. Ne kadar Hassan Sabbah da olsanız, küçükken elinize geçmeyen birisini fedai/çok kimlikli/rahat kullanılır yapamazsınız.



17 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 6: Kişi merkezlilik

Nakledilir ki; Yemen'e vali olarak göndermeden evvel Allah Resulü, Muaz b. Cebel'e sorar: "Sana bir dava getirilip insanlar arasında hüküm vermen istenirse, neyle hüküm vereceksin?" Cevap verir: "Allah'ın kitabı ile hüküm veririm." Allah Resulü tekrar sorar: "Ya onda açıkça bulamazsan?" Hz. Muaz şöyle yanıtlar: "Peygamberin sünnetiyle hükmederim." Hz. Resulullah bir kez daha sorar: "Ya onda da açıkça bulamazsan?" Cevabı hazırdır Hz. Muaz'ın: "İçtihad ederek, onlardan anladığımla hükmederim." Peygamberimiz, Muaz bin Cebel'in bu cevaplarından dolayı çok memnun kalarak mübarek elini Onun göğsüne koyar ve şöyle der: "Elhamdülillah! Allahu Teâlâ, Resulünün elçisini, Resulullahın rızasına uygun eyledi!"

Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, buradan kendime göre yeni dersler çıkarıyorum. Fakat ilk çıkardığım ders, belki ilk gözağrım o olduğundan, aklımdan gitmiyor: "Birşey hakkında Kur'an'da açıkça hüküm varsa, önce onu bulmalı ve takip etmelisin." Yoksa? "Yoksa, yine ondan aldığın nazarı kuşanarak sünneti taramaya başlamalısın. Hüküm vermen gereken şeye benzer (kıyaslanabilir) birşey buldunsa, onu kendine rehber etmelisin." Ya onda da bulunmazsa? "O zaman da yine onların eksenininden gram şaşmadan, vicdanına ve aklına müracaat edip âdil bir hüküm ortaya koymaya çalışmalısın." Hz. Muaz'ın, Allah Resulünü sevindiren ekseni budur çünkü. Hem bu eksen, ehl-i hakikat olan sahabe eksenidir ki, onlar; bu dinin en sağlam taşıyıcılarıdır. Efendimiz ve ümmet için anlamları, yine aklımın ışığı aleyhissalatu vesselamın latif teşbihiyle, 'yıldızlar' gibidir. Ve yıldızlar, vakit gelip güneş yüzüne perde çektiğinde bile, ışık vermeye devam ederler.

Tabii buradan aldığım tek ders bu değil. Bir ikincisi; hüküm çıkartılırken metnî olandan içtihadî olana doğru alınması gereken yol. Yani bencileyin ifade edersem: Metinsel ve belirli olanın yolunu takip etmek öncelikli olan, kendi reyine güvenmek değil. Bunun, hukuk sistemlerinin tümümün temel öğretisi ve deneyimi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar, tecrübî bir yolla, 'yazılı hukukun' yalnızca hükmedicilerin irade ve aklına güvenmekten daha sağlıklı olduğunu görmüşlerse eğer (ki tarih bunun şahididir) bunda bu dersin büyük bir payı var. Efendimizin, Muaz bin Cebel'de görüp mutlu olduğu şey; belki biraz da onun 'belirli ve herkese açık olan' hükümlere, kendi reyiden çok daha fazla ehemmiyet veriyor oluşu. Yani içtihadını, kanunların önüne koymayışı.

Neden mi bu daha sağlıklı? Çünkü yazılı hukukunuz varsa, yanlış yapmanız zordur. Herkese açık olan metinler bağlar ayaklarınızı. Rahat rahat "Ben böyle uygun gördüm!" diyemezsiniz. Öyle dendiği vakitler, mehirlerin çok yükselmesinden rahatsız olan Hz. Ömer'in, halifeliği döneminde, buna bir sınır belirlemek istediğinde; ona bir müminenin sorduğu gibi sorabilirsiniz: "Allah ve Resulü bizi bu mehir tayininde serbest bırakmışken, sen nasıl sınır koyabiliyorsun?" Karşınızdaki halife de olsa, ona getirdiğiniz delil karşısında, hakkınızı teslim eder. Yazılı olanın hem belirgin oluşuyla hem de herkese açık oluşuyla böylesi iki kazanımı vardır. İnsanı, liderinin iradesinin kölesi yapmaz. Aksine, bireylerin aklını ve iradesini hükümleri sorgulamada serbest bırakır.

Kur'an'ı okurken de bunu görürsünüz; "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara 111 de, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın..." diye başlayan Bakara 282 ve daha niceleri de hep hukukun herkese açık metinler/deliller üzerinden korunmasını emreder. Sorgulamayan bir itaati değil, delillerle oluşmuş bir sıddıkıyeti ders verir. Bu noktada; Metin Karabaşoğlu abiden de güzelce ders aldığım üzere; sıddıkıyet, bir körükörüne itaat mesleği değildir. Aksine, az evvel alıntıladığım Bakara 111'de dendiği gibi 'delil getirmenin şart koşulduğu' bir doğruluk ve doğrulama makamıdır. Fakat sizden koşulsuz itaat isteyenler; bu makam-ı sıddıkıyeti de, sâdıklardan olmayı da. Hz. Ebu Bekir'in burhan mesleğindeki hayatını da bir 'kazıye-yi makbule müntesipliği' suretinde sunar, gözünüzü açmazsanız, aklınız başınıza gelinceye kadar iradenize prangalarını takarlar.

Halbuki Bediüzzaman, Risalelerin Kur'an mesleğine bakışını nasıl anlatır bizlere? Alıntılayalım:

"(...) O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalade makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur'un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususi ve şahsi kalır. Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Ve yine Mahrem Bir Suale Cevaptır'da der:

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Burada dikkatinizi son satıra çekeceğim kardeşlerim. Bediüzzaman neden orada 'yazılarıma' ifadesini kullanır sizce? Tesadüf müdür bu? Bence metnin başında da aynı ifadeye yer verişi tesadüf dememize imkan bırakmaz: "Neden senin Kur'ân'dan 'yazdığın' Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?" Ve cevaba başlarken söylediği de bunu destekler: "Çünkü, 'yazılan' Sözler tasavvur değil, tasdiktir..." Evet, hakikaten de yazılan sözler, hakikat sistematiğine söylemlerden daha yakındır. Bu metin vurgusunu lahikaların tamamını tarasanız ve Bediüzzaman'ın hayatını tefekkür etseniz, onun ana eksenlerinden biri olarak bulursunuz karşınızda. Lahikalarda defaatle ve defaatle, kendisinin ziyaretine gelinmesi yerine Risale metinlerinin okunmasını tavsiye eder çünkü. Mesela der:

"Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir; o cihette iki kapı var. Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir; o kapı dahi kapalıdır. Çünkü, ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur."

Dost, talebe ve kardeş'i ise, devamında, yine metinlerle bağlantısı yönüyle derecelendirir, kendisiyle değil. Hem yine der:

"Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi; mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum; hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete layık görmüyorum, manen mukabele de edemiyorum. (...) Risale-i Nur'u okumak on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek ahiret, iman, Kur'an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur'an için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış."

Hem yine der:

"(...) bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler."

Tarih de göstermiştir ki; kişi merkezli olanlar, metin merkezli olanlara kıyasla her zaman daha vartalı bir yolu takip etmişlerdir. Çünkü kişiler, en masum nazarla 'insan olmaları bakımından' yanılmaya/sürçmeye müsaittirler. Fakat metinler, irdelenmiş ve ince elenmiş metinler, sorgulanmaya ve üzerlerinde bir tefekkür geliştirilmeye müsait yapılarıyla sahil-i selameti de tarif ederler. Metinlerin gücü, kalıcılığı, dakikliği, herkese açıklığı vaazlardan fazladır.

Bu yüzden Kur'an önce bir kitaptır, yalnızca bir sözlü kültür aracı değildir. Ve bu yüzden Müseylemetü'l-Kezzap'tan, Hassan Sabbah'a kadar tüm dalalet önderleri kişi merkezli ekollerin, hitabet ve karizma odaklıların ekolleri olmuşlardır. Kendi kanaat-i şahsiyeleri, kazıyeleri, müritlerinin onlara itaatleri ve sorgulanmazlıkları üzerinden bir nüfuz inşası yapmışlardır. Metin merkezli olanlar ise, tıpkı Hz. Ebu Bekir'de olduğu gibi, Allah Resulünün vefatı hengamında bile kitabın ve Allah'ın bekasına vurgulayarak ümmeti sırat-ı müstakime çağırmışlar, dağlar gibi kavi durmuşlardır.

O yüzden endişe ederim mürşidine aşırı vurgu yapan ekollerden. Metinlerden/ilkelerden ziyade büyüğünün o an şekillenmiş kanaatine sığınanlardan. (Sonuçta o da insandır.) Hatta 'hayat-ı dünyeviye cihetinde' dahi onu aramaya çekinmeyenlerden. İhale meselesi danışanlardan. İş takibi yapanlardan. Çocuğunun ismini, hatta evleneceği kızı bile ona soranlardan. Çekinirim bunlardan. Neden mi? Bu güzel bir surette görünse de kendi aklını ve iradeni terktir çünkü. Bir iradesizleşmedir. Münazarat'ta, Bediüzzaman'ın 'aklını ağasının cebine koyanlar' üzerinden eleştirdiği şey tam da budur. Artık ağası, mürşidi, büyüğü ne derse; hangi yöne sevkederse oraya koşar bu insanlar. Hangi tag verilirse onun altına yazarlar. Hangi mesele tartışılsın isterlerse, onu tartışırlar. Hangi iktidara oy verilsin kanaati iletilmişse, ona oy verirler. "Neden böyle yapıyoruz? Bu ilkeli bir duruş mu? Neden dün ak dediğimiz bugün kara oldu?" diye sorgulamazlar. Ak'ta da, kara'da da fanatiktirler.

Önlerinde, mesleklerini inşa edecekleri ve kendi tefekkürlerini devşirebilecekleri metinleri yoktur bunların. Soruları, acabaları yoktur. Aramazlar da bunları. Sıddıkıyet, koşulsuz fanatizmdir bunlar için. Büyüklerinden bir kanaat gelmişse, tamamdır; daha Kur'an ve sünnete bakılmaz. Kur'an'ın ve sünnetin yerini büyüğün içtihadı, hatta ne içtihadı, kazıye-yi makbulesi almıştır. Bir daha Kur'an ve sünnete bakarlarsa, büyüklerinin sözlerine/yanlışlarına delil bulmak ve fetva ile başkaları iknaya çalışmak için olur bu. Halbuki 5. Şua'da bu fetvacı davranış modeli süfyaniyet kanununun bir parçası olarak belirtilir:

"Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Muaz b. Cebel'den (r.a.) bugün de bu yönüyle alınması gereken büyük dersler var... Hayatındaki bütün esnemeleri ve 'çok kimlikli' halleri bin tevil ile kurtardığımız, bulundukları makamları kaldıramadıkları halde kaldırsınlar diye fetvacılıkla kastığımız/kastırdığımız o kadar insan var ki. Bu kişi merkezcilikten Kur'an'ın, sünnetin ve Risale mesleğinin öğütlediği 'metin merkezciliğe' tekrar dönebilsek, düsturları konuşabilsek, sanıyorum hem biz rahatlayacağız, hem de geleceğe şahsiyetini olgunlaştırmış müminler olarak uyanacağız. Çok kimliklilikten, izzetli ve ilkeli müslüman duruşuna (urvetü'l-vuska/hable'l-metin) bir yükselme olacak bu, inşaallah.

14 Ocak 2014 Salı

Çok kimlikli olmanın kökenleri 5: Kemalizmin içselleştirilmesi...

Cemm-i zıddeyn nedir? el-Cevap: Zıtların bir arada bulunması, toplanması... Bu olamaz! Yani birşey hem siyah hem beyaz olamaz. Hem soğuk hem sıcak olamaz. Hem sert hem yumuşak olamaz. Eğer bunlar beraber birşeyde bulunsa, bu cemm-i zıddeyn olur ki, mantık dışıdır. Zıtlar birbirine engel olur çünkü. Bir insanın kalbinde aynı kişiye karşı hem adavet, hem muhabbet bulunamaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, birisi hakiki olduğunda diğeri hemen mecaziye dönüşür. "(...) adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar (...) Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. (...) Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer."

Bütün bunları neden anlatıyorum? Çünkü bir müslümanda da, böyle, bir araya gelemeyecek zıtlıklar olduğunu düşünüyorum: Örneğin bir müslüman, bir zalimi (zalim olduğunu bile bile) sevemez ve destekleyemez. Ancak gafil olabilir. Zulmünü zulüm gibi görmemiş olabilir. Ona öyle anlatılmamış veya yansıtılmamış olabilir. Ama bütün bunları bildiği halde bir müslüman, kalbindeki imana ve hayatındaki takvaya zarar vermeden bir zalimi sevemez. Çünkü imanı ona der ki:

"Dur kardeşim! İkimizden birisini seçmen lazım. Ya ben, ya o! Ben o zalimin muhabbetiyle bir araya gelemem." Bu nedenle bugün ehl-i iman mabeyninde Yezid, Velid, Haccac gibi isimler iyi anılmamaktadır. Halbuki onların da ümmete hayırları dokunmuştur. (Haccac, Kur'an nüshalarına ilk harekeleri koydurandır mesela.) Fakat diğer taraftan, zulümleri büyüktür, zulme rıza zulümdür. Ondan hissedar olmaktır. Fiilen olmasa da fikren. Fikren olmasa da manevi anlamda. Mutlaka bir pay alma ve verme vardır. Bu yüzden ehl-i iman yüz vermez öylelerine.

Nur talebeleri de elbette müslümanlığın bu geniş kanunundan hissedardır. En çok da Üstadları... Bediüzzaman'ın seksen kusür senelik ömrü zalimlere karşı izzetli duruşun, eğilmeyişin öyküsüdür. Bunun onlarca nümunesini sayabilirim bir çırpıda. Fakat bir tanesi var ki, daha bir severim onu. 5. Şua'nın ele geçmesi meselesidir o. Ahirzamana dair hadislerin manalarını anlattığı o harika eser (ki aslı çok önceleri yazılmıştır) ele geçtiğinde hemen Mustafa Kemal'le bağlantısı kurulur eserin. Çünkü içindeki göndermeler ona birebir uymaktadır.

Herkes bu yargılanmanın ardından Bediüzzaman'ın başına büyük birşeyler gelmesini bekler. Belki de idam! Normalde, ölüme bu kadar yaklaşmışken ve hapiste başına kimbilir daha neler getireceklerken; "Ne olacak, inkâr etsin! 'Ona yazmadım!' desin. Kurtarsın kendini!" der birileri içinden. Ama hayır, böyle düşünmez Bediüzzaman. Çünkü sürecin, sonuçtan önemli olduğunu idrak edenlerdendir. Çizgisi budur onun. Müslüman duruşunun korunabilmesini, dünya hayatını saadetle yaşamaya tercih eder:

"Reisicumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmaya. Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkarlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükumetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur'ân'a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi."

Hani başlarken dedim ya; cemm-i zıddeyn sayılabilecek şeyler vardır diye. İşte bence bir Nur talebesinde cemm-i zıddeynden bahsetmek gerekiyorsa, Mustafa Kemal sevgisi örnek olarak verilebilir. Eğer birisi, Mustafa Kemal'i seviyorsa, onda kesinlikle ve kesinlikle Nur talebeliği hakiki değildir. Çünkü Risale metinlerinin, hem içeriğinin hem de tarihçesinin, kimliğiyle en çok çarpıştığı, tartıştığı karakter Mustafa Kemal'dir. Bediüzzaman'ın savunmalarının çoğu yerinde onun resmi tarihte gösterildiği gibi bir insan olmadığına dair atıflar bulunur. Sayısı o kadar çoktur ki, buraya alıntılamaya kalksam yazı, kitapçığa dönüşür. Daha ilk meclis günlerinde onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu çözen Bediüzzaman, ahir ömründe onun ve avanesinin yaptığı yıkımı tedavi etmeye çalışır.

İşte bu mirastan dolayıdır ki, bir Nur talebesi aynı zamanda bir Kemalist veya Atatürksever olamaz. Önce vicdanı ve sonra Nur metinlerinden aldığı hakikat dersi bunu engeller. Fakat maalesef, 'duruş' esaslı bu Nurdan mesleğin içinden, sonradan öyle 'kardeşler' ortaya çıkmıştır ki, bunların ne Atatürk'e karşı durduğu yer bellidir ne de ona karşı hissettikleri. Hani ne kadar hüsnüzan ederseniz edin, bir noktadan sonra hüsnüzannın aptallığa dayandığı eşik durdurur sizi. O çizgiyi geçemezsiniz ve dersiniz: "Yahu sen nasıl böyle yapıyorsun? Sen Nur talebesi değil misin? Onu geçtim, sen müslüman değil misin? Onu geçtim, sen insan değil misin? Bu adamın yakın tarihte yaptıkları ortadayken, Nur metinlerinde nasıl bahsedildiği gayet açıkken kendisinden, sen nasıl onu seversin veya böyle översin?"

Evet, apaçık överler onu. Hatta onların en büyüğü, yıllar önce, Taha Akyol ve Cengiz Çandar'la konuk olduğu NTV programında, şöyle der Atatürk için: "Aslında o akıl ve dini mezc eden çok ender yetişmiş insanlardan birisiydi." Hatta orada Atatürk'ün doğruluğunu açıklamak için Bediüzzaman'ın bambaşka bir mesele hakkında söylediği bir sözü, hayâ etmez, alıntı yapar. Halbuki aynı kişi, Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal hakkında söylediği ağır sözleri de bilmektedir. (Hatta ilk ortaya çıktığı dönemlerde kendi doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse ederek Kemalizmi bitirecek kişi gibi de kendini takdim etmektedir.) Fakat bektaşilik dolar diline. O zamanlar yine hüsnüzan edersiniz, dersiniz ki: "Kurumları var, kapanmasın diye yapmışlardır!"

Ama durmazlar. Böyle tedbir sandığınız bu şeyler; daha sonra o kadar içselleşir ki, artık bir devlet baskısı ve zorlama olmamasına rağmen en büyük Atatürk posterlerini kurumlarının camlarına onlar asarlar. 10 Kasımda, bir büyük şirketin üç kuruşuna tamah edip kocaman "Olmasaydın olmazdık!" ilanını onlar bastırır tam sayfa.

İşte bu da bir 'çok kimlilik' çalışmasıdır. Bu ülkede hem Kemalistlere, Atatürkçülere şirin görünüp onları kazanmak; hem de Bediüzzaman'ın mirasından faydalanmak için geliştirilmiş bir stratejidir bu. Bunun zemini; dersanelere ve ışık evlere Mustafa Kemal'in açıktan eleştirildiği Risaleleri sokmamakla başlar. Mesela Sözler'i, Mektubat'ı, Lem'aları okuyan bir genç, bu camiaya bağlı mekanlarda lahikaları ve Şuaları (hassaten 5. Şua'yı) görmez. Sorduğunda aldığı cevap şudur: "Onlarda siyasete dair şeyler de var. Ondan sokmuyoruz." Bunu bizzat şu satırların müellifi de sorgulamış, cevabını böyle almıştır.

Kemalist rejimle uyum içinde çalışma pahasına Bediüzzaman'ın bir dik duruşundan vazgeçmenin sonucu, nihayetinde yarı Atatürkçü yarı Nurcu; Mustafa Kemal hakkında en çok bilinen Risale metinleri okunduğunda bile "Aman kardeşim, bu bahisleri okumaya ne gerek var? İmanî birşeyler okuyalım!" diyecek kadar tedbirci bir zümredir.

Bu iki karakterli yapıdan izzetli bir duruş beklemezsiniz Kemalist icraatlarda da. Mustafa Kemal'e böyle bir gözle bakan, elbette başörtüsü yasağını da bir şekilde içselleştirir. Yasak resmen kalktığında bile hemen izin vermez, istişare kararı bekletir. Devletin Kürtlere ve Kürtçeye dair baskıcı tutumunu da sorgulamaz, içine (hatta dizilerinin/bültenlerinin ta içine) alır. Hatta barış sürecinde bile bunu omuzundan atamaz, ayak sürer. Mustafa Kemal'in, açıkça dini tezyif ettiği cümleleri gösterildiğinde bile onları duymak istemez. Başını çevirir. "Sistemin içine sızayım!" derken sisteme angaje olmuştur çünkü. Artık bu sağlıksız yapı, düşmanını teşhis edemez. Çünkü yerine geçeyim derken, ona dönüşmüştür.

10 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 4: Şebperestlik

Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin." (Bakara sûresi, 111. ayetten)

İlk kez 28. Mektup’ta görmüştüm o ifadeyi. Bediüzzaman, ‘rüya’ ile ilgili bir bahse girizgâh yaparken onu alıntılamıştı: “Ne şebem ne şebperestem men. Ğulami şemsem, ez şemsi mi gûyem haber...” Manası şöyle veriliyordu aynı sayfanın altında: “Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.” İfade Farsçaydı ve İmam-ı Rabbani’ye (k.s.) aitti. Yani nakşibendiliğin ve tasavvuf mesleğinin güneşi, ekser ulemanın kanaatine göre ‘ikinci bin yılın müceddidi’ olan birisine.

Günlerce düşündüm ben bunu; “Geceye tapmakla rüyanın ne alakası var?” diye. Sonra bir gün, bir sözlükte şebperest kelimesinin tasavvuf içre bir anlamına rastgeldim. Şöyle deniyordu: “f. Geceye, rüyaya ve uykuya fazla kıymet veren...” O zaman anladım ki, ‘şebperest’ mecazi ve eleştirel bir ifadedir. İmam-ı Rabbani gibi hakikat mesleğindeki zatlar, rüyaya düşkün ehl-i zevk ve keşf erbabına bu ifade ile bir eleştiri getirmektedir. Bediüzzaman da yine bu yüzden, rüyaya düşkün gördüğü bir talebesine, ihtarından evvel bunu alıntılamıştır. Ve devamında demiştir:

“(...) kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden, o cüz’î hadise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.” Hem yine devamında demiştir: “Kur’ân ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller.”

Sonrasında okuduğum metinlerde de bu ifadeler aklımda oldu. Gördüm ki, ehl-i hakikat, hangi dalda ihtisas sahibi olursa olsun, o meslek erbabını rüyasını sınamak noktasında uyarmış. “Aman!” demiş. “Dikkat!” demiş. Nasıl bir sınamak bu? Rüyayı Kur’an ve sünnet ölçüleriyle sınamak. Mesela fakihler demişler ki: “Rüya, fıkhın delillerinden değildir.” Örneğin; bir adam, rüyasında “Sen bundan sonra namaz kılma. Senden namazı kaldırdık!” diye birşey işitse, o rüya ile amel etmesi caiz değildir. (Gavs-ı Âzam Hazreti Abdülkadir’in böyle bir menkıbesi bulunur.) Çünkü Kur’an ve sünnetin açık emirleri ve hükümleri vardır. Bu noktada rüya ile fıkıh şekillendirilemez. Ancak Kur’an ve sünnete muhalif olmayan manalarda (rüya-yı sadıka nevinden olduğuna kesin kanaat getirilirse ve tabiri de ehline yaptırılırsa) güzel bir zan olarak ümit edilebilir. Yoksa rüyalardan yeni hükümler çıkarılamaz. Eskileri onunla kaldırılamaz. Hele üzerinde Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ölçüleri işletilmeden “Ben rüyamda böyle gördüm. Bana böyle emredildi. Ben böyle yapacağım!” denilemez.

Diyenler olmamış mı? Olmuş. Fakat onlar da hakikat mesleği erbabınca hep sigaya çekilmişler. Mesela İbn-i Arabî (k.s.) ki, büyük bir velidir; eserlerinde yakazaten kendisine bildirilen hadisleri naklettiğinden, ulema, onun eserleri okunurken dikkatli olunmasını söylemişlerdir. “Hususi, yakazaten kendisine söylenmiş şeyler olabilir. Fakat onlardan ümmete emir çıkarılamaz ve o has sözler genel hükümler için ölçü olamaz!” demişlerdir. Nihayetinde bir müfessir olan zaman göstermiştir ki, onun mesleği, kendisine ve Sadreddin-i Konevi gibi şahıslara hastır. Kendisi hâdi olsa da her meselede ve her zaman mehdi olamayacaktır. Çünkü keşfini, hakikate nazaran daha fazla önemsemiştir. Ümmetin geneline hitap edense hakikat mesleğidir. Belki de bu yüzden İmam-ı Rabbani (k.s.) der:

"Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim." Hem der: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır." Hem yine der: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır." Hem yine der: "Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Yani feraizden taviz verenler, itikadında sapma olanlar ne nakşi mesleğinde ne de hakikat mesleğinde söz sahibi değildirler. İsterlerse havada uçsunlar, ister suda yürüsünler.

Rüya konusunda, Bediüzzaman, sadık rüyaların hakikatini kabul edip onlara dair çok şeyler anlatsa da, külliyatın genelinden anlarsınız ki; rüyaların fazla medar-ı bahs olmasını sevmemektedir. Hatta yıllar önce gördüğü Ağrı dağının parçalanması tasviri ile meşhur rüyasını anlatırken bile orada kendisine “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” diyen kişinin ismini vermez. Mühim birisinin âmirane söylediğini zikredip geçer. Nur talebelerinin o şahsın kim olduğuna dair çok teorileri vardır. Ancak bence Bediüzzaman’ın o ismi vermeyişi yine hikmetli ve sırlıdır. Belki de o isim üzerinden kendisine fazilet atfedilmesine ve rüya üzerinden zatına inkıyad edilmesine sebebiyet vermemek içindir. (Lemaat’taki Meclis-i Nuranî bahsinde de yine meclisteki kişilerin kimler olduğunu yâd etmez.) Dedim ya, o bir hakikat güneşi hâdimidir. Hakikatin, hayalattan fazilet almaya ihtiyacı yoktur. Bu yüzden de lahikalar boyunca kendisine yazan talebelerinin bu tarz nakillerine iltifatı zayıftır. Bazı olur, tek satırla, “Tabiri çıkmış” deyip keser.

Yine manevî keşfiyatını dahi mizana vurduğunu görürsünüz Bediüzzaman’ın. Mesela; “Eski Said, bir hiss-i kablelvuku ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş…” dediği yerde kendi keşfini yorumlamakta yaptığı hatayla yüzleşir. Rahattır her zaman. “Bediüzzaman’ı büyük yapan nedir?” diye bana sorulduğunda vereceğim cevap da hazırdır: “O, kendisinde gördüğü hatalarla yüzleşecek kadar, hayatını ikiye bölüp mazisini mizana vuracak kadar merttir.” Yaptığı hataların arkasını yüz tevil ile toparlamaya çalışmaz. Talebelerini buna çalıştırmaz. Yanlışa yanlış der ve yoluna devam eder. Yine lahikalarda, ebced hesaplarında yaptığı düzeltmeleri kayıt altına aldırmakla bu rahatlığını ortaya koyar.

Şimdi bir kenarda İmam-ı Rabbani gibi, Bediüzzaman gibi hakikat güneşi hâdimleri vardır; diğer yanda rüyacılar. Onları nasıl tanırsınız biliyor musunuz? Fıkıhtan, Kur’an’dan, sünnetten saptıkları her anda, tevbe etmek yerine, yeni bir rüya ortaya çıkarmalarıyla. Şapkadan tavşan çıkarır gibi rüya çıkarırlar onlar. Mesela dersiniz: “Yahu bu Türkçe olimpiyatları ne Kur’an’ın emri, ne sünnette var? Hem asabiyet kokuyor. Neden bu kadar kaynak, insan, zaman buna ayrılıyor? Bu nasıl Kur’an hizmeti? Hem kızlı-erkekli gençlerin gelip şarkı söylediği bu şey, nasıl bir din gayreti?” Daha soru ağzınızdan çıkmadan bir rüya uçup gelir mektuplarla: “Allah Resulü Türkçe olimpiyatlarına gelmiş!” Şap diye ağzınıza rüya tokatını yapıştırırlar. Daha ne fıkhı hatırlarlar, ne sünneti. “Hakikat mesleğinde rüyalara o kadar itimat edilmez” de diyemezsiniz, fıkıhta rüyaların delil sayılmadığını da.

Daha da fenası; ehl-i iman arasında beddualaşmak gibi elim bir hadiseyi masaya yatırırsınız. “Bu yanlış birşeydi. Tamam, bir hatadır oldu. Savunulmasın. Özür dilensin!” Aman, aman! Nasıl böyle birşey söylersiniz? Bu ihtarı yapan bir kardeşime, yine camiadan olan kardeşinin dediği gibi: “O beddua, Allah Resulü’nün rüyada emretmesiyle yapılmıştır. Onun emri olduktan sonra, daha nasıl sorgulanır?”

"Ulan ne iş? Din yeniden rüyalarla mı vahyolunuyor!" diye bağırasınız gelir, ama merhametiniz el vermez. Karşınızdaki bir şebperesttir çünkü. Şebpereste hakikat dersi vermek, deveye hendek atlatmaktan zordur.

Camiadaki (veya Hizmet Hareketindeki) kardeşler arasında bu rüya meselesi enteresan bir revaçtadır. “O rüyasında şunu görmüş. Bu rüyasında falancadan emir almış. Zaten büyüğümüz her gece rüyasında onunla beraber. Falanca abiye rüyasında söylemişler. Yeşil kubbeden geliyor tüm haberler…” böyle garip ve korkutucu bir tarık-ı hayalat (hatta mezheb-i hayalat), kendi fıkhını rüyalar üzerinden ufaktan ufaktan kurgulayarak, gelmeye başlamıştır. Türbana füruat dese de güzel anlaşılır, Mavi Marmara’ya tüm ümmeti küstürmek pahasına çirkin baksa da, mümin bir topluluğa beddua sallasa da...

Doğru ya, haberler rüyalardadır. Strateji gündüzleri değil, geceleri fakslanmaktadır. Daha fazlasına ne gerek vardır? Ve şalter kapatılır. Daha da acibi: Ortaokul çağındaki öğrenciler sınavlara çalışmak için abilerin rahle-i tedrisine ilk diz çöktükleri günden itibaren bu rüya tedrisine de başlarlar. Önce abilerin gördüğü rüyalardan bir girizgâh yapılır. Sonra genç sık sık; “Rüyanda filanı gördün mü? Falanı gördün mü?” sorularına muhatap kılınır... Bu tamamen bir zemin çalışmasıdır aslında. Böyle bir zeminde yetişen çocuk, Kur’an’a, sünnete, fıkha, icmaya, kıyasa bakacağına; abisinin, ablasının rüyalarına bakmaya başlar.

Böylece istedikleri evrilmeyi yaşatabilirler onlara. İstedikleri yeni kimliğe sokabilirler. O çocuk, madem dinî emirleri vahiyden değil, rüyadan çıkaracaktır; her türlü kandırılır. Her pozisyona sokulur. Her kimliğe saptırılır. Bir ‘çok kimliklilik’ eğitimi de buradan verilir böylece. Esneme eğitimi, kıvırma eğitimi, emredildiği anda yer ve yörünge değiştirme eğitimi; rüyaya göre şekillenme eğitimi. Fıkıhla, vahiyle, sünnetle sınanmama, hem sınamama eğitimi. Halbuki yine 28. Mektup’ta İmam-ı Rabbanî (k.s.) ne demektedir: “Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir...” Yani bazen tuzak, ay yüzlü güzellerin yüzünde gülümser. Bazen de şeytan sağdan gelir. Kıyamet kopana kadar bu imtihan bitmez. Güneşi seçen yolundan şaşmaz, geceye tapan önünü görmez. Bu, böyledir.



Bitirirken bir not: Daha Bediüzzaman’ın sağlığında, Nur talebeleri mabeynindeki ilk fikir ayrılığı diyebileceğimiz, Hüsrev abinin Latin alfabesi ile Risale basımına karşı verdiği tepkinin de yine bir rüyadan kaynaklanması, rüya meselesindeki endişemize not olarak eklenmeye değer birşeydir.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 3: Kemiyetin (niceliğin) yükselişi

Bir de, tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az (ve güçsüz) idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!” (Âraf sûresi, 86)

Camia ve onun zihniyet kodları üzerine düşünmeye devam ediyoruz. Madem onlar, çokluklarına güvenerek her yolun üzerine oturdular ve oturdukları her yolu (kamusal/özel her kurumu) tehdit, doğruyu eğri göstermek (cerbeze ve muğalata) gibi şeyler için kullanıyorlar, bozgunculuk yapıyorlar; artık bizim de dilimizin kemiği kırıldı. Yıllardır saklı tuttuğumuz eleştirilerimizi ortaya dökmenin zamanı geldi. Ağzımızı her açtığımızda; "Neyse, hizmetleri de var!" deyip susmamıza neden olan kuvve-i kudsiyeyi arkalarında göremiyoruz artık. Dokunulmazlık kalktı.

Kendi adıma konuşayım: Bundan sonra benden yana atış serbest. Daha beni kimse susturmaya çalışmasın ve susturamaz da. Deneyenin ancak hüznü artar, kalbi kırılır. Çünkü ben bu meseleyi âlem-i İslam'ın bahtına kurulmuş bir kumpasın parçası olarak görüyorum. Bu dakikadan sonra o kumpasın arkasında kimi görsem gırtlağına basacağım. Dostsa, o kendisini sakınsın. Ben sakınamam. Düşmanımla onu ayıramıyorum çünkü. Münafıkane bir fitne var ortada. İçindekiler mümin olsa da, fitnenin ahlakı münafık. Dostu, düşmana karışık.

Madem çokluktan bahisle başladık; o zaman bu yazımızda, 'çok kimlikliliğin' kökenlerinden 'kemiyetin yükselişini' inceleyelim.

Kemiyetin (niceliğin) yükselişi, benim dünyamda, topyekûn ümmetin bir yarasına temas ediyor. Fakat bu yara, camianın yapılanmasına döndüğümüzde daha hazin bir hal alıyor. Zira karşınızdaki yapılanma, Bediüzzaman'ın mesleğinden ve metinlerinden istifadeyle başladığı halde yola, onun tekrar be tekrar altını çizdiği hususu görmezden geliyor: "Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar."

Neden mi bunu söylüyorum? Çünkü içlerinde uzun yıllar bulunmuş ve halen de teması olan birisi olarak şunu net görüyorum: Karşınızdaki kitle, onların tuttukları yola dair ne eleştiri yapsanız, ne argüman üretseniz, bunu Kur'anî zeminde burhanlarla/delillerle değil; kendi sayısının çokluğuyla ve bundan kaynaklı bir haklılıkla bastırmaya çalışıyor. Hatta diğer Nur talebesi ekollerinin sayıca, kurumca, kaynakça, paraca, bilmem daha nelerce azlığını, kendisinin onlardan daha iyi hizmet ettiğine delil sayıyor.

Ne zaman bu noktada biraz üzerlerine gitseniz, kendi çokluklarının asabiyetiyle (evet, apaçık asabiyet bu, bir nevi kavmiyetçilik) konuşmaya başlıyorlar. Hatta bizzat en başındakilerin ağızlarından duyduğumuz; stadyumlar doldurmak, bilmem ne kadar okul/kurum sahibi olmak, bilmem ne kadar bir sermayeyi yönetmek diğer ekoller üzerinde hegomonik bir baskının kurulmasına ve bu baskının sürdürülmesinin haklılığına gerekçe sayılıyor.

Aralarında kurdukları cümleler de bundan farklı değil. Mesela; bir tâbinin ihlası ve hizmetteki fazileti, şahsına dair bir meziyette/kemalde/bilgide değil; hizmete kaç kişi kazandırdığıyla ölçülüyor. Kaç gazete abonesi bulunduğu, kaç burs getirildiği, kaç kurban derisi ve himmet toplandığı, bu gibi şeyler hep aralarında yarışılan şeyler. (Bunlar için fişlemeleri bile var.) Hep kemiyete dair şeyler. Keyfiyet ise, hak getire. Keyfiyet ölüyor zaten bu kadar kemiyet konuşulurken. Daha çok insan kazanma hırsı bir program gibi yükleniyor tâbilere. Fakat şu ıskalanıyor: Böylesine hırsla daha çok insan kazanmak demek, her insana/fikre göre esnemek, o insanlar sayısınca yeni yeni kimlikler kurgulamak demek. Hepsine göre bir dil konuşmak ve biraz hepsine hak vermek demek. Çünkü keyfiyet (nitelik) dik duruşu sağlayan şey, nicelik değil.

Sırf birkaç kişiyi daha kazanabilmek için, birkaç burs daha toplayabilmek için, birkaç abone daha tavlayabilmek için ülkücünün yanında ülkücü, Atatürkçünün yanında Atatürkçü, Alevinin yanında Alevi, liberalin yanında liberal olunuyor. Sonuçsa şu: 5. Şua'nın yazarı Bediüzzaman'ın yolunu takip ederek yola çıkan bir cemaat, en nihayet 10 Kasım'da "Olmasaydın, olmazdık!" ilanı alabilecek esnekliğe ulaşabiliyor. Eskişehir Mahkemesi'nde ölümü pahasına tesettürü savunan Said Nursî'nin "Başörtüsü füruattır!" diyebilecek mirasçıları türeyebiliyor. Bütün bunlar oluyor, evet, daha fazlası da oluyor; siz de "Hizmetleri de var!" avuntusuyla susuyorsunuz.

Halbuki ne size tasladıkları sayısal üstünlükte ne de bunun için esnemelerinde hak var. Çünkü Bediüzzaman bizzat Ene Risalesi'nde söylüyor "Galip olan haklıdır" düsturunun felsefenin haksız bir kaidesi olduğunu. Galibiyetten haklılık çıkaranlar Kur'an'ın yolunu takip etmiyorlar. "Bizim cemaatimiz daha kalabalık akıllım. Çokluğuz biz. Çünkü Allah bizi destekliyor. Doğru yolda olan biziz. Seçilmiş olanlar da biz!" avuntusu, Kur'an mesleğinde beş para anlam ifade etmiyor.

Mesela kıssa-yı Kur'aniye, zahiren kazananlar olarak görünseler bile, hiçbir kâfir güruhunun haklılığını beyan etmiyor. Aksine; zahiren kaybedenler olsalar bile müminleri övüyor. Demiyor; "Akıbet galip gelenlerindir." Diyor; "Akıbet takva sahiplerinindir." Süreci sağ salim atlatmayı öğütlüyor her zaman. Sonuçları elde etmeyi değil. Sonuçlar Onun takdiri çünkü. Hikmetine binaen verir veya vermez. Ama galibiyete göre de akıbet belirlemez. Sen keyfiyetin galibiyetine konsantre ol, kemiyetin galibiyetine aldanma. "Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz."

Ve yine ümmet, galip gelmesine rağmen atanmış Yezid'i haklı bulmuyor, onun arkasında Allah'ın inayet elini görmüyor. Aksine; mağlup olmasına rağmen zahiren, icma elini seçimle gelen Hz. Hüseyin'in bağrına basıyor. "Sen haklıydın ey şerif, fakat sana haksızlık ettiler!" diyor. Çünkü biliyor, bu dava çok kimliklilerin, esneyenlerin, atanmaktan üstünlük devşirenlerin, sayıca çokluklarına güvenerek kazanabilecekleri bir dava değildir. Bu dava öyle bir davadır ki; "Kıymet kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakar talebe, bine mukabildir."

Ve yine ne güzel söylüyor, Eddifa gazetesinde İsa Abdülkadir yıllar önce: "Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. 'Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar' diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar."

Şimdi sen söyle ey camiadaki kardeşim: Kaç milyon olduğun, gazetenin abonesini bilmem kaç yaptığın, kaç okula/kuruma sahip olduğun, kaç lirayı ve kaç kişiyi yönettiğin senin ihlasına delil mi? Buradan bir asabiyet çıkarmak, övünmek, Risale mesleğinde gitmek mi?

Unutma ki, Karun'u da şımartan kendisinden sandığı mal artımıydı. Salebe'yi de şaşırtan koyunlarının sayısıydı. Koyunlarının sayısı artmakla, rızayı kazandın mı sandın? Sınanmazsın mı sandın? Heyhat, sen de Salebe gibisin. Rakamlara güvendin de ümmetle beraber namaz kılmayı bıraktın. Kaç hadise oldu, İslam cemaatini terk ettin. Sırtını döndün, destek vermedin. Siyaset dedin, reel politik dedin, uluslararası dengeler dedin, kimliklerini çoğalttın, esnedin; en sonunda safını bozdun. Bunlar dönüp seni bulmaz mı sandın? Sor bakalım kendine: Şimdi neden bu kadar yalnızsın?

3 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 2: İstiğna mesleğinden uzaklaşma

De ki: Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.” (Sâd sûresi, 86)

Bir önceki yazımda, Risale mesleğinde yaşanan bir sapmanın, yani ‘kurumların kutsallaşmasının’ camiadaki kardeşlerimizin dünyasında ne gibi kırılmalara neden olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bu kırılmalardan bence en büyüğü, yazıda da altını çizdiğim üzere, tek kimlilikten çok kimlikliliğe geçişti. Yani duruşu belli, elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bir müslüman profilinden; çeşitli dengeler ve tedbirler gözetilmek için duruşu belirsizleştirilmiş, bu belirsizlik bir ahlak haline getirilmiş, elinden ve dilinden artık emin olunamayan (dolayısıyla taklitçi) sorunlu bir müslüman profiline geçişti bu. (Bazıları alınsa da böyle söylemeye mecburum. Zaten başımıza ne geldiyse bu idare edelim politikasından geldi.)

Bunu, bireysel, malum ve meşhur günahlar mabeyninde konuşmuyorum; bunlar zaten sınırları belirgin ve kardeşlerimizin de takvalarından emin olduğum noktalardır. Fakat konjonktür içinde, sıkıntılı dönemlerde, bir müslümandan beklenen dik duruşun, maalesef, ‘sonuçlara ulaşmak için süreçte kimi tavizler verilebilir’ mantığıyla içselleştirildiği görüyorum. (Eleştirilerim de doğal olarak bu yöne dairdir ve yalnızca camiaya dair değildir. Fakat konjonktür onları merkeze almamı gerektiriyor.)

Evet, kurumların kutsallaştırılması çerçevesinde, aracın amaç haline gelmesi ve araç için amaçtan tavizler verilmesi noktasında sorunu anlattım. Şimdi de başka bir eksen kaymasından hareketle anlatacağım: Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinden’ uzaklaşılması.

Peki, istiğna mesleği ne demek? Bunu, isterseniz külliyattan bir bölüm okuyarak anlayalım: “Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın.”

Bediüzzaman’ın hayatını okuyanlar bilirler ki; kendisi sadaka ve zekat türünden yardımları kabul etmediği gibi, talebelerinin almasına da razı olmamıştır. Bunu yaparken gözettiği hassasiyetin, aslında yukarıda altını çizdiği ‘ihlas’ meselesiyle alakalı olduğu kadar, öncesinde zikrettiği ‘dünyaya alet etmemek’ ile de alakalı olduğunu düşünüyorum. Zira her kim ki, birilerinden yardım alıyor veyahut kendini böylesi yardımlar toplamaya mecbur biliyor; o zaman giderek daha fazla bükülmeye, alet olmaya mecbur oluyor. Bence Bediüzzaman, biraz da bu bükülmenin yaşanmaması, ihlastan taviz verilmemesi için kendisi ve talebeleri adına böyle bir ‘istiğna mesleğini’ oluşturmaya çalışıyor.

Kendim de yıllarca devam ettiğimden bilirim: Bir camia takipçisinin, klasik Nur talebesinden en büyük nüansı; himmet toplamak konusundaki gayretidir. Ben, iki kimlik arasındaki en keskin geçişin bu noktada olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta ihlasına zarar gelmesin diye insanlardan dünyevi birşey talep etmeyen Bediüzzaman ve onun öğretisinden alınan ders vardır; diğer tarafta ise, iyi bir niyetle dahi olsa, camiası adına daha çok şeye sahip olmak, daha çok kişiyi kazanmak, daha çok kişiye hizmet vermek adına himmet toplantıları düzenleyenler, kurban derisi toplamaya çalışanlar, gazetelerine veya dergilerine sürekli abone bulma yarışı içine girenler vardır. Bunların tamamen yanlış olduğunu söylemiyorum. Sadece Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinde’ gözetilmesi gereken dengelerin yeterince gözetilmediğini ve bu yüzden kimlik kırılmalarının kaçınılmaz olduğunu belirtmek istiyorum.

“Bu neden bükülmeye sebep olsun ki?” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama o gençlerden istenen maalesef süreç boyunca izzetli bir duruş değil, bilakis sonuç. Verilen limitler de var mesela onlara: “Şu kadar kurban derisi toplayacaksınız, bundan aşağısı olmasın!” veya “Şu kadar abone bulacaksınız, bundan geride kalmayın!” şeklinde. Böyle limitleri doldurmak zorunda kalan insanların bükülmesi, istekte bulundukları insanlar karşısında kimliklerinden taviz vermek zorunda kalması kaçınılmazdır. Çünkü, hadisin ihbarıyla, veren elin alan elden psikolojik/sosyolojik üstün bir tarafı mutlaka vardır. Ancak anlattığınız şey karşısında insanlardan birşey istememelisiniz ki; bu, davanızı bükmek zorunda kalmayışınızı netice versin. Peygamberlerin, Kur’an’da geçen ahlakı budur.

Bir zamanlar faize karşı en hassas kesimi oluşturduklarını düşündüğüm camianın bugün gazetelerine tam sayfa banka reklamı alabilmesi; bir zamanlar margarin yemekten tâbilerini neredeyse men eden aynı grubun bugün böylesi ürünlerin reklamlarından hiç kaçmaması; bir zamanlar tesettür meselesine en hassas tavırları sergilediğini düşündüğüm aynı insanların bugün kanallarında epey bir bu takvayı aşmış olmaları; bir zamanlar, Mustafa Kemal karşısında duruşu gayet net olan Bediüzzaman’ı takip ediyor olduklarını söyledikleri halde, gazetelerine 10 Kasım’da “Olmasaydın olmazdık!” ilanı alacak kadar enteresan şeyler yapmaları sanıyorum bükülme ile kastettiğimi anlatmaya yeter.

Artık faize karşı iki duruşu olan, helal gıda konusunda iki duruşu olan, tesettür meselesinde iki duruşu olan, darbeler konusunda iki duruşu olan, Mustafa Kemal konusunda iki duruşu olan, yani ‘çok kimlikli’ bir hale yolculuktur onlarınki. Kimlikleri çok olduğundan kullanılmaları da kolaylaşır. Yukarından gelen her yeni pozisyon bildirimine göre, bir kimliği bırakıp diğerine geçebilirler. Nitekim, elinden ve dilinden emin olunamamakla kastettiğim de budur. İdeolojinin belirsizleşmesi, davanın ilkesel değil taklitsel ve taktiksel olması; liderciliği doğurur. Liderin aldığı pozisyona göre pozisyon almak, herhalde Bediüzzaman’ın ‘birer Said olmasını’ istemekle Nur talebelerinden beklediği şey değildir. Çünkü oluşan şey, dört elif, yani 1111 değil, 1000’dir. Baştaki bir de sıfırlayınca, kaç haneli olursa olsun, sıfıra karşılık gelen bir rakam, ancak o kadar...

1 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 1: Kurumların kutsallaşması...

"(...) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer." Bediüzzaman Said Nursî

Erdoğan, Hocaefendi'nin, bir din âlimi olarak siyasetin içindeki garip pozisyonunu eleştirmek için şu hadis-i şerifi seçti: "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir." Kendisi mi seçti, yoksa bilen birisinden tavsiye mi aldı, bilinmez; ama bence yapılabilecek en sağlam seçim de buydu. Zira hakikaten 'ideal mümin karakteri' ile 'camianın temsil ettiği mümin tipi' arasında, tam da hadisin altını çizdiği tarzda, bir uyum problemi var. Bir tarafta 'tek kimliklilik' diye tesmiye edeceğim 'belirgin bir duruş' beklenirken müminlerden; diğer tarafta, emredildiği anda pozisyon değiştirmeye eğimli/eğitimli ve değiştirdiği her pozisyonda da fanatiklik derecesine çıkabilen bir mümin tipi var. Buna da yazı içinde, olumsuz bir mana yükleyerek, 'çok kimliklilik' diyeceğim.

Öncelikle; bu problemin kökenlerine gidelim istiyorum. Çünkü bu kökenler, bir müminin böylesi esnemeli bir duruşu nasıl içselleştirdiğinin açıklamasını da içeriyor. Bence bunlardan birincisi; bir manevî öğreti olan İslam'ın 'kurumların/maddenin İslam'ına' dönüşmesi problemi. Yani İslam'ın daha iyi öğretilmesi amacıyla kurulanların, daha sonra gerektiğinde onlar için İslam'dan fedakârlık yapılabilecek değerde kutsallaştırılması.

Bu, sadece camianın değil; bu tarz kurumsallaşmaya, yani bir nevi dünyevileşmeye kendini mecbur bilmiş bütün cemaatlerin problemi. Tebliğ kalitesini, takipçilerinin sayısında arayan her cemaat, bu imtihanla karşı karşıya. Hizmet Hareketi ise sürecin en çok mağduriyetini yaşayanlardan. Hareketin, daha geniş kitlelere ulaşmak adına daha çok kurum sahibi olmaya, abone sayısı arttırmaya, kalabalıklar toplamaya kendini mecbur bilmesi ve bunu tek başarı ölçüsü gibi ufkuna asması, daha sonra bu kurumların tehlikeye düştüğü dönemlerde onlar adına temel öğretilerinden taviz vermesi sonucunu doğuruyor.

Bunu en çok darbe dönemlerinde en üst düzeyde verdikleri beyanatlarda görüyoruz. (Gerçi kendi içlerinde; "Abiler yaptıysa bir bildikleri vardır" şeklinde anlamlandırıyorlar, fakat yine de bu duruşlarının camianın tarihsel kimliğine çizikler olarak kaydedildiği muhakkak. Hafızası sağlam olanlar bunları unutmuyor.)

Kurumların kutsallaşmasıyla gelen bükülmeler, o kurumların sayısı ve dünya coğrafyasına dağılımıyla da yakından ilintili. Örneğin; eğer dünyanın dörtbir yanında kurumları olan bir hareketseniz, o vakit, küresel gücü elinde bulunduran lobileri de karşınıza almaya cesaret edemezsiniz. Çünkü onlardan her biri, bir kere parmağını şıklatınca ondan, yirmiden fazla okulunuzun, kurumunuzun kapanmasını sağlayabilir. (Yakın örneğini Rusya'da yaşadık.)

Hal böyle olunca, gözetmeniz gereken denge miktarı da artıyor. Yalnızca kendi hükümetinizin suyuna gitmek zorunda kalmıyorsunuz; dünyanın güç odaklarının da dümenine uygun hareket etmek, en azından öfkelerini çekmekten çekinir hale gelmek sizde bir tabiat haline geliyor. Bunun da örneklerini, Mavi Marmara olayı ile münasebettar beyanlarda gördük. Farklı örnekleri de var, ama yazıyı uzatacaktır. Yalnız şu kadarına işaret edeyim: Camiaya bağlı medya organlarından, birkaç yıldır yoğun bir şekilde, Türkiye'nin dış siyaseti hakkında yapılan eleştirilerin bununla bağlantılı olduğu kanaatindeyim.

Birkaç kökene daha işaret edecektim, ama yazı uzuyor. Diğerlerini erteleyerek çok kimliklilik dediğim soruna geçeyim: Çok kimliklilik, camianın bu uluslararası ve ulusal bazda denge siyasetinin bir parçası veya sonucu bence. Yani camia, kendisini o kadar çok başlık altında sunuyor ki; tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. Teşhis edilemediğinden, engel de olunamıyor. (Not: Vaktiyle NT'ler de her ilde farklı isimlerde açılırlardı ki, teşhis edilemesinler. Dersaneleri de yine böyle bir sistemde, her bölgede farklı isimdedir.) Hatta bu durum ulusal bazda son yıllarda 'isimlendirmeler' boyutuna da sıçramış durumda. Gerek Ekrem Dumanlı'nın cemaati yeterli görmeyerek koyduğu camia ismi, gerek Hüseyin Gülerce'nin bunu da yeterli görmeyerek koyduğu Hizmet Hareketi ismi, camianın ilk kullandığı isimler değil. Daha evvel de Gülen Hareketi, Gönüllüler Hareketi, Sevgi Hareketi vs. şeklinde birçok isim belirlemişlerdi. Ve dönem dönem bunları kullandılar.

Bunun yanısıra bu isim merkezli tartışmalar esnasında, bunların arkaplanında ne oldukları üzerine de birçok tartışma oldu. Hüseyin Gülerce, bir yazısında kendilerini 'insanî bir hareket' olarak tarif ettiği halde, daha sonra eleştirileri 'dinî bir harekete bu tarz eleştiriler yapılmaması gerektiği' şeklinde uyarılar yaparak absorbe etti. Yine dönem dönem camia içinde yazarlardan bir kısmı, kendilerini dinî ve siyasetsiz bir hareket olarak tarif ederken, diğer bir kısmı sivil toplum örgütü olduklarını ve bu nedenle siyasete karışmaya hakları olduğunu söyledi.

Tabanda da camianın duruşu kararsız. Kendisini Bediüzzaman takipçisi Nur talebesi olarak gören de var, (geçen bir okurumun yaptığı gibi) "Nurcu olmak zorunda mıyız?" diye itiraz eden de. Ülkücü olan da var, liberalliğe yakın olan da. Bunlar elbette bir açıdan zenginlik, fakat kötü olan şu: Bunların tamamı fili tarif eden adamlar gibi, camianın tamamının böyle olduğunu ve asıl ideolojilerinin bu olduğunu düşünüyor. Anadolu'da bir ev imamı kendilerini emperyalizmin düşmanı ve âlem-i İslam'ın esaretten kurtulmasına vesile olarak görürken, daha üst kesimden birisi Amerikan ruhanileriyle ittifak halinde bir İslam hareketi olduklarını söylüyor. Daha başka bir yerde sadece bir sevgi hareketi oldukları konuşuluyor. Daha başka bir yerde daha başka...

Tam bir belirsizlik. Tam bir elinden ve dilinden emin olamama hali. Eğer her cemaatin bir şahs-ı manevisi varsa, ki vardır; bu cemaatin şahs-ı manevisinin gerçekten eli, dili, aklı başka başka şeyler söyleyip duruyor.

Bir noktadan sonra bu durum içselleştiriliyor da. Camianın her bireyi, kendilerine kim gülücük gösterse (İslam'a verdiği zararları unutup) ona muhabbet gösterecek, hatta elinde şefaat hakkı olsa, ona şefaaat edecek bir şekle geliyor. İki yıl önce muhabbetinden duvarları yıktıkları, oy sandıklarının başında nöbet tuttukları bir iktidarı, sırf bir kurumlarına zarar veriyor diye âlem-i İslam'a faydalarını ayaklarının altına alarak Firavun, Karun ilan edebiliyor. Bütün bunlar işte benim kasettiğim çok kimliklilik probleminin içinde. Gülen Hareketinin, camianın, cemaatin, Hizmet Hareketinin, Gönüllüler Hareketinin veya artık ismi her neyse, o hareketin ne olduğunu tam olarak tâbileri de bilmiyorlar. O kadar çok farklı dil, metot ve beyan var ki; akıllarına mukayyet olmalarının tek yolu, bölge abisi/imamı ne derse onu yapmak. Kendi şalterlerini kapamak.

Örneğin; bir Allahın kulu sormuyor, 80'lerde Batıyı sokmadığı çukur olmayan, kitaplarında ağır Batı eleştirisi yapan Hocaefendi; 90'larda neden hiç Batı eleştirisi yapmıyor? Neden birden diyalog coşkusu geçiriyor? Hükümetin 2000'lerdeki açılım gündemi oluşuncaya kadar Kürtlerin haklarına dair, Kürtçenin meşruiyetine dair tek beyanını duymadığım Hocaefendi, neden birden bütün eserlerini Kürtçeye çevirmeye başlıyor? Hatta mazide cemevlerinin varlığına çok da sıcak bakmadıklarını bildiğim camia, neden şimdi cami ve cemevi projesini gündeme getiren oluyor? Bu evrilmeler, kırılmalar, değişmelerin bir ilkesel açıklaması var mı?

Ben camiayı bu yönüyle en çok matruşkaya benzetiyorum. Her katmanda sizi farklı bir yüzle karşılayan bir matruşkaya. Fakat bu, kesinlikle bir dinî cemaatin (eğer hâlâ öylelerse) ilkeli duruşunun örneği değil. Bu duruş, daha çok siyasi bir hareketin hareket tarzı. Onlarda görsek, tasvip etmesek de, yadırgamayız. Onlardan müttakilik beklemiyoruz zaten. Ama camiada görünce yadırgıyoruz. Başbakan da bu yüzden yadırgıyor. Sık sık siyasi içerikli demeçler veren, ülkesinin başbakanıyla siyasi bir lider gibi polemiğe giren, yolsuzluk operasyonunun tarafıymış gibi savaşan, kimin kaseti çıksa mutlaka dönüp dolaşıp mevzu ona da uzanan bir din âlimi. Kabul edelim, biz böyle âlimler görmeye alışık değiliz. (Not: Bu çok kimlilik sorununu birkaç yazıda daha teşhis etmeye çalışacağım. Bunu bir başlangıç kabul edin.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...