Barla Lahikası'ndan...
Kur'an, beşerin sorularını cevaplamak için değil yalnız, 'sorularını arttırmak' için de nâzil olmuştur.[1] Evet, Kur'an, bir öğretmendir; ama talebesinin sorularına kilitlenen ve yalnızca onlara cevap veren bir öğretmen değildir. Aynı zamanda muhatabına yeni yeni sorular öğreten ve bu sorular eşliğinde arayışa zorlayandır. Sûre-i celileler içinde sıklıkla geçen; (...) sormazlar mı, '(...) bakmazlar mı, (...) görmezler mi, (...) akletmez misiniz, (...) hiç düşünmez misiniz?' tarzı ifadeler (daha niceleri) ve öncesinde zikredilen varlığın parçaları, aslında insanın mevcut sorularının ne kadar yetersiz olduğunu da ihtar eder bizlere.
"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez..."
Hiç bitmeyecek olanı hep okumak; ancak sürekli soran, arayan ve doymayan kafalarla/kalplerle mümkündür. İnşaallah, cennetteki sonsuz hayat da, ancak soruları bitmeyen bir kafayla/kalple yaşanabilir. Bu yüzden, marifet-i ilahi ile kul arasındaki ilişkiyi kimileri 'aşk' kelimesi ekseninde anlatmayı sevse de; ben, 'açlık' demeyi tercih ederim. Çünkü aşka, aklımın tutarlı elleriyle dokunamam, gözleriyle göremem, soyut bir iddia gibi gelir bana. Ama Ona (c.c.) açlığımın her yanı somut, her yanı aklîdir. Soruları olanın açlığı geçmez. Açlığı geçmeyenin de muhtaçlığı bitmez. İlk şahidi benim.
Eleştiri sayılmasın, kendi hissiyatımı yazıyorum. Allah'a âşık olduğunu söyleyenin bu iddiasını tebrik etmekle birlikte; nedense aynı cümleyi bağrım yanarak, açık açık, hatta gizlisini bile, büyüklük taslamadan söyleyemem ben. Ona âşık olmanın, her nedense, insanın kendisinde de bir hüner iddiası (Fuzulî'nin ifadesiyle âşıklık istidadı) olduğunu düşünürüm. Herkes Allaha âşık mı? Elbette değil. O zaman burada 'olabilenler' ve 'olamayanlar' var. Bir hiyerarşi var, bir altlık/üstlük var sanki. Ben o kelimeyi, benim kalbimin kirinden belki, böyle bir çağrışımı da yaptığından ötürü kullanamam. Âl-i İmran'daki 'yapmadıkları ile övülmek isteyenler' ifadesi titretir beni. Yalan söylermişim gibi gelir.
Ama Allah'a aç mıyım? Evet, hem de nasıl! Hem de deliler gibi! Hem de sırılsıklam! Bu benim şerefim. Övündüğüm tek şeyim. Ve bunda yalnız da değilim. Bütün varlık benim kadar aç ve muhtaçtır Ona. Burada bir hiyerarşi yok. Bir altlık/üstlük mümkün değil. Zerreler ve güneşler eşit bu terazide: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir..." Kimse kimseye; "Ben senden daha çok/az açım!" deyip hava atamaz. Demek bir ayrıcalık, bir ayrı hüner değil. Açlık bizi eşitleyen birşey. İsm-i Kayyum'un gölgesi altında, bir an kudret elini çekse, yokluğa gidecek, kıyameti kopacak eşitleriz biz. Ne bahtiyar dilencileriz biz!
Hem bu açlık bahsi, beni nedense Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğine de götürüyor. Bunlardan ilk ikisi, acz ve fakr yani, benim bu açlık dediğim şeyin iki tarafı gibi bence. Aşktan alınan bir şevk değil, açlıktan alınan bir şevkle Allahı anma, arama, okuma ve anlamaya çalışma.
Anlatma, biraz daha şefkate dahil. Kendi aklının/kalbinin karnını doyuran, yanıbaşında başka açları farketse, içindekini saklayabilir mi? Şefkat, tebliğcinin gayret merkezi bu yüzden. Allah Resulünün vahiyle övülen meziyeti: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."
Demek, bu arayış yalnız bizim sorularımızdan da beslenmiyor. Başkalarının soruları da bizi şefkat damarıyla arayışa itiyor. Ortak bir dua belki, beraber edilen. Bizi sıkıntıya düşüren, Efendimizi de (a.s.m.) sıkıntıya düşürmüş ki, böylesi sorularımız için göğe başını kaldırmış. Vahye muntazır, beklemiş. Yalnız kendi soruları için değil, tüm ümmetin sorunları için beklemiş. Şefkati olmayan, cahilin sorusunu da, sorununu da önemsemez. Nitekim, Mesnevi-yi Nuriye'de, ayna ve mürşid örneklemesinde şöyle denmez mi:
"İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. (...) Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur."
Hz. Âdem'in talim-i esma kıssasında meleklerin itaatkâr tavrını, iblisin isyanını biraz bu açlığa bağlarım ben. Neden mi? Bakara sûresindeki ilgili ayetlerde meleklerin de önceleri "Kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek Cenab-ı Hakkın hikmetini sual ettikleri anlatılır. Yani meleklerin bir soruları (dolayısıyla açlıkları) ve buna mukabil talim-i esma ile aldıkları bir ders vardır. Onlar bu açlıkla ve soruyla baktıkları için olaya, hakikat kendilerine öğretildiğinde, açlıkları gider ve secde ederler. Fakat iblisin öncesinde de, sonrasında da Hz. Âdem'in yaratılışına dair 'acaba'sı yoktur. Acaba'sı olmayanın açlığı yoktur. Hiyerarşi de kendi yerinden emindir. Ve Hz. Âdem elbette bunu bozamayacaktır ona göre.[2]
"Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."
Bediüzzaman, talim-i esma meselesini İşaratü'l-İ'caz'da tefsir ederden şöyle birşeyin altını çiziyor:
"(...) talim-i esma meselesi, ya Hazret-i Âdem Aleyhisselamın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir."
20. Söz'de de aynı mesele hakkında şunları söylüyor:
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Şimdi sen söyle arkadaşım: İnsanlığın kemalat yolculuğunu, yani gelişimini en çok engelleyen yine bu 'sorusuzluğu' değil midir? Tasavvufta da nefsin yedi aşamalı yolculuğunun ilk aşaması emmare'den levvameye geçiş, yani mevcut hali sorgulamaya başlamak değil midir? Sorusu olmayanın cevapları bulduğuna şahit oldun mu sen hiç? Demek o kadar döndük dolaştık, İbn-i Arabî (k.s.) o sözüne geldik yine: "Her arayan bulamaz ama, bulanlar ancak arayanlardır." Aramaktan üşenme arkadaşım. Hem de korkma: Âşık değilsin belki amma; eğer soruyorsan, aç olduğun kesin.
[1] Böyle bir tahlil, tasnif yapılmış mı bilmiyorum. Kur'an'da kaç soru cümlesi vardır acaba? Google arattım, soranı gördüm de cevaplayanı bulamadım. Sorduklarımdan da cevap alamadım. Ama şöyle bir meal karıştıran herkes bilir ki, bir hayli fazla.
[2] İblisin, meleklerin öğretmeni olduğu meselesi; kaynağı sahih midir bilmiyorum ama, burada bana şöyle bir ihtarı yapıyor: Melekler hep öğrenciydi, hep açlardı marifete. Ama öğrenciliğini unutan öğretmen, açlığını da yitirdi.
Kur'an, beşerin sorularını cevaplamak için değil yalnız, 'sorularını arttırmak' için de nâzil olmuştur.[1] Evet, Kur'an, bir öğretmendir; ama talebesinin sorularına kilitlenen ve yalnızca onlara cevap veren bir öğretmen değildir. Aynı zamanda muhatabına yeni yeni sorular öğreten ve bu sorular eşliğinde arayışa zorlayandır. Sûre-i celileler içinde sıklıkla geçen; (...) sormazlar mı, '(...) bakmazlar mı, (...) görmezler mi, (...) akletmez misiniz, (...) hiç düşünmez misiniz?' tarzı ifadeler (daha niceleri) ve öncesinde zikredilen varlığın parçaları, aslında insanın mevcut sorularının ne kadar yetersiz olduğunu da ihtar eder bizlere.
"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez..."
Hiç bitmeyecek olanı hep okumak; ancak sürekli soran, arayan ve doymayan kafalarla/kalplerle mümkündür. İnşaallah, cennetteki sonsuz hayat da, ancak soruları bitmeyen bir kafayla/kalple yaşanabilir. Bu yüzden, marifet-i ilahi ile kul arasındaki ilişkiyi kimileri 'aşk' kelimesi ekseninde anlatmayı sevse de; ben, 'açlık' demeyi tercih ederim. Çünkü aşka, aklımın tutarlı elleriyle dokunamam, gözleriyle göremem, soyut bir iddia gibi gelir bana. Ama Ona (c.c.) açlığımın her yanı somut, her yanı aklîdir. Soruları olanın açlığı geçmez. Açlığı geçmeyenin de muhtaçlığı bitmez. İlk şahidi benim.
Eleştiri sayılmasın, kendi hissiyatımı yazıyorum. Allah'a âşık olduğunu söyleyenin bu iddiasını tebrik etmekle birlikte; nedense aynı cümleyi bağrım yanarak, açık açık, hatta gizlisini bile, büyüklük taslamadan söyleyemem ben. Ona âşık olmanın, her nedense, insanın kendisinde de bir hüner iddiası (Fuzulî'nin ifadesiyle âşıklık istidadı) olduğunu düşünürüm. Herkes Allaha âşık mı? Elbette değil. O zaman burada 'olabilenler' ve 'olamayanlar' var. Bir hiyerarşi var, bir altlık/üstlük var sanki. Ben o kelimeyi, benim kalbimin kirinden belki, böyle bir çağrışımı da yaptığından ötürü kullanamam. Âl-i İmran'daki 'yapmadıkları ile övülmek isteyenler' ifadesi titretir beni. Yalan söylermişim gibi gelir.
Ama Allah'a aç mıyım? Evet, hem de nasıl! Hem de deliler gibi! Hem de sırılsıklam! Bu benim şerefim. Övündüğüm tek şeyim. Ve bunda yalnız da değilim. Bütün varlık benim kadar aç ve muhtaçtır Ona. Burada bir hiyerarşi yok. Bir altlık/üstlük mümkün değil. Zerreler ve güneşler eşit bu terazide: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir..." Kimse kimseye; "Ben senden daha çok/az açım!" deyip hava atamaz. Demek bir ayrıcalık, bir ayrı hüner değil. Açlık bizi eşitleyen birşey. İsm-i Kayyum'un gölgesi altında, bir an kudret elini çekse, yokluğa gidecek, kıyameti kopacak eşitleriz biz. Ne bahtiyar dilencileriz biz!
Hem bu açlık bahsi, beni nedense Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğine de götürüyor. Bunlardan ilk ikisi, acz ve fakr yani, benim bu açlık dediğim şeyin iki tarafı gibi bence. Aşktan alınan bir şevk değil, açlıktan alınan bir şevkle Allahı anma, arama, okuma ve anlamaya çalışma.
Anlatma, biraz daha şefkate dahil. Kendi aklının/kalbinin karnını doyuran, yanıbaşında başka açları farketse, içindekini saklayabilir mi? Şefkat, tebliğcinin gayret merkezi bu yüzden. Allah Resulünün vahiyle övülen meziyeti: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."
Demek, bu arayış yalnız bizim sorularımızdan da beslenmiyor. Başkalarının soruları da bizi şefkat damarıyla arayışa itiyor. Ortak bir dua belki, beraber edilen. Bizi sıkıntıya düşüren, Efendimizi de (a.s.m.) sıkıntıya düşürmüş ki, böylesi sorularımız için göğe başını kaldırmış. Vahye muntazır, beklemiş. Yalnız kendi soruları için değil, tüm ümmetin sorunları için beklemiş. Şefkati olmayan, cahilin sorusunu da, sorununu da önemsemez. Nitekim, Mesnevi-yi Nuriye'de, ayna ve mürşid örneklemesinde şöyle denmez mi:
"İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. (...) Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur."
Hz. Âdem'in talim-i esma kıssasında meleklerin itaatkâr tavrını, iblisin isyanını biraz bu açlığa bağlarım ben. Neden mi? Bakara sûresindeki ilgili ayetlerde meleklerin de önceleri "Kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek Cenab-ı Hakkın hikmetini sual ettikleri anlatılır. Yani meleklerin bir soruları (dolayısıyla açlıkları) ve buna mukabil talim-i esma ile aldıkları bir ders vardır. Onlar bu açlıkla ve soruyla baktıkları için olaya, hakikat kendilerine öğretildiğinde, açlıkları gider ve secde ederler. Fakat iblisin öncesinde de, sonrasında da Hz. Âdem'in yaratılışına dair 'acaba'sı yoktur. Acaba'sı olmayanın açlığı yoktur. Hiyerarşi de kendi yerinden emindir. Ve Hz. Âdem elbette bunu bozamayacaktır ona göre.[2]
"Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."
Bediüzzaman, talim-i esma meselesini İşaratü'l-İ'caz'da tefsir ederden şöyle birşeyin altını çiziyor:
"(...) talim-i esma meselesi, ya Hazret-i Âdem Aleyhisselamın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir."
20. Söz'de de aynı mesele hakkında şunları söylüyor:
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Şimdi sen söyle arkadaşım: İnsanlığın kemalat yolculuğunu, yani gelişimini en çok engelleyen yine bu 'sorusuzluğu' değil midir? Tasavvufta da nefsin yedi aşamalı yolculuğunun ilk aşaması emmare'den levvameye geçiş, yani mevcut hali sorgulamaya başlamak değil midir? Sorusu olmayanın cevapları bulduğuna şahit oldun mu sen hiç? Demek o kadar döndük dolaştık, İbn-i Arabî (k.s.) o sözüne geldik yine: "Her arayan bulamaz ama, bulanlar ancak arayanlardır." Aramaktan üşenme arkadaşım. Hem de korkma: Âşık değilsin belki amma; eğer soruyorsan, aç olduğun kesin.
[1] Böyle bir tahlil, tasnif yapılmış mı bilmiyorum. Kur'an'da kaç soru cümlesi vardır acaba? Google arattım, soranı gördüm de cevaplayanı bulamadım. Sorduklarımdan da cevap alamadım. Ama şöyle bir meal karıştıran herkes bilir ki, bir hayli fazla.
[2] İblisin, meleklerin öğretmeni olduğu meselesi; kaynağı sahih midir bilmiyorum ama, burada bana şöyle bir ihtarı yapıyor: Melekler hep öğrenciydi, hep açlardı marifete. Ama öğrenciliğini unutan öğretmen, açlığını da yitirdi.