25 Haziran 2014 Çarşamba

Alçaksınız!

Benim Fırıncı abiyi tanımam 2002 senesine rastlar. Nesil Yayınları'nın sevkiyatında çalışmaya başlamıştım aynı yıl ve aynı yıl Risalelerle yeniden tanışmıştım. Nurtaşı diye bilinen medreseye derse davet etmişlerdi beni. (Gitmek için davet gerekmediğini sonraları öğrendim.) Bir çarşamba günüydü. İlk kez böylesi kalabalık bir derse katılıyordum. Kapının yanında boş bulabildiğim bir yere oturdum. Dersi yapan Fırıncı abiydi. Daha doğrusu, yapanlardan birisiydi. Beni görür görmez yeni birisi olduğumu anladı. Ben de kendisini ilk kez görüyordum.

Ders bitti, ara verildi. O yaşlı adam, ta oturduğu yerden kalkıp üşenmeden benim yanıma kadar geldi. Ayağa kalkmama fırsat vermeden omuzuma bastırdı; yanıma diz çöktü, oturdu. "Hoşgeldin kardeşim, isminiz ne? Nesil'de mi başladın? Maşaallah. Biz de burada Üstadımızın eserlerini anlamaya çalışıyoruz beraber..." Bir hoşsohbet. Yüzü hep mütebessim. Benim Fırıncı abiyle tanışıklığım ta o zamanlardan kalma. İlk bu haliyle gördüm onu. Hep tatlı hatıralarım. Ama kime sorsanız onu böyle tarif eder sanırım: Cisme bürünmüş tevazu. Tarif edene göre cümleler değişse de içinde kesinlikle bu kelime geçecektir: Tevazu.

Kime sorsanız, dokunsanız onunla hatırası böyledir. Çocukla çocuk olan, elini kimseye öptürmeyen, önünde eğilen olursa ondan daha çok eğilen bir güzel insan. Bir seminere, derse, herhangi bir toplantıya geç kaldığında, kapıdan girdiği an, o civarda bir yere (genelde yere) oturmaya çalışan, kaldırılmaya çalışıldığında baskılara karşı direnen, 'afedersiniz, özür dilerim' gibi ifadeleri dilinden hiç düşürmeyen bir pir-i fani. Anlıyorsun yakîn ile: Bu alçakgönüllülük onda yapmacık değil. Damarlarına kadar işlemiş bir hal gibi. İkinci bir fikir geçmiyor sanki kafasından. "Böyle yapma abi" desen herhalde şöyle cevap verecek: "Başka türlü yapmanın imkanı var mı?"

Şimdi, bugün, Rotahaber'daki alçaklığa şahit olunca, öfkemiz daha bir şiddetli oluyor bu yüzden. Nasıl olmasın ki? Erdoğan'la el sıkışması esnasında eğilmesini 'elini öpmeye çalışmak' olarak lanse eden bu pisliklerin belli ki çektiklerin otun şiddetinden kafaları iyice döndü, ölçülerini de iyice yitirdiler. Sanrılar görmeye başladılar. Başta o sitenin sahibi Ünal Tanık olmak üzere, orada Fırıncı abiyle hukuku olan bütün zevat bilir ki; Fırıncı abi, elini sıkan herkese karşı eğilir. Biraz sırtındaki rahatsızlıktan, biraz tevazu 'ahlakı' olduğundan. Eğilir. Herkese karşı yapar bunu. Onunla muhatap olanlar her defasında şahit olurlar buna.

Fakat gelin görün ki; bu paralel fitneciler, bu haşhaşiler, bu ne olduğu belirsiz şer odakları böyle bir hadiseyi bile, sırf işlerine gelmediği için, 'Fırıncı abinin Erdoğan'ın elini öpmeye çalışması' olarak göstermeyi deneyebiliyorlar. Böyle bir iftirayı utanmadan, sıkılmadan atabiliyorlar! Ne diyelim: Beter olsunlar. Daha da beter olsunlar. Erdoğan'ın onlara yaptığı az bile. Ezsin geçsin şunları. Tozlarını bile bırakmasın yeryüzünde. Bırakmasın ki, böyle hainlikler etmesinler. Bugün Fırıncı abinin tevazusunu 'el öpmeye çalışmak' olarak çarpıtanlar; yarın gizli kamera da koyar, şantaj da yaparlar ve hatta yapmışlar zaten. Çünkü alçaklık onların kanında vardır. Allah'tan bizi tez zamanda bu alçaklardan kurtarmasını niyaz ediyoruz. Amin.



24 Haziran 2014 Salı

Ramazan nasıl Kur'an ayıdır?

Şunu böyle anlıyorsak yanlış anlıyoruz: Bediüzzaman'ın, Ramazan Risalesi'ne "O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân, o ayda indirilmiştir..." ayetini zikrederek başlaması, sırf içinde 'Ramazan' kelimesi geçtiğinden ötürü değil. Aslında Ramazan Risalesi'nin tamamı bu ayetin tefsiri. Bediüzzaman, kanaatimce, bir ayeti tefsir ettiği zaman, lafızlarının evvelemirde okuttuğunu/anlattığını aktarmakla yetinmiyor. Tefekkür edilen ayetin verebileceği bakış açılarını/açılımları da kullanarak yapıyor tefsirini. Örneğin: Bu ayet-i kerimede, ilk göze çarpan şekilde, meziyetleri sayılan şey aslında Kur'an iken ve Ramazan sadece onun nazil olduğu zaman olarak zikredilirken, Bediüzzaman'ın tefsiri hiç de böyle durmuyor.

Nasıl oluyor bu? Bediüzzaman ayette geçmeyen(!) bu kadar anlamı nasıl çıkarıyor? Nasıl bu denli zenginleştirebiliyor tefsirini? Bunun açıklamasını kendi dünyamda üç şekilde yaptım: 1) Bediüzzaman, sarf ve nahiv kaideleri başta olmak üzere, belagat ilminin verdiği bütün imkanları bir ayeti okurken zihninde bulunduruyor. 2) Bediüzzaman ayetlerin temas edebileceği konulara dair yaptığı sair bütün okumaları zihninde tutuyor. 3) Bediüzzaman, lafzın evvelemirde söyledikleri dışında, başka sorulara da cevap arıyor ayetleri okurken. Mesela şöyle soruyor bu ayete: "Neden başka birşeye nisbetle Ramazan ayı zikredilmedi de 'insanlara doğru yolu gösteren' ve 'apaçık hidayet delilleri taşıyan' ve 'hak ile bâtılın arasını ayıran' özellikleriyle birlikte Kur'an'ın yanında zikredildi? Bundaki hikmet nedir?"

Böylesi bir arayış/açlık bence Bediüzzaman'ın tefsirini bizim için 'bir başka' kılıyor. Sahip olduğu sorular onun ayetlerden istifadesini arttırıyor. Hikmeti görmek; doğru soruları sormak, onlar eşliğinde doğru bakış açısını aramak ve yakaladıktan sonra eşiğinden ayrılmamakla yakından ilintili. Yoksa çokları söylüyor: "Ramazan Kur'an ayıdır."

İyi de Kur'an ayı nedir? Neyi değiştirir? Neyi zenginleştirir? İşte bütün bu soruların cevabı Ramazan Risalesi içinde var. Fakat öncesinde şunun altını çizmeliyiz: Bediüzzaman, şu üç meziyetin (1. İnsanlara doğru yolu gösterme/2. Apaçık hidayet delilleri taşıma/3. Hak ile bâtılın arasını ayırma) sadece Kur'an'ın değil, Kur'an'ın indirildiği ay olma münasebetiyle, Ramazan'ın da meziyetleri olduğunu düşünüyor. Böyle bir nisbetle beraberce zikredilmelerinin bu yönlerinde bir benzerliğe işaret ettiğini farkediyor bence. Yani; Kur'an varlığıyla bir mü'mine ne yapıyorsa, Ramazan ve orucu da varlığıyla bir mü'mine aynısını yaptırıyor. Hatta daha ilgili metnin başında Ramazan'ı ve orucunu şeair olarak zikretmesinin 'hak ile bâtılın arasını ayırma' ile büyük bir ilgisi var.

Mezkûr eseri boyunca saydığı bütün hikmetleri inceleseniz (ki dokuz nüktedir) her birisi bu üç vecihden birisine tutunuyor. Tabir-i caizse Kur'an'ın bu üç meziyetinin bir ay boyunca oruç ameline dönüşüp hayatlarımıza akmasına biz 'Ramazan' diyoruz. Ramazan'da Kur'an'ın o üç özelliğinin hayata 'hal' olarak dahil oluşunu seyrediyoruz. Bir nevi metinde ve kalpte olanın hayata girişi yaşanıyor oruçla... Vahyin, 11 ayda tattığımızdan daha üst bir şekilde, bizde varoluşu bu. Üst düzey bir farkındalık. Bu fiilî sınanma ve ayrışma da eklendiği için bu ayın Kur'an bereketine daha müsait olduğunu söylüyoruz. Sadece Kur'an'ın nüzul ettiği ay olmasından dolayı değil, Kur'an'ın bu üç yönünün, bir nevi hayata inen tefsirini de içermesi nedeniyle Ramazan Kur'an ayı. Bu meseleye bütün nüktelerden hareketle sayfalarca delil yazabilirim. Fakat yazıyı uzatır ancak. Keşke bir de bu gözle okusanız o Risaleyi. Eminim siz de fark edeceksiniz. Bediüzzaman, o ayeti çok başka, çok zengin anlamış. Bahtiyar olsun.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Şeairsiz gel bana, köşkü bile açarım sana

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Muhammed sûresi, 35.

Geçtiğimiz haftasonu SETA İstanbul'da, Mimar Hilmi ve Sırrı Şenalp'in, Mimaride Gelenek ve Bugün başlıklı semineri vardı. Gelenek, Mimari ve Kimlik seminerlerinin dördüncüsüydü bu. Seminer boyunca hocalar, geleneksel mimarinin detayları arasındaki uyum üzerine 'somut' şeyler anlattılar. Temelden ta kubbelere kadar, bir yapının her bir parçasının birbirine oranını, yani geleneksel mimarinin kimliğini oluşturan matematiği izah eder bir seminer sundular izleyicilere. Ancak seminerde anlatılan diğer bilgiler bir kenara; Hilmi Şenalp Hocanın, Berlin Camii inşaası sırasında yaşadıklarına dair anlattıkları cidden ilgi çekiciydi:

Berlin Camiini geleneksel mimariye uygun yapmaya çalıştıkça Alman yetkililerin işlerini zorlaştırdıklarını, bürokratik engellere takıldıklarını; fakat gelenekten vazgeçtikleri her noktada âdeta bütün yolların açıldığını anlattı Hilmi Hoca. Defalarca camiin kapısına def-i hacet edilmiş, bir kere bombalı saldırı düzenlenmiş, bir keresinde de yapının kapılarına yetkililerce el konulmuştu.

Bütün bunları yorumlarken Hilmi Şenalp'in altını çizdiği ise şuydu: Batı, kendi mimarisiyle yapılan camiye karşı çıkmıyordu. Dış görünüşü mümkün mertebe camiyi çağrıştırmadığı, mimarisi İslam'ı hatırlatmadığı sürece inşaaya açıktı. Fakat ne zaman ki yapı, başka bir geleneğe ait olduğunu söyler bir dile/üslûba kavuşuyordu, o zaman rahatsız olmaya başlıyorlardı. (İsviçre'deki minare yasağını hatırlayalım.) Hatta bunu seminerde 'silik para' örneği ile misallendirdi. Batı, İslam parasına karşı değildi, ama üzerindeki İslam yazıları okunmadığı sürece. Yalnız para gibi göründüğü sürece.

Seminer boyunca verilen örnekler bana nedense 'şeair' kavramını hatırlattı. Bediüzzaman, şeairi, 11. Lem'a'da şöyle tarif ediyordu:

"Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir."

Bediüzzaman'ın, nafile türünden olanlarının bile şahsî farzlardan kıymetli olduğunu vurguladığı bu sünnetler, metinde de altı çizildiği üzere, 'İslamiyet alâmetleri' olan şeylerdi. Yani bir beldede, bir toplumda, bir coğrafyada İslam'ı hatırlatan, İslamî kimlikten haber veren şeyler: Mesela ezan, mesela Arapça hutbe... Hatta Ramazan Risalesi isimli eserinde Ramazan orucunu dahi şeair olarak anıyordu Bediüzzaman: "Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır."

Fakat yine de külliyat içinde şeair ile mimariyi birbirine en çok bağlayan Lemaat'ta geçen şu kısım olmalı:

"(...) Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan. Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman; güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (...)"

Sanıyorum bu yönüyle Hilmi Şenalp'in dikkatimizi çektiği şeyin hakikati, o mimarinin ruhta yaptığı çağrışımlar. İnsandaki karşılığı. Bu çağrışımların yaptığı hatırlatmadan hoşlanılmıyor. Hem Batı, hem de sabık düzenin inkılapçıları bu yüzden ilk olarak şeaire ilişiyor, ilk onlardan kurtulmak istiyorlar. Türkçe ezandan, müze olmuş bir Ayasofya'dan, kendini belli etmeyen imandan, sakal bırakmayan ve sarık sarmayan bir müminden rahatsızlıkları yok. Taksim'de olmayan bir camiden de öyle. Onların rahatsız oldukları, kendini Çankaya'da, Taksim'de, Nişantaşı'nda bile gösterebilen bir iman. Tesettür konusunda yıllarca gösterdikleri direnç de biraz bunun sonucu sanırım. Görünen İslam'ın yokedilmesi. Zira tesettür Metin Karabaşoğlu abinin ifadesiyle; "Müminelerin tanınmaması için değil, iradesini Allah'a teslim eden müminelerin tanınma isteğinin göstergesidir."

Çankaya deyince nedense aklıma birden CHP ve MHP'nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu geldi. Sahi, nasıl başlık atmıştı bir gazete onun adaylığı için? '71 yaşında, 4 dil biliyor, eşinin başı açık...' Ah, evet, ıskalamamak lazım: Eşinin başı açık. Öyle ya, Kemalizmin doksan yıldır bu topraklarda söylediği şarkı bu zaten: "Şearsiz gel bana, köşkü bile açarım sana..."



10 Haziran 2014 Salı

Bir tahrik aracı olarak: bayrak

Bediüzzaman Hazretleri, Yasin sûresinde geçen "Biz peygambere şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da!" ayetini, 13. Söz'de tefsir ederken şöyle der: "Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir." 25. Söz'de, aynı ayetin izahına bir ilave yapar: "Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnîdir." Külliyatın içinde başka bölümlerde de, bu ayetin penceresinden, şiir ve Kur'an ayetlerinin kıyaslandığı yerler bulunmaktadır:

"Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de ayetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir."

Nereden alıntı yaparsak yapalım, hakikat mesleğince sınandığında, şiirde birçok nakiseler bulunabildiği muhakkaktır. Belki de bu yüzden Fuzulî, meşhur gazellerinden birisini şu mısra ile bitirmiştir: "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Ben, şiir konusunda tereddütle hareket etmeyi ise Arif Nihat Asya'dan öğrendim. Onun öğretmesiyle değil ama, ondan ibret alarak. Hem de meşhur Bayrak şiirinden. Gerçi ona varmadan evvel, sabık düzende, Atatürk'e yazılmış pekçok mizanı şaşmış metin bulunabilir. Fakat ben, Arif Nihat Asya'nın, biraz da muhafazakâr kesime tatlı gelen bir isim olduğu için, bu yazıda dikkat çekilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum. Şiirinde takıldığım bölüme gelirsem: "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım." Görüldüğü üzere Arif Nihat Asya, bayrağına duyduğu şiddet-i muhabbetten, ağyara dönük şiddet-i husumete varmıştır bu mısralarda. Hatta öyle bir husumet büyümüştür ki içinde; bayrak için, günahsız kuşlara bile saldırmayı düşünmektedir artık.

İş şiirde kalsa iyi. Bu Bayrak şiirinin başka bir fonksiyonu daha var. Ne vakit bu ülkede bayrak eksenli bir gerilim yaşansa, hemen paylaşım sitelerinde, duvarlarda, okullarda, her yerlerde bu şiiri görmeye başlarsınız. Herkes bayrağına kendi gözüyle bakmayanın mezarını kazmaya, selam çakmayan kuşun dahi yuvasını bozmaya azmetmiş halde Asya virdini tekrar etmeye başlar. İyi de, bir mümin olarak sormak gerekir, acaba bu şiddetli bayrak muhabbetinin Kur'an'da yeri var mıdır? Hem de âlem-i İslam'ın dahi parça parça olduğu, ulus-devletlere döndüğü bir çağda? Bir bayrağın bin bayrak olduğu zamanlarda? "Vatan sevgisi imandandır" hadisi(!) gibi bu da mı şimdiki ulus-devlet/milliyetçi algılar ekseninde okunmalıdır? 14 asır evvel olmayan şeyler ekseninde yani?

Neyse, İslamî sorgulamayı şimdilik bir kenara bırakalım. Bu bayrak olayının enteresan başka yanları da var. Bizde bayrak, bir huzur vesilesinden ziyade, bir baskılama aracı olarak kullanılır. Örneğin; resmi bayram günlerinde (halk otobüslerinde bile) bayrak takma mecburiyeti vardır. Daha gergin zamanlarda, eğer takmazsanız, size cezayı halk bile uygulayabilir. Bunun bir benzerini, Clint Easwood'un yönetmenliği yaptığı Iwo Jima’dan Mektuplar filminde görmüştüm. Orada da, II. Dünya Savaşı sırasında, Japon komutanlarının, bayrak konusunda halka uyguladıkları baskıyı anlatan sahneler vardı. Demek bu ağır bayrak sembolizmi, daha doğrusu bayrağın bu denli kutsallaştırılması, biraz da asker kökenli rejim sahibi olmak ile ilgili. Ki, eğer ilgili yasa değişmediyse, Türk bayrağı yapma yetkisi bile askerî kurumlardan alınacak izne tâbiydi. Lisedeki Milli Güvenlik derslerimden böyle birşey öğrendiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Markar Esayan'ın Şimdinin Dar Odası isimli roman çalışmasını okuyanlar, 6-7 Eylül olayları sırasında elleri bayraklı eşkıyaların nasıl Ermenilerin/Rumların evlerini, dükkanları basıp oraları yağmaladıklarını anımsarlar. O günlerde herkes evinin penceresine bayrak asmak zorundadır. Hatta gayrimüslim komşularını korumaya çalışan müslümanlar da ellerine birer bayrak alıp onların evlerinin kapısında beklerler. Demek isterler ki: "Burası bir müslüman evi, burayı basmayın." Bundan yıllar önce, Eskişehir Hapsindeyken, Bediüzzaman Said Nursî de böylesi bir bayrak tahrikine maruz kalır. Cezaevi müdürü, onun Kürt kimliği ve rejimle sorunlu duruşu nedeniyle, izzetini tahrik edebilmek için koğuşunun penceresine kocaman bir bayrak astırır. Bediüzzaman'ın bu olaya tepkisi, hiç beklediği gibi çıkmaz:

"Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: 'Bu kahraman hoca bize lâzımdır.' Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır."

Zaman geçer, bayrağın fonksiyonu değişmez. Bazen Ermeni okullarının üzerinde, normalde diğer okullarda rastlanmayan bir vurguyla önplana çıkarılmış görürsünüz onu. Bazen de devlete yönelik eleştirisi olduğu düşünülen toplulukların mümkün mertebe gözlerine batacak yerlere asılıyken. (Dindar, Kürt, gayrimüslim veya Liberal.) Hatta, sosyalmedyayı kullananlar hatırlayacaktır, Van'a gönderilen yardımların içine bile bayrak konması mevzubahis olmuştur. Maksatsa, Kürtlere, deprem vesilesiyle vatan sevgisini öğretmek gibidir. Fakat asıl maksat, geçmişte Kürt kimliğine sahip bazı kesimlerin bayrağa karşı gösterdikleri edepsizliğin hesabının sorulması, en azından buna bir gönderme yapılmasıdır.

Aslında PKK/BDP/KCK çizgisinde, yıllardır çeşitli vesilelerle bayrağa karşı gösterilen saygısızlık (yere düşürülmesi, Nevruz'da çocukların çiğnemesi, yakılması veya en son olayda olduğu gibi gönderden indirilmesi) çok kötü bir milliyetçilik taklididir. Arkasındaki kafa aynıdır: Türk milliyetçileri bunu her yere bayrak asarak yaparlar, Kürt milliyetçileri de bayrağı indirerek. Aslında her iki davranış şekli de birbirinin amacını doğrular şekilde gelişmiştir. (Hatta bir kısım İslamcı eylemlerinde Amerika veya İsrail bayrağı yakılması da buna dahil edilebilir.)

Sanıyorum bu noktada Kürtlerin de, bu kısırdöngüden kurtulmak için, Bediüzzaman'ın yolunu izlemeleri gerekiyor. Onun rejime uymak veya herşeyini reddetmek arasında bırakıldığı seçimde, bu seçime razı olmayıp üçüncü bir yol bulması; yani bayrağı sahiplenip kusurlarıyla rejimi reddetmesi, bence Kürtler için de genel bir davranış modeli olabilir. Ancak bu noktada Türklerin de artık bayrağı karşı tarafın damarına basma aracı olarak kullanmaması lazım. Bu vatanı hep beraber kurduysak bayrak hepimizin. Fakat şu da var: Hangi bayrak bir insan hayatından daha kıymetli olabilir? Devletler, sistemler, bayraklar insan içindir. İnsanlar onlar için değil. Eşref-i mahluk olan insandır, bayrak değil. Fabrika ayarlarımıza dönmek için meselelere daha sık Kur'an ekseninde bakmamız gerek.

4 Haziran 2014 Çarşamba

Yer'in Yapı'ya Söyledikleri: Estetik mi, Ahlak mı?

Geçtiğimiz cumartesi günü, SETA'da, 'mimarlık' konulu seminerlerin ikincisinde, kızı Emine ve damadı Mehmet Öğün'den, merhum Turgut Cansever Hocanın mimari düşüncesini dinledik. (Serinin ilk semineri, iki hafta kadar evvelinde, Sadettin Ökten Hoca tarafından verilmişti. Ve mimarinin 'medeniyet tasavvuruyla' ilişkisini anlatıyordu.) Cansever Hoca'nın sağlığında projesini görüp onay verdiği, Bodrum'daki Amanruya Oteli mimarisi üzerinden aktarılan bilgiler, Yer'in Yapı'ya Söyledikleri başlığı altında izleyicilere sunulmuştu. Tabii şunu başlarken kabul etmek gerek: Cansever Hoca gibi bir derya-misalin, bir seminerde, mimariye dair çok az şey bilen küçük kaplarımıza sığabilmesi mümkün değildi. Ancak yine de hem Mehmet Bey'in hem de Emine Hanım'ın, arkasından yürünecek ve eşliğinde yeni okumalar yapılabilecek bir bakışaçısı eğitimini o birkaç saatte başarıyla verdiklerini düşünüyorum.

Peki, bu seminerde ne anlatıldı, neler öğrendik? Her insan bir âlemdir ve böylesi her âlem, dışındaki âlemin kendi renginde/özgü bir yansımasından oluşur. Benim bu seminerde ilk öğrendiğim şeyse şuydu: Kendi âleminin rengi ne kadar cazibedar olursa olsun, ona kapılıp dışındaki âlemin uyumunu bozma. Sıradışı olmaya çalışıp, uyumlu olanın güzelliğini ıskalama. Şeyh Galib'çe ifade edecek olursam: "Her renge boyan da renk verme." Dışında olanın 'herkese ait olan' olduğunu unutma. Hem belki bunun da üstünde düşün: Tevhidî bak âleme. Herşey büyük uyumun birer parçası. Kendi renginin güzelliğine kapılıp o büyük uyumun dışına çıkmaya çalışma. Evet, salt bilgi naklinin ötesinde, bir bakışaçısı ve belki bir ahlak öğüdü olarak aldığım ders buydu Cansever mimarisinden.

Daha başlarken Mehmet Bey'in geleneksel mimarimizin en bariz özelliği olarak altını çizdiği 'çevreyle uyum' gözetilmesi gereken ana öğelerden birisiydi. Hatta bu noktada Mehmet Bey; "Tüm özellikleriyle bir Süleymaniye yapıp onu şu an'a koysanız, bu geleneği yaşatmak olmaz, ancak taklitçilik olur" diyerek; geleneğe hürmetkâr, fakat kendini yenilemekten de aciz olmayan bir mimari dilinin hedeflenmesi gereken şey olduğunu söyledi. Yani birebir biçimleri almaktan/kopyalamaktan ziyade, o biçimin arkasında öze gitmek. Elbette geleneğin de tecrübeler inbiğinden geçmiş, yani test edilmiş güçlü içeriğini yadsımadan yapmak bunu.

Emine Hanım, bu gelenek anlatısı üzerine, Cansever Hoca'nın çizgisinde, mimarilerinde dikkat ettikleri detayları anlattı: "Özellikle biçim ve malzeme tercihlerimizde; o biçim veya malzeme, mimariyi oluşturduğumuz ortama gökten indirilmiş gibi durmaması lazım. Uyumlu olması lazım." Bu uyum penceresinden bakmakla gözükebilecek birçok detaya da, sunumunun ilerleyen kısımlarında yer verdi. Mesela; Amanruya Oteli'nde kullandıkları bitkileri bile, yine o çevrede bulunan, yerel bitki tercihleriyle yaptıklarını; genelde park ve bahçelerde yapıldığı gibi yöre açısından sıradışı sayılabilecek tropikal şeyler seçmediklerini, bunun sebebinin de yine 'uyum' olduğunu söyledi. Binaların yüksekliğinin, sırasının, açısının, renginin, malzemesinin bile coğrafyanın eğimiyle ve rengiyle bağlantılı olduğunu; bunun da yine uyumla ilintili birşey olduğunu aktardı ve ekledi: "Bizim mimari önerimiz; yerin gerçekliğini reddetmeden, tevuza ile varolmaya bir çağrı."

Buraya bir parantez açacağım, çünkü seminerin bencileyin en büyük kazanımı burada oldu. Farkettim ki: Hem Mehmet Bey, hem Emine Hanım, sunumları boyunca, mimariyi ahlakla bağladılar. Mesela; bir yerde Mehmet Bey; "Burada kullanılan her biçim, her malzeme gerçek. Hiçbir biçim, hiçbir detay insanı kandırmaya yönelik değil. Taş görülen her yerde taş kullanıldı. Kaplama falan yapılmadı. Ahşap görünen her yer gerçekten ahşap, kandırmaca yok..." diyerek mimari ile dürüstlük arasında bir bağlantı kurdu. Emine Hanım, birçok yerde uyumun altını çizerken aynı zamanda bunun tevazu ile varolmak olduğunu söyledi. Hatta Ahmet Hakan'ın bir köşeyazısında, otele yönelik aydınlatma eleştirisi bile; "Bizim otelimiz, öyle şıkır şıkır, 'Ben buradayım!' diye bağıran bir yapı değil" diye cevaplayarak aydınlatmada bile kibri değil, böyle bir tevazuyu gözettiklerini aktardı.

Bu anlatılanları da dinleyince, ister istemez, şunu düşündüm: Ahlakı sadece sosyal hayata veya ibadet hayatına münhasır görerek onu sınırlandırıyor muyuz? Öyle ya, eşyanın kendisinde hikmeti, tevazuyu ve dürüstlüğü görüp, onun üzerinde kendi elimiz işlerken ortaya çıkan şeyde bunları aramamak gaflet sayılmaz mı?

Bu açıdan Dücane Cündioğlu gibi kimi isimlerin 'estetik' merkezli, bana bir yönüyle seçkinci gelen mimari dilinin, Mehmet ve Emine Öğün Hocaların dilinde (veya Cansever Hoca'nın ekolünde demeliyim) nasıl da ahlak üzerinden temellendirildiğini ve böyle bir anlatımın nasıl da mümin için içselleştirilebilir olduğunu farkettim. Elbette tevhidî bakışla, büyük uyumun parçası olan insan, bu varlığın içinde eserleriyle varolmaya çalışırken de onla uyumlu olmalı, ondaki hikmeti gözetmeli, onun kadar tevazu sahibi olup, sıradışı olmanın kibrine veya faydacılığın menfaatperestliğine düşmemeliydi. Sanırım sırf aldığım bu bakış açısı dersi için bile hocalarıma ve dolayısıyla SETA'ya teşekkür etmem gerek.

Bitirirken bir not: Bizim din tedrisatımızda mimarinin ahlakla veya esma ile bağlantılı bir tefekkürünün olmayışı, acaba eşya ile sorunlu bir zühd mesleğinin getirisi olabilir mi? Eğer böyleyse bile: "(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden 'Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır' sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var..." dersiyle artık eşyanın bu yönünü de tefekkür etmekten kaçınmamamız lazım.

Mimari içinde tevhidî bakışı yakalamak, kainatla ve fıtratla uyumlu olmak, farkındalığına varmamız gereken bir eksik. Bu yönde ciddi bir tefekkür açlığımız var. Eserlerimiz de yine sırf bu nedenle sorunlu. Bu seminerler dizisi, bana hem yeni bir bilgi, hem yeni bir nazar, hem de ikisinden kıymetli yeni bir açlık öğrettiği için büyük keyif aldım. (Bu arada: Önümüzdeki cumartesi bu seminerler serisinin bir yenisi daha var. İstanbul'da olanların kaçırmamasını tavsiye ederim.)

1 Haziran 2014 Pazar

"Bu iş Tayyib'i asmadan bitmez!"

"Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler." Bakara sûresi, 47'den.

Taraf tutmadığımızın ilk delili, ben'imizi tezkiye etmemek. Hatamıza 'hata' deyip oradan başlamak. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Belki tevbenin tedavi ediciliği de buradan kaynaklanıyor. Tevbe ediyorsan, tarafını tutmuyorsun demektir. Gezi'nin ilk günleri içimde hep bir pişmanlık olarak kalacak galiba. Gerçi ne yaptım birkaç twit yazmaktan, birkaç kelam etmekten başka? Ama olsun, yine de hatırlayınca hayıflanıyor insan. Saflığına, hamlığına kızıyor. Fakat hüsnüzan etmek günah mı?

Bazı zamanlar olmalı. Aptallıkla arasında ince bir sınır var, gözetmeli. Güven, körebe oynamak demek değildir. Kiminle hareket ettiğine bakmalı. Sağında solunda kimin olduğuna, karşısında kimin kaldığına dikkat etmeli. Bazen haklılık böyle sınanır.

Ben ilk üç günü Gezi'yi böyle okuyamadım. Bir 'sivil itaatsizlik' eylemi olduğunu düşündüm. Kararında kalacağını tahmin ettim. "Oh, ne güzel, halkımız hakkını savunmayı öğreniyor!" diye sevindim. Meşru hükümete karşı bir kalkışma olduğu aklımın ucundan bile geçmedi. Lokal ve çabuk biticek birşeydi zannıma göre. Uyanmamı sağlayan ise, ikinci gününün akşamında, bir gezizekalının metrobüste havalı havalı söylendiği şu cümle oldu:

"Bu iş Tayyib'i asmadan bitmez."

Jeton düştü. Anladım kime, kimi teslim ettiğimi. Kimin hakkında hüsnüzan edip, kime güvensizlik beslediğimi. Ve birden "Artık mazide kaldı" diye düşündüğüm korkularım tastamam uyanıverdi. Nasıl bir uyanış? Tüm kökenleriyle! Bu ülkede 'beyaz' olmayanlara yıllar yılı yaşatılanlar geldi aklıma. Sonraki günler korkumu destekledi. Meğer hüsnüzan ettiklerimde hiçbir şey değişmemişti. Onlar yine enseköküme binmek için hazırdılar. Fakat ben gafildim: "Artık yapmazlar!" diyordum kendime. Yaparlardı, yapıyorlardı, eğer Erdoğan biraz gerilese yapacaklardı.

Süreç boyunca karşı taraftan neredeyse bütün arkadaşlarımı yitirdim. Neden? Üç günden sonra hak vermediğim için. O kadar amansızlardı ki, kendileri dizboyu hakaret ederken benim irademe; ben onların yıkımına kızınca büyük bir cürm üzre yakalamış gibi saldırıyorlardı. Karşı tarafta görüyorlarsa sizi etmedikleri itham kalmıyordu; ama siz onlara ederseniz düşman oluveriyordunuz. Üstelik seviyeniz, onların seviyesizliği yanında devede kulak bile değildi. Tahripçilerdi. Ve her tahripçi harekette olduğu gibi artık durdurulamıyorlardı. Birikmiş kini farkettim. Biz hâlâ en az 28 Şubat'taki kadar iki parçaydık. Hüsnüzan yerini itimatsızlığa bıraktı. Ölene kadar böyle kalacağımı tahmin ederim.

Severek okuduğum pekçok insan, düşünür, aydın kafayı yedi adeta. Ya ben deliriyordum ya onlar! Yazdıklarını, o yazıların arkasındaki kafayı tanıyamaz oldum. Birden şeytan olmuştuk onların gözünde. (Benzerisi Gülen Örgütü-AK Parti geriliminde tekrar yaşandı.) Erdoğan ve onun yanında duranlar, ona oy verenler; hepimiz şeytanlaşmıştık. Aşağılıktık. Haddimiz bildirilmeliydi. Sonra baktım ki; pekçokları da benim gibi düşünüyor. Onlar da enteresan bir Türkiye'ye uyandıklarını farketmişler, şaşırmışlar. "Bunlar bildiğimiz gibi değilmiş" diyorlar. "Hüsnüzan ettiğimiz kadar değişmemiş hiçbir şey." Şimdi, hepimizin, 've tevasav bilhakkı ve tevasav bissabr' mealinde tekrar ettiği cümle şu bir senedir: "Dik dur, eğilme!"

Bu yüzden Metin Karabaşoğlu abinin şu satırları okuduğumda içimde bozulan yapbozun parçaları yerlerini buldu gibi geldi bana:

"İtiraf edilsin: Birilerinin asıl problemi, dindar insanları kendisinden aşağıda görmek. Onları savunuyor haldeyken de bu böyleydi. Üstelik kendisi dindar değilken zayıf haldeki dindarı savunuyor olmak, onlara müthiş bir 'moral üstünlük' algısı ve duygusu veriyordu. Eyvallah etmeyen, kendi meselesini halletme becerisi geliştiren bu dindarlık, bu 'üstünlük' algısını berhava ediyor ve sinir bozuyor! Sekülerlerin seksen senede yapamadıklarını on senede yapabilen dindar görüntüsü de. Oysa 'dindarlar beceremez' diye görüyordu vasilerimiz. Nilüfer Göle gibi isimlerin dahi yaşıyor oldukları savrulma, bu bakımdan, zihinsel değil, duygusal bir temele sahiptir."

Ki benzeri bir tesbiti, geniş bir perspektifle Etyen Mahçupyan, Yüzyıllık Parantez isimli eserinde 'bir tür sosyal Darwinizm' diyerek yapıyordu. Ona göre de sekülerler kendilerini bilime daha müsait gördükleri ve geri bırakanı da dindarlık olarak kabul ettikleri için, doğal olarak kendilerini 'yönetmeye müsait olan' diğerlerini de 'tâbi olmaya mecbur olan' olarak görüyorlardı:

"Çünkü eğer sırf bilimle gerçeklik yakalanabiliyorsa, hakikate ulaşılabiliyorsa, bilime sahip olanların bilime sahip olmayanlara kıyasla doğal bir üstünlüğü var demektir. Laiklikle bunu birleştirdiğinizde de bilime sahip olmayanların kim olduğu belli; dindarlar. Dolayısıyla sekülerlerin dindarları yönetmesinin meşru olduğu bir anlayışı netice veriyor bu yaklaşım."

Bütün bunları böylesi tecrübeler ışığında okuyunca Bediüzzaman'ın, şu metinlerle bizde neyi inşa etmeye çalıştığını daha farklı bir boyutta anlamaya başladım:

"Ehl-i bid'a diyorlar ki: 'Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.'"

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız. (...) Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? (...) Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.
"

Biraz geç oluyor belki Üstadım ama, hayat sözlerinin altına takliden değil, tahkiken imza atmaya mecbur ediyor bizi. Bu bir sene de hep bunun dersleriyle geçti. Neticede biz de senin Kur'anî haykırışına geldik: "Allah nurunu tamamlayacaktır, zalimler istemese de..." Artık 'istemelerini' aramıyoruz.

30 Mayıs 2014 Cuma

Ayasofya cami olunca, Hristiyanlar nasıl memnun olacak?

Ayasofya konusunda neredeyse hepimiz aynı fikirdeyiz. Ayasofya açılmalı, yani tekrar ibadet mahalli olmalı. İnşaallah. Bunu dindar olan herkes istiyor. Daha geniş dairede düşünürsem 'sağ' diye isimlendirdiğimiz ideolojik kesim de bu gruba dahil oluyor. Milli Görüş çizgisinden gelenlerin, Ülkücülerin, Nurcuların, Nakşibendilerin, Kadirilerin, Şazelilerin, Rufailerin, hatta belki isimlerini daha duymadığım farklı dinî grupların da bu noktada ittifakı var. Hemfikir olmak bir açıdan güzeldir. Güç katar yapılan eylemlere. Fakat bana aldırırsanız, bir açıdan korkutucudur, çünkü aynı zamanda bu hemfikirlik 'o mesele hiç tartışılmıyor' demektir.

Hoş, sekülerlerin bu noktada mutlaka bize söyleyecek sözleri, yapacak itirazları vardır. Gezi parkındaki ağaç için dünyayı yıkan, Ayasofya'yı nasıl bizim insafımıza bırakır? Büsbütün de muhalefetsiz olduğumuz söylenemez bu nedenle. Ama Ayasofya gibi bir konuda naehil saydığımız bu kesimin sözlerinin bir kulağımızdan girip ötekinden çıkması kaçınılmaz. Onlar bu noktada bizde etkili olamazlar. Gezi'de söylediklerine aldıranımız çoktu. Ama bu noktada aldırmayız.

Bu yüzden kendi muhalefetimizi üretmemiz taraftarıyım. Neden mi bunu istiyorum? Çünkü bazı detayları yeterince tartışmadan süreç işliyor gibi geliyor. Örneğin; Ayasofya'nın açılmasını isteyen grupların tamamı, acaba aynı niyetle mi açılmasını istiyor? Veya hepsi aynı şekilde mi istiyor? Sonuçta olacak şey aynı şey olsa da 'isteyişin içeriği' ile sonucun sağlıklı oluşunun yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.

İşte bu içeriğe yönelik tartışma da ister istemez muhalefet demek. Birkaç gündür twitter'da konu hakkında yaptığım paylaşımlar bu noktada fikirlerimin tartışılmaya açık olduğunu gösterdi. Madem tartışacağız. Bunu, bu yazıyla yapalım. Öncelikle; kendim de bir Nurcu olduğum için, Nurcuların neden Ayasofya'nın açılmasını istediklerini, Emirdağ Lahikası'nda geçen, DP hükümetinden bunun talep edildiği iki metni alıntılamak suretiyle konuşmak isterim:

"Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım."

İkincisi ise şöyle:

"Ankara'ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik'i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur'un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya'yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik'i görmek istedim ve geldim."

Her iki metinde de dikkatimizi çeken şey (ilk metinde alıntılamadığım kısmı da katıyorum bu tesbite) Bediüzzaman'ın ilk arzu ettiği; büyük bir kısmı CHP'nin eski vekili olan DP'nin, CHP'den farklı olduğunu hem halka, hem de âlem-i İslam'a göstermesidir. Bu noktada öncekilerin devamı olmadığını ifade etmesinin yolu, öncekilerin yanlış ve yasakçı uygulamalarına son vermesidir. Bunlardan birincisi ezanın aslına dönmesidir, yapılmıştır. (Allah emeği geçenlerden razı olsun.) İkincisi Ayasofya'nın tekrar vazife-i kudsiyesine veya ibadet mahalline çevrilmesidir. Üçüncüsü ise Risalelerin serbestiyetinin ilan edilmesidir. Yalnız ilginç birşey, Bediüzzaman ikinci metinde sadece âlem-i İslam'ın teveccühünü değil, 'hatta bir kısım Hristiyan devletlerinin memnuniyetini' de zikreder. Peki, bir müzenin ibadet mahalli olması, yani bizim anladığımız şekliyle tekrar cami olması Hristiyan devletleri nasıl memnun eder? Bu sorunun pek de çalışmadığımız bir alana tekabül ettiğini düşünüyorum.

İki şekilde bunu sorguluyorum: Birincisi; şu an Ayasofya'nın tekrar cami olmasını isteyen gruplardan bazıları bunu gayrimüslimlerden rövanş alır gibi istiyor. Bazısı işi daha ileriye götürüp Batı'ya karşı kazanılmış büyük bir başarı olacağını düşünüyor. Bazısı ise bin yıllık Hilal-Haç mücadelesinin(!) köşetaşlarından görüyor bu meseleyi. Fakat Bediüzzaman'ın burada Hristiyan devletlere yönelik gösterdiği hassasiyet, onun bu talebinin bir gayrimüslim düşmanlığına veya Batı'ya karşı kazanılmış bir rövanşa tekabül etmediğini gösteriyor. Hatta bu konuda bedduası da sık sık alıntılanan Fatih Sultan Mehmed dahi aslında gayrimüslim hoşgörüsünde çağının çok çok önünde birisi. Kendisini Roma'nın mirasçısı olarak gören bir hükümdar Fatih, sadece müslümanların değil. Bu iki kimlikten herhangi birisi üzerine bina edilmiş gayrimüslim düşmanlığı eksenli bir Ayasofya açılması arzusunun bu açıdan bakınca sağlıklı bir dayanağı yok.

Tabii kullanılan argümanları görmezden gelerek bana "Ne alakası var gayrimüslim düşmanlığıyla bu işin?" diyebilirsiniz. Fakat biraz meselenin yakın tarihini bilenler, Türkiye'de ilk kez 1950 yılında yapılan fetih kutlamalarının nasıl çığırından çıkıp 6-7 Eylül olaylarına sebep olduğunu da bilirler. Bu noktada müslim-gayrimüslim gerilimi üzerine kurgulu bir Ayasofya talebinin sonuçları itibariyle iyi yerlere gitmeyeceği de düşünülebilir. Belki bizzat bu endişeyle Bediüzzaman, âlem-i İslam'ın teveccühü yanında bir kısmı Hristiyan devletlerin memnuniyetini de söylemiştir.

Burada da hemen bir parantez daha açıp, ilgili taleplerinin hiçbirinde Bediüzzaman'ın Ayasofya'nın cami olmasını 'cami' ifadesiyle talep etmediğini, ibadet mahalli ve vazife-i kudsiyesine çevirmek gibi ikincil bir yorumla cami anlaşılacak tabirler kullandığını görüyoruz. (Ayasofya camii dediği yerlerse, tarihsel kimliğiyle bahsettiği yerler.) Bu, fıkhî zeminini çok bilmemekle birlikte, şöyle bir soru akla getiriyor: Acaba Bediüzzaman'ın hayal ettiği şey, iki din mensuplarının da kendilerine ayrılmış bölümlerde ibadetlerini yerine getirebildikleri bir mekan mı? Dediğim gibi, fıkhî zeminini bilmiyorum. Ayasofya içinde bir oda, bir bölüm de Hristiyanların ibadetine açılsa, bunun dinde bir sorun teşkil edip etmediğini tartışmalı. Fakat diğer yandan 'acaba' diyorum, "Bediüzzaman'ın 'bir kısım Hristiyan devletlerin memnuniyeti' dediği şey, böyle birşey mi?"

Yani müzeden camiye değil yalnız, iki dinin mensuplarının da ibadet edebileceği bir ibadethaneye çevrilerek, onların da dindarlarının (ve de Ortadoks devletlerinin) desteğinin alınması mı? Nihayetinde şu bir gerçek ki; Bediüzzaman, mücadele ettiği cepheyi Hristiyanlardan ziyade ateizm ile ilişkilendiriyordu. Hatta yine Risalelerde Hristiyan ruhanîlerle birlikte ehl-i ilhada karşı koymaya dair, yani iki din dindarları arasında bu yönlü bir ittifaka dair metinleri bulunuyor. Ayasofya, böyle bir çalışmayla, bu ortak mücadelenin sembolü olamaz mı? Benimkiler sadece soru elbette. Ama üzerinde konuşulmaya değer geliyor. Bu arada şuna da hazır olmalı: Biz böyle diyoruz diye muhtemelen beraber istediklerimizin bir kısmı da bize cephe alacak... Çünkü onlar Hristiyanlara karşı zafer peşindeler. Memnuniyet meselesi onları da gerebilir. Dedim ya başta: Aynı şeyi istiyoruz ama aynı şekilde değil.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...