Bence Mustafa İslamoğlu kasıtlı bir şekilde iki şeyin ayrımını yapmıyor ve yaptırmıyor. Bir ilmin suistimali başkadır, o ilmin hakikatini inkar etmek başkadır. Örnek verirsem: Bir insan, yıldızlara bakarak, ona göre kartlar açarak işkembe-i kübrasından size kaderinizi haber veriyormuş gibi sözler söyleyebilir. Bu onun şarlatanlığıdır. Ama diğer taraftan, astronomi diye bir ilmin varlığını, sırf birisi yıldızlara bakıp şarlatanlık yapıyor diye inkar edemezsiniz. (NASA kadar kafanıza taş düşer.)
Yine mesela Jim Carrey'nin başrolünde oynadığı 23 Numara filminde olduğu gibi, matematik eksenli bir psikolojik takıntı, bir hastalık olarak, hayatın tamamını o rakam ekseninde açıklamaya itebilir sizi. Ama bu da matematik diye bir ilmin varolduğunu ve Kamer sûresinde buyrulduğu gibi 'herşeyin bir ölçü ile yaratıldığı/indirildiği'ni inkara götür(e)mez. Evrim teorisine, zaten ispatlanamıyor olduğu için, inanmayabilirsiniz. Evrimi kabul ettirmek için kırk takla atan bilimadamlarını şarlatan görebilirsiniz; fakat bu da biyoloji ilminin bühtanlığına karine olmaz. Ne simyacılar kimyayı iflas ettirir, ne sahte doktorlar tıbbı, ne de evrimciler biyolojiyi ilim olmaktan çıkarabilirler. Yani özetle: Birşeyin suistimali, onun hakikatinin olmadığı anlamına gelmez.
Birşeyin hakikatinin olmadığı ise, o ilmin üzerine inşa edildiği şeyin hak olmadığını göstererek ancak isbat edilebilir. Bediüzzaman'ın kullandığı bir örnek olarak, hindistancevizi misaline gelelim. Hindistancevizi diye birşeyin varlığını isbat etmek, onun yokluğunu isbat etmekten kolaydır. Çünkü ondan bir taneyi getirip gösterdiğinizde, muhatabınız onu görmekle zaten varlığı isbatlanmış olur. Ama yokluğunu isbat etmek için bütün dünyayı dolaşmak, her ağacın meyvesine bakmak, her taşı kaldırmak ve hiçbir yerde olmadığını kesinkes delillendirebilmektir mecbur olduğunuz. İnkarınız mutlaktır çünkü. 'Şurada yok, burada yok!' değildir, 'Dünyada yok'tur. Ha bir kolayı var: Yahut da zatında muhal olduğuna elinizde bir delil bulunmalıdır. (Mesela, kulaklarını çırparak uçabilen bir fil iddiası gibi. Mantık bunun olamayacağını fiziğe bağlı olarak hemen söyler zaten.) Bu noktada "Nazarımda yoktur!" demek ancak sizin o noktadaki körlüğünüze işaret eder. Olmadığını göstermez. Çünkü onun olması için sizin görmeniz gerek-şart değildir. Görüşünüz o şeyin 'lazım'ı olmadığından yokluğuna da tek başına delil olamaz.
Şimdi, Bediüzzaman'ın ulum-u hafi tabir ettiği, ancak şarlatanların da istimal ettiğini görmezden gelmediği ebced/cifir meselesine gelelim. Bir kere, öncelikle şunu öğrenmiş olduk: Birilerinin suistimal etmiş olması, o ilmin olmamasına delil olmaz. O halde kendimizi bir süreliğine Mustafa İslamoğlu olarak hayal edip, tabii hakikatte hazretin aklına erişebilmemiz mümkün değil, bu ilmin olmayışına delil arayalım. Metodumuz ise 32. Söz'den alınmış olsun. Müddeimiz kendine inkar kapısı arasın.
Öncelikle "Allah sayısal mesaj vermez!" deyip en geniş daireden inkara başlayalım. Fakat o da ne? Bilakis, Kamer sûresinde belirttiği ölçülülük hakikatiyle, Kur'an'da; bütün fennî ilimlerin içinde yer alan matematiksellikle, kainatta; iki kitabıyla birden bizim bu iddiamızı yalanlıyor Cenab-ı Hak. Ölçüyle indirdiğini/yarattığını vahyinde sarahaten söylüyor ve ayrıca bütün varlığı da böylesi ölçülerle yaratmış. Nizamı, tedbiri, ilmi, sanatı hep bu ölçülerle okuyoruz. Demek "Allah sayısal mesaj vermez!" hükmümüzün altı boş.
Onu aştık. Bu sefer Kur'an'a yüzümüzü dönüyoruz. Diyoruz ki: "Allah vahyinde sayısal mesaj vermez." Bu sefer de ayetlerde geçen kelime ve kavramların sayısındaki oran, bunun yanısıra Cenab-ı Hakkın yine vahyin içinde yer verdiği 'yedi, bin vs...' gibi rakamsal ifadeler gösteriyor ki; Allah, vahyin içinde de sayısal ifadeler kullanıyor ve sayısal bir ölçülülük var. Yani pekala verebilir ve veriyor. Hatta bunun bir kısmını, geçmiş yazılarımdan birisinde, Niyazi Beki Hoca'nın bir makalesinden alıntılayarak nakletmiştim. Uzatmamak için tekrar alıntılamıyorum. Zaten nette de aratılınca kolay bulunan birşey.
O zaman geriye kalıyor, tıpkı bizim zekavette alemdarımız Mustafa İslamoğlu gibi 'harf düzeyinde' böylesi bir hikmetin varlığını inkar... Yani iddia makamında şu cümleyi deyivereceğiz artık: "Allah harf düzeyinde sayısal mesaj vermez!" Öncelikle karşımıza şu duvar çıkıyor. Varlığın her yerini en ince ayrıntısına kadar sayısal mesajlarla, daha doğrusu 'ölçülülükle' donatan Allah; vahyinin içinde böyle ölçüler kullanmaktan çekinmeyen Allah; hatta tesbihat gibi, zikrullah gibi şeylerde de 33 gibi özel adetlerin istimalini Allah Resulü'nün diliyle emreden Allah; neden harf düzeyinde böylesi bir hikmeti, ölçülüğü kullanıyor olmasın? Olmamasına delilimiz var mı? Kainattan yok. Vahyin içinden de bize destek veren bir ayet yok. Allah Resulü'nün de böyle bir ifadesi yok. Hatta onun olduğu yönünde, eğer İslamoğlu inkar etmese, hadisleri var. Eee? Ne kaldı geriye? Geriye kalan tek yol, bütün Kur'an'ı böyle bir hesaba vurup; olmadığını her ayetin, her kelimenin, her harfin altında göstermek mecburiyetindeyiz.
Fakat dur bir saniye! Bizden önce kaldıranlar olmuş ve onlar hakikaten olduğuna dair şeyler de bulmuşlar. Kim? Mesela Necmeddin-i Kübra, mesela Muhyiddin-i Arabî, mesela Bediüzzaman. Allah hepsinden razı olsun. Yani bu insanlara baksan, onlar da ümmetin sevimlisi, zekisi, akıllısı; tabii bir İslamoğlu olamazlar ama hani az da âlim değiller. Onlar var diyorlar ve hatta yaptıkları hesapların sonuçlarını da takır takır delil diye gösteriyorlar. Peki, bunca isbattan sonra tefsir külhanbeyi hocamızın elinde kesecek ne racon kalıyor? Suistimal. Suistimalden başka delili yok İslamoğlu'nun olmadığına dair. Ha var, bir de karıştırdığı Batı kaynakları var. Kendisinin Science dergisine imanı, Buharî ve Müslim'e olan imanından kuvvetli olduğu için, bütün İslam geleneğini silebilecek bir güç veriyor bu imanı, enesine. Hey yavrum hey! 'Müslüman mahallesinde salyangoz satmak'ın günümüz Türkçesi: Mustafa İslamoğlu olmak!
11 Aralık 2014 Perşembe
10 Aralık 2014 Çarşamba
Güya Allah'ı takdis ederken...13: Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş
Aramızda külliyat metni gibi 'somut' birşey varken, Mustafa İslamoğlu'yla biz neden anlaşamıyoruz? Neden 'alıntıladığı' ifadelerin külliyatta bulunmadığını tekrar tekrar kendisine gösterdiğimiz halde İslamoğlu iftiralarından vazgeçmiyor? Neden "Evet, benim Risale falan okuduğum yok. Kur'an'a arzettiğim de yalan. Kitaba koyduğum kısmı da başka birisinin makalesinden arakladım. O nedenle alıntıladığım kişinin yaptığı tahrif ve uydurmaları da olduğu gibi kitabıma kattım. Kontrol de etmedim..." gibi, değil bir âlimin, dürüst ve sıradan herhangi bir insanın bile rahatlıkla sarfedebileceği cümleleri henüz onun dilinden duymuş değiliz? Neden mümine ve Hz. Âdem'in mirasına yakışır bir itiraf ve istiğfar henüz taraf-ı şahanelerinden dile getirilmedi?
Bütün bu sorulara bir yanıt aramadan önce size tanıdığımın başından geçmiş bir hatırayı nakledeceğim:
Rabbim türlü türlü imtihan yaratıyor biz kullar için. Kimisi bedensel rahatsızlıklarla imtihan olunuyor, kimisi de psikolojik olanlarla. Tanıdığımın başına da ikinci türden birşey denk geldi. Hem de çok sevdiği bir arkadaşları eliyle. Elimden geldiğince özet geçeyim: Arkadaşı, önce zehirlendiğini söyleyip onu hastane hastane dolaştırdı; sonra müteaddit doktorlar, yaptıkları testler sonucunda "Zehirlenmiş falan değilsiniz!" deyince işbirliği halinde zehirleyenlerin onlar (doktorlar ve arkadaşı) olduğunu söyledi. Şaştı kaldılar bu işe. Ancak doktorlardan birisinin kenara çekip; "Arkadaşınız zehirlenmemiş, ama psikolojik bir rahatsızlığı olabilir. Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi birşey..." şeklinde akıl vermesiyle olanları anlayabildiler. Sonra zaten meselenin hakikaten böyle olduğu ortaya çıktı. Arkadaşları rahatsızdı ve düzenli kullandığı ilaçları almaya bırakmıştı. Bu kriz ondan dolayı yaşanmıştı.
Takıntı Hastalığı da denilen bu durumun birçok türü ve belirtisi var. Özetle mahiyeti ise şu: Vehminiz, artık kontrol edemediğiniz bir şekilde ve derecede dünyanıza hükmetmeye başlıyor. Temizlik konusunda olabilir, ibadet konusunda olabilir veya başka başka bir nedenden kaynaklanabilir. Hayatınızın dengesi vehmle bozuluyor. Örneğin: Birisi yanınızda diyor ki; "Bu şirkette yediğimiz yemekler bir gün bizi zehirleyecek!" Normalde arkadaşların gülüp geçtiği böyle bir espriye siz gülüp geçemiyorsunuz. Onu içinizde işlemeye başlıyorsunuz. Ve en nihayet o vehme siz de inanır hale geliyorsunuz. Bu da tıpkı yukarıda olduğu gibi doktor raporlarını, arkadaşlarınızın size gösterdiği yakın ilgiyi ve yıllardır devam edegelen aranızdaki dostluk hukukunu bile inkâr edip; "Beni sizler zehirlediniz. Doktorlarla da işbirliği yaptınız!" diyebilecek bir noktaya geliyor. Karamsarlık da bunun ilk adımlarından birisi belki.
Yani sorun eşyada olmuyor da nazarda oluyor. Fakat siz 'nazarınızda' görünenle öylesine körleşmiş oluyorsunuz ki, eşyanın bin dille haykırdığı hakikati dahi inkâr edebilecek noktaya gelebiliyorsunuz. Hatta size maddî anlamda inkâr edilmez deliller sunulduğunda bile sırf kafanızdaki tevehhümün ateşiyle onları inkâr ediyor veyahut "Doktorlarla işbirliği yaptınız!" gibi ardıl okumalarla cerh etmeye gayret edebiliyorsunuz.
Ben, Mustafa İslamoğlu ile aramızdaki sorunun da buna benzer birşey olduğunu düşünüyorum. Tabii yanlış anlaşılmasın, İslamoğlu'nun hasta falan olduğunu söylemiyorum. Bu temsil fehminize yaklaştırmak için yaşananları. Bediüzzaman'ın da ta Muhakemat'tan itibaren altını çizdiği birşeydir: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir." Ki, aynı eksende, yıllar sonra yazdığı 2. Söz'de şöyle der: "Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak, 'nazarında' pek fenâ bir memlekete düşer." Yani memleket aslında fena değildir, varlık hayırdır; hodbîn'in nazarında, onun bakışaçısı probleminden dolayı, varlık fena görünür. "Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir akıtır." Kur'an'ın mümin ile kafir halet-i ruhiyelerine dair yaptığı tasvirlerdeki zıtlık da buna dikkat çeker. Aynı âlemde yaşayan, ama birbirinin zıttı iki âlem. "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler." (Bakara, 18) Halbuki maddeten ne kafirler ne münafıklar kör değildir, körlükleri bir 'bakış açısı' körlüğüdür. Hakka ihtimal vermeyişleridir.
Bence işte biraz da bu yüzden İslamoğlu inadından vazgeçmiyor. (Yine bir uyarı notu: İslamoğlu hakkında kafir veya münafık ifadesi kullanmaktan Allah'a sığınırım.) Zira daha Kur'an'a arzetmeden (ki arzettiği de tartışmalı), hatta Risale-i Nur'un kapağını açmadan (ki bu da alıntıladığı metinlere bakılınca gerçekten tartışmalı) onun kafasında verilmiş bir karar vardı. Vehmi ile, bugün olmadığını kendisinin de kabul ettiği, ama bir asır sonrasına 'mümkün' gördüğü bir dalalete sapışla itham ediyordu bizi. Nur talebeleri, yaptığı alıntıların Risalelerde bulunmadığını, Bediüzzaman'ın öyle hiçbir söz söylemediğini isbat ettiklerinde de iftirasından vazgeçmiyordu. Cemaatin içindeki uygulamalara getiriyordu lafı. "Sadeleştirmeye müsaade etmiyorsunuz, demek kutsuyorsunuz." Nur talebeleri; "Hayır, kutsadığımızdan değil, Kur'an'la terminolojik bağı kopmasın hem anlam kayması yaşanmasın diye metnin sıhhatine, hem her edebî eserde olduğu gibi taraftarız..." deseler de vazgeçmiyordu:
"Eee, derslerinizi hep ondan yapıyorsunuz, Kur'an'dan yapmıyorsunuz, demek eşiti görüyorsunuz?" Nur talebeleri buna cevaben de diyorlardı ki; "Biz Risaleyi de zaten 'Kur'an ne diyor?' diye okuyoruz. Kur'an'a çıkan merdivenimiz o bizim. Zaten hepimiz hem medreselerimizde hem hususi âlemimizde Kur'an'la meşgul insanlarız. İçimizde bir sürü ilahiyatçı, müfessir, ilm-i kelamcı da var. Sadece esnaf, memur, işçi değiliz ki. Kur'an'ı tefekkür etmeyi Bediüzzaman'dan öğrendik biz. Kaldı ki, bugün hangi ilim dalı yardımcı kitapları olmadan öğreniliyor?"
Bu, sorulu/cevaplı kurt büyükanne ve kırmızıbaşlıklıkız muhabbetini daha sürdürebilirim. Ama netice değişmeyecek. Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş. Elbet ellerine, dişlerine, kıllarına, kulaklarına vs. bir tevil getirecek. Eşyada olmadığını gösterseniz de tevil ile inkârına girişecek. Çünkü onun aklı karar vermiş zaten doğruya. Fakat insanın vahiy karşısındaki en büyük imtihanı da budur bence: Aklını mutlak doğrunun sahibi gibi görmemek. Onu eşyayla, fıtratla ve vahiyle sınamak. Ve şeriat onu yalancı çıkardığında, söylediği gibi olmadığını gösterdiğinde, yanlışını kolay terkedebilmek. İmtihanın aslı bu değil mi zaten? Hem şeytanla Hz. Âdem efendimi ayıran da; insanın, hatasını görünce kabul ve tevbe edebilmesi değil mi? Aklını değil, akla yaslanmış inadını terkedebilmesi. Hey vehmini itikattan ayıramayan hoca hey! Eğer sınamıyorsan hak ile; hakikati, hayalden nasıl ayıracaksın? Herkesin imtihanı başka oluyor işte.
Bütün bu sorulara bir yanıt aramadan önce size tanıdığımın başından geçmiş bir hatırayı nakledeceğim:
Rabbim türlü türlü imtihan yaratıyor biz kullar için. Kimisi bedensel rahatsızlıklarla imtihan olunuyor, kimisi de psikolojik olanlarla. Tanıdığımın başına da ikinci türden birşey denk geldi. Hem de çok sevdiği bir arkadaşları eliyle. Elimden geldiğince özet geçeyim: Arkadaşı, önce zehirlendiğini söyleyip onu hastane hastane dolaştırdı; sonra müteaddit doktorlar, yaptıkları testler sonucunda "Zehirlenmiş falan değilsiniz!" deyince işbirliği halinde zehirleyenlerin onlar (doktorlar ve arkadaşı) olduğunu söyledi. Şaştı kaldılar bu işe. Ancak doktorlardan birisinin kenara çekip; "Arkadaşınız zehirlenmemiş, ama psikolojik bir rahatsızlığı olabilir. Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi birşey..." şeklinde akıl vermesiyle olanları anlayabildiler. Sonra zaten meselenin hakikaten böyle olduğu ortaya çıktı. Arkadaşları rahatsızdı ve düzenli kullandığı ilaçları almaya bırakmıştı. Bu kriz ondan dolayı yaşanmıştı.
Takıntı Hastalığı da denilen bu durumun birçok türü ve belirtisi var. Özetle mahiyeti ise şu: Vehminiz, artık kontrol edemediğiniz bir şekilde ve derecede dünyanıza hükmetmeye başlıyor. Temizlik konusunda olabilir, ibadet konusunda olabilir veya başka başka bir nedenden kaynaklanabilir. Hayatınızın dengesi vehmle bozuluyor. Örneğin: Birisi yanınızda diyor ki; "Bu şirkette yediğimiz yemekler bir gün bizi zehirleyecek!" Normalde arkadaşların gülüp geçtiği böyle bir espriye siz gülüp geçemiyorsunuz. Onu içinizde işlemeye başlıyorsunuz. Ve en nihayet o vehme siz de inanır hale geliyorsunuz. Bu da tıpkı yukarıda olduğu gibi doktor raporlarını, arkadaşlarınızın size gösterdiği yakın ilgiyi ve yıllardır devam edegelen aranızdaki dostluk hukukunu bile inkâr edip; "Beni sizler zehirlediniz. Doktorlarla da işbirliği yaptınız!" diyebilecek bir noktaya geliyor. Karamsarlık da bunun ilk adımlarından birisi belki.
Yani sorun eşyada olmuyor da nazarda oluyor. Fakat siz 'nazarınızda' görünenle öylesine körleşmiş oluyorsunuz ki, eşyanın bin dille haykırdığı hakikati dahi inkâr edebilecek noktaya gelebiliyorsunuz. Hatta size maddî anlamda inkâr edilmez deliller sunulduğunda bile sırf kafanızdaki tevehhümün ateşiyle onları inkâr ediyor veyahut "Doktorlarla işbirliği yaptınız!" gibi ardıl okumalarla cerh etmeye gayret edebiliyorsunuz.
Ben, Mustafa İslamoğlu ile aramızdaki sorunun da buna benzer birşey olduğunu düşünüyorum. Tabii yanlış anlaşılmasın, İslamoğlu'nun hasta falan olduğunu söylemiyorum. Bu temsil fehminize yaklaştırmak için yaşananları. Bediüzzaman'ın da ta Muhakemat'tan itibaren altını çizdiği birşeydir: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir." Ki, aynı eksende, yıllar sonra yazdığı 2. Söz'de şöyle der: "Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak, 'nazarında' pek fenâ bir memlekete düşer." Yani memleket aslında fena değildir, varlık hayırdır; hodbîn'in nazarında, onun bakışaçısı probleminden dolayı, varlık fena görünür. "Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir akıtır." Kur'an'ın mümin ile kafir halet-i ruhiyelerine dair yaptığı tasvirlerdeki zıtlık da buna dikkat çeker. Aynı âlemde yaşayan, ama birbirinin zıttı iki âlem. "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler." (Bakara, 18) Halbuki maddeten ne kafirler ne münafıklar kör değildir, körlükleri bir 'bakış açısı' körlüğüdür. Hakka ihtimal vermeyişleridir.
Bence işte biraz da bu yüzden İslamoğlu inadından vazgeçmiyor. (Yine bir uyarı notu: İslamoğlu hakkında kafir veya münafık ifadesi kullanmaktan Allah'a sığınırım.) Zira daha Kur'an'a arzetmeden (ki arzettiği de tartışmalı), hatta Risale-i Nur'un kapağını açmadan (ki bu da alıntıladığı metinlere bakılınca gerçekten tartışmalı) onun kafasında verilmiş bir karar vardı. Vehmi ile, bugün olmadığını kendisinin de kabul ettiği, ama bir asır sonrasına 'mümkün' gördüğü bir dalalete sapışla itham ediyordu bizi. Nur talebeleri, yaptığı alıntıların Risalelerde bulunmadığını, Bediüzzaman'ın öyle hiçbir söz söylemediğini isbat ettiklerinde de iftirasından vazgeçmiyordu. Cemaatin içindeki uygulamalara getiriyordu lafı. "Sadeleştirmeye müsaade etmiyorsunuz, demek kutsuyorsunuz." Nur talebeleri; "Hayır, kutsadığımızdan değil, Kur'an'la terminolojik bağı kopmasın hem anlam kayması yaşanmasın diye metnin sıhhatine, hem her edebî eserde olduğu gibi taraftarız..." deseler de vazgeçmiyordu:
"Eee, derslerinizi hep ondan yapıyorsunuz, Kur'an'dan yapmıyorsunuz, demek eşiti görüyorsunuz?" Nur talebeleri buna cevaben de diyorlardı ki; "Biz Risaleyi de zaten 'Kur'an ne diyor?' diye okuyoruz. Kur'an'a çıkan merdivenimiz o bizim. Zaten hepimiz hem medreselerimizde hem hususi âlemimizde Kur'an'la meşgul insanlarız. İçimizde bir sürü ilahiyatçı, müfessir, ilm-i kelamcı da var. Sadece esnaf, memur, işçi değiliz ki. Kur'an'ı tefekkür etmeyi Bediüzzaman'dan öğrendik biz. Kaldı ki, bugün hangi ilim dalı yardımcı kitapları olmadan öğreniliyor?"
Bu, sorulu/cevaplı kurt büyükanne ve kırmızıbaşlıklıkız muhabbetini daha sürdürebilirim. Ama netice değişmeyecek. Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş. Elbet ellerine, dişlerine, kıllarına, kulaklarına vs. bir tevil getirecek. Eşyada olmadığını gösterseniz de tevil ile inkârına girişecek. Çünkü onun aklı karar vermiş zaten doğruya. Fakat insanın vahiy karşısındaki en büyük imtihanı da budur bence: Aklını mutlak doğrunun sahibi gibi görmemek. Onu eşyayla, fıtratla ve vahiyle sınamak. Ve şeriat onu yalancı çıkardığında, söylediği gibi olmadığını gösterdiğinde, yanlışını kolay terkedebilmek. İmtihanın aslı bu değil mi zaten? Hem şeytanla Hz. Âdem efendimi ayıran da; insanın, hatasını görünce kabul ve tevbe edebilmesi değil mi? Aklını değil, akla yaslanmış inadını terkedebilmesi. Hey vehmini itikattan ayıramayan hoca hey! Eğer sınamıyorsan hak ile; hakikati, hayalden nasıl ayıracaksın? Herkesin imtihanı başka oluyor işte.
9 Aralık 2014 Salı
İslamoğlu'na Allah yazdırmıyor mu?
"Bir kimsede bid'at gördüğünüz zaman ondan sakının. Çünkü gizlediği açığa vurduğundan fazladır." Abdullah b. Mübarek (r.a.), el-Akide Risalesi'nden.
Seri uzadı ama bitiremiyorum. Çünkü yazacak çok şey var. 'Yazmayayım, yazmayayım' desem de hazret yazdırıyor. Ah ben ne dedim? "Yazdırıyor!" dedim. Eyvah! Şimdi atanmamış müçtehid, müceddid, hatta dittiriditdit İslamoğlu beni de 'şirk koşmakla' falan suçlamasın? Yahut şu yazdıklarımı Kur'an yerine koymakla falan? el-Aman! el-Aman! Hata ettim. Kendisinin kulağı pek hassas tekfir radarına yakalanmamak için "Yazdım!" demeliydim.
Fakat bir saniye, durun, doğrusu gerçekten bu mu? Yazdığım şeyleri gerçekten ben mi yazıyorum? Sebepler dairesinde bakarsan, evet, sorumlusu benim. Fakat hakikat dairesinde bakarsan, hayır, yaratıcısı ben değilim. "Ne demek hayır?" dediğini duyar gibiyim. O halde mevzuu biraz daha açalım arkadaşım: Benim ve bizim bütün fiilerimizin sahibi aslında Allah'tır. Kullar ancak iradeleriyle kesbederler onları. Kazanırlar. Talepleriyle yaratılmasına vesile olurlar. Ama yaratamazlar. İslamoğlu'nun yüreğine insin istemem ama aslında 'yazdıran' da 'konuşturan' da (ve dahi her fiili yaratan da) Allah'tır. Herhalde bunu kendisi de az-çok bilir. Bilmelidir. Çünkü, malumun, müslüman olabilmek için asgarî bu şartı arıyoruz. Adına da tevhid diyoruz.
Peki "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" buyuran Kur'an bize ne anlatmak istiyor? Eğer İslamoğlu kafasıyla düşünecek olursak burada (haşa) bir ikircik var. Hem 'attın' diyor Kur'an hem de 'Sen atmadın ancak Allah attı!' diyor. Eğer mecaz nedir bilmeyenlerdenseniz, Uluhiyet ve Rububiyet dairelerini ayıramayanlardansanız, daire-i itikad ile daire-i muamelat farkını sezemeyenlerdenseniz bu ayetin içinden çıkamamanız normaldir. Fakat, standart bir müslüman olarak ben, bu ayete bakmakla Cenab-ı Hakkın bize ne büyük bir ders verdiğini görebiliyorum. "Bu dünyada, bu hayatta, bu şehadet âleminde neyi 'yaptın' sanıyorsan, aslında yapanı sen değilsin, yapan-yaratan ancak Allah'tır!" sadasını işitebiliyorum. Çünkü mahluk olarak gücümüz, değil bir file, bir fiile bile yetmez. Herbir fiil ardında 'yoku vara çıkarabilecek' bir sonsuz kudret sahibi gerektirir. Bu nedenle fiilleri yaratan ancak Allah'tır. Lakin sebepler dairesindeyiz. Mecazlarımız, 'mış gibi'lerimiz, kurgularımız olmadan Allah'ı bilemeyiz.
Evet. Sadede gelelim. Birinci 'atmak' sendeki mecazı kasteder. Yani zahiren atan sen görünüyorsun. Varoluşa böyle şahit oluyorsun. Tamam. İkinci 'atmak'sa o fiili yaratmaya gereken kudrete-hikmete dikkat çekmer. Ve seni bu farkındalıkla 'yaratıcı' olmaktan azleder. Aslında atan sen değildin. Çünkü atmanın tüm detaylarına erişir bir ilim, irade, kuvvet sende yok.
Mürşidim bu sadedde der ki: "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir; ademî birşey, mâdum bir şeye illet olur."
İşte her fiil böyle bir vücuda bakar. Her yapmak, bizim yapmayı arzu etmemiz dışında, büyük bir organizasyon işidir. İnsan yapmayı her arzu ettiğinde, eğer kainat hepbir olup ona eşlik etmezse, hiçbir şeyi başaramaz. Yalnız insan mı böyledir? Hayır. Aslında bütün varlık 'ismiyle' hareket edip kuvvetine dayanacağı bir ilaha muhtaçtır.
"Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de, herşey Cenab-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar."
Şimdi hakikaten bana komik gelen birşeyi anlatacağım: 'Bedii' gibi, 'Mevlana' gibi kelimelerde mecaza müsaade etmeyen, edenleri hatta tekfire yeltenen Mustafa İslamoğlu, her nedense iş 'yazmak' gibi bir fiile geldiğinde bu sefer mecaz yapılmamasını bir kusur gibi görmeye başlıyor. Mesela diyor ki Kur'an'ı Anlama Yöntemi kitabında: "Bu iddiaların en acayibi de, Risaleler için kullanılan 'yazdırıldı', 'izin olmadığı için yazılmadı', 'manen icbar ediliyorum' yollu beyanlardır. Risalelerin Kur'an'la kıyaslanması ise bir başka fecaattir. Buna göre nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri'nin tercümanı, tebliğcisi imiş..."
Öncelikle: O senin kem dilin tutulsun ki böyle iftirayı atıyorsun. 'Nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş...' diyorsun. Bu ifadeyi/iddiayı Risale-i Nur'da gösteremiyorsan, geçtiği cümleyi paylaşıp bizi ilzam edemiyorsan müfterisin, yalancısın! Zira, biliyoruz, Risalelerin hiçbir yerinde böyle bir kıyaslama geçmiyor. Ama senin zanaatin böylesi demagojiler, uydurmalar, ebele-hübeleler olduğu için şaşırmamak da gerekiyor. Aynı kitapta bunun gibi neler neler yapıyorsun. Ne haltlar yiyorsun. Bu meselede bana asıl komik gelen: Normalde kelimelerde mecaza müsaade etmeyen sen bu sefer de Bediüzzaman'ı mecaz kullanmadığı için suçluyorsun. Demek, "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" sırrınca bir âlim 'yazdım' değil 'yazdırıldı' dese, 'canım istemedi' değil 'izin olmadığı için yazılmadı' dese, 'kendimi yazmaya mecbur biliyorum' değil 'manen icbar ediliyorum' dese hemen kelamını Allah kelamı yerin koymuş oluyor, öyle mi?
A şaşkın! Uluhiyet dairesinden bakınca hangi fiili aslında sen yapıyorsun? Sen ki, güya mecaz beğenmezsin, asıl Bediüzzaman 'yazdım' dese "Haşa, ne yazması? Yazdırıldı. Hepimize Allah yazdırıyor. O yazdırmasa biz yazamaz, o konuşturmasa biz konuşamaz, o atmasa biz atamazdık!" demen gerekmez mi? O evvelki hassasiyetin sahiciyse burada bu temkini iktiza etmez mi?
Hey şaşkın! Kur'an okuyorsun ama nasıl okuyorsun? Nasıl bir kafayla, nasıl bir gözle, nasıl bir kem niyetle hatmediyorsun? Tahlilin nasıl bir keyfî kaideye bağlı ki, işine gelince mecaz kullanmak suç oluyor, işine gelince de kullanmamak? Bedii'de, Mevlana'da mecaza müsaade etmeyen sen, aynı sen, 'yazdırıldı'yı görünce de 'İlla mecaz kullanacaktı, üzerine alacaktı, yoksa kelamını Allah kelamı yerine koyuyor' deme cüretini gösterebiliyorsun? Yazık senden, senin bu ikircikli dilinden, cerbezenden Kur'an dersi alanlara. Kendi aklının yoluna getirmek için kimbilir daha neleri eğip bükeceksin! Ve yine de sana âlim mi diyecekler ha? En nihayet gazeteci-yazar Mustafa Özcan abinin sözüne geliyorum ben de: "Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir.
Seri uzadı ama bitiremiyorum. Çünkü yazacak çok şey var. 'Yazmayayım, yazmayayım' desem de hazret yazdırıyor. Ah ben ne dedim? "Yazdırıyor!" dedim. Eyvah! Şimdi atanmamış müçtehid, müceddid, hatta dittiriditdit İslamoğlu beni de 'şirk koşmakla' falan suçlamasın? Yahut şu yazdıklarımı Kur'an yerine koymakla falan? el-Aman! el-Aman! Hata ettim. Kendisinin kulağı pek hassas tekfir radarına yakalanmamak için "Yazdım!" demeliydim.
Fakat bir saniye, durun, doğrusu gerçekten bu mu? Yazdığım şeyleri gerçekten ben mi yazıyorum? Sebepler dairesinde bakarsan, evet, sorumlusu benim. Fakat hakikat dairesinde bakarsan, hayır, yaratıcısı ben değilim. "Ne demek hayır?" dediğini duyar gibiyim. O halde mevzuu biraz daha açalım arkadaşım: Benim ve bizim bütün fiilerimizin sahibi aslında Allah'tır. Kullar ancak iradeleriyle kesbederler onları. Kazanırlar. Talepleriyle yaratılmasına vesile olurlar. Ama yaratamazlar. İslamoğlu'nun yüreğine insin istemem ama aslında 'yazdıran' da 'konuşturan' da (ve dahi her fiili yaratan da) Allah'tır. Herhalde bunu kendisi de az-çok bilir. Bilmelidir. Çünkü, malumun, müslüman olabilmek için asgarî bu şartı arıyoruz. Adına da tevhid diyoruz.
Peki "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" buyuran Kur'an bize ne anlatmak istiyor? Eğer İslamoğlu kafasıyla düşünecek olursak burada (haşa) bir ikircik var. Hem 'attın' diyor Kur'an hem de 'Sen atmadın ancak Allah attı!' diyor. Eğer mecaz nedir bilmeyenlerdenseniz, Uluhiyet ve Rububiyet dairelerini ayıramayanlardansanız, daire-i itikad ile daire-i muamelat farkını sezemeyenlerdenseniz bu ayetin içinden çıkamamanız normaldir. Fakat, standart bir müslüman olarak ben, bu ayete bakmakla Cenab-ı Hakkın bize ne büyük bir ders verdiğini görebiliyorum. "Bu dünyada, bu hayatta, bu şehadet âleminde neyi 'yaptın' sanıyorsan, aslında yapanı sen değilsin, yapan-yaratan ancak Allah'tır!" sadasını işitebiliyorum. Çünkü mahluk olarak gücümüz, değil bir file, bir fiile bile yetmez. Herbir fiil ardında 'yoku vara çıkarabilecek' bir sonsuz kudret sahibi gerektirir. Bu nedenle fiilleri yaratan ancak Allah'tır. Lakin sebepler dairesindeyiz. Mecazlarımız, 'mış gibi'lerimiz, kurgularımız olmadan Allah'ı bilemeyiz.
Evet. Sadede gelelim. Birinci 'atmak' sendeki mecazı kasteder. Yani zahiren atan sen görünüyorsun. Varoluşa böyle şahit oluyorsun. Tamam. İkinci 'atmak'sa o fiili yaratmaya gereken kudrete-hikmete dikkat çekmer. Ve seni bu farkındalıkla 'yaratıcı' olmaktan azleder. Aslında atan sen değildin. Çünkü atmanın tüm detaylarına erişir bir ilim, irade, kuvvet sende yok.
Mürşidim bu sadedde der ki: "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir; ademî birşey, mâdum bir şeye illet olur."
İşte her fiil böyle bir vücuda bakar. Her yapmak, bizim yapmayı arzu etmemiz dışında, büyük bir organizasyon işidir. İnsan yapmayı her arzu ettiğinde, eğer kainat hepbir olup ona eşlik etmezse, hiçbir şeyi başaramaz. Yalnız insan mı böyledir? Hayır. Aslında bütün varlık 'ismiyle' hareket edip kuvvetine dayanacağı bir ilaha muhtaçtır.
"Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de, herşey Cenab-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar."
Şimdi hakikaten bana komik gelen birşeyi anlatacağım: 'Bedii' gibi, 'Mevlana' gibi kelimelerde mecaza müsaade etmeyen, edenleri hatta tekfire yeltenen Mustafa İslamoğlu, her nedense iş 'yazmak' gibi bir fiile geldiğinde bu sefer mecaz yapılmamasını bir kusur gibi görmeye başlıyor. Mesela diyor ki Kur'an'ı Anlama Yöntemi kitabında: "Bu iddiaların en acayibi de, Risaleler için kullanılan 'yazdırıldı', 'izin olmadığı için yazılmadı', 'manen icbar ediliyorum' yollu beyanlardır. Risalelerin Kur'an'la kıyaslanması ise bir başka fecaattir. Buna göre nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri'nin tercümanı, tebliğcisi imiş..."
Öncelikle: O senin kem dilin tutulsun ki böyle iftirayı atıyorsun. 'Nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş...' diyorsun. Bu ifadeyi/iddiayı Risale-i Nur'da gösteremiyorsan, geçtiği cümleyi paylaşıp bizi ilzam edemiyorsan müfterisin, yalancısın! Zira, biliyoruz, Risalelerin hiçbir yerinde böyle bir kıyaslama geçmiyor. Ama senin zanaatin böylesi demagojiler, uydurmalar, ebele-hübeleler olduğu için şaşırmamak da gerekiyor. Aynı kitapta bunun gibi neler neler yapıyorsun. Ne haltlar yiyorsun. Bu meselede bana asıl komik gelen: Normalde kelimelerde mecaza müsaade etmeyen sen bu sefer de Bediüzzaman'ı mecaz kullanmadığı için suçluyorsun. Demek, "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" sırrınca bir âlim 'yazdım' değil 'yazdırıldı' dese, 'canım istemedi' değil 'izin olmadığı için yazılmadı' dese, 'kendimi yazmaya mecbur biliyorum' değil 'manen icbar ediliyorum' dese hemen kelamını Allah kelamı yerin koymuş oluyor, öyle mi?
A şaşkın! Uluhiyet dairesinden bakınca hangi fiili aslında sen yapıyorsun? Sen ki, güya mecaz beğenmezsin, asıl Bediüzzaman 'yazdım' dese "Haşa, ne yazması? Yazdırıldı. Hepimize Allah yazdırıyor. O yazdırmasa biz yazamaz, o konuşturmasa biz konuşamaz, o atmasa biz atamazdık!" demen gerekmez mi? O evvelki hassasiyetin sahiciyse burada bu temkini iktiza etmez mi?
Hey şaşkın! Kur'an okuyorsun ama nasıl okuyorsun? Nasıl bir kafayla, nasıl bir gözle, nasıl bir kem niyetle hatmediyorsun? Tahlilin nasıl bir keyfî kaideye bağlı ki, işine gelince mecaz kullanmak suç oluyor, işine gelince de kullanmamak? Bedii'de, Mevlana'da mecaza müsaade etmeyen sen, aynı sen, 'yazdırıldı'yı görünce de 'İlla mecaz kullanacaktı, üzerine alacaktı, yoksa kelamını Allah kelamı yerine koyuyor' deme cüretini gösterebiliyorsun? Yazık senden, senin bu ikircikli dilinden, cerbezenden Kur'an dersi alanlara. Kendi aklının yoluna getirmek için kimbilir daha neleri eğip bükeceksin! Ve yine de sana âlim mi diyecekler ha? En nihayet gazeteci-yazar Mustafa Özcan abinin sözüne geliyorum ben de: "Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir.
8 Aralık 2014 Pazartesi
Güya Allah'ı takdis ederken...11: Yalnız sana mı caiz spesifik?
Tamam, elbette müctehid-i izamı, muhaddisin-i kiramı bir nefesiyle yerle yeksan edecek bir Mustafa İslamoğlu, bir Abdülaziz Bayındır, bir Yaşar Nuri Öztürk değiliz; ama az buçuk eğitim almış insanlarız. Mürekkebi, kalemi, defteri, ders kitaplarını, fiziki, kimyayı, biyolojiyi vs. görünce tanıyabiliyoruz. Bilim dünyasında işler nasıl yürüyor biliyoruz. Örneğin, şöyle birşey olmadığını biliyoruz en azından: "Hey, ben Graham! Dostum bugün birşey oldu, anlatsam aklın durur. Dinle: Elimde birkaç elektronik şey vardı, 'Canım sıkılıyor, biraz oyalanayım!' dedim, onları birleştirdim, bil bakalım ne oldu? Telefon! Evet, bir telefonum var artık! Muhtemelen birinde daha telefon olsa, ben konuşunca o da duyacak; ama şimdilik birtek bende var. O yüzden test edemiyorum."
Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor, sonra iş sahada olurluğu/olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman'ın Lemaat'ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikad.
Yani diyelim bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Mesela ne olsun? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda Telefunken evinize bir dev ekran televizyon bırakmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra aklın kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, iz'an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık bunun olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.
Doğal olarak bilimsel olan ne varsa, böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey (herşey demeyeyim, genelleştirmeler hep hatalıdır) bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir 'bilgisayar' kullanarak size yazılarımı 'internet' vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.
Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne (1828-1905) bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne'nin hayalleriydi/romanlarıydı bir zamanlar ve sahada yoktu. Ama onun bu hayallerini bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için itikad oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin itikadı olacak.
Buradan 'spesifik' kelimesine gelelim. Aslında 'kendine özgü, özellikli, özel, kendine has' gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama 'keşf' gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen ve belki umuma kabul ettirebilinecek kadar somut ifade edilemeyen şeydir spesifik. Belki 'kaziye-yi makbule' dahi bir yönüyle spesifik diyerek adlandırılabilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin, size deney sonuçları sunmadan "Bence bu iş şöyledir" demesi ve sizin de kabulünüz, bir nevi makbul söze ve spesifik bilgiye girer. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil henüz gösterememiştir size.
Peki, spesifik bilgi sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette ve mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Ancak teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve teoriler yalan değillerdir, isbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Bazı teoriler vardır ki, isbatı ile ortaya atılışı arasında yıllar vardır. Her teori İslamoğlu'nun spesifik çöplüğüne atılsaydı, şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel olan başta spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne'nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.
Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup'ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta, Bediüzzaman'ın umuma gösterememekten dolayı beyanından çekindiğini ifade etmesidir:
Ve yine Bediüzzaman'ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz:
Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik ve kendisinin de 'şarlatanların suistimal ettiklerini' beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da verdiğini görüyoruz:
Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki; bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Etrafındaki müminlerin kendisine saldırı olan bir dönemde onların kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, ağızlarına bir parmak bal sürmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını:
Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Bunu yazmaktaki amacı kendisine veya talebelerine bir elitizm, bir seçilmişlik, bir farklı konumlandırma veya bunlarla insanları kendine çekip talebelerinin sayısını arttırmak falan değil.
En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? İslamoğlu ve benzerleri 'spesifik' şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki ulemanın veya evliyanın keşfine (veya onun süper aklının kabul etmediği bir deliline) bakar, üzerine 'spesifik' kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve "Dünya güneşin etrafında dönüyor!" dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo veya Graham Bell veya Edison veya bir başkası... Her bilim veya bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya o öyle olduğunu tahmin ediyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.
O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı "Bana öyle geliyor" demekti, kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden, öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu. Peki, şimdi İslamoğlu'nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara 'ona öyle gelmesini' yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: "Fakire öyle geliyor ki... Muhtemelen... Fakire göre..." Hatta kitabında da bunları söylüyor:
Peki, benim müdakkik hocam, senin 'kanaatin' ve 'muhtemelen'in ile ilim oluyor da Bediüzzaman'ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip; değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade etmiyorsunuz?
Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayacağın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur:
Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor, sonra iş sahada olurluğu/olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman'ın Lemaat'ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikad.
"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."
Yani diyelim bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Mesela ne olsun? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda Telefunken evinize bir dev ekran televizyon bırakmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra aklın kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, iz'an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık bunun olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.
Doğal olarak bilimsel olan ne varsa, böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey (herşey demeyeyim, genelleştirmeler hep hatalıdır) bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir 'bilgisayar' kullanarak size yazılarımı 'internet' vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.
Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne (1828-1905) bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne'nin hayalleriydi/romanlarıydı bir zamanlar ve sahada yoktu. Ama onun bu hayallerini bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için itikad oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin itikadı olacak.
Buradan 'spesifik' kelimesine gelelim. Aslında 'kendine özgü, özellikli, özel, kendine has' gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama 'keşf' gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen ve belki umuma kabul ettirebilinecek kadar somut ifade edilemeyen şeydir spesifik. Belki 'kaziye-yi makbule' dahi bir yönüyle spesifik diyerek adlandırılabilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin, size deney sonuçları sunmadan "Bence bu iş şöyledir" demesi ve sizin de kabulünüz, bir nevi makbul söze ve spesifik bilgiye girer. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil henüz gösterememiştir size.
Peki, spesifik bilgi sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette ve mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Ancak teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve teoriler yalan değillerdir, isbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Bazı teoriler vardır ki, isbatı ile ortaya atılışı arasında yıllar vardır. Her teori İslamoğlu'nun spesifik çöplüğüne atılsaydı, şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel olan başta spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne'nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.
Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup'ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta, Bediüzzaman'ın umuma gösterememekten dolayı beyanından çekindiğini ifade etmesidir:
"İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım! Bir kal'ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganîmeti vermek, nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de, şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsıl olan fütuhâttaki inâyâtı, benim gibi bir bîçareye veremezsiniz! Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum."
Ve yine Bediüzzaman'ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz:
"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."
Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik ve kendisinin de 'şarlatanların suistimal ettiklerini' beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da verdiğini görüyoruz:
"Bilirsiniz ki; Ankara ehl-i vukufu, Risale-i Nur'a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkar edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde hissedar zannedip, itiraz ederek, 'Böyle şeyler kitaba yazılmamalı idi; keramet ihzar edilmez' diye hafif bir tenkide mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki, Kur'an'ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur'da kerametler şeklini alarak, şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ı İlahiye nevindedir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür."
Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki; bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Etrafındaki müminlerin kendisine saldırı olan bir dönemde onların kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, ağızlarına bir parmak bal sürmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını:
"Risale-i Nur'un, hizmet-i imaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lazım gelirken, hem benimle laakal yüzer katip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için, hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacip iken—kendimi misal alarak derim ki—beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde—maddi bir hastalık nevinde—insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış."
Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Bunu yazmaktaki amacı kendisine veya talebelerine bir elitizm, bir seçilmişlik, bir farklı konumlandırma veya bunlarla insanları kendine çekip talebelerinin sayısını arttırmak falan değil.
"Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risale-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır."
En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? İslamoğlu ve benzerleri 'spesifik' şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki ulemanın veya evliyanın keşfine (veya onun süper aklının kabul etmediği bir deliline) bakar, üzerine 'spesifik' kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve "Dünya güneşin etrafında dönüyor!" dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo veya Graham Bell veya Edison veya bir başkası... Her bilim veya bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya o öyle olduğunu tahmin ediyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.
O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı "Bana öyle geliyor" demekti, kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden, öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu. Peki, şimdi İslamoğlu'nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara 'ona öyle gelmesini' yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: "Fakire öyle geliyor ki... Muhtemelen... Fakire göre..." Hatta kitabında da bunları söylüyor:
"Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır."
Peki, benim müdakkik hocam, senin 'kanaatin' ve 'muhtemelen'in ile ilim oluyor da Bediüzzaman'ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip; değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade etmiyorsunuz?
"(...) Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat'î bir kanaat vermiş."
"Bu rüya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur'un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor."
"Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim."
"(...) ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum."
Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayacağın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur:
"(...) Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla, beyan ettiğim ve o içtihadımda 'en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak!"
6 Aralık 2014 Cumartesi
Aptallık hüsnüzan değildir
Bence bizi kandıran, hüsnüzannımızın aptallığa yaklaşmasının yanında, İslamoğlu'nun kurnazlığıdır. Kendisi dilinden çıkanların çok daha fazlasını kalbinde tutuyor kanaatimce. Sonraları iyiden iyiye boyası dökülen bir takiyyeyle, ehl-i sünneti de çok fazla ürkütmeden, adım adım kafasındaki taşları döşüyor. Öyle ki: Yakın zamanda devirdiği çamlara rağmen hâlâ onu savunanlar var. Sanıyorlar ki, hoca gafil, aydınlatılsa hemen ikna olacak.
Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.
Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.
Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.
Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.
Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.
Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.
İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.
Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."
İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.
"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."
Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?
Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.
Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.
Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.
Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.
Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.
Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.
Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.
İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.
Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."
İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.
"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."
Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?
Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.
Güya Allah'ı takdis ederken... 9: Spesifik sana söylüyorum, gayb sen işit!
Ehl-i sünnet nazarı ile İslamoğlu tayfasının arasındaki en mühim nüanslardan birisinin; 'kuşatılamayanın reddi' ile 'kuşatılamayanın da gerçek olabileceği' ayrımı üzerine olduğunu düşünüyorum. (Bunu, serinin evvelki bir yazısında daha belirtmiştim. Ancak tekrar üzerinde durmakta fayda var.) İslamoğlu tayfasının, Kur'an'da hakkında sarih beyan bulunmasına rağmen, gaybın yalnız Allah'ın bilgisinde olduğu noktasında şüpheleri var. Hatta şüphe de değil, Abdülaziz Bayındır gibilerin "Allah herşeyi bilmez!" diyerek açıkça beyan edebilecekleri kadar itikat haline getirdikleri bir yanlış bu. Bu yanlış, aklı, Allah'ı ve bildiklerini dahi sınırlayabilir bir muhtar telakki etmelerinden kaynaklanıyor. Aklın asla bütünü kuşatabilen olmayışı, fakat ilm-i İlahî'nin bütünün tamamını biliyor oluşu (bize göre gayb kalan yerleriyle beraber) bunların kanına dokunuyor.
Neden dokunuyor? Çünkü böylesi bir ihtimal 'spesifik' deyip sürekli çamur attıkları bir bilgi alanının hakikat olabilme ihtimaline kapı açıyor. Bunların mensubu oldukları tahtieci ekol, aynı zamanda reddiyeci olduğu için; bir gaybın varlığına iman, reddedeceği şeyleri o kadar kolay İslam'ın dışına atamayacaklarını ima ediyor onlara. Öyle ya, eğer varlığın sizin asla kuşatamayacağız köşeleri, yani bir gaybı olduğuna iman ederseniz; spesifik deyip çamur attığınız birçok şeyin de yarın hakikat olarak karşınıza çıkabileceğine ihtimal vermişsiniz demektir.
En azından şunu itiraf etmişsiniz demektir: "Ben şimdiye kadar bunun hakikatini anlayamadım. Ama benim bunun hakikatini kavrayamamış olmam, olmamasına delil olmaz. Çünkü gayb yalnız Allah'ın bilgisindedir. Ve iman sahibi olmak, aynı zamanda bir gaybının olduğuna ve hep olacağına da iman etmektir. Allah'ın ilmi karşısında beşerin ilminin/bilişinin mecbur olduğu hal budur. Açık kapı bırakmadır henüz bilinmeyenin hakikat olabileceğine. Beş duyu organımla kuşatamadığım ve ayrıca aklımla henüz ulaşamadığım nice şeyler de vardır ki, gayb olmuştur bana, belki şimdilik. Fakat yarın bunların hakikati ortaya çıkabilir."
Bu yüzden Kur'an'ın "Bugün dininizi tamamladım" hükmünü İslam'ın temel esaslarının tamamlanması çerçevesinde değil; bütününü alçıya alan, kıpırdamaz hale getiren bir şekilde anlarlar. Hatta oradan içtihadî meselelerin ve tüm içtihadların reddiyesine kadar gidenleri olmuştur. Öyle olursa inkâr etmede elleri rahatlar çünkü. Hz. Ali'nin Haricilerle yaşadıkları, onlara karşı dik duruşu, böylesi bir 'alçıya alışa' karşı Kur'an'ın tevili ve özelinde 'tevil edilebilirliği' üzerine verdiği bir mücadeledir. Zira müteşabih meselelerde "Yalnız benim anladığım doğrudur!" demek de bir tür şirk-i hafidir. Allah'ı, kuş kadar aklınla sınırlandırmaktır.
Bediüzzaman, birçok Risalesinde bu nazarı sigaya çeker. 20. Lem'a'da (İhlas Risalesi) "Hak yalnız benim mesleğimdir!" diyene karşı yaparken bunu, 26. Söz'de (Kader Risalesi) cüz-i ihtiyarinin reddine teşebbüs edenlere karşı yapar aynısını: "Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez." Bir adım sonrasında benzeri bir ikazın 'hadis müdafaası' çerçevesinde 24. Söz'de yapıldığını görürüz:
Haydi, yazıyı uzatmayı göze alarak, bir örneğini daha söyleyeyim. Yine 24. Söz'de; ancak 12 Asıl'da değil, daha evvelki bir kısımda; esma dairesinde de böylesi bir dikkati tavsiye eder Bediüzzaman, müminlere:
Buna, İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbani gibi mübarek insanların keşfiyatlarına dair sorulan bir soruya yönelik 18. Mektup'ta verdiği cevabı da ekleyebilirim. Ama uzatmayayım. Yani bütün bu alıntılar eşliğinde söylemek istiyorum ki; İslamoğlu olsun Bayındır olsun, bu ekolün mensuplarının temel zaafiyeti, ilmin sonuna geldiklerini sanmaları. Veyahut en azından aklın, yani şu anlık doğruya karar verenin, aynı zamanda bütün zamanları kuşatan hakikatin de tek doğrulayıcısı olduğunu düşünmeleri. Halbuki zaman da bir müfessirdir. Bugün senin anlayamadığın bir hakikat, belki senden sonra birilerinin keşfiyle açıklığa kavuşabilir. Peki, sen bugün ona karşı nasıl bir tavır takınacaksın? Aklına uymayan herşeyi inkâr ile geçmişe sadece bir yıkıntı mı bırakacaksın? Yoksa "Belki benim de kuşatamamış olma ihtimalim var!" deyip gelecekte oradan hakikati bulabileceklere açık bir kapı mı bırakacaksın?
İşte İslamoğlu ve benzerlerinin takıldıkları taş bu. Spesifik dedikleri herşeye de bunu yapıyorlar. Geleceğin veya başkalarının hakkı olan meseleleri "Ben bulamadıysam, yoktur bunun hakikati!" diyerek çöpe atıyorlar. İnkâr ediyorlar. İnternette Senai Demirci ile videosu da bulunan, hemen aratılsa bulunabilecek, tek örnek vereceğim: "İsrailoğulları olmasaydı et kokmazdı" hadisini sünnetullaha (hadi 'bilimsellik' diyeyim ben) aykırı bulduğu için, Buhari'de olmasına rağmen, reddediyor İslamoğlu. Hatta Buhari'nin hadis rivayetini ne denli sağlıklı yaptığına dair bir suizanna da malzeme yapıyor.
Ben bu çok akıllı hocama bir farklı bakış açısı öneriyorum şimdi: Sen "Balık baştan kokar!" dediğinde, yani bu atasözünü kullandığında, biliminsanlarıyla bir laboratuvara kapanıp elde ettiğin biyolojik bir kaideyi mi açıklıyorsun? Yoksa bir mecaz ile toplumun liderlerinden itibaren bozulduğunu mu belirtmeye gayret ediyorsun? Aklın yetmiyor diye, Allah Resulünün orada "İsrailoğulları olmasaydı, bu derece toplumsal bozulmalar meydana gelmezdi" gibi anlaşılabilecek bir mecazını (belki daha farklı çıkarımlar yapanlar da olabilir) senin kuş kadar aklın kestirmiyor diye neden inkâra sapıyorsun? Ehl-i sünnet olaydın, Bediüzzaman'ın önerdiği gibi derdin ki: "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!" Ama sende o feraset nerede? Sen kendi aklını Allah'ın icraatına sınır koyucu sanıyorsun. Elbet icraatın sahibi, sana o sınırının ne anlama geldiğini gösterecek. Ya bu dünyada ya öteki dünyada.
Neden dokunuyor? Çünkü böylesi bir ihtimal 'spesifik' deyip sürekli çamur attıkları bir bilgi alanının hakikat olabilme ihtimaline kapı açıyor. Bunların mensubu oldukları tahtieci ekol, aynı zamanda reddiyeci olduğu için; bir gaybın varlığına iman, reddedeceği şeyleri o kadar kolay İslam'ın dışına atamayacaklarını ima ediyor onlara. Öyle ya, eğer varlığın sizin asla kuşatamayacağız köşeleri, yani bir gaybı olduğuna iman ederseniz; spesifik deyip çamur attığınız birçok şeyin de yarın hakikat olarak karşınıza çıkabileceğine ihtimal vermişsiniz demektir.
En azından şunu itiraf etmişsiniz demektir: "Ben şimdiye kadar bunun hakikatini anlayamadım. Ama benim bunun hakikatini kavrayamamış olmam, olmamasına delil olmaz. Çünkü gayb yalnız Allah'ın bilgisindedir. Ve iman sahibi olmak, aynı zamanda bir gaybının olduğuna ve hep olacağına da iman etmektir. Allah'ın ilmi karşısında beşerin ilminin/bilişinin mecbur olduğu hal budur. Açık kapı bırakmadır henüz bilinmeyenin hakikat olabileceğine. Beş duyu organımla kuşatamadığım ve ayrıca aklımla henüz ulaşamadığım nice şeyler de vardır ki, gayb olmuştur bana, belki şimdilik. Fakat yarın bunların hakikati ortaya çıkabilir."
Bu yüzden Kur'an'ın "Bugün dininizi tamamladım" hükmünü İslam'ın temel esaslarının tamamlanması çerçevesinde değil; bütününü alçıya alan, kıpırdamaz hale getiren bir şekilde anlarlar. Hatta oradan içtihadî meselelerin ve tüm içtihadların reddiyesine kadar gidenleri olmuştur. Öyle olursa inkâr etmede elleri rahatlar çünkü. Hz. Ali'nin Haricilerle yaşadıkları, onlara karşı dik duruşu, böylesi bir 'alçıya alışa' karşı Kur'an'ın tevili ve özelinde 'tevil edilebilirliği' üzerine verdiği bir mücadeledir. Zira müteşabih meselelerde "Yalnız benim anladığım doğrudur!" demek de bir tür şirk-i hafidir. Allah'ı, kuş kadar aklınla sınırlandırmaktır.
Bediüzzaman, birçok Risalesinde bu nazarı sigaya çeker. 20. Lem'a'da (İhlas Risalesi) "Hak yalnız benim mesleğimdir!" diyene karşı yaparken bunu, 26. Söz'de (Kader Risalesi) cüz-i ihtiyarinin reddine teşebbüs edenlere karşı yapar aynısını: "Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez." Bir adım sonrasında benzeri bir ikazın 'hadis müdafaası' çerçevesinde 24. Söz'de yapıldığını görürüz:
"Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu 'On Asıl'ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki' gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehadis-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma! Zira, evvela o 'On Asıl'ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. 'Hakiki bir kusur varsa, bize âittir' derler, hadise râcî olamaz. 'Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir' derler. Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu 'On Asıl'ı tekzib ve iptal etmek lazım gelir. Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!' de, ilişme."
Haydi, yazıyı uzatmayı göze alarak, bir örneğini daha söyleyeyim. Yine 24. Söz'de; ancak 12 Asıl'da değil, daha evvelki bir kısımda; esma dairesinde de böylesi bir dikkati tavsiye eder Bediüzzaman, müminlere:
"Mâdem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi' terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."
Buna, İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbani gibi mübarek insanların keşfiyatlarına dair sorulan bir soruya yönelik 18. Mektup'ta verdiği cevabı da ekleyebilirim. Ama uzatmayayım. Yani bütün bu alıntılar eşliğinde söylemek istiyorum ki; İslamoğlu olsun Bayındır olsun, bu ekolün mensuplarının temel zaafiyeti, ilmin sonuna geldiklerini sanmaları. Veyahut en azından aklın, yani şu anlık doğruya karar verenin, aynı zamanda bütün zamanları kuşatan hakikatin de tek doğrulayıcısı olduğunu düşünmeleri. Halbuki zaman da bir müfessirdir. Bugün senin anlayamadığın bir hakikat, belki senden sonra birilerinin keşfiyle açıklığa kavuşabilir. Peki, sen bugün ona karşı nasıl bir tavır takınacaksın? Aklına uymayan herşeyi inkâr ile geçmişe sadece bir yıkıntı mı bırakacaksın? Yoksa "Belki benim de kuşatamamış olma ihtimalim var!" deyip gelecekte oradan hakikati bulabileceklere açık bir kapı mı bırakacaksın?
İşte İslamoğlu ve benzerlerinin takıldıkları taş bu. Spesifik dedikleri herşeye de bunu yapıyorlar. Geleceğin veya başkalarının hakkı olan meseleleri "Ben bulamadıysam, yoktur bunun hakikati!" diyerek çöpe atıyorlar. İnkâr ediyorlar. İnternette Senai Demirci ile videosu da bulunan, hemen aratılsa bulunabilecek, tek örnek vereceğim: "İsrailoğulları olmasaydı et kokmazdı" hadisini sünnetullaha (hadi 'bilimsellik' diyeyim ben) aykırı bulduğu için, Buhari'de olmasına rağmen, reddediyor İslamoğlu. Hatta Buhari'nin hadis rivayetini ne denli sağlıklı yaptığına dair bir suizanna da malzeme yapıyor.
Ben bu çok akıllı hocama bir farklı bakış açısı öneriyorum şimdi: Sen "Balık baştan kokar!" dediğinde, yani bu atasözünü kullandığında, biliminsanlarıyla bir laboratuvara kapanıp elde ettiğin biyolojik bir kaideyi mi açıklıyorsun? Yoksa bir mecaz ile toplumun liderlerinden itibaren bozulduğunu mu belirtmeye gayret ediyorsun? Aklın yetmiyor diye, Allah Resulünün orada "İsrailoğulları olmasaydı, bu derece toplumsal bozulmalar meydana gelmezdi" gibi anlaşılabilecek bir mecazını (belki daha farklı çıkarımlar yapanlar da olabilir) senin kuş kadar aklın kestirmiyor diye neden inkâra sapıyorsun? Ehl-i sünnet olaydın, Bediüzzaman'ın önerdiği gibi derdin ki: "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!" Ama sende o feraset nerede? Sen kendi aklını Allah'ın icraatına sınır koyucu sanıyorsun. Elbet icraatın sahibi, sana o sınırının ne anlama geldiğini gösterecek. Ya bu dünyada ya öteki dünyada.
4 Aralık 2014 Perşembe
Güya Allah'ı takdis ederken... 8: İsrailiyata vururken İslamoğluiyat'ı dikmek
Şahin Doğan abi, Risalehaber'deki yazısında Mustafa İslamoğlu'nun Kur'an'ı Anlama Yöntemi isimli kitabında yaptığı bir tahrifi gözler önüne serdi. İslamoğlu, 25. Söz'den alıntıladığı bir metni, aslında Risale-i Nur kelimesi geçmediği halde, içine Risale-i Nur kelimesini de katarak, Bediüzzaman'ın kendi eserlerini Kur'an'ın eşiti gibi gördüğü iddiasına karine olarak sunuyor. Tabii delili safsata olanın iddiasının neresini düzelteceksin? Arşimed bile dünyayı kaldırmak için dayanacak bir nokta istemiş.
Ben de yazıyı okuyunca hayretler içinde kaldım. İddiası iftira olduğu gibi, dayandırdığı metin de iftira. Kat kat iftiranın lahana yaprağı gibi tortop önünüze konduğu bir kitapla karşı karşıyasınız. İsmi de Kur'an'ı Anlama Yöntemi. Dua edin mümin kardeşlerim: Allah bu yöntemle Kur'an'ı anlamaktan bizleri korusun. Fakat durun! İslamoğlu bu kitapta bir 'tersten eğitim' mi düşünüyor acaba? Yani "Ben kötüsünü yapayım, onlar da bana bakarak nasıl olmaması gerektiğini öğrensinler..." türünden bir çalışma. Çok mu hüsnüzan ediyorum? Evet, haklısınız.
Ben de daha önceki günlerde twitter'da kitaptan bir bölümü paylaşmış ve Mustafa İslamoğlu'nun twitter hesabını da ekleyerek sormuştum: "Bunca yıllık Nurcuyuz, yıllardır da iyi kötü Risale okuyoruz, bu cümleyi Bediüzzaman nerede söylemiş, hiç okumadık, mümkünse İslamoğlu bize açıklasın." Cümle ise şu idi: "Said Nursi bir yerde ebcedi nasıl keyfî kullandığını şöyle itiraf eder: 'Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu.'" Doğrusu tahkik mesleğinin bir özelliği olarak ben hafızama değil, metne güvenirim. O yüzden Risale metinlerinde bu cümleleri içindeki kelimeleri tek tek aratarak bulmaya çalıştım. Yok, yok, yine yok. Yani hakikaten Bediüzzaman'a ait değil bu ifadeler. Ya bizim ehl-i aklımız, müdakkiklikte alemdarımız, tetkikte mangalda kül bırakmayanımız İslamoğlu nasıl alıntılıyor itiraf diye? Muhtemelen Üstad bizzat kendisine itiraf etti. Fakat nasıl olur? Üstad vefat edeli çok oldu. İslamoğlu yakazayı falan da sallamaz. Başka şekilde aldı haberi herhalde.
Üstelik İslamoğlu'nu yalanlayacak şekilde Risalelerde birçok ifade de var. Örneğin Birinci Şua'da geçen şu kısım:
Dikkatinizi çekti mi son cümle: Ebced/cifirin geçerliliği için tasannu/yapmacık olmaması şartını koşuyor Bediüzzaman kendi metninde. (Başka yerlerde tevafuk için de kullanıyor bunu.) Ve bu cümleyi Risale-i Nur'da aratınca bulabiliyoruz. Şimdi tabii İslamoğlu'na sormamız gereken birçok soru ortaya çıkıyor: Bütün kitap boyunca, dikkatte ve doğrulukta hep bu seviyede mi idiniz? Eğer öyleyse, vay halinize!
Hani bir söz vardır: "Şeytanın en büyük hilesi olmadığına inandırmasıdır" diye. Baudalaire atfedilir. Al Pacino ve Keanu Reeves'in başrollerini oynadığı Şeytanın Avukatı filminden akıllara kazınmıştır en çok. Aslında 13. Lem'a'da Bediüzzaman'ın da altını çizdiği birşeydir bu: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir." İşte bence Mustafa İslamoğlu da tam buna benzer birşey yapıyor metinlerinde. Bazı kavramlara öyle bir yaslanıyor ve o yaslandığı kavramların haklılığından öyle bir güç alıyor ki; bir kere onu diline dolayınca artık müminlere her cerbezeyi (hatta karşısında savaştığı şeyi bile) yuttururum sanıyor. Haricilerin "Hüküm Allah'ındır!" sözüne Hz. Ali'nin dediği gibi: "Bu söz, kendinden bâtıl murad edilen hak bir söz." Evet, nasıl o gün Hariciler dillerinde zâhiren hak sözlerle bâtıl murad edip Hz. Ali'ye karşı savaştılar; bugün İslamoğlu gibiler de buna benzer hak sözlerle bâtıl murad edip ehl-i sünnetle savaşıyorlar. Bunlardan bir tanesi de İsrailiyat meselesi.
İslamoğlu'nun derslerini takip edenler bilirler: İslamoğlu bu İsrailiyat kelimesiyle çok takıktır. Aklına uymayan, hoşuna gitmeyen, zekasının kesmediği, gözünün görmek istemediği her ne rivayet, tevil, icma, kıyas varsa hepsini İsrailiyat ilan edip kapıdışarı eder. Yani demek ister ki: "Bunlar dinin aslında yoktur ve sonradan dine katılmıştır. Eğer dinin aslından olsa, böyle mantıksız olmaz. İşte Yahudilerden gelmiştir, Hristiyanlar yapmıştır, Farslılar katmıştır..." vs. Rengi boldur, ama tadı aynıdır bu argümanın.
Naklolunan bilgilerde İsrailiyat nevinden şeyler karışık bulunabildiği riski, çok cüz'i olarak, ehl-i sünnetin ortak endişesi olduğu için; İslamoğlu da dayar sırtını bu genel kabul görmüş endişeye! Ondan sonra sallar kılıcını düşman üstüne. Önüne Buhari mi gelmiş, Müslim mi çıkmış, İbn-i Hacer'e mi çarpmış, İmam-ı Malikî mi rastlamış hiç umursamaz artık. Dane-i hakikatini bulmuştur ya, gayrı dünyada ona dur durak yoktur. "Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir." O da bu bâtılın hakkını verir. Tâmim eder de eder. Kimse kaçamaz keskin çeliğinden.
Fakat efendim, bu ehl-i sünnet ulemasına kılıcından aman çıkmayan, nefes aldırmayan âlimimiz, konu Batı kaynakları olursa, hiç de böylesi "Acaba?"lara sahip olmaz. Mesela kitabından bir alıntıyla gösterelim:
Görüyor musunuz aslan parçasını, hiç Batı kaynaklarından şüphe ediyor mu? Gerçi hangi kaynaktan bunları aldığı da belli değil, ama yeterli görmüş ki, hem 'Kanaatimiz odur ki...' dedirtmiş, hem de 'Muhtemelen...' gibi ehl-i ilme pek yaraşır ifadeler kullanmış. Şimdi, bu noktada durup sormak istiyorum: Buhari'yi, Müslim'i vs. Kur'an'a arz eden (aslında ne Kur'an'ı düpedüz kendi aklına arz eden) İslamoğlu acaba bu bilgileri kime arz ediyor? Kapadokyalı Apollonius'u Kur'an'da mı gördü de bize sorgulanmaz bilgi gibi dayatıyor İslamoğlu? Yoksa Pisagor sûresi diye bir sûreye mi denk geldi bizim okumadığımız bir yerde? Hiç öyle değil. Daha evvel de dedim, onun yaptığı birşeyleri Kur'an'a arz etmek değil. Doğruluğuna karar verdiği hususlarda Kur'an'ı ve sünneti kendine arz ediyor; bakalım Kur'an tevil edilebilir mi, sünnet de doğruyu tutturabilmiş mi diye.
Ve tabii bunun sonucu olarak "İsrailiyat, İsrailiyat!" diye bağıran İslamoğlu yavaş yavaş kendi İsrailiyatını kurguluyor İslam içine. Kur'an'da olmayan, sünnette yeri bulunmayan ama kendisinin pek kıymetli ve sorgulanmaz gördüğü kaynaklardan alınmış bu bilgilerle vahyi ve ehl-i sünnet ulemasını hizaya sokan muhterem hocamız, bunlar da yetmiyor, bir de uydurduğu metinleri başka âlimlerin ağzına koyup bize yedirmeye çalışıyor. Bazı rivayetlerini mantıksız bulduğu için Buhari'yi, Müslim'i itham eden aslan parçası; kendi kitabında Bediüzzaman'a demediğini dedirtiyor, dediğine de kaçak kat çıkıp tahrif ediyor. Kimbilir daha ne şekillerde ıslah edecek bizi. Hepimiz muntazır bekliyoruz. 1400 yıldır yaşayamadığımız İslam'ı, İslamoğlu gelsin de bize öğretsin diye. Fakat durun bir saniye! 1400 yıldır yaşanmıyorsa, o zaman alınan mirasın sağlığı da sorgulanmış olmuyor mu? Arada geçen bütün İslam geleneği sapkınlıkla suçlanmış falan? Amaaan, boşverin! İslamoğlu'nun aklı yeter size. Yerseniz.
Ben de yazıyı okuyunca hayretler içinde kaldım. İddiası iftira olduğu gibi, dayandırdığı metin de iftira. Kat kat iftiranın lahana yaprağı gibi tortop önünüze konduğu bir kitapla karşı karşıyasınız. İsmi de Kur'an'ı Anlama Yöntemi. Dua edin mümin kardeşlerim: Allah bu yöntemle Kur'an'ı anlamaktan bizleri korusun. Fakat durun! İslamoğlu bu kitapta bir 'tersten eğitim' mi düşünüyor acaba? Yani "Ben kötüsünü yapayım, onlar da bana bakarak nasıl olmaması gerektiğini öğrensinler..." türünden bir çalışma. Çok mu hüsnüzan ediyorum? Evet, haklısınız.
Ben de daha önceki günlerde twitter'da kitaptan bir bölümü paylaşmış ve Mustafa İslamoğlu'nun twitter hesabını da ekleyerek sormuştum: "Bunca yıllık Nurcuyuz, yıllardır da iyi kötü Risale okuyoruz, bu cümleyi Bediüzzaman nerede söylemiş, hiç okumadık, mümkünse İslamoğlu bize açıklasın." Cümle ise şu idi: "Said Nursi bir yerde ebcedi nasıl keyfî kullandığını şöyle itiraf eder: 'Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu.'" Doğrusu tahkik mesleğinin bir özelliği olarak ben hafızama değil, metne güvenirim. O yüzden Risale metinlerinde bu cümleleri içindeki kelimeleri tek tek aratarak bulmaya çalıştım. Yok, yok, yine yok. Yani hakikaten Bediüzzaman'a ait değil bu ifadeler. Ya bizim ehl-i aklımız, müdakkiklikte alemdarımız, tetkikte mangalda kül bırakmayanımız İslamoğlu nasıl alıntılıyor itiraf diye? Muhtemelen Üstad bizzat kendisine itiraf etti. Fakat nasıl olur? Üstad vefat edeli çok oldu. İslamoğlu yakazayı falan da sallamaz. Başka şekilde aldı haberi herhalde.
Üstelik İslamoğlu'nu yalanlayacak şekilde Risalelerde birçok ifade de var. Örneğin Birinci Şua'da geçen şu kısım:
"İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bil'ittifak, tekellüfsüz, mânâca ve cifirce Resâili'n-Nur'un başına parmak basmaları ve başta âyetü'n-Nur on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mâbeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medâr-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir."
Dikkatinizi çekti mi son cümle: Ebced/cifirin geçerliliği için tasannu/yapmacık olmaması şartını koşuyor Bediüzzaman kendi metninde. (Başka yerlerde tevafuk için de kullanıyor bunu.) Ve bu cümleyi Risale-i Nur'da aratınca bulabiliyoruz. Şimdi tabii İslamoğlu'na sormamız gereken birçok soru ortaya çıkıyor: Bütün kitap boyunca, dikkatte ve doğrulukta hep bu seviyede mi idiniz? Eğer öyleyse, vay halinize!
Hani bir söz vardır: "Şeytanın en büyük hilesi olmadığına inandırmasıdır" diye. Baudalaire atfedilir. Al Pacino ve Keanu Reeves'in başrollerini oynadığı Şeytanın Avukatı filminden akıllara kazınmıştır en çok. Aslında 13. Lem'a'da Bediüzzaman'ın da altını çizdiği birşeydir bu: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir." İşte bence Mustafa İslamoğlu da tam buna benzer birşey yapıyor metinlerinde. Bazı kavramlara öyle bir yaslanıyor ve o yaslandığı kavramların haklılığından öyle bir güç alıyor ki; bir kere onu diline dolayınca artık müminlere her cerbezeyi (hatta karşısında savaştığı şeyi bile) yuttururum sanıyor. Haricilerin "Hüküm Allah'ındır!" sözüne Hz. Ali'nin dediği gibi: "Bu söz, kendinden bâtıl murad edilen hak bir söz." Evet, nasıl o gün Hariciler dillerinde zâhiren hak sözlerle bâtıl murad edip Hz. Ali'ye karşı savaştılar; bugün İslamoğlu gibiler de buna benzer hak sözlerle bâtıl murad edip ehl-i sünnetle savaşıyorlar. Bunlardan bir tanesi de İsrailiyat meselesi.
İslamoğlu'nun derslerini takip edenler bilirler: İslamoğlu bu İsrailiyat kelimesiyle çok takıktır. Aklına uymayan, hoşuna gitmeyen, zekasının kesmediği, gözünün görmek istemediği her ne rivayet, tevil, icma, kıyas varsa hepsini İsrailiyat ilan edip kapıdışarı eder. Yani demek ister ki: "Bunlar dinin aslında yoktur ve sonradan dine katılmıştır. Eğer dinin aslından olsa, böyle mantıksız olmaz. İşte Yahudilerden gelmiştir, Hristiyanlar yapmıştır, Farslılar katmıştır..." vs. Rengi boldur, ama tadı aynıdır bu argümanın.
Naklolunan bilgilerde İsrailiyat nevinden şeyler karışık bulunabildiği riski, çok cüz'i olarak, ehl-i sünnetin ortak endişesi olduğu için; İslamoğlu da dayar sırtını bu genel kabul görmüş endişeye! Ondan sonra sallar kılıcını düşman üstüne. Önüne Buhari mi gelmiş, Müslim mi çıkmış, İbn-i Hacer'e mi çarpmış, İmam-ı Malikî mi rastlamış hiç umursamaz artık. Dane-i hakikatini bulmuştur ya, gayrı dünyada ona dur durak yoktur. "Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir." O da bu bâtılın hakkını verir. Tâmim eder de eder. Kimse kaçamaz keskin çeliğinden.
Fakat efendim, bu ehl-i sünnet ulemasına kılıcından aman çıkmayan, nefes aldırmayan âlimimiz, konu Batı kaynakları olursa, hiç de böylesi "Acaba?"lara sahip olmaz. Mesela kitabından bir alıntıyla gösterelim:
"Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır. Kapadokyalı Apollonius, rakam değerli harfleri kullanarak tılsımlar ve büyü formülleri icat eden bir pagandı. Onun tılsım ve büyü formülleri Müslüman çevrelerde de revaç buldu."
Görüyor musunuz aslan parçasını, hiç Batı kaynaklarından şüphe ediyor mu? Gerçi hangi kaynaktan bunları aldığı da belli değil, ama yeterli görmüş ki, hem 'Kanaatimiz odur ki...' dedirtmiş, hem de 'Muhtemelen...' gibi ehl-i ilme pek yaraşır ifadeler kullanmış. Şimdi, bu noktada durup sormak istiyorum: Buhari'yi, Müslim'i vs. Kur'an'a arz eden (aslında ne Kur'an'ı düpedüz kendi aklına arz eden) İslamoğlu acaba bu bilgileri kime arz ediyor? Kapadokyalı Apollonius'u Kur'an'da mı gördü de bize sorgulanmaz bilgi gibi dayatıyor İslamoğlu? Yoksa Pisagor sûresi diye bir sûreye mi denk geldi bizim okumadığımız bir yerde? Hiç öyle değil. Daha evvel de dedim, onun yaptığı birşeyleri Kur'an'a arz etmek değil. Doğruluğuna karar verdiği hususlarda Kur'an'ı ve sünneti kendine arz ediyor; bakalım Kur'an tevil edilebilir mi, sünnet de doğruyu tutturabilmiş mi diye.
Ve tabii bunun sonucu olarak "İsrailiyat, İsrailiyat!" diye bağıran İslamoğlu yavaş yavaş kendi İsrailiyatını kurguluyor İslam içine. Kur'an'da olmayan, sünnette yeri bulunmayan ama kendisinin pek kıymetli ve sorgulanmaz gördüğü kaynaklardan alınmış bu bilgilerle vahyi ve ehl-i sünnet ulemasını hizaya sokan muhterem hocamız, bunlar da yetmiyor, bir de uydurduğu metinleri başka âlimlerin ağzına koyup bize yedirmeye çalışıyor. Bazı rivayetlerini mantıksız bulduğu için Buhari'yi, Müslim'i itham eden aslan parçası; kendi kitabında Bediüzzaman'a demediğini dedirtiyor, dediğine de kaçak kat çıkıp tahrif ediyor. Kimbilir daha ne şekillerde ıslah edecek bizi. Hepimiz muntazır bekliyoruz. 1400 yıldır yaşayamadığımız İslam'ı, İslamoğlu gelsin de bize öğretsin diye. Fakat durun bir saniye! 1400 yıldır yaşanmıyorsa, o zaman alınan mirasın sağlığı da sorgulanmış olmuyor mu? Arada geçen bütün İslam geleneği sapkınlıkla suçlanmış falan? Amaaan, boşverin! İslamoğlu'nun aklı yeter size. Yerseniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...