6 Ocak 2015 Salı
5 Ocak 2015 Pazartesi
Varlığım hakikatine armağan olsun
“Bunlara benzeyen (tenkid içeren) daha birçok meseleyi sana yazdım. Allah’ın seni muvaffak etmesi ve ömrünü uzun kılması beni sevindirir. Çünkü bunda insanlar için menfaat olduğunu umuyorum. Her ne kadar birbirimizden uzak yerlerde isek de, senin varlığına alıştığım için, senin gibi birisinin (vefat edip) aramızdan ayrılmasını bir kayıp olarak görür ve bundan korkarım.” İmam el-Leys b. Sa’d’ın İmam Malik’e yazdığı mektuptan. (Allah ikisinden de razı olsun.)
Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.
Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.
“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.
Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.
Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”
[1] Müslim, Cumu’a 13.
Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.
Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.
“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.
Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.
Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”
[1] Müslim, Cumu’a 13.
3 Ocak 2015 Cumartesi
Parçalarda boğulmak 7: Merhamet, çoğu zaman 'bitirmesini beklemek'tir
Merhamet, çoğu zaman 'devam etmesini istemek' veya en azından 'bitirmesini beklemek'tir. Hayrın vücudîliği (varlıksallığı), şerrin ademîliği (yokluksallığı) ile de bağlantısı vardır. Bitirmesini beklemek de vücudunu inkıtaa/kesintiye uğratmamaktır aslında. Süre vermektir. Acele etmemektir. Gaybda olanın şahid olunan olmasına fırsat tanımaktır. Merhametin 'gayba iman' ile de bir ilişkisi var bence. Yani şöyle: Eğer gaybında birşeyin varlığına imanın varsa, olabileceğini kabul ediyorsan, merhamet edebiliyorsun. Çünkü merhamet biraz da ötende olanı anlamaya çalışmaktır. Sana dahil olmayanı, belki ters geleni, nefes almasına ve kendisini ifade etmesine izin verip öyle değerlendirmektir. Anlamaya çalışmaktır.
Bence Bediüzzaman bu yüzden Kur'an'dan aldığı ekolünde şefkati, tefekkürden önceliyor. Yani tefekkürün tâcının şefkat olması gerektiğini söylüyor. Öncesinde de acz ve fakr tabii. Şefkatsiz bir tefekkür, karşısındakini anlamaya çalışmayan bir tefekkürdür. Tutmaya çalışmaz, yıkmaya çalışır. Kuşatmayı beklemez, parçayla bütüne meydan okur. Bugün mimsiz medeniyetin elinden çıkmış tefekkürde de en çok bu eksik. Aklın dizgini yok. Aklın dizgini şefkattir oysa. Eğer şefkati/merhameti akıldan önceleseydik nükleer santralimiz yine olurdu belki, ama kesinlikle bir atom bombamız olmazdı. Atom bombasının düşünüşünde şefkat yok çünkü.
'Gayba iman' dedim yine ona döneyim. Abdurreşid Şahin abi gayba imanı "Allah her zaman bizim için gayb kalacak, hiçbir zaman onu bilmeyi bitirmiş olmayacağız..." şeklinde yorumluyor Holografik Bakış'ta. Daha önce de yazmıştım: Allah'ın bir ismi benim için 'Bilmekle bitmeyecek olan...' veya 'Bilmesi hiç bitmeyecek olan...' O yüzden bu tarifi alıp kalbime bastırıyorum. Tam aradığım şey çünkü. Sonsuz olan bir cennet hayatında (inşaallah) insan neyle oyalanabilir, sonsuz olanı daha fazla öğrenmeye çalışmaktan gayrı? Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir."
Bilmekle bitmeyecek olan'a, 'öğrenmeye açlığı hiç tükenmeyecek olanlar'dan daha güzel kim öğrencilik yapabilir? Hepimiz Allah'ın öğrencileriyiz. Talebeleriyiz, aczimiz ve fakrımızla talep ederiz. O da bize tefekkür tefekkür, rızık rızık, hissediş hissediş, duygu duygu, latife latife, sezgi sezgi, ilham ilham, 'bilinmesinin hazinelerinden' bahşeder. Fakat illa arada ayraç gibi bir şefkat olmalı. Bu, bilmediğin ve hakkını teslim edemediğin şeylerin varolabileceğini kabul etmektir çünkü. Ötekinin/bir sonrakinin varolabileceğine şans tanımazsan, bir sonrakini bulamazsın. Bazen "(...) hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır; illa nur-u imanla görünür."
Demem o ki; gıyabında olabilecek şeylere, en azından tahayyülünde, bir şans ver. Sorular da, marifet de böyle ortaya çıkıyor. Hem Lemaat'ta da dimağdaki meratibin ilk adımı böyle atılıyor. 'Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikat.' Gayba iman etmezsen, bu adımlar nasıl atılacak? Ve merhamet etmezsen, senin muhatabının da haklı olabileceğine bir açık kapı bıraktığını nereden bilelim?
"Birbinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız..." diyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yine merhametle imanı birbirine bağlamış olmuyor mu sence? Sevmek, merhamet etmek, anlamaya çalışmak çok mu ayrı şeyler? Anlamaya çalışmadığı neyi sever insan? Anlamadan neyi sevebilir? İttihad-ı İslam'ın da, uhuvvetin de, eşler arasındaki problemlerin de, aile içi sorunların da anahtarını bir cümlede toplayıp önümüze koymuş sanki Allah: "O takva sahipleri ki, gayba iman ederler." Demek, takvanı korumak için de gaybında birşeyler olduğuna inanman gerek. (Ki Metin Karabaşoğlu abi Hucurat sûresinden hareketle bir keresinde demişti ki: Takva en çok insan-insan ilişklerinde sınanır.) Allah'ın daha sana göstermediğin birşeyler... Aklının erişmediği birşeyler... Fitne zamanında olduğu gibi, 'beklemen/hareketini azaltman/daha çok düşünmen' gereken şeyler. Merhamet etmen, 'bitirmesini beklemen' gereken şeyler. Birşeyler birşeyler... Dışında birşeyler. Parça olduğunu ve ancak parçayı bildiğini, bütünün hep dışında kaldığını kabul ettirecek birşeyler.
Bence Bediüzzaman bu yüzden Kur'an'dan aldığı ekolünde şefkati, tefekkürden önceliyor. Yani tefekkürün tâcının şefkat olması gerektiğini söylüyor. Öncesinde de acz ve fakr tabii. Şefkatsiz bir tefekkür, karşısındakini anlamaya çalışmayan bir tefekkürdür. Tutmaya çalışmaz, yıkmaya çalışır. Kuşatmayı beklemez, parçayla bütüne meydan okur. Bugün mimsiz medeniyetin elinden çıkmış tefekkürde de en çok bu eksik. Aklın dizgini yok. Aklın dizgini şefkattir oysa. Eğer şefkati/merhameti akıldan önceleseydik nükleer santralimiz yine olurdu belki, ama kesinlikle bir atom bombamız olmazdı. Atom bombasının düşünüşünde şefkat yok çünkü.
'Gayba iman' dedim yine ona döneyim. Abdurreşid Şahin abi gayba imanı "Allah her zaman bizim için gayb kalacak, hiçbir zaman onu bilmeyi bitirmiş olmayacağız..." şeklinde yorumluyor Holografik Bakış'ta. Daha önce de yazmıştım: Allah'ın bir ismi benim için 'Bilmekle bitmeyecek olan...' veya 'Bilmesi hiç bitmeyecek olan...' O yüzden bu tarifi alıp kalbime bastırıyorum. Tam aradığım şey çünkü. Sonsuz olan bir cennet hayatında (inşaallah) insan neyle oyalanabilir, sonsuz olanı daha fazla öğrenmeye çalışmaktan gayrı? Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir."
Bilmekle bitmeyecek olan'a, 'öğrenmeye açlığı hiç tükenmeyecek olanlar'dan daha güzel kim öğrencilik yapabilir? Hepimiz Allah'ın öğrencileriyiz. Talebeleriyiz, aczimiz ve fakrımızla talep ederiz. O da bize tefekkür tefekkür, rızık rızık, hissediş hissediş, duygu duygu, latife latife, sezgi sezgi, ilham ilham, 'bilinmesinin hazinelerinden' bahşeder. Fakat illa arada ayraç gibi bir şefkat olmalı. Bu, bilmediğin ve hakkını teslim edemediğin şeylerin varolabileceğini kabul etmektir çünkü. Ötekinin/bir sonrakinin varolabileceğine şans tanımazsan, bir sonrakini bulamazsın. Bazen "(...) hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır; illa nur-u imanla görünür."
Demem o ki; gıyabında olabilecek şeylere, en azından tahayyülünde, bir şans ver. Sorular da, marifet de böyle ortaya çıkıyor. Hem Lemaat'ta da dimağdaki meratibin ilk adımı böyle atılıyor. 'Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikat.' Gayba iman etmezsen, bu adımlar nasıl atılacak? Ve merhamet etmezsen, senin muhatabının da haklı olabileceğine bir açık kapı bıraktığını nereden bilelim?
"Birbinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız..." diyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yine merhametle imanı birbirine bağlamış olmuyor mu sence? Sevmek, merhamet etmek, anlamaya çalışmak çok mu ayrı şeyler? Anlamaya çalışmadığı neyi sever insan? Anlamadan neyi sevebilir? İttihad-ı İslam'ın da, uhuvvetin de, eşler arasındaki problemlerin de, aile içi sorunların da anahtarını bir cümlede toplayıp önümüze koymuş sanki Allah: "O takva sahipleri ki, gayba iman ederler." Demek, takvanı korumak için de gaybında birşeyler olduğuna inanman gerek. (Ki Metin Karabaşoğlu abi Hucurat sûresinden hareketle bir keresinde demişti ki: Takva en çok insan-insan ilişklerinde sınanır.) Allah'ın daha sana göstermediğin birşeyler... Aklının erişmediği birşeyler... Fitne zamanında olduğu gibi, 'beklemen/hareketini azaltman/daha çok düşünmen' gereken şeyler. Merhamet etmen, 'bitirmesini beklemen' gereken şeyler. Birşeyler birşeyler... Dışında birşeyler. Parça olduğunu ve ancak parçayı bildiğini, bütünün hep dışında kaldığını kabul ettirecek birşeyler.
2 Ocak 2015 Cuma
Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı
"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum." Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'dan...
Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı, varolarak. Sevdiğiniz herşey, siz sevdiğiniz için var sanki. O kadar memnunsunuz ki kendinizden. Bir 'acaba'nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Dışınızdaki bir doğruya. (Ki biz bunu ahvalde merhamet diye okuruz.) Çünkü, sizin için, sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer istilanız altında. 'Anlamaya çalışmak' diye birşey yok.
Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten; kıymetiniz bilinmemekten. 'Bilinmeye değmez' söz çıkmaz yoksa ağzınızdan. Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya sizin arizî vücudunuz sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan baştançıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. "Benimle ilgilenmiyorlar!" diyorsunuz, çünkü dünya hakikaten sizin ben'inizle ilgilenmiyor. Arşimed'in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz.
Peki, aslımız ne bizim? Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip 'fıtrî ahvalini öldürmüş' olmaz. Eğer iyilik namına yaptıkların zaten canının istedikleri değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde "Olması gereken değil miydi bu?" demiyorsan. Yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan aleyhissalatuvesselam gibi "Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!" diyecek doğallık, yani 'olduğun gibi olma hali' sende yoksa, yazık.
Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun; ama tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî'de dedikleri gibi, 'terk-i terk'tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, mış gibi yaşamları, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın:
Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil, daha az yer tutmak üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur'an'da geçen, Bediüzzaman'ın da ilgili ayete ('Rabbinin nimetlerini' durmayıp söyle!) atıfla andığı 'tahdis-i nimet' denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden; işgal etmeden, 'benim olsun' ve 'yalnız benle olsun' demeden, ben'ine mal etmeden...
Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak. Birşey daha diyeceğim, yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında 'mahlukatın hukukuna tecavüz' ifadesini sık kullanıyor, hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir 'zorla ele geçirmek' veya 'sevmek ama başkalarına alan bırakmamak' veya 'aşkla istila etmek' şeklinde olduğu için olabilir mi?
Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı, varolarak. Sevdiğiniz herşey, siz sevdiğiniz için var sanki. O kadar memnunsunuz ki kendinizden. Bir 'acaba'nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Dışınızdaki bir doğruya. (Ki biz bunu ahvalde merhamet diye okuruz.) Çünkü, sizin için, sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer istilanız altında. 'Anlamaya çalışmak' diye birşey yok.
Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten; kıymetiniz bilinmemekten. 'Bilinmeye değmez' söz çıkmaz yoksa ağzınızdan. Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya sizin arizî vücudunuz sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan baştançıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. "Benimle ilgilenmiyorlar!" diyorsunuz, çünkü dünya hakikaten sizin ben'inizle ilgilenmiyor. Arşimed'in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz.
"(...) ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde (...) sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hatta esbabı (...) Hatta, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Peki, aslımız ne bizim? Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip 'fıtrî ahvalini öldürmüş' olmaz. Eğer iyilik namına yaptıkların zaten canının istedikleri değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde "Olması gereken değil miydi bu?" demiyorsan. Yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan aleyhissalatuvesselam gibi "Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!" diyecek doğallık, yani 'olduğun gibi olma hali' sende yoksa, yazık.
Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun; ama tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî'de dedikleri gibi, 'terk-i terk'tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, mış gibi yaşamları, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın:
"Ey cemaat! Her zaman nasıl konuşuyorsanız, öyle konuşun! Şeytan sizi saptırmasın! Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm. Vallahi! Sizin beni bulunduğum derecenin üzerine çıkarmanızı sevmem."
Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil, daha az yer tutmak üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur'an'da geçen, Bediüzzaman'ın da ilgili ayete ('Rabbinin nimetlerini' durmayıp söyle!) atıfla andığı 'tahdis-i nimet' denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden; işgal etmeden, 'benim olsun' ve 'yalnız benle olsun' demeden, ben'ine mal etmeden...
Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak. Birşey daha diyeceğim, yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında 'mahlukatın hukukuna tecavüz' ifadesini sık kullanıyor, hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir 'zorla ele geçirmek' veya 'sevmek ama başkalarına alan bırakmamak' veya 'aşkla istila etmek' şeklinde olduğu için olabilir mi?
1 Ocak 2015 Perşembe
Lezzetlerin ölümü...
Dünya gülümserken de ona 'hayır' diyebilmenin bir yolunu bulmamız lazım. İmtihan bunun üzerine dönüyor. O gülümsemezken, hatta surat asarken 'hayır' demek kolay. Kollarını açtığında nasıl 'Dur!' diyeceğiz? Ona değil, kendimize. Kendimizi, kuvvelerimizi, hislerimizi, nefsimizi nasıl durduracağız o böyle kolları açık 'Gel!' derken. Sınanmadığımız günahların takvası kolay oluyor. Korunmuş alanların içleri kısmen güvenli. Ya ateşe tutulursak? Ateşteyken elimizi 'kalmaya' ikna edebilir miyiz?
Benim aklımı çok kurcalıyor bu. Çünkü bunu başaramazsam geri kalan hayatımın kurgusal kaldığını düşünüyorum. İyi, neden iyi? Kötü, neden kötü? Mış gibi yapmaya düşman oldum her zaman. Kur'an'a ve sünnete teslim olmamak değil bu. Fakat istiyorum ki; Kur'an'ın kötü veya iyi dediğini bizzat kötü veya iyi olarak göreyim, bileyim. Bizzat günahın kendisinden soğuyayım. Bizzat günahın kendisi bana mantıksız gelsin. Anlamsız gelsin. Canım istemesin.
Evet, yine Markar Esayan'nın sözüne geldim. Ben bunu istemiyorum aslında: Kötülüğü canım istesin, ama yapmayayım yine de; bunu istemiyorum. "Canım da istemesin, çünkü o zaten kötü!" diyebilmek istiyorum. İçimdeki bu zıtlık, benim sorunumdur büyük ihtimal. Allah'ın varlığı yaratışında (hâşâ) bir çelişki yok. O vakit, kötü bana iyi geliyorsa; iyi bana kötü geliyorsa; birşeyleri gözden kaçırmamdan olmalı. Bu sorunu nasıl çözeceğim? Kötüyü kötü görmeyi nasıl başaracağım?
Aslı öyle olan ve aslında öyle olan bana neden sûreten böyle görünüyor? Bu ikircik, savaşılması gereken alan, çünkü nefsin iknası böyle olur. Eskiler nefsin gırtlağına çökerek aşmışlar bu engeli; fakat ben denedim, başaramıyorum. 'Daha kolay bir yolu olmalı' diye düşünüyorum. Genele daha yakın bir yol, bir kolaylık. Nefis, aptal değil. Aceleci, ama kesinlikle aptal değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayabiliyor. Fakat kısavadede yapıyor bunu, hemen gerçekleşebilecek bir menfaatin taraftarı. Hızlı olanın, hemen olanın, çabuk ele geçenin aslında kârlı olmadığını anlatabilecek bir dil bulabilsem, pekâlâ sözden anlayacak gibi.
Psikoloji zaten neyi yapıyor? Bunu yapmıyor mu? Nefsin, aklın diliyle ikna olabildiğini görmüş birileri. Doğruyu ve yanlışı, yeterli bir dille, yeterli şekilde, yeterli zamanda anlatırsan/gösterirsen, o da anlıyor bu işte bir tuhaflık olduğunu. Acele olanın kâr getirmediğini farkediyor. Bütün rehabilitasyonlar, terapiler, bağımlılık tedavileri bunun üstüne. Aklını ikna etmek değil bunlarla yapılmak istenen. Akılla kötü olduğu kabul edilmezse, zaten insanı tedavi edemezsin. "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar..." diyor Irvin Yalom. Aklın bildiğini bir lisan-ı münasiple nefse de anlatmak. Kuvve-i akliyenin dilini kullanıp kuvve-i gadabiye ve şeheviyeye ders işittirebilmek. En sağlam tedavi burada sanki.
'Aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu akla gösterebilmek...' Aradığım cevap bu. Şehvetin, gadabın, hislerin vs. ifrat etmek için her malzemeye sahip olduğu bir zamanda ahiret mesuliyeti veya kabir azabı ile bir nefis ne kadar ikna olabilir? Bana şu anda, şu günde, şu görünende; o kem işe doğru giderken, o kem işi hayal ederken, o kem iş bana gülümserken ağzımın tadını kaçıracak birşeyler öğretmen/hatırlatman lazım. O lezzetin, günahtaki o arsız lezzetin aslında zehrolduğunu bilmem gerek. Camilerde ve her irşadda böyle bir dil geliştirmeye muhtacız. Kısavadede iyi gibi gözükenin, aslında kısavadede de kaybettirdiğine ikna edebilecek bir dil. 'Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikretmek' tavsiyesi içinde 'her lezzetin ölümünü' zeval-i lezzet ile hissetmek/hayal etmek; bence Bediüzzaman bu işi çok başka anlamış. Tefekkürümüzün tahtası eksik, ardından yürüyemiyoruz.
Benim aklımı çok kurcalıyor bu. Çünkü bunu başaramazsam geri kalan hayatımın kurgusal kaldığını düşünüyorum. İyi, neden iyi? Kötü, neden kötü? Mış gibi yapmaya düşman oldum her zaman. Kur'an'a ve sünnete teslim olmamak değil bu. Fakat istiyorum ki; Kur'an'ın kötü veya iyi dediğini bizzat kötü veya iyi olarak göreyim, bileyim. Bizzat günahın kendisinden soğuyayım. Bizzat günahın kendisi bana mantıksız gelsin. Anlamsız gelsin. Canım istemesin.
Evet, yine Markar Esayan'nın sözüne geldim. Ben bunu istemiyorum aslında: Kötülüğü canım istesin, ama yapmayayım yine de; bunu istemiyorum. "Canım da istemesin, çünkü o zaten kötü!" diyebilmek istiyorum. İçimdeki bu zıtlık, benim sorunumdur büyük ihtimal. Allah'ın varlığı yaratışında (hâşâ) bir çelişki yok. O vakit, kötü bana iyi geliyorsa; iyi bana kötü geliyorsa; birşeyleri gözden kaçırmamdan olmalı. Bu sorunu nasıl çözeceğim? Kötüyü kötü görmeyi nasıl başaracağım?
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sûreten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Aslı öyle olan ve aslında öyle olan bana neden sûreten böyle görünüyor? Bu ikircik, savaşılması gereken alan, çünkü nefsin iknası böyle olur. Eskiler nefsin gırtlağına çökerek aşmışlar bu engeli; fakat ben denedim, başaramıyorum. 'Daha kolay bir yolu olmalı' diye düşünüyorum. Genele daha yakın bir yol, bir kolaylık. Nefis, aptal değil. Aceleci, ama kesinlikle aptal değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayabiliyor. Fakat kısavadede yapıyor bunu, hemen gerçekleşebilecek bir menfaatin taraftarı. Hızlı olanın, hemen olanın, çabuk ele geçenin aslında kârlı olmadığını anlatabilecek bir dil bulabilsem, pekâlâ sözden anlayacak gibi.
"His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur."
Psikoloji zaten neyi yapıyor? Bunu yapmıyor mu? Nefsin, aklın diliyle ikna olabildiğini görmüş birileri. Doğruyu ve yanlışı, yeterli bir dille, yeterli şekilde, yeterli zamanda anlatırsan/gösterirsen, o da anlıyor bu işte bir tuhaflık olduğunu. Acele olanın kâr getirmediğini farkediyor. Bütün rehabilitasyonlar, terapiler, bağımlılık tedavileri bunun üstüne. Aklını ikna etmek değil bunlarla yapılmak istenen. Akılla kötü olduğu kabul edilmezse, zaten insanı tedavi edemezsin. "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar..." diyor Irvin Yalom. Aklın bildiğini bir lisan-ı münasiple nefse de anlatmak. Kuvve-i akliyenin dilini kullanıp kuvve-i gadabiye ve şeheviyeye ders işittirebilmek. En sağlam tedavi burada sanki.
"Nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder."
'Aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu akla gösterebilmek...' Aradığım cevap bu. Şehvetin, gadabın, hislerin vs. ifrat etmek için her malzemeye sahip olduğu bir zamanda ahiret mesuliyeti veya kabir azabı ile bir nefis ne kadar ikna olabilir? Bana şu anda, şu günde, şu görünende; o kem işe doğru giderken, o kem işi hayal ederken, o kem iş bana gülümserken ağzımın tadını kaçıracak birşeyler öğretmen/hatırlatman lazım. O lezzetin, günahtaki o arsız lezzetin aslında zehrolduğunu bilmem gerek. Camilerde ve her irşadda böyle bir dil geliştirmeye muhtacız. Kısavadede iyi gibi gözükenin, aslında kısavadede de kaybettirdiğine ikna edebilecek bir dil. 'Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikretmek' tavsiyesi içinde 'her lezzetin ölümünü' zeval-i lezzet ile hissetmek/hayal etmek; bence Bediüzzaman bu işi çok başka anlamış. Tefekkürümüzün tahtası eksik, ardından yürüyemiyoruz.
31 Aralık 2014 Çarşamba
Acı, özünde boşluktur
Allah'a iman etmek, varlığının karşıkonulmaz delillerinin yanında, insana da iyi geldiği için vazgeçilmezdir. Bana sorsalar mesela, ki büyük ihtimal kabrimde sorulacak bunlar, Allah'a imanımın öncelikle 'bana iyi geldiği' ve 'zaten öyle olduğu' için kalbimde olduğunu söylerdim. Karar vermiş olmanın dayanılmaz güzelliğini; tereddüt yaşamayan, arada kalmayan bilmez. Arada kalmak, iki (veya daha çok) varlık içindeki yokluktur. Bin'in kapısında dilenmemiş, yani ki bin'in arasında kalmamış, Bir'e dua etmek nasıl güzeldir anlamaz.
İhtimal hesaplarının çileli yükü, hayattaki bütün musibetlerin fazlasıdır. Gideceğin yeri bilmemek, en yorucu yolculuklardan beterdir. Sılası olmayan gurbet, gurbetin en beteridir. Musibeti musibet yapan da onun kararsız kılışıdır zaten. Acı, seni kararsız kılandır önce. Anlamsızlıktır. Elini nereye koyacağını bilemediğin. Kalbine neyi sokacağını seçemediğin. Neyi/kime söyleyeceğine karar veremediğin. Tutunamadığın. Doğruyu akıl edemediğin... Boşluk... Acı, özünde boşluktur. Boşluktan haber verendir. Boşluktan, yani yokluktan. Tutunamamaktan.
Ey aşk-ı beka ile aç yaratılan, senin için yârinin olmadığı, izini göremediğin heryer boşluktur. Varlık sahasının terkidir. "(...) ebedinin sadık dostu ebedî olacak. Ve bakinin ayine-i zişuuru bakî olmak lazım gelir..." ve "Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Bediüzzaman, bir ilahı kabul etmeyişin bir kurtuluş değil, milyonlarca yeni ilahla uğraşmak anlamına geldiğini söylüyor eserlerinde. "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur."
Sen de mecbursun, Bir'e inanmayı reddettiğinde bin'i ikna etmeye, Bir'e dua etmediğinde bin'e dil dökmeye, Bir'den şifa beklemediğinde bin'in kapısında dilenmeye... Arası yok bunun. Sen de mecbursun. Keşke 'mülkümdür' demekten vazgeçsen, arazi mafyalarıyla uğraşmaktan kurtulacaksın böylece. Mülkünün selameti için... Doğru, tastamam rahat ettirir ve ettirendir. Doğruyu rahatından/huzurundan tanırsın. Çünkü mülk senin olmasa, sen gibi başkasının da olmaz, ancak Onun olur. Kime hesap vereceğini bilirsin. (O, hesap gününün sahibidir.) Kime döneceğini bilirsin. (Dönüşüz ancak banadır.) Neyi tutacağını bilirsin (sapasağlam bir kulp). Zaten iman nedir ki başka: "Ondan başka ilah yoktur." Ve kalpler ancak bunu bilmekle, tekrar tekrar bilmekle (zikirle) tatmin olur.
İhtimal hesaplarının çileli yükü, hayattaki bütün musibetlerin fazlasıdır. Gideceğin yeri bilmemek, en yorucu yolculuklardan beterdir. Sılası olmayan gurbet, gurbetin en beteridir. Musibeti musibet yapan da onun kararsız kılışıdır zaten. Acı, seni kararsız kılandır önce. Anlamsızlıktır. Elini nereye koyacağını bilemediğin. Kalbine neyi sokacağını seçemediğin. Neyi/kime söyleyeceğine karar veremediğin. Tutunamadığın. Doğruyu akıl edemediğin... Boşluk... Acı, özünde boşluktur. Boşluktan haber verendir. Boşluktan, yani yokluktan. Tutunamamaktan.
Ey aşk-ı beka ile aç yaratılan, senin için yârinin olmadığı, izini göremediğin heryer boşluktur. Varlık sahasının terkidir. "(...) ebedinin sadık dostu ebedî olacak. Ve bakinin ayine-i zişuuru bakî olmak lazım gelir..." ve "Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Bediüzzaman, bir ilahı kabul etmeyişin bir kurtuluş değil, milyonlarca yeni ilahla uğraşmak anlamına geldiğini söylüyor eserlerinde. "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur."
Sen de mecbursun, Bir'e inanmayı reddettiğinde bin'i ikna etmeye, Bir'e dua etmediğinde bin'e dil dökmeye, Bir'den şifa beklemediğinde bin'in kapısında dilenmeye... Arası yok bunun. Sen de mecbursun. Keşke 'mülkümdür' demekten vazgeçsen, arazi mafyalarıyla uğraşmaktan kurtulacaksın böylece. Mülkünün selameti için... Doğru, tastamam rahat ettirir ve ettirendir. Doğruyu rahatından/huzurundan tanırsın. Çünkü mülk senin olmasa, sen gibi başkasının da olmaz, ancak Onun olur. Kime hesap vereceğini bilirsin. (O, hesap gününün sahibidir.) Kime döneceğini bilirsin. (Dönüşüz ancak banadır.) Neyi tutacağını bilirsin (sapasağlam bir kulp). Zaten iman nedir ki başka: "Ondan başka ilah yoktur." Ve kalpler ancak bunu bilmekle, tekrar tekrar bilmekle (zikirle) tatmin olur.
28 Aralık 2014 Pazar
Güya Allah'ı takdis ederken...21: Abese sûresiyle yapılmak istenen
Üslûbunu benim de beğenmediğim oluyor, ama Cübbeli Ahmed Hoca hakkında birşeyi yeterince takdir etmediğimizi düşünüyorum. Aşırı da olsa, ifrat da etse, sert de gelse ümmet adına tehlikeli olabilecek şeyleri sanki ilk o hissediyor. İslamoğlu konusunun da buna karine olduğunu düşünüyorum. Mustafa İslamoğlu söyleyeceklerini/söylediklerini yine söylerken, Nur talebelerinin bir kısmı dahi ona sempati ile bakıyordu. (Ben de dahil.) Hatta bazı Nurcu kurumlar kitaplarının satışını bile yapıyordu. (Radyo programı yaptırmak isteyenler de olmuş, bunu sonradan duydum.) Ancak daha o dönemlerde Cübbeli Ahmed Hoca sert şeyler söylüyordu İslamoğlu hakkında. Gün geçti, devir döndü, biz de Cübbeli Ahmed Hoca'nın lafına geldik. Çünkü hakikaten adam o gün 'büyütmeyelim' dediğimiz söyleminde ifrat etti, en son dilini bize de iliştirdi. Neredeyse dinden çıkardı.
Bundan evvel, dinler arası diyalog meselesinde, Cübbeli Ahmed Hoca, sert bir şekilde Gülengilleri eleştirirken de biz "Yahu bu da herkese çatıyor!" diyorduk, rahatsız oluyorduk; fakat ne oldu? Yine Cübbeli Ahmed Hoca haklı çıktı bence. Evet, üslûbunda o dönem sertlik vardı, ama hakikat yok muydu? Ne yazık ki, üslûbuna takılıp sözünün hakikatine bakmadık. Ben azından bugün bu örneklerle birlikte takkemi önüme koyup 'hocanın hakkını hocaya' vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu en azından kendi adıma düşünüyorum. Yazım kendisine kadar ulaşır mı bilmem, ancak ulaşırsa, hakkında "İfrat ediyor!" gibi laflar ederek ettiğim gıybet ve eleştirilerden dolayı helallik isterim. Demek sünnetteki salabeti onun ferasetini arttırıyormuş.
Abese sûresi mevzuuna gelelim. İslamoğlu'nun Abese sûresinin ilk ayetindeki kişinin Velid b. Muğire oluşu üzerine yaptığı tefsir (hoş, yalnızca o yapmıyor, o taifesi hep böyle yapıyor) ve 'kibirli adam' şeklinde yaptığı tevil; Cübbeli Ahmed Hoca tarafından "Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselama 'kibirli adam' diyor!" şeklinde lanse edildi. Bu yanlış. Mustafa İslamoğlu'nu artık günahım kadar sevmesem de kastettiğinin Peygamber Efendimiz olmadığını kendisi beyan ettiği bir meselede ona iftira etmek istemem. Ancak yine Cübbeli Ahmed Hoca'nın bu noktadaki hassasiyetinin boş olmadığını düşünüyorum. Evet, meseleyi çarpıtıyor, ancak oradan yapılan bir saldırıyı hissettiğinden bunu yapıyor bence. Fakat savunma haklı da olsa meşru dairede kalmak zorundadır.
"Bu saldırı nedir?" derseniz, onu da Dr. Mehmet Okuyan'ın yine Hilal TV'de yaptığı Tefhimu'l-Kur'an programın sırasında farkettim. Bu zümre, Kur'an'daki bir ayete dair kendilerinin yaptığı bir yorumu esas alıp, diğer bütün yorumların dalalette olduğunu ima eder tarzda tefsir yapıyorlar. Yani Bediüzzaman'ın ehl-i sünnetin mesleğine uygun olmadığını tekrar tekrar söylediği "Hak yalnız benim mesleğimdir!" söyleminde devam ediyorlar. Mesela bundan daha önce bir yazımda da alıntıladığım "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" hadis-i kudsîsini yorumlarken İslamoğlu diyor ki: "Buna hadis demek, Allah'a ve Resulüne hakarettir." Yani demek istiyor ki: "Buna hadis diyenler (başta İmam Gazalî olmak üzere) Allah ve Resulüne hakaret ediyorlar." Bu da aslında demek ki: "Bunu böyle söyleyenler dalaletteler." Bu da ilginç bir tekfir metodu, ima ile tekfir. İşte bunun benzerini Dr. Mehmet Okuyan da Abese sûresinin izahını yaparken söylüyor. Diyor ki: Yüzünü eşkiten, haşa sümme haşa, Peygamber Efendimiz değildir.
Tamam, sen öyle tefsir etmiyor olabilirsin, öyle tefsir edenleri beğenmiyor da olabilirsin, ama şu 'haşa sümme haşa' ne Allah aşkına? Ne demek istiyorsun? Mert ol, açıkça söyle. Sence, bu ayeti Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam diye tefsir edenler dalalette mi? Allah Resulünün ismetine mi halel getiriyorlar? Ne demek, haşa sümme haşa? Ne ile suçluyorsun bizi?
Bu bence çok önemli bir ayrıntı kardeşlerim. Biz hep bu noktada ıskalıyoruz olayı. Adamlar, ehl-i sünnet ekolünde olduğu gibi, Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece farklı yorumların dalalet olmayacağını düşünmüyorlar. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye kendilerinde hak buluyorlar. Halbuki Bediüzzaman'ın ifadesiyle "En güzel benimdir" demeye hak var en fazla. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye hak yok. Eğer ehl-i sünnet böyle olsaydı, bu kadar hak mezhep, bu kadar hak tarikat birbirinden farklı bu kadar ekol/zenginlik bir arada nasıl bu dairede kalabilirdi? Ama bunların açtığı çığır hayır değil. Bunlar ufaktan ufaktan, çaktırmadan çaktırmadan ehl-i sünnetin kanaatlerini dalaletle suçluyorlar. "Bulandırma denizi, uyandırma kerizi..." tarzı hafif hafif yapıyorlar bunu. Halbuki varmak istedikleri nokta açık: 14 asırdır bir ayet-i kerimeyi dahi yanlış yorumlayan bu insanların dini elbette 'uydurma din'dir. Elleri, dilleri, içtihadları güvenilir değildir. Kapılmayın onlara, dini bizden dinleyin.
Daha komik olansa, aynı programda, ilgili ayetlerde Peygamber Efendimizin aleyhissalatu vesselamın uyarıldığını da kabul ediyor Mehmet Okuyan. Hatta İbn-i Mektum'u (r.a.) gördüğünde Efendimizin kendisi nedeniyle uyarıldığını zikrettiğini de naklediyor. Ama nedense ilk ayette kastedilen o değil diye tutturuyor. Yani Efendimiz aleyhissalatu vesselamın uyarıldığı kesin. Ama niye uyarıldığı bunlarca meçhul. Yüzünü eşkiten de o olmadığına göre, o halde neden uyarıldı peki? Bunu da zorlu bir teville izah ediyor kendileri. İnsanlık hali olarak Efendimiz, Velid b. Muğire'nin çekip gitmesine üzülmüş. Ah be hoca, madem buraya kadar kabul ediyorsun, bir adım daha gelip Efendimizin bu üzüntü sebebiyle yüzünün şeklinin değişebileceğini de kabul etsene?
Ama olmaz. Bunu kabul ederlerse, ehl-i sünnete çakacak bir malzeme çıkmaz o zaman. Ne yapacaklar peki? Peygamber Efendimizi (kendilerince/güya) tenzih ederken ehl-i sünnete de '14 asırdır ayeti yanlış tefsir ettikleri' çamurunu yapıştıracaklar. Gördün mü bak, nasıl bir taşla iki kuş? Hem de bu sayede, ümmetin, Efendimize duyduğu muhabbeti kullanıp, bu yorumu yapmış müfessirlerin kafasına da bir kılıç çalacaklar. Onları 'sapkınlıkta' gösterecekler. Kardeşlerim, oyun büyük. Hüsnüzan edilmeyecek dolaplar dönüyor. Cübbeli Ahmed Hoca da bence bu tehlikeyi hissettiğinden agresif tepkiler veriyor. Üslûbuna takılmayıp bundan kelli endişelerine biraz daha kulak verelim, vesselam.
Bundan evvel, dinler arası diyalog meselesinde, Cübbeli Ahmed Hoca, sert bir şekilde Gülengilleri eleştirirken de biz "Yahu bu da herkese çatıyor!" diyorduk, rahatsız oluyorduk; fakat ne oldu? Yine Cübbeli Ahmed Hoca haklı çıktı bence. Evet, üslûbunda o dönem sertlik vardı, ama hakikat yok muydu? Ne yazık ki, üslûbuna takılıp sözünün hakikatine bakmadık. Ben azından bugün bu örneklerle birlikte takkemi önüme koyup 'hocanın hakkını hocaya' vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu en azından kendi adıma düşünüyorum. Yazım kendisine kadar ulaşır mı bilmem, ancak ulaşırsa, hakkında "İfrat ediyor!" gibi laflar ederek ettiğim gıybet ve eleştirilerden dolayı helallik isterim. Demek sünnetteki salabeti onun ferasetini arttırıyormuş.
Abese sûresi mevzuuna gelelim. İslamoğlu'nun Abese sûresinin ilk ayetindeki kişinin Velid b. Muğire oluşu üzerine yaptığı tefsir (hoş, yalnızca o yapmıyor, o taifesi hep böyle yapıyor) ve 'kibirli adam' şeklinde yaptığı tevil; Cübbeli Ahmed Hoca tarafından "Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselama 'kibirli adam' diyor!" şeklinde lanse edildi. Bu yanlış. Mustafa İslamoğlu'nu artık günahım kadar sevmesem de kastettiğinin Peygamber Efendimiz olmadığını kendisi beyan ettiği bir meselede ona iftira etmek istemem. Ancak yine Cübbeli Ahmed Hoca'nın bu noktadaki hassasiyetinin boş olmadığını düşünüyorum. Evet, meseleyi çarpıtıyor, ancak oradan yapılan bir saldırıyı hissettiğinden bunu yapıyor bence. Fakat savunma haklı da olsa meşru dairede kalmak zorundadır.
"Bu saldırı nedir?" derseniz, onu da Dr. Mehmet Okuyan'ın yine Hilal TV'de yaptığı Tefhimu'l-Kur'an programın sırasında farkettim. Bu zümre, Kur'an'daki bir ayete dair kendilerinin yaptığı bir yorumu esas alıp, diğer bütün yorumların dalalette olduğunu ima eder tarzda tefsir yapıyorlar. Yani Bediüzzaman'ın ehl-i sünnetin mesleğine uygun olmadığını tekrar tekrar söylediği "Hak yalnız benim mesleğimdir!" söyleminde devam ediyorlar. Mesela bundan daha önce bir yazımda da alıntıladığım "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" hadis-i kudsîsini yorumlarken İslamoğlu diyor ki: "Buna hadis demek, Allah'a ve Resulüne hakarettir." Yani demek istiyor ki: "Buna hadis diyenler (başta İmam Gazalî olmak üzere) Allah ve Resulüne hakaret ediyorlar." Bu da aslında demek ki: "Bunu böyle söyleyenler dalaletteler." Bu da ilginç bir tekfir metodu, ima ile tekfir. İşte bunun benzerini Dr. Mehmet Okuyan da Abese sûresinin izahını yaparken söylüyor. Diyor ki: Yüzünü eşkiten, haşa sümme haşa, Peygamber Efendimiz değildir.
Tamam, sen öyle tefsir etmiyor olabilirsin, öyle tefsir edenleri beğenmiyor da olabilirsin, ama şu 'haşa sümme haşa' ne Allah aşkına? Ne demek istiyorsun? Mert ol, açıkça söyle. Sence, bu ayeti Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam diye tefsir edenler dalalette mi? Allah Resulünün ismetine mi halel getiriyorlar? Ne demek, haşa sümme haşa? Ne ile suçluyorsun bizi?
Bu bence çok önemli bir ayrıntı kardeşlerim. Biz hep bu noktada ıskalıyoruz olayı. Adamlar, ehl-i sünnet ekolünde olduğu gibi, Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece farklı yorumların dalalet olmayacağını düşünmüyorlar. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye kendilerinde hak buluyorlar. Halbuki Bediüzzaman'ın ifadesiyle "En güzel benimdir" demeye hak var en fazla. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye hak yok. Eğer ehl-i sünnet böyle olsaydı, bu kadar hak mezhep, bu kadar hak tarikat birbirinden farklı bu kadar ekol/zenginlik bir arada nasıl bu dairede kalabilirdi? Ama bunların açtığı çığır hayır değil. Bunlar ufaktan ufaktan, çaktırmadan çaktırmadan ehl-i sünnetin kanaatlerini dalaletle suçluyorlar. "Bulandırma denizi, uyandırma kerizi..." tarzı hafif hafif yapıyorlar bunu. Halbuki varmak istedikleri nokta açık: 14 asırdır bir ayet-i kerimeyi dahi yanlış yorumlayan bu insanların dini elbette 'uydurma din'dir. Elleri, dilleri, içtihadları güvenilir değildir. Kapılmayın onlara, dini bizden dinleyin.
Daha komik olansa, aynı programda, ilgili ayetlerde Peygamber Efendimizin aleyhissalatu vesselamın uyarıldığını da kabul ediyor Mehmet Okuyan. Hatta İbn-i Mektum'u (r.a.) gördüğünde Efendimizin kendisi nedeniyle uyarıldığını zikrettiğini de naklediyor. Ama nedense ilk ayette kastedilen o değil diye tutturuyor. Yani Efendimiz aleyhissalatu vesselamın uyarıldığı kesin. Ama niye uyarıldığı bunlarca meçhul. Yüzünü eşkiten de o olmadığına göre, o halde neden uyarıldı peki? Bunu da zorlu bir teville izah ediyor kendileri. İnsanlık hali olarak Efendimiz, Velid b. Muğire'nin çekip gitmesine üzülmüş. Ah be hoca, madem buraya kadar kabul ediyorsun, bir adım daha gelip Efendimizin bu üzüntü sebebiyle yüzünün şeklinin değişebileceğini de kabul etsene?
Ama olmaz. Bunu kabul ederlerse, ehl-i sünnete çakacak bir malzeme çıkmaz o zaman. Ne yapacaklar peki? Peygamber Efendimizi (kendilerince/güya) tenzih ederken ehl-i sünnete de '14 asırdır ayeti yanlış tefsir ettikleri' çamurunu yapıştıracaklar. Gördün mü bak, nasıl bir taşla iki kuş? Hem de bu sayede, ümmetin, Efendimize duyduğu muhabbeti kullanıp, bu yorumu yapmış müfessirlerin kafasına da bir kılıç çalacaklar. Onları 'sapkınlıkta' gösterecekler. Kardeşlerim, oyun büyük. Hüsnüzan edilmeyecek dolaplar dönüyor. Cübbeli Ahmed Hoca da bence bu tehlikeyi hissettiğinden agresif tepkiler veriyor. Üslûbuna takılmayıp bundan kelli endişelerine biraz daha kulak verelim, vesselam.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...