17 Ocak 2015 Cumartesi

Dilenmekle eşitlik bozulmaz

“Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor.” Virginia Woolf, Günlük’ten...

Yazmak biraz da ‘tutunmak’ gibi. Neden/nasıl bu kadar sık yazdığıma dair sorulara böyle cevap verebilirim: “Durmaya çalışıyorum.” Çoğu zaman yazmak yazardan okura ikram edilen birşeymiş gibi dillendiriliyor. Halbuki hayır. Ben ikram etmek niyetinde değilim. Hiç değilim. Aç olan bizzat kendimim. Başlarken böyle başlıyor. Ve, o açlığın doyması, o boşluğun dolması için yazıyorum. “Çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!” demekle bahsedileni kendim sayıyorum. Evet. Yazmaya başlarken aklıma gelmiyorsunuz. Fakat o yazıyı paylaşırken sizi hatırlıyorum.

Allah kimi/neye perde kılmayı murad ederse o buna acıktığını sanır. Eğer cömertliğin lezzeti ile dolu olmasalardı peygamberler böylesine zor bir görevi yerine getirebilirler miydi? Onlar peygamberdiler. Paylaşmayı en çok onlar seviyorlardı. Paylaşmanın lezzeti zordan zor olan nübüvveti ballandırıyordu demek ki. Celalli bir peygamber olabilir Musa aleyhisselam gibi, cemali baskın bir karakteri olabilir Harun aleyhisselam gibi, ama mert olmayan, cö-mert olmayan peygamber olamaz. Şunun da altını çizeyim: Paylaşmak derken de bir ‘gayrısı düşünülemez’ olarak kastediyorum. Aleyhissalatuvesselamın ağzına koyacağı lokmayı dahi mümkünse paylaştığından bahsediliyor. Yani bu onun için aradabir yapılan birşey değildi. Bir ‘zaten olması gereken’ gibi. Gayrısı düşünülemez gibi. Göğüslerinin başkalarına karşı genişliği orayı vahyin teşerrüfüne de müsait kıldı.

Yazmakla aramdaki ilişki en fazla ‘iktiran’ olabilir ki yüzleşilmesi doğru birşeydir. Acz ve fakr mesleğini eğer kainata hep ‘alan el’ gözüyle bakmak olarak resmediyorsam varlığa bakışımı da Bediüzzaman gibi ‘iktiran’ eksenli kılmalıyım. Bu bir kurgu değildir üstelik. Hakikatin kendisidir. “Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.” Elinden çıkanla eşitliği bozabilen yok. Hepimiz yaratılma eşitiyiz. Mahlukiyette denkliğiz. Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nde dokundurduğu gibi değil bu düzen. Ne diyordu sahi: “Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar daha fazla eşittir.”

“Önce ben, sonra benim sayemde sen, sonra senin sayende o...” değil. Ezel denilen ‘manzara-yı âlâ’da bir mesafe yok aramızda. Zamanı yaratan, dolayısıyla sınırlarından münezzeh olan Allah, bizi böyle görmüyor. Hepimiz bir an gibiyiz bilmesinin nazarında belki. Yani bütün ‘ol’cuklarımızla birtek “Ol!” gibiyiz. Öncelik-sonralık, uzunluk-kısalık, nedenlik-sonuçluk hep bizim icadımız.

Ne biliyorsun? Belki de ben bu yazıyı sen okuyasın diye yazmadım. Belki de sen okuyacaksın diye bana bu yazı yazdırıldı. Son olan ilktir belki. Ne biliyorsun? Sonuç olan amaçtır. Niyet neticenin kopyasıdır. Necip Fazıl merhumun da Aleyhissalatuvesselam hakkındaki şiirinde dilegetirdiği gibi: “Son Peygamber, son Peygamber!/İlk olunca sona geldi.” Tasavvufî metinlerde sıkça rastladığımız ‘hakikat-i Muhammediye’ manası böyle birşey değil mi? Başın sona, sonun başa gelmesi, kardeşleşmesi. Halkanın tamamlanması. Yani bir ‘levlake levlak’ sırrı.

En doğrusunu Allah bilir ya. Bediüzzaman’ın eserleri hakkında ‘yazdırıldı’ ifadesini sık kullanmasını biraz da böyle anlamak gerek diye düşünüyorum. Yine acz ve fakr mesleği ile irtibatlı yani. Yine ‘alan el’ olma durumu. “Bunları yazarak ben size birşey bağışlamadım, hayır, belki sizin okumaya açlığınız bende bunların yaratılması sebebidir!” demek biraz dünyaya.

“Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”

Mahlukatın birbiriyle ilişkisi ‘illet’ ilişkisi değildir. ‘İktiran’ ilişkisidir. Bunu çözmek sahtekâr kibri öldürür. Hem zilletli dilenciliğe de son verir. Dengemizi buluruz. Çünkü kibir de, tabasbus da, gurur da bizim eşya arasında kurguladığımız öncelik-sonralık, nedenlik-sonuçluk, yani yaratıcılık mizanseninden beslenir. Şimdi bana ilginç gelen birşeyi de diyeceğim Firavun ve kavmi hakkında. Kur’an-ı Hakîm onları zâhirde birbirine zıt gelebilecek iki şekilde birden anıyor:

Birincisini sûre-i Zuhruf’ta buldum: “Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler...” İkincisi sûre-i Mü’minûn’da; “Firavun’a ve ileri gelenlerine de (gönderdik). Onlar ise kibire kapıldılar ve ululuk taslayan bir kavim oldular.” Şaşırmayalım. Demek ‘kibir’ ve ‘boyun eğiş’ aslında çok da birbirinden uzak şeyler değiller. Firavun’un kavmine boyun eğdiren Firavun’a duydukları muhabbet değildir. Diğer kavimlere üstün olmanın kem hazzıdır. Neden-sonuç ilişkisinde ‘neden’ tarafında kendini öncelemektir. İktirana mazhar olan değil de ikram edici olmaktır. Alan el değil veren el olmaktır. Mürşidimin tarif ettiği şeydir:

“Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.”

Bugün “Ne mutlu (...) diyene!” diyenlerin asl-ı siretinde bundan başka ne var? Firavun’un kavmine sözde ilahlığı ile lütfettiği İsrailoğulları üzerinde küçük birer firavuncuk olma imkanıdır. Efendiliktir. “Ne mutlu kıptıyim diyene!” dedirmektir. Kendisi ‘firavuncuk’ olmak isteyen elbette başka bir Firavun’un kulu olmaya katlanır. FETÖ’nün de müntesiplerine bahşettiği ‘ahirzamanın seçilmiş cemaati olma’ imkanı değil miydi? Koşulsuz itaatlerini böyle kazanmadı mı? Ve yine bugün modernist taifenin ‘indirilmiş din-uydurulmuş din’ muhabbeti üzerinden takipçilerine bahşettikleri ehl-i sünnet üzerinde firavuncuk olabilme imkanı değil midir? Sanki hayat sadece dekorları/oyuncuları değişen bir tiyatro. Senaryosu ise Kur’an’da yazılı. Hangi kıssanın özüne insek çağımızı buluyoruz.

15 Ocak 2015 Perşembe

Kibir, bir işgal hareketidir

Azapların en büyüğü, geç kalmaktır, keşkedir. Ehl-i cehennem de, bence, en çok bundan yanacaklar. En fenası o. Mantıksız acıya katlanmak daha zordur. Doğruyu yaparken çekilecek acılara, ödenecek bedellere katlanmak bile haz verir. Ama hatanın bedelini ödemek? Ve yanarken körkütük hatalı olduğunu bilmek? Kur'an'da şuna benzer ifadeler geçiyor: "O günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, 'Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık...' diyecekleri zamanı bir görsen!"

Bir evlat için en acı şey; babasını, ancak onun baba olduğu yaşlara gelince anlamasıdır. Bu yönüyle babama karşı yeniden ilgiliyim. Oğlu gibi değil, onu tanımaya çalışan yaşıtı gibi. Vefatının üzerinden geçen yıllar, Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu, bu ilgimi azaltmadı, arttırdı. Babam benden uzaklaşırken cismanî anlamda, kalbim sanki bu mesafeyle orantılı bir şekilde ona yaklaşmamı sağladı.

İnsan tuhaf şey. İçinin bir mantığı var ki, ayrıdır, bazen dışına takla attırıyor. Neşeyi mutlak bir unutkanlık toprağı altına atabiliyor, ama acıyı sıradanlaştırarak ancak bir derece örtebiliyor. Ben babamı unutmadım. Unutmaktan da Allah'a sığınıyorum. Aklımdan geçmediği bir gün bile yok. Kötü bir evlat değildim, ama keşkesi olmayan evlat yoktur. Keşkesi yoksa o evlat, iyi bir evlat değildir. Üstelik 'keşke' sanıldığı gibi kötü birşey de değildir. Keşkesi olmayanın tevbesi olur mu?

Peki, babamı neden bu kadar özledim? Çok mu hayatımın her yerinde bir insandı? Tam aksine, babam hayatımın her yerini bana bırakan bir insandı. Onun varlık hali (bir davranış şekli olarak da değil, tam olarak varlık şekli) tevazu idi. Daha az yer işgal etmek üzerine kurgulamıştı herşeyini. Bir gün boyunca, eğer zorunda bırakmazsanız, konuşmadan günü bitirebilirdi.

Annem yüzünün asıklığından şikayet ederdi çokça; fakat neden bilmiyorum, bana asık gelmezdi. Bir memnuniyetsizlik gibi değildi o sanki. Bir derinlikti. "Benim burada ne işim var?" der gibi bakıyordu hayata. Kalabalıktan sıkılıyordu. Çok konuşmaktan sıkılıyordu. Yabancılardan sıkılıyordu. Misafirlikten sıkılıyordu. İlgiden sıkılıyordu. Kendine kalmaktan öte ve çalışmaktan başka bir isteği yok gibiydi. Hayvanları çok severdi. Çok şefkatliydi onlara karşı. Zaten işi de hayvanlara bakmaktı, bir nevi çobanlıktı. Hiçbir zaman ev sahibi olamadı. Üzerine düzgün birşey giyemedi. Ama bunu istemiyordu da, sanki hiç hevesi yoktu.

Bir tartışma olduğunda tarafları susturamazsa çekip gidişi, bence aynı naifliğin sesiydi. İnciniyordu. Duyarsızlıkla suçlayabilirsiniz böyle bir ilgisizliği, ama öyle değildi. Bu dünyanın karmaşası, tartışması, kavgası, telaşı, herşeyini o kadar yadırgıyordu ki; hayata adapte olamıyordu galiba. Belki böylesi bir insanın yalnız yaşaması en doğrusuydu, ama o iyi ki baba olmuş. Böylece ben babamı tanımış oldum. Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da şöyle bir halet-i ruhiye tasvirinde bulunur:

"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum."

Bence bu tasvir tam bir kibir tasviridir. Bediüzzaman da ehl-i şirkin varlıkla ilişkisini 'tecavüz' kelimesiyle çok anar. Özünde zaten kibir, 'ene' adına bir işgal hareketidir. Enenin kalınlaşıp sahibini yutmasından sonra öteki olanlara da dilini ve dişini değdirmesini biz kibir ile okuruz. Varlık hiyerarşisi 'ben' merkezine girdiğinde davranışlar da kibir kokar. Mütekebbire göre varlık 'kendisi ve diğerleri'nden ibarettir. Bir süre sonra diğerleri de yok olur.

"(...) güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır..."

Babamın varlığı ise, aksine, varlığa yönelik bir çekingenlik, bir 'daha az varolma' isteğiydi. Tevazusu böyle bir tevazuydu. Bilmiyorum, başkaları da onu öyle mi görürdü? Hatta şimdi beş evladının diğer dördü onu anlatsa nasıl anlatırlar? Fakat ben otuzumu aştığım şu yaşlarda babamı daha çok anlıyorum. Daha çok anlamak daha çok keşke demek, daha çok can yanması.

Halbuki birkaç defadan fazla bana nasihat de etmemiştir. O cümleleri de kafamda döner durur, kısa şeylerdir. Mesela hırsla odun taşıdığım bir gün şöyle demişti: "Oğlum, çok çok taşıma, ormanı çok götüren değil, sık götüren bitirmiş." Bir keresinde de kavga etmememi salık verirken şöyle demişti: "Her yaramaz adama bir tokat atsan, eve geldiğinde kolunu kaldıramazsın."

Konuştuğunda kelimeleri karıştıran, yürürken sağına soluna hiç bakmayan, selam verildiğinde tebessüm edip sonra yüzü hemen tekrar eski haline dönen, yirmilerimde bile koşup elinden alışveriş poşetini kaptığımda vermemekte direnen, yük olmaktan hoşlanmayan, vefatına kadar bir adım gerisinde yürümekten mutlu olduğum, giderken böylesi pekçok güzelliği beraberinde götüren babam, ben senden razı idim, inşaallah Rabbim de razı olur. Çünkü varlığın bir tevazu idi. İncitmeden yaşadın. Allah da seni incitmesin. Bunları söylerken mübalağa yapmıyorum. Abdestini almış cuma ezanını beklerken vefat etmişti. Birkaç gün sonra rüyamda bana şöyle dedi: "Oğlum, niye bu kadar üzülüyorsun, bak ben iyiyim. Bu kadar üzülme." Beni kimse bunun rüya olduğuna inandıramaz.

Bediüzzaman da dünyaya alıcı gözüyle bakardı

"Dünyamın tepetakla olmasının getirdiği panik duygusundan kurtulur kurtulmaz ve aramızdaki bu istenmeyen misafiri kabullenir kabullenmez, kendimi yepyeni bir dönemecin başında buldum. Onlarca yıldır, yetkin, güçlü, güvenli olmanın verdiği gururu bir kenara bırakıp sorumluluklarımın bir kısmını başkalarıyla paylaşarak hayatın sadece vermekten ibaret olmadığını öğrendim." Deborah Hutton, Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri'den.

Muhtemelen daha evvel de yazdım. Fakat bu dişimin kestiği öyle güzel bir şeker ki bitmiyor, gitmiyor, balı dilimi terketmiyor. O yüzden tekrar tekrar meşgul olmak ihtiyacı hissediyorum. "Nedir ki acep bunca mübalağa ile hayran olduğun ey ifratkâr çocuk?" derseniz hemen döküleyim: Acz/fakr mesleğidir. Böyle söyleyince heyecan vermedi belki. Nihayetinde mezkûr kelimeler zamanın ‘Marvel karakteri olmayı arzulayan’ bireyine çok da albenili gelmiyorlar. Tersi bir istikameti gösteriyorlar.

Bense 'acz/fakr mesleğini' bu sıralar daha zengin anlamaya çalışıyorum. Bence bu meslek hayata 'hep alan el olduğunuz' bir düzlemde bakmaya çalışmaktır. Evet. Buraya da şuradan geldim arkadaşım: "Veren el, alan elden üstündür!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sadece ‘sadaka alma/verme ahlakına’ yönelik bir nasihatte bulunmadığını düşünmeye başladım. Hayır. Daha da üstünde birşeydi söylenen. İçimizin yasasıydı. Gönlümüzün dengesiydi. Üst olanın ‘kendisini ne olarak vehmederek’ üst olduğunu; altta kalanınsa ‘kendisini ne olarak görerek’ altta kaldığını haber veriyordu sanki 'habercilerin en güzeli' Aleyhissalatuvesselam.

Yani: Size birşeyler verdiğini düşündüğünüz kişi sizin üstünüzdür. Üstünüz olduğunu düşünürsünüz kalbinizin/aklınızın bir köşesinde. Sizden birşeyler alan kişiyse altınızda gibi gelir. Ona da astınız olarak muamele edersiniz yine bilincinizin/şuurunuzun bir yerinde. O yüzden derim ki: 'Acz/fakr mesleğinde' ilerlemenin yolu, Allahu’l-a’lem, ancak şeylerle olabildiğince 'alan el' konumunda muhatap olmaktır. Bunu mahlukattan dilenme şeklinde düşünmeyin. Çünkü acz/fakr mesleğinin öyle anlaşılmasının yanlışlığını mürşidim bizzat kendisi beyan ediyor:

"Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir." Ama, kaçırmayalım arkadaşım, hemen öncesinde şunu da söylüyor: "(...) bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler."

Peki ‘fakrın tezyidi’ nasıl olur? Bir insan şu anki halinden daha aciz/fakir mi olmalıdır Allah'a yaklaşmak için? Sahip olduğu imkanları mı terketmelidir? Halbuki mürşidim modern medeniyeti de; "Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş..." diyerek eleştirmektedir. O halde buradaki 'fakrın ziyadeleşmesi' meselesi bir ihtiyaç artımından ziyade şuur işidir. Allah'a ne denli muhtaç olduğunu anlama meselesidir.

Elhamdülillah. Buraya kadar geldik. Bir adım ötesine de gidelim: İnsan Allah'a muhtaçlığını nasıl ‘daha fazla’ anlar? Nasıl böylesi bir mecrada arttırım sağlayabilir? Zaten başlarken herşeyin Allah'ın ona bir bağışı olduğunu kabul etmemiş midir? (Tevhid buna denmez mi?) Daha fazla neye iman edebilir ki aczini/fakrını bu yolla ziyadeleştirsin?

İşte, tam da bu mertebede Vahidiyet'ten Ehadiyet'e geçiş, gaibane muhatabiyetten hazırane muhatabiyete atlayış, malikiyevmiddin'den indinessıratalmustakim'e yapılan sıçrama sorularımıza cevap da oluyor. Çünkü Bediüzzaman, Mesnevî'sinin başında, 'amiyane tevhid' ve 'hakiki tevhid' ayrımını buna benzer bir şekilde yapıyor:

"Birisi âmiyâne tevhiddir ki; 'Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür...' der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakikî tevhiddir ki 'Allah birdir, mülk Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur...' der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar."

Yani, hakikî tevhidi yaşamak, sadece “Herşeyi Allah yarattı!” fikrine ulaşmak değildir. Ya? ‘Huzurî bir tevhid melekesi' ile ‘varlığın sana yazılmış mektuplar haline geldiği’ bir düzlemde, herşeyin aslında sana mesaj olduğunu ve hiçbir zaman mesaj veren olamayacağını anlamandır. Bu anlayışı geliştirdikçe geliştirirsin kendini acz/fakr mesleğinde. Her bağışın sana yapılan bir bağıştır. Her verişin sana yapılmış bir veriştir.

Bediüzzaman; "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz..." derken de bunu ders verir; "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi..." derken de bunu söyler; "Mesela, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş..." derken de bunu anlatır; "Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır..." derken de bunu nasihat eder ve hakeza. Hangisine baksanız Bediüzzaman'ın dünyaya 'alan el' olarak baktığını ve hiçbir zaman kendisini 'veren el' gibi görmediğini görürsünüz.

Şimdi buradan alıp kendi hayatlarımıza dönelim. Bir sadaka veriyoruz, bir muhtacın başını okşuyoruz, birisine tebessüm ediyoruz, bir namaz kılıyoruz, bir yazı yazıyoruz vs. Acaba bütün bunları yaparken kendimizi ne olarak görüyoruz? Alan el mi? Veren el mi? Bence vereceğimiz cevap bu meslekte ne kadar ilerde olduğumuzu da gösterecek. Cevabımızı ararken mürşidimin şu cümlesini de hatırda tutalım arkadaşım: "Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır."

Mesela ben kendime döneyim hemen: Bu yazıyı yazmakla size birşey bahşettiğimi ve yüce ilmimden(!) faydalandırdığımı mı düşünüyorum, yoksa yazmak-duyurmak-paylaşmak aşkı kalbime düşürülerek aslında Allah'ın 'kalemle öğrettiğine' mi şükrediyorum?

Bu da benim işin neresinde olduğumu öğretecek bana. Eğer size, bu yazıyı yazmakla bir bağış yaptığımı düşünüyorsam, kendimi veren el kıldım, üst saydım, aczim ve fakrım yara aldı, kibrim yükseldi, risk altındayım, 'dalâlet ve evhamın taarruzu'na kapı açtım. Ama eğer aslında bu yazıyı yazmakla Allah'ın 'bir işe yaramamı' sağladığını düşünmüşsem ve bir işe yaramamı sağladığı için ona şükretmişsem, hem tehlikesi gitti, hem de ne güzel, belki kardeşinize dua edeceksiniz. İki yerden kazancım var.

Ancak dedim ya: Mesele varlığa alan el olarak bakmakta. Hep talebe kalmakta. Hep aç durmakta. İhlas da burada gizli. Tevazu da. Bu bir tasannu değil. Olduğumuz şey bu zaten. (Tevazu da 'vazedildiği gibi olmak' demek değil midir?) Ne biliyorsun: Belki senin sadakan değil de sadaka verebileceğin muhtacın karşına çıkarılması sana verilmiş bir sadakadır? En nihayetinde fikir eteğimizi topladığımız cümle şöyle: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Amenna. Nihayetinde sen sadece bir kulsun. Allah odur. Ve "Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var!"

13 Ocak 2015 Salı

İnsan kurgusunda hapsolmuştur

Tasannu sahibini asabileştirir. Takva, eğer içten dışa bir süreçle, dimağdaki meratibin tamamı aşılarak itikada dönüşmemişse, yani özünden (güzel olana dair bir gönül razılığından) can bulan bir hal değilse, yaşarken strese dönüşür. Öyle olmadığınız halde öyleymiş gibi yapmak, takvanın doğasında olan 'varlığa/fıtrata uygun adım atmak' değil, varlığınızla (evvelen kendi varlığınızla) savaşmaktır. İz'an etmediğiniz, hatta belki tasdik seviyesinde dahi sorunlarınız olan 'doğrulara' davranışsal tebaiyet göstermek (iltizam), 'basamakları atlamış olmanın yanetkilerini' sıkletiyle göstermeye başlar. Tavuğun yorulmadan serçeyi taklidi birkaç saniyedir.

Doğru şekilde atlatılmamış süreçler şeytan için kullanışlı malzemelerdirler. Vesvese bu boşluktan, yani ki cehaletten, yararlanır. Aleyhissalatuvesselam buyurur: “İblis safların arasındaki boşluklara girer.” Şer zaten ademîdir. Yokluksaldır. Varlığı boşluklara bağlıdır. Bu zaaftan yakalanmış bir insanın üzerinde toplum mühendisliği de kolayca yapılır. Yönlendirmelere açıktır çünkü. İltizamına tasdik veya iz'an aramayı akıl edemediği için aklı da fonksiyonunu hakkıyla icra edemez.

Ne olur? Başkalarının aklına teşne olur. Kendi yargıları netleşmediğinden havadan kanaat kapar. Umutsuzluk kapar. Öfke kapar. Manipüle olur. Değerini başkalarına ölçtürür. Onların gözünden kurgusunu izlemeyi sever. Takdir hastasıdır. Neyi ‘Allah rızası için’ neyi 'kalabalık ondan istiyor veya küser' diye yaptığı içdünyasında karışmıştır. Kalabalıkla, ama günübirlik kalabalıkla, birlikte hareket etmeye meftundur. Kemiyet ölçebildiği tek meşrulaştırıcıdır onun için. Menfaati de zaten kalabalığın kuyruğuna takılıdır. Hem asabiyet, hem kalabalık tutkusu, hem menfaat. Linç kültürü buradan beslenir. Kalabalık ‘ben’sel sorunların müsekkinidir.

Yalanın kötülüğünü bizzat içinde görmemiş, dili acılığına değmemiş, kötülüğüne 'mış gibi' iman etmiş bir müslümanın onu söylememek için verdiği savaş ‘kaplumbağanın kabuğuyla verdiği savaş’a benzer. ‘Yanlıştır’ demek istemiyorum. Kesinlikle demem. Yanlışla savaşmak asla yanlış olmaz. Ama usûlü zordur. Bazı zaman olur ki; böylesi zorlu kavgalara girenler, en nihayet pes eder, kabuğu benimserler. "Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut 'Her-çibâd-âbâd' der, dalâlete gider."

Risale-i Nur'u bir mürşid olarak bulmadan önce neden namaza başlayıp başlayıp tekrar bırakıyordum? Her tevbemin ömrü neden kısaydı? Neden müslümanlığım bana kurgusal/tasannu gibi geliyordu? Neden gaflet tekrar tekrar üzerine basıp düştüğüm, bazen irademle de aradığım, aynı muz kabuğuydu? Neden hayatım günahlar ve tevbeler döngüsünde sene-i devriyesini tamamlayamadan kıyameti kopan gezegenler gibiydi? Neden fısk mü’minlikten daha albeniliydi ve ona karşı direnemiyordum?

Bütün bunların şimdi, mürşidimin tabiriyle, ‘dimağdaki meratib’e uygun hareket etmeyişimin ve takvamın kurgusallığının sonucu olduğunu düşünüyorum. Ben doğruya birşeyleri sıçramış olarak iman ediyordum. İmanım herkesin imanı gibiydi. Herkes iman ettiği için ben de imanlıydım. Herkes doğrunun o olduğunu söylediği için doğru oydu. Yoksa ben bizzat sınamamış ve gerekliliğini (ve zaten ondan başkasının mümkün olmadığını) görmemiştim. Halbuki Kur'an beni uyarıyordu: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" Hakikaten de sabredemiyorum. Çabuk pes ediyordum. Halbuki yine mürşidim diyordu: "İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi taat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musibete karşı sabırdır." Taat üstüne sabır, o, sabrın dayandığı mantığı bilmek istiyordu. Şunu da kabul etmem lazım: O yıllarda ben ibadetlerimin Allah'a hediyeler olduğunu düşünüyordum. Bu yanlıştı. Çok yanlıştı. Hediye vermek verenin paşa gönlüne bağlıdır. Çok namaz bıraktım ardımda kılınmamış. Sonra anladım namaz kılmakla hediye alanın ben olduğumu. Zengin vermekte naz yapar amma dilenci almakta naz edemez.

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın." Açlık kazaya kalmaz. Hastanın gönlü 'paşa' değildir. Fakirdir. Dilencidir. Muhtaç olan sensen o namazı kılarsın. Şimdi bana ehl-i takva olduğu söyleyenen insanlarda sağlama yapmamın bir yolu var. Öfkesine/merhametine bakıyorum. Merhameti kinine baskınsa umudum var. Yok, garezi sönmeyen cinstense, "O takva derisi değil onun. Üzerine giydiği (üstelik bedenine de uymayan) bir giysidir!" diyorum. Merhamet insanı hayvan olmaktan koruyan ‘acaba’dır.

En nihayet diyeceğim şu: "Rahmetim gazabımı aşmıştır!" buyuran Allah, affedişin aslolan olduğunu söylüyor, yoksa (hâşâ) kendisi parçalar halinde de iki parçasını birbiriyle mukayese ediyor değil. Zaten biraz derin tefekkür edersen görürsün: Onun gazabı bile rahmetindendir. Ya taş atar çoban gibi koyunlarını yanlıştan çevirir. Yahut recmeder, şeytanları recmettiği gibi, onların zararlarından korur. Veyahut da mazlumların haklarını zalimlerden alır vs. Ama zalimin gözü, gafilin çeşmi, iblis nazarı öyle problemlidir ki, rahmet de onlara azap görünür. Bazı zaman cemal dahi şiddet-i zuhurundan celal görünür. Gelincik tarlasını uzaktan seyretmek gibi. Yağmuru taşıyan anaç bulutların yavrularını kara kara korkutması gibi.

Elini vicdanına koy da sen söyle bakalım arkadaşım: Öfken merhametinden mi geliyor? Yoksa merhametin öfkenin zararlarından dolayı mı sancıyor? Yani sen de ben gibi öfkeyle kem kelamlar ettikten sonra yalnız kalınca "Keşke demeseydim!" diyenlerden misin? Yoksa Allah Resulü aleyhissalatuvesselam gibi, kendi adına olan şeylerde merhametle bakan, ancak başka birisine zulmedildiğinde ona duyduğun merhametten dolayı zalime öfkelenenlerden mi sayılırsın? Al sana bir turnusol kağıdı, bir saykal, ayırmanı kolaylaştırır: Birincisi geçince canın acır. Pişmanlık yakar. İkincisi her hatırına geldiğinde memnuniyetinden/mesruriyetinden izzet kokar. Zira lezzet-i ruhaniye böyledir: Geçmez. Ruh gibi bâki kalır. Zevali yoktur ki ruha dokunanın, zeval-i lezzeti mümkün olsun da. elem versin. Dar gününde bir dostuna yardım ettin diyelim. Büyük bir müşkülünü giderdin. Maşaallah. O yardımdan aldığın lezzet hiç biter mi?

Allah tuzak kurmaz mı?

Markar Esayan, 17 Aralık'ın yıldönümündeki SETA seminerinde, paralel yapının planlarını/tuzaklarını anlattıktan sonra demişti ki; "Ama Allah diye de birşey var..." Yapılan tüm planların, kurulan tüm tuzakların âkim kalışının nedenini anlatıyordu o tek cümle. Epey de alkış aldığını hatırlıyorum.

Tuzak ‘insansı’ ve de ‘imtihansı’ bir kelime. İblisin insana kurduğu tuzak. Yasak ağaç. Hz. Âdem ile Havva'nın aşk-ı beka ile imtihanı. Herşey bir tuzakla başlamış gibi. Şerrin tuzakları da tabiatı gibi ademîdir. Yani ‘yokluksal’dır. Bizim kelimeye verdiğimiz mana bu yüzden ademî olanla kardeş. Yani şerle. Kötülükle. Nerede bir tuzak varsa oradan 'hayır' beklemiyoruz. Bir gözü şeytana bakıyor. "Şeytanın bile aklına gelmez!" diyoruz. Kelimenin ortaya çıkışı kadim kavgamızla irtibatlanınca tarifimiz de illa o hatıradan birşeyler alıyor.

Mürşidim bu sadedde diyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashab-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Bu açıdan bakınca "Allah tuzak kurmaz!" diyebiliriz. Ne demektir bu? Açmaya çalışalım: Varlığın hidayet-dalalet zıtlaşması karşısındaki duruşu nötr/tarafsız değildir. Yani varlık her iki türden de yorumlamaya açık bir bilgi içermiyor aslında. İzafî değil. Spesifik değil. Göreceli değil. Varlık hayır üzerine. Varlık tevhid üzerine. Varlık hidayet üzerine. Dalalet her iki ekolü de destekleyen deliller kainatta varolduğu için ortaya çıkmıyor. Daha hissî bir düzeyde başlayan bir sapma, hatta kirli bir arzu, bir iptila, ardından yaptıklarını meşrulaştıracak bir teolojiyi de üretiyor. (Tam da burada Bediüzzaman’ın “Dalalet vehmîdir!” tesbitini hatırlayalım.) Şöyle birşey yok yani: Allah kainata hem dalaleti hem tevhidi gösterecek deliller serpiştirip insanlara tuzak kurmuyor.

Bunu Twitter'da paylaştığımda Mona İslam abla şöyle itiraz etmişti: "Nasıl Allah tuzak kurmaz? Enfal sûresinde kendisi buyuruyor: 'Küfre sapanlar seni tutup bağlamaları yahut öldürmeleri ya da yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar. Allah da tuzak kurar. Ama Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.' Bunu buyuran Allah'a nasıl 'tuzak kurmaz' deriz?"

Beşer tuzağı nasıl anlar? Allah tuzak demekle ne buyurur? Varlığı hayır/varlıksallık üzerine yaratmış olan Allah'a tuzak gibi ‘şer ile irtibatlı’ birşey nasıl atfedilir? Ben bunu da ilgili ayette geçen bir kelime ile anlıyorum. Mealler bu nüansı ıskalatıyorlar. Ayette Rabbimiz nasıl tarif ediliyor? “Tuzak kuranların en büyüğü?” Değil. “En kurnazı?” Değil. En içtenpazarlıklısı? Hâşâ. Bunların hiçbirisi değil. Ya nedir? "En hayırlısıdır." Çünkü Onun tuzakları kâfirlerin yokluksal/ademî hamlelerini boşa çıkarmak içindir. Yeni adem kuyuları oluşturmak için değildir.

Şuraya gelmek istiyorum arkadaşım: Aynı kelimeyi kullanıyoruz ama aynı manada değil. Sultan-ı Hakîm’imiz bize, tuzak gibi şerre yakın duran kelimelerden/fiillerden birisinin dahi, kendisine nisbet edildiğinde ‘varlıksal bir amacı’ olduğunu gösteriyor bu ifadeyle. Ona bağlandığında, subhaniyeti icabı nasıl rengi değişiveriyor her sözcüğün/eylemin, onu gösteriyor.

Şimdi hayatında sana kurulmuş tuzakların(!) tamamına böyle bak. Kaderini bu gözle bir oku. Kayıp sandıklarının ileride nasıl kazanca dönüştüğünü gör. Elhamdülillah. "Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer şer değildir..." cümlesinin izlerini onlarda da göreceksin. Yüzün şahıslardan kadere, cüzî iradelerden takdir-i Hûda'ya, küçük resimden büyük resme döndükçe her işin/fiilin rengi değişecek: "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor!” deyivereceksin. Kelimelerin beşerî düzeylerinin yalnız birer pencere olduğunu anlayacaksın. Tefsir ilminin varlık hikmetlerinden birisini daha idrak edeceksin.

Evet. Şeytan bir tuzak kurar. Sanır ki Hz. Âdem ile Havva'ya bir kötülük etti. Allah buna bedel bir tevbe imkanı yaratır. Kerem eder. Şeytanın hesaplarını boşa çıkarır. Şer sanılan birden neticeleri itibariyle daha büyük bir hayra dönüşür. Düşünsene arkadaşım: Acaba Hz. Âdem ile Havva'yı kandırmakla şeytan mı tuzak kurmuştur? Yoksa Cenab-ı Hak mı şeytana bir tuzak kurmuştur? Şeytan mı kazanmıştır? Yoksa Hakîm-i Zülcelal mi galip gelmektedir? Cevap vermeden önce iyice tefekkür et. Manzarayı kuşatmaya çalış. İblis, iki insanın cennette gördükleri ikrama haset etmişti, şimdi milyonlarcasının sonsuz saadetine cehennemden şahit olacak. Sence de ‘tuzak kuranların en hayırlısı’ Allah değil mi? Âmenna!

12 Ocak 2015 Pazartesi

Kusurlarınla barışmak

"Hepimiz, tabağın kenarından yürümeye çalışan sinekler gibiyiz." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...

Allah bize 'subhaniyetini/kusursuzluğunu' hatırlattıkça aslında bizi teselli ediyor. "Subhanallah!" dedikçe demek bundan rahatlıyoruz. Hûda'ya bir hediye vermiyoruz bunu söylemekle, aslında Allah'tan (hem de ne tatlı) hediyeler alıyoruz. Ne kadar ahmağız biz! "Kusursuz olan yalnız benim. Sizler yaratılmış ve dolayısıyla kusura açıksınız..." demek de var bunun içinde. Bir normalleşme bu insan için, farkedebilirse. Kibrini yenebilirse. 'Ben buyum' diyebilirse. "Senin bunları yapabileceğini biliyorum. Affıma sığın." Kur'an'da ne güzel ifadeleri var bunun. Bir tanesi şu bence: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." Kusursuzluk iddiasına girme, itiraf ile Rabbine kaç.

Yazılarımın tartışılmasını severim. İğrenç bulunmasını da severim. İnsanların yazdıklarımdan ve dolayısıyla benden hoşlanmamasını da severim. ("O zat müşteridir ki, ilişmiş..." diye düşünürüm bazen. Bazen "Aman bunun 'esir alıcı' muhabbetinden zaten Allah'a sığınmalı..." derim.) Çürütülmeyi de severim. Eğer bu çürütme işlemi sağlam delillerle ve sağlam bir üslûpla yapılmışsa daha çok sevinirim. Çünkü çoğu zaman yazarken aslında kuyuya taş atan oluyorum. Ve yüz akıllının, bir zahmet, eğer akıllı oldukları iddiası yalan değilse, omuzlarının üzerindeki o şeyi kullanıp çıkarmalarını bekliyorum.

Hakikati istiyorum. Öğrenmek istiyorum. Daha keşfedilmemiş köşelerini görmek istiyorum. Delileri, Allah, 'akıllılar dalga geçsinler' diye yaratmamış; topluma kattıkları dengesizlikle diğerlerini tekrar denge arayışına soksunlar diye yaratmış. Delilik bir zıtlıktır ki, zıttına varlığını hatırlatır. Her zıtlık bir hatırlatmadır. Hatırlatma, gafletin ilacı. Kıymetini bilsen, iblisi yaratana bile teşekkür edersin bu nimeti için, iblisle sana öğrettiği sorular için.

Elbette herşeyin bir yolu/yordamı var. İnsanlar çıkarsınlar diye kuyuya elbombası atacak değiliz. Yıkmaya değil bulmaya çalışıyoruz. En azından bunu başarmaya çalışıyoruz. Nasıl söylemeli? 'Kuru üzüm çubuğu' demek tevazu değil. Daha önce de dedim: Bu bir tevhid ve gayba iman cümlesidir. Kendini kuru bulmak, tüm ıslaklığının içinde, ileride daha ıslak şeylerin vücuda geleceğini umut ettiğini gösterir. Son olmadığını, Ahir olanın Allah olduğunu bildiğini gösterir. Kadîr-i Mutlak olduğuna, senden daha sulu şeyleri de yaratabileceğine iman ettiğini gösterir. Neden herkes tevazuyu tasannu sanıyor? "Öyle değil ama öyleymiş gibi yapmış." Pardon fakat abiler/ablalar, herkes bizim kadar numaracı olmayabilir. Gerçekten öyle olduğunu düşünüyor olabilir.

Eğer kendini bütünün sahibi ve nihayeti gibi değil, bütünün parçası ve belki de bidayeti gibi görürsen, en azından 'bir parçasıyım' dersen, rahat edersin. Fıtrî olan rahat ettirir. Yaratılışın bunun üzerine. Allah kainatı ve zamana yayılmış bütün kainatları ortaksız yaratmış. Bütün onun. Ancak onun. Yalnız onun. Hep onun. Tevhid ne demek? Tevhid, "Şunu Allah yarattı, şunu da Allah yarattı, sonra şunu da Allah yarattı..." diye bir zinciri fethetmek değil. Tevhid, kendini aradan çekip (kendi 'mış gibi' mülk algını aradan çekip), geri kalanı, yani bütünü, kendin de içinde, Allah'a bırakmaktır. (Kuşattığın kadarıyla değil, kuşatamadıklarını da içine alan bir teslimiyetle.) O zaman sen bir bütünün ancak parçası olursun, müstakil olamazsın. "(...) nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder."

Hep sorarım kendime; acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri 'bir binanın tuğlaları gibi' tarif ettiğinde kastettiği yalnızca kardeşlik mi? Yoksa eşyaya bakışlarını da mı kastediyor? Bir binanın tuğlaları gibi veya bir asmanın parçaları. Nereye denk geldiği önemli değil, isterse kuru çubuğu olsun. Bütüne dahil ve dair olsun yeter. "İman bir intisabdır." Hiçbiri bütünün sahibi değil, ama bütün onlarla birlikte güzel.

Yazma meselesine geri dönelim: Yazılarıma veya yazılanlara, hiçbir zaman, 'herşeyin sonunu getirmişler' gözüyle bakmam. Hiçbir beşerî söze öyle bakamam. Son bizim olamaz, Ahir olan Allah'tır. Ama 'birşeyin parçası olabilmişler mi' şansı tanırım. Kuyuya taş atan delinin yerinde olmakla olsun, bir işe yarayabilmişler mi? Bazılarımızı Allah 'sorsunlar' diye, diğer bir kısmımızı da 'cevap bulsunlar' diye yaratmış olabilir. Ve bana da 'sormak' düşmüş olabilir. Bir cevap arıyorum. Kulluk yolda yürümektir, vuslata ermek değil. Kendi muhakememe de çok güvenmem, hafızama da. Google bakmadan yazabildiğim kaç yazı vardır acaba? İki cümlem düzgünse, bir tanesinin beli kırıktır, olabilir. "Böylesin!" derlerse, buna da itiraz etmem. Parçalarda olur böyle şeyler. Parçalık bu kusurları kaldırır. Tevbe de zaten parçanın yüzünü tekrar bütüne ve gayesine dönmesidir, tekrar uyumla dahil olmasıdır yaratılış sürecine.

Beni hiçkimse okumayabilir veya sevmeyebilir. Öldüğüm gün, belki ondan da önce, ismim insanlarca unutulabilir. Yazdığım cümlelerden hiçbirisi bir sonraki güne de çıkmayabilir. Fakat en nihayet Allah'ın huzuruna gittiğimde acaba Rabbim bana 'Ol!' emrinin içinde işgal ettiğim yer için "Bir işe yaradın!" buyuracak mı? Ah, onu bir duysam, bir bilsem bir işe yaradım, teveccühlerinizin topuna "Yürü git!" diyebilirim. Bu meselede, kendi kelimelerimle, Mevlana Celaleddin efendim gibi düşünüyorum: Ben parça oldum, ben parça oldum, ben parça oldum! Eller bütüne sahip olmakla şâd olur, ben bütününe parça olmakla şâd oldum. Subhanallah! Bütün sensin, bütünün kusursuzluğu senindir; ben ancak parçayım.

10 Ocak 2015 Cumartesi

İsmet karizmayı döver

“(Önce) en yakın akrabanı uyar!”
(Şuara sûresi, 214)

Montaigne Denemeler'inde diyor ki: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Hakikaten bir dehanın farkedilmesi, hatta bazen küçük bir yeteneğin keşfi bile, en çok ailesi için zordur. Bu biraz ona yakınlıktan, yani şiddet-i zuhurundan, biraz da onun pek deha olmadığı/olamadığı anlara da şahit olunduğundandır. Sevdiğiniz bir yazarı düşünün mesela. Aslında neyini seviyorsunuz? Kişiliğini mi? Kötü gün dostluğunu mu? Cömertliğini mi? Bence bunların çoğu meçhul size. Siz onu sadece yazdıklarından (ve orada yansıttıklarından) tanıyor ve seviyorsunuz. Dolayısıyla parçayı seviyorsunuz. Halbuki birçok yazarla tanışmış birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim: Bir yazarın kalemini çok beğeniyorsanız en iyisi onunla tanışmamaktır. Çünkü tanıştığınızda hayranı olduğunuz cümleleri taşıyabilecek pek az insan bulursunuz karşınızda.

Hiçbir dehanın her anı dâhi değildir. Deha hayata yayılmış bir dengeden ziyade bir yoğunlaşma/ifrat eseridir çünkü. Bir garkolmadır. Kendini ihtisasında yitirmektir. Bir müellif ancak yazarken dehadır mesela. Kalemi elindeyken başkalaşır. Yazmak güzelleştirir onları. Bir fizikçiye baksanız yine yakın şeyler görürsünüz. Bir matematikçiye baksanız yine öyle. Ressama baksanız yine.

İşte tam da bu yüzden Montaigne haklıdır. Yakınlarının dehayı farkedemeyişi, kıymetini anlayamayışı veya önemsemeyişi, aslında bir görmezden gelmeden değil, her ana şahit oluşun getirdiği bir körleşmeden kaynaklanır. Dehanın dehalığından haber veren o küçük ayrıntılar; ilgiler, heyecanlar, hayranlıklar; o kadar yığınla anının içinde görünmez bile. Einstein ailesi için okuldan kaçan çocuktur. Bell bir türlü dikkatini toplayamayan o yaramazdır. Disney yazmayı beceremeyen bir yumurcaktır. Picasso yedi rakamını amcasının burnu sanan bir tuhaflıktır. Cristie okumayı zor öğrenen o aptal kızdır vs.

Misalleri hep Batı’dan seçmeme alındınız belki. Alınmayın. Bunda da bir kastım var. Fakat kapısını aralamak için önce mürşidimin şu satırlarına bir uğramalıyız: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver. Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ buluyor. Ruhu eder hizmetkâr. Taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor."

Evet. Deha bir ifrat eseri olduğundan hali peygamberin haline benzemez. Ve bir peygamberin çocukluğundan büyüklüğüne yaşadığı/yaşattığı misallerle dehanın yaşadığı/yaşattıkları birbirine uymaz. Hatta nübüvvetin gölgesinde yeşeren velayetin halleri dahi dehayla uyuşmaz. Biz velayet ekseninde birisinin kemaline inanmak için hayatının bütününde görünecek bir denge ararız. İfratla velayete inanmayız. İşte tam da bu noktada Batı’nın/bâtılın dehasından çok etkilenmiş akıllarımızın peygamberleri/velileri fazla sade(!) bulduğunu düşünüyorum.

Yani? En büyük kerametin istikamet/ismet olduğunu anlayamamışlar için nübüvvete/velayete kıyasla dehanın karizması ‘ekmeğin yanına konulmuş pasta’ gibi albenili görünüyor. (Baksana; koskoca Aleyhissalatuvesselam 'telefonu' bile keşfedememiş; cık, cık, cık.) Halbuki insan her öğün ekmek yiyebilse de üç öğün pasta yiyemez. Ekmek rızık olarak her zaman pastadan üstündür. O zaman peygamberlere, tıpkı Bediüzzaman'ın önerdiği gibi, daha bütüncül bakılmalıdır:

"Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"

Sahi yapabilirler mi? Ampulü keşfetmenin, dinamiti bulmanın, atom bombasını patlatmanın veya cern deneyinin peş para etmediği bir alandan bahsediyoruz: İnsan ruhu. Bu bahiste o karizmatik misallerin tamamı 'insanı ıskalayan' tutumlarıyla yerleyeksan olabilirler. Ne demişti mürşidim: "Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor..." Ama söz peygamberlere geldiğinde insana, ruha, fıtrata ve hakikate dair yaptıklarıyla bir güneş gibi parlarlar bu ufukta: "Hüdâ, ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir."

Montaigne doğru söylüyor: "Çok az insan ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Lakin peygamberleri bu kanundan hariç tutmalı. Neden? Çünkü peygamber ismetinin dehanın karizmasından en büyük farkı buradadır. İsmet yakın-uzak herkes tarafından farkedilmeye daha müsaittir. Hatta yatkındır.

Bu yüzden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lakabı cahiliye döneminde bile el-Emin'dir. Başkalığı kabilesinin ortak fikridir. Hatta bu noktada nübüvvetini ilanının hemen ardından bizzat ailesinin; yani Hz. Hatice annemizin, kızlarının, yeğeni Hz. Ali'nin, evlatlığı Hz. Zeyd b. Harise'nin ve en yakın dostu Hz. Ebu Bekir'in (Allah hepsinden razı olsun); hemen ona tâbi olmasının sırrı da buradadır: Onun hayatının her anına şahit olanlar aynı zamanda kemalinin de şahitleridir. Eylemi-söylemi arasında tezat yoktur. Kemalini ıskalayan bir anı yoktur.

İnsanlar vardır, etraflarına ışıklar saçarlar da, diplerini aydınlatamazlar. Yani bizzat çocukları/yakınları nasihatlerine aldırmazlar. En büyük mesafe hanelerinde yaşayanlarla oluşur. Peki bu mesafe nasıl oluşur? İşte yine aynı sebepten: Bu iyi insanlar hayatlarının her anında 'iyi insanlar' değiller. Hayatlarının her anına şahit olanlar da bu insanların derslerinden hissedar olamıyorlar. Çünkü o dersin dışında kalan bütünü de biliyorlar. Bütün hakkında fikirleri dersi de etkiliyor.

Belki huysuzluğunu biliyorlar. Belki öfkelendiğinde düştüğü insafsızlığı biliyorlar. Bir gaflet anında ağzından çıkan kemsözü hatırlıyorlar. İşin özü: İsmet sahibi olmadıklarını biliyorlar ve taşıdıkları hakikatle bağdaştıramıyorlar. Ama sen bak Aleyhissalatuvesselamın güzelliğine! Ona ilk tâbi olanlar, bizzat hanesinde yaşayanlar, yani her haline şahit olanlar. Subhanallah! Sence irşada 'en çok tanıyanlar'ı ile başlayan bir mürşidin ahlakına 'kurgusallık/tasannu' karışabilir mi? Halbuki insan yalan söylese ona en yakınlar ilk farkeder. Andelib-i Zişân Efendimizse tebliğine en yakınlarıyla başlamıştır. Bunda da bir ders yok mu sence?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...