Bir önceki yazıda bıraktığımız noktadan konuşmaya devam edelim: Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da kullandığı, sosyalmedyada da sıklıkla alıntılanan bir cümlesi var: "Hırs, sebeb-i hasarettir." Fakat bu cümle, alıntılandığı çoğu yerde, eksik alıntılanıyor. Cümlenin tamamı şöyle: "Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir." Gördüğünüz gibi cümlenin başındaki tahsis, hırsın 'müminler için' sebeb-i hasaret ve sefalet olacağını belirtiyor özellikle. Mezkûr eserin konusunun da 'medeniyetler mukayesesi' olduğu hatırlanırsa, bu tahsisin özel bir hikmet taşıdığı sezilir. İsterseniz bahse girerken metnin tamamını okumuş olalım: "Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir."
Görüldüğü gibi, üzerinde durduğumuz ifadenin öncesi de onun 'müminler' vurgusuyla söylendiğinin delili. Peki, hırs sadece müminlere mi felaket getirir? Elbette hayır. Hırs, mümin-münafık-kafir farketmeden, her insana bir felaket getirir. Fakat bu felaketi anlayabilecek/farkedebilecek olan sadece mümindir. Uyarı hassaten onadır. Yani anlayabilecek olanadır. Felaketi 'felaket' diye bilenedir. Diğerleri için bu kaybediş (kendi körlüğü açısından) bir kazanış da sayılabilir. (Dünyayı kafirin cenneti, müminin zindanı olarak tarif eden hadisi hatırlayalım.)
Hayatı sadece dünyadan ibaret gören, ötede hesap/beka olduğuna inanmayan ehl-i küfür için, hırs kazandıran birşey olarak da tezahür edebilir. Nitekim 17. Lem'a'nın bizi daha selim bir kalp ve akılla tefekkürüne davet ettiği mim'siz medeniyet de tam bu şekilde ortaya çıkmış ve 'kazanan' gibi görünmüştür. Hem de öyle bir şiddette böyle görünmüştür ki, başka medeniyet mensupları, mesela müslümanlar dahi duruşlarından şüphe duymaya başlamışlar ve 'gerilediklerini' sanmışlardır. Geride kalmamak için hırslandıkça da daha beter batmaya(!) devam etmişlerdir. Bu açıdan Bediüzzaman'ın 'müminde hırs sebeb-i hasarettir' demesi bizim için aynı zamanda bir tarih, bir sosyoloji, hatta bir ahirzaman okuması da sayılabilir. (Deccal'in cennet sûretindeki cehennem ve cehennem sûretindeki cenneti hatırlanırsa.) Hatta Asr sûresinde üzerine yemin edilen ve insanların hasarette olacağı söylenen asrın mahiyeti de bu hırsa bakıyor olabilir. Çünkü devamındaki tavsiyeler sanki hırslı bir çağa edilmiş nasihatlerdir: "Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna..."
Peki, hırs neden mümin için sebeb-i hasaret ve sefalettir? Bunu size anlatabilmem için 'Osmanlı Geriledi mi?' kitabında geçen bir örnekten yararlanmalıyım. (Kitap makaleler derlemesiydi. Maalesef örneğini nakledeceğim makalenin yazarını anımsayamıyorum.) Bir Temel fıkrası kurguladığımızı düşünün. Komik olmayacak. Amacı, hakikatin ucunu göstermek: Temel bir trafik polisi ve bindiği motosiklet en fazla 250 km hız yapıyor. Ve 200 km'den 400 km'ye bir anda geçebilen bir spor arabaya rastlıyor polisimiz. (Fıkra bu ya.) Temel bu aracın 200 km hızla seyrettiğini farkediyor, süratini yasal sınırların üstünde buluyor ve motoruyla ona yaklaşıyor. Aynı hızda yanyana gidiyorlar bir süre. Temel arabayı durdurmasını işaret ediyor. Fakat spor arabanın şoförü, duracak yerde, herhalde ceza ödemek istemediğinden, arabasının gazını kökleyerek bir anda 200'den 400'e çıkarıyor hızını. Ok gibi fırlayıp uzaklaşıyor... Ertesi gün gazetelerde Temel'in bir kaza geçirdiği haberini görüyoruz. İlk ifadesinde şöyle söylüyor polisimiz: "Motor istop ettu sandum. İnup bi bakayum oğa dedum."
Gerçi izah edilen fıkraların tadı kalmaz, fakat hakikatine dokunabilelim diye altyazı geçeceğim. Temel'e motorunun durduğunu düşündüren neydi? Gözünün takılı olduğu spor araba... O kadar arabaya konsantre olmuştu ki, o hızını 200'den 400'e çıkarınca Temel çevresine bakıp kendi hızının hâlâ 200 olduğunu anlamak yerine, "Galiba motor durdu!" yorumunu yapmayı seçti. Ve inip motora baktı. 200 km hızla giderken motordan inmek de kolay olmasa gerek. (Bu fıkranın hastane ile ilgili olan kısmını açıklıyor.) 17. Lem'a'nın notaları bence tastamam işte bu Temel psikolojisi içindeki ümmet-i Muhammedi ikaz niteliği taşıyor. Ve diğer bir açıdan günümüz modernist/ehl-i bid'a fırkalarının nasıl bir psikolojiden beslendiğini de ortaya koyuyor. "Ya bizim motor bozulduysa?"
Örneği veren müellif, makalesinin ilerleyen kısımlarında, Osmanlı'da 'gerileme dönemi' diye tarif ettiğimiz şeyin böylesi bir psikolojiden beslendiğini izah ediyordu. Yani Osmanlı aslında gerilemiyor, aksine gelişiyordu. Ancak bu gelişimin hızı kendi hızındaydı. Fakat birden Avrupa, fıkradaki spor araba gibi, seküler bir sıçrama yaşadı. Sanayi inkılabı, teknoloji, sömürgeleştirme, yeni ticaret yolları vs... Bir noktadan sonra da Osmanlı bu hız artışını tıpkı Temel'in yaptığı gibi motorun durduğu kanaatiyle okumaya başladı. Sürekli Avrupa üzerinden kendi durumunu değerlendirdiği için 200 km de olsa bir hıza sahip olduğunu göremedi. Durduğu yerden emin olamadı. İnip motora bakmaya karar verdi. Ve felaket...
Bugün dahi hâlâ motoruna bakmaya çalışıyor İslam ümmeti. Hatta Kur'an müslümanlığı tayfasının bile yaptığı bu. Sanıyor ki; sorun İslam'da, İslam'ın motorlarında bir bozukluk var. Öyle olmasa bu hale gelinmezdi. Fakat dünya hayatının bir imtihan olduğunu ve Allah'ın, Bedir ve Uhud örneğinde olduğu gibi, günleri çevirdiğini anlayamıyor. Belki bu günleri çevirişteki hikmet de şu: Hep kazandırırken müslüman kalmak kolay. Seküler anlamda kaybettiriyor gibi görünürken de bu safta kalmaya devam edecek misiniz? Yoksa Medine münafıkları gibi hemen duruşunuzu bozacak mısınız? Âl-i İmran'ın 140. ayetini hatırlayalım hemen: "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."
Çok dikkatimi çeken bir tekrardır: Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım münakaşaların çoğunda mevzu, dönüp dolaşıp siyasi bir âlem-i İslam okumasına dayanıyor. Ve muhatabım genelde şuna benzer birşeyler söylüyor: "Eğer İslam şimdiye kadar doğru yaşanıyor olsaydı âlem-i İslam bu halde olur muydu? Bizim bugün ümmet-i Muhammediye olarak çektiklerimiz de bir delildir ki, İslam 'atalar dinine' döndürülmüş, tahrif edilmiştir. Kur'an'dan uzaklaşılmıştır. Eğer uzaklaşılmasaydı, müslümanlar zillet çekiyor olmazlardı." Böylesi büyük bir 'bozulma' iddiasının müşahhas bir delilden değil de nazarî bir siyaset okumasından beslenmesi tuhaflığını bir kenara koyarsak; bu insanlara "Biz doğru yoldan saptık!" diye düşündüren şey nedir? Ümmet-i Muhammedin bugün düştüğü durum ve çektiği çileler... Doğru mudur bu söyledikleri? Evet, siyasete bakarsak, öyle. Peki, sırr-ı imtihan siyasi başarıdan mı ibarettir? Veya iman, siyasi başarıyı da garanti eder mi tek başına?
Kur'an'a ve sünnete baktığımızda müminin imtihandaki başarısının hiç de böylesi bir zemine bağlı olmadığını görüyoruz. Bilakis; alıntıladığımız ayet-i kerime gibi pekçok ayet-i kerime ve hadis, sırr-ı imtihanın muvaffakiyetten ziyade takvaya, yani 'doğru yolda korunmuş bir duruşa' baktığını söylüyor. Nitekim İslam'ın karşılaştığı ilk mağlubiyet olan Uhud'da da müminler, modernistler gibi bir itikadî bir sorgulamaya veya o güne kadar yaşanmış İslam'a yönelik bir eleştiriye gitmiyorlar. Belki yerinden ayrılan okçu efendilerimiz nedeniyle bugün bir hatadan (yine imtihan sırrını unutmadan) bahsedebiliyoruz. Fakat asla şunu söylemiyoruz: "Eğer müminler yanlış yolda olmasalardı başlarına böyle bir başarısızlık gelmezdi!" Çünkü imanın bir seküler başarı/başarısızlık olayı olmadığının farkındayız.
Batı'nın tüm dünyaya çektirdikleriyle elde ettiği kanlı/lanetli medeniyetin bir mümin için arzulanır birşey olmadığının bilincindeyiz. Fakat işte seküler başarıya gözünü dikmiş olan hırs, mümin için, yani durduğu yere iman eden, oradan emin olmakla mümin ismini alan müslümanlar için, 'durduğu yeri de sorgulamaya' bir kapı açıyor. Ve nihayet bugün, Kur'an müslümanlığı gibi fitneler, müslümanların siyaseten düştüğü durumdan hareketle, şimdiye kadarki itikadımızda hatalar olduğunu söyleme cür'eti gösterebiliyorlar. Hatayı, Avrupa kafirlerinde veya Asya münafıklarında değil; hatta müminlerin eylem/söylem uyuşmazlığında da değil; bizzat bize ulaşan pir u pâk mirasın içinde aramaya başlıyorlar. Hırs, işte bu şekilde, müminde, durduğu yere olan emniyeti ve güveni zedeliyor. Duruşunu bozmamak için muhtaç olduğu sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyi yitiriyor hırslı müminler. Kafiri, tüm zulmüne rağmen, neredeyse tenzih edip; tüm suçu kendi şanlı mazilerinde aramaya başlıyorlar. Özetle: Süfyaniyet, Deccaliyetin karşısındaki bu eziklikten besleniyor. Bunlar da bizim 'motor bozuldu' sanan Temellerimizdir.
20 Temmuz 2015 Pazartesi
18 Temmuz 2015 Cumartesi
Emre Dorman nereye koşuyor 9: Kur'an'a evrimsel bakış, sonra gelen daha iyi anlar...
Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim: Mezkûr yazıda, Süfyaniyetin Deccaliyetten etkilenmişliği üzerine konuşmuştuk. Deccal fitnesinin kuvvetle/zulümle İslam coğrafyasına tahakkümü zamanında, o tahakkümün okumasını yanlış yapan ve "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz..." vahyinin hakikatini bakışaçısı kılamayan içimizdeki birtakım insanların 'Kuvvet haktadır'dan 'Hak kuvvettedir'e doğru bir evrilme yaşadığını, 'Güçlü olanda hak da vardır' veya 'Mağlub olanda yanlışlar da vardır' kabilinden okumalarla süreci maddî bir mağlubiyetten itikadî bir sarsıntıya kadar taşıdıklarını analiz etmiştik. Süfyan ve Deccal'a dair rivayetlerin birbirine yakınlığı/karıştırılması böyle bir etkileniş, yani 'aynı fitnenin iki parçası olma' haline de işaret ediyor olabilir demiştik.
Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.
Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.
Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)
Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:
Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.
Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.
Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?
Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:
Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:
Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)
Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?
Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.
Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.
Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)
Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:
"1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'"
Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.
Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.
Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?
Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:
"Evvelâ: 'Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."
Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:
"Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir."
Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)
Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?
16 Temmuz 2015 Perşembe
Emre Dorman nereye koşuyor 8: Gitti Hatemü'l-Enbiya (a.s.m.), geldi son postacı...
Fakat bundan farklı olarak Süfyan fitnesinin müslümanlar içinde çıkacağını; inkâr-ı uluhiyetten ziyade inkar-ı nübüvvet peşinde/imasında olacağını, bunu da sünnet-i seniyyeyi tağyir etmeye çalışarak ve İslam'a bid'alar sokarak (zaten genelde ikisi aynı anlama gelir) yapmaya gayret edeceğini anlatmıştım. Deccal'in hasım bir kimlik olarak müslümanlar tarafından teşhis edilebileceğini, ama gücünden dolayı zorbalıklarına/zulümlerine karşı konulamayacağını; ancak zıttına olarak Süfyan'ın aldatmakla işgörüp teşhis edilmekte zorlanılan, belki müslümanların en ummadıkları yerlerden karşılarına çıkan bir sûrete sahip olacağını belirtmiştim. (Onun fitnesinin bu tabiatı, nübüvvetin inkârını da alenen yapmayacağını, muhtemelen 'fonksiyonları azaltılmış/yontulmuş' bir peygamberlik tanımıyla bu tağyiri yapacağını gösteriyor.)
Bugün modernizm de denilen, ama İslam literatüründe daha çok ehl-i bid'a diye tabir edilen akımların, Süfyan fitnesi hakkındaki sorularımıza yanıt verici bir yanı var. Çünkü bu tarz reformist temayüllerin tamamının ortaya çıkışı 'dindar kimlikli' insanlar üzerinden. Üstelik bu toprakların çocukları olmaları hasebiyle ve kavram/karakter dünyamıza aşina olmaları nedeniyle aldatıcı olmaları daha kolay... Teşhis edilebilir tek yanları; yine hadis-i şeriflerde dikkatimizin çekildiği üzere, sünnet-i seniyye ve onun bir parçası (veya aynısı) olması hasebiyle hadisler konusundaki şüpheci/sapkın/inkârcı duruşları.
Bu adam/adamlar, İslam dinini doğrudan karşılarına almadıkları için de tehlikeliler. Kelimelere değil, tanımlarına karşı çıkıyorlar. Deccal'in doğrudan inkar-ı uluhiyet yoluna sapıp müslümanlar için kabil-i tevil olmayan bir dalalete saplanmasına bedel; bu adam/adamlar 'tevil edilebilir' dolayısıyla 'demagojik' bir söylemle ortaya çıkmış bulunuyorlar. Mesela son günlerde Türkiye'de iyice konuşulur hale gelen Kur'an müslümanlığı bu sınıftan bir fitneyi temsil ediyor.
Dikkat kesildiğinizde görüyorsunuz: Amaçları (zâhirde) İslam dinine zarar vermek değil. Tam tersini yapmaya çalıştıklarını söylüyorlar dillerine bakarsanız. Emre Dorman'ın twitlerinde de gördüğümüz gibi aslında başarılmak istenen (güya) Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı iftiralardan kurtarmak. Yahut da Mustafa İslamoğlu'nun dediği gibi, ümmeti, 'uydurulmuş dinden indirilmiş dine' çağırmak. Çok masumane, çok hamiyetli, çok faziletli bir duruş gibi görünüyor böyle bakınca. Dillerinden de hiç hakikat dökülmüyor değil. Dedim ya: Biliyorlar bizim dünyamızı. Aforizma tarzı, gücünü hakikatten ziyade belagat-ı edâdan alan bir etkileyicilikleri var. Cenneti cehennem, cehennemi cennet gösterebiliyorlar. Fakat tam da hadis-i şeriflerin onları teşhisimiz için bize salık verdiği şekilde, sünnet-i seniyye ile ilgili ciddi sorunları var. En çok da ehl-i sünnet cemaati (kendi tabirlerince gelenekçiler) ile takıklar. Ateistlerle bile onlardan daha iyi araları.
Tek yüz ile de karşımıza çıkmıyor bu fitne. İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarını tartışmaya açan herkesin bu meselede dahli var. Hatta karşı karşıya gelmiş isimler olsalar bile böyle... Mesela Mustafa İslamoğlu ile Fethullah Gülen'in yakın zamanda çatışmaları sizi kandırmasın. Aslında başörtüsüne füruat deyip tesettürsüzlüğe cevaz veren Gülengillerin de, çarşafın bir İsrailiyat olup Hristiyanlardan dinimize geçtiğini söyleyen İslamoğlucu taifenin de derdi aynı: Nasıl etsek de şu dini biraz değiştirip modernleştirsek, hem Batı'yla gül gibi geçinip gitsek. (Siz isterseniz Adnan Oktar'ı, Yaşar Nuri Öztürk'ü, Zekeriya Beyaz'ı da katın bu listeye...)
Bu noktada Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadâr, hatta birbiriyle karıştırılacak kadar benzer şekillerde bize naklolduğuna dair şöyle bir analizim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine benzer/yakın veya karıştırılacak şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum şuna benzer bir cümleyi: "İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır..." diyordu. Niyet, bu toprakların insanlarını Avrupa'ya cevap verebilir bir konuma getirmek. Fakat şöyle bir sorunu var bu niyetin: Bir ezilmişlik duygusundan besleniyor. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden dolayı aşağılık kompleksine kapılan müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyor Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta kusur/hata arıyor. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyor. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da (ki yakın bir metin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde Zühre Risalesi olarak geçer) zikrettiği;
"Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur..."
ifadeleri Deccalizmin, bu asır müminlerinin ona karşı farkındalıkları ve düşmanlıkları içinde, yine de ondan bir etkilenmişlik yaşadıklarının delilidir. Ve özellikle 17. Lem'a, Batı'dan gelen soruları sorgulayarak, bize bu etkiden sıyrılmanın yollarını göstermektedir:
"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur."
Başka bir yerde Bediüzzaman, şeytanın inkarı meselesinde de ehl-i imanın üzerinde böyle bir etkinin bulunduğu söyler: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz."
Bu etkilenişin detaylarına girmeyeceğim. Yazımın asıl konusu bu değil çünkü. Yalnız Süfyanizmin bu fikrî ilizyonu nasıl başardığına 'nübüvvet' kavramı üzerinden dikkat çekeceğim: İslamoğlu, Dorman, Taslaman, Öztürk veya diğerleri... Bunlara hadisler konusunda takındıkları tavır nedeniyle her eleştiri yapışınızda size onlar (veya taraftarları) şöyle cevaplarla dönüyorlar: "İftira ediyorsun. Biz Allah Resulünün peygamberliğini inkâr etmiyoruz. Ama sizin ehl-i kitap gibi onu ilahlaştırmanıza engel olmaya çalışıyoruz."
Peki, onların 'güya bir yanlışı düzeltirken' biçtiği ideal(!) forma göre nasıldır Allah Resulü? En fazla bir postacı. Bir getir-götür elemanı Allah'la insanlık arasında. Onun dışında? Onun dışında hiçbir fonksiyon biçmiyorlar. Ondan sonrasının insan aklına ait bir mesele olduğu kanısındalar. Kur'an'ı ilkeler kitabı olarak düşlüyorlar, uygulamalar kitabı olarak değil. Dorman gibiler bunu daha açıkça yapıyorlar. İslamoğlu gibiler daha kurnaz. Daha fazla saklanarak, yakalandığında da "Ben de seviyorum sünneti..." diyerek yapıyorlar. Fakat arkanızı döndüğünüz her anda yine bir sünneti tezyif edip, bir hadisi veya imamını aşağılayıp surları dövmeye devam ediyorlar. Ehl-i sünneti karşısına almamaya, kuyruklarına basmamaya özen göstererek; daha sinsi bir yayılmacılığı var bu taifenin.
Allah Resulünü ilah yerine koyduğumuzu düşünenlerin bizi suçladıkları tanımımıza gelelim şimdi. Ehl-i sünnetin nübüvvet tarifi nasıldır? Bakınız, aynı kelimeyi anmaktan/kullanmaktan bahsetmiyorum. Aynı kelimeyi aynı şekilde 'anlamamaktan' bahsediyorum. Biz nübüvveti nasıl tarif ederiz? Ve ona nasıl bir fonksiyonlar yükleriz? Bunun da en güzel cevaplarından birisi 19. Söz'ün başında var:
"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"
Hatta biraz daha iddialı bir şekilde diyebilirim ki; 19. Söz'ün tamamı bir nübüvvet tanımıdır, bir şahs-ı manevî-i Resulullah izahıdır. Yani ehl-i sünnet nazarında Allah Resulü asla ve asla yalnızca bir postacı değildir. İmamdır/uygulayıcıdır. Müfessirdir/açıklayıcıdır. Her meselede yüzümüzü dönüp "Acaba o nasıl yapmış?" diye bakmamız gerekendir. Kur'an'ın 'uyulmasını' emrettiğidir. Bu nedenle ehl-i sünnet geleneğinde hadisin kıymeti büyüktür. Sünnet-i seniyye önemlidir. Eğer tanımı doğru yapmazsanız, aynı kelimeyi kullansanız bile, artık hadisler sizin için kıymetli olmazlar. İşte Emre Dorman ve benzerlerinin yaşadığı sıkıntı bu. Onların nübüvvet inanışı bizim nübüvvet inanışımız gibi değil ki, ondan gelen bilgiye de bizim gibi ilgi/saygı göstersinler. Kullandığımız kelimeler aynı sadece...
"Ya ne olur ki tanımlardan?" demeyin. Bakınız, Bediüzzaman ehl-i küfr hakkında ne söylüyor bir yerde: "Kâfirler Allahı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." Yani herkes bu kainatta yaşananların, yaratılanların, olanların bir büyük güçle olabileceğinin farkında; ama kimisi buda diyor, kimisi uzza diyor, kimisi zeus diyor, kimisi daha başka bir nam söylüyor. Bu farklı namların sebebi sıfatlarda yapılan hata. Gücün varlığını onaylamanın yanında gücün nasıllığını yanlış anlama... Hatta Kur'an'ın indiği dönemde bile müşriklerin bir işe başlarken 'bismik allahümme' dedikleri aktarılır kaynaklarda. Fakat onlar Allah'ın bir tanrılar hiyerarşisi içinde en üstte olduğunu, altta ise 'erbaben min dünillah' dedikleri diğer tanrıların bulunduğunu düşünüyorlardı. Bugünün ehl-i küfrü de onlardan pek farklı değil. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Aslında ateizm diye birşey yok. Ateizm denilen şey aslında bir politeizm. Yani herşeyi ilah haline getirme... Bediüzzaman da öyle demez mi? "Demek, Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir."
O yüzden ayık olalım arkadaşlar. Bu adamların dilinden hakikatli söz, güzel kelam, iyi tesbit dökülmüyor demiyorum. Ancak yollarının yanlış ve bilgilerinin de çoğunlukla saptırılmış olduğuna vurgu yapıyorum. Arkasındaki niyete dikkat çekiyorum. Dikkatli olmalısınız. Müseylemetü'l-Kezzab'tan beri bu fitne var.
Dini kolaylaştırma/reform yapma adı altında dinin aslına zarar veriliyor. Herkes kendi uydurduğu dine bizi 'indirilmiş din' diye çağırıyor. Müseyleme zekatı kaldırmıştı. Şimdikilerde her yeni gün yeni birşeyleri kaldırıyorlar. Eskiyi de 'gelenekçilik' deyip kötülüyorlar. Bunların tabiatı kezzabdır. İslamoğlu'nun kitaplarında başkalarından yaptığı alıntılara ne denli yalanlar kattığını/çarpıttığını delilleriyle (ben de dahil) birçok kişi ortaya koydu. Müseyleme'de bir belagat olduğunu Bediüzzaman da söylüyor. Zaten bu belagat değil midir, onları daha tehlikeli yapan? "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir." (Bir dahaki yazımda bu konuyu irdelemeye devam edeceğim.)
14 Temmuz 2015 Salı
Emre Dorman nereye koşuyor 7: Deccal'i konuşurken Süfyan'ı unutmak...
Bu çok önemli: Ahirzaman hadislerine baktığımızda iki fitneye karşı uyarıldığımızı görüyoruz. Bunlardan birisi Deccal fitnesi, diğeri Süfyan fitnesi. Her iki fitnenin zihin kodları açısından bazı nüansları yakalayabiliyoruz Bediüzzaman'ın 5. Şua isimli eserinin satır aralarında. Mesela Hz. İsa aleyhisselama 'mesih' dendiği gibi neden diğer iki Deccal'e de (Deccal ve İslam deccali olan Süfyan) 'mesih' dendiğini Bediüzzaman şöyle cevaplıyor:
Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:
'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."
Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.
Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.
Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.
Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.
Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...
Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.
Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"
Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"
Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."
"Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsâ aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan 'Süfyan' dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz."
Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:
"Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak."
'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."
Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.
Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.
Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.
Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.
Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...
Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.
Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"
Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"
"Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."
Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."
Emre Dorman nereye koşuyor 6: Allah'a 'aklına sığdığı kadar' inanmak...
Bir önceki yazımda Kur'an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte "Aramızda yalnız Kur'an hükmetsin!" diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur'an'ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur'an'a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım... falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali'ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın."
Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.
Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.
Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.
Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.
Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."
Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.
Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...
Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.
Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.
Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.
Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.
Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."
Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.
Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...
13 Temmuz 2015 Pazartesi
Emre Dorman nereye koşuyor 5: O sizin yumuşaklığınız
Emre Dorman'la başlayan eleştirilerimin Senai Demirci abiye kadar uzanması belki bazılarınızı rahatsız etti. Belki üslûbum da biraz sert geldi. Olabilir. Hem gencim hem Kürdüm. Bizim kavim olarak da biraz üslûp sorunumuz var. Fakat bazılarının hâlâ şunu anlamadığını farkediyorum: Hadislerin inkârı meselesi öyle küçük görülecek bir kayma değil; her açıdan dini yörüngesinden oynatacak, İslam'ı İslamlıktan çıkaracak kadar problemli bir meseledir. "Ya onlar da öyle düşünüyorlar canım. Bir yorum farkı bu. Ne yapalım? Kardeşlerimizdir. Çok büyütmeyelim. Olur öyle şeyler. Hoş görmek lazım..." denilebilecek bir mesele değil bu. Eğer bu adamlar ümmet içerisinde naklî delile olan güveni kırmayı başarırlarsa, bu iş kesinlikle orada kalmayacak. Naklî delillerle şekillenmiş her İslamî ilim (ve en sonunda Kur'an'ın bizzat kendisi) bu güvensizlikten yara alacak. İster istemez olacak bu. (Mazide sahabenin güvenilmezliği üzerinden hadis inkarına giden gruplardan birisinin, İmam Ali'nin bizzat harbedecek kadar önemsediği Haricîler olduğu belki hatırlanmalıdır.)
Belki bugün "O kadar da büyütmeyelim canım! Onlar da kardeşimiz..." diyenler bile yarın kem sonuçları mahsul alınır olgunluğa eriştiğinde pişmanlıktan parmaklarını/tırnaklarını kemirecekler. Büyük bir yıkım hamlesinin bidayetindeyiz. Çocuğunuza diyeceksiniz ki mesela; "Oğlum, kurban bayramı geliyor. Hadi bir kurban alalım da keselim. İbadetimizi yapalım." Size şöyle cevap verecek: "Ne hayvan kesmesi baba ya? Kurb aslında 'yakınlaşma' demektir. Orada ayette kastedilen aslında hayvan boğazlamak değildir. Allah'a yakınlaşacak birşeyler yapmaktır." Siz diyeceksiniz ki: "Nasıl olur? 1400 yıldır bu ümmet kurbanını keser." Size diyecek ki: "İşte 'uydurulmuş din' bu. Hiç öyle toplu hayvan katliamı yapılır mı bu zamanda? Eskiler belli ki yanlış anlamışlar..."
Vallahi önünü almazsak olacak bütün bunlar. (Ve belki daha beterleri...) Çünkü ayetlerdeki kelimelerin ne anlama geldiğini sırf lügatlere bakarak ve o lügavî mana denizinden canlarının istediğini seçerek kararlaştıracaklar. Geçmiş mirası kötülemek/yanlış yolda görmek üzerine kurgulandıkları için de onların birşeyi doğru yaptığına ve takip/taklit edilmesi gerektiğine ihtimal vermeyecekler. Mümkün olduğunca 'ötekini' seçecekler. Kafalarında modern zaman kıstasları, kalplerinde kol gibi enaniyet/kibir, önlerinde onları sınırlayan sünnet gibi, icma gibi, kıyas gibi; geçmiş sahabenin, tabiinin, tebe-i tabiinin ve diğer ulemanın hükümleri gibi hiçbir engel olmadığı için, hadis-i şerifin ifadesiyle, 'okun yaydan çıktığı gibi' dinden çıkacaklar.
Neden böyle olacak? Çünkü Kur'an lisan-ı Arabî ile nazil olmuştur. Ve Arapçanın en bariz özelliklerinden birisi de bir kelimenin çok anlama gelebilmesidir. Bu, bir açıdan bakılınca Kur'an için büyük bir zenginliktir. Hem içtihadların/yorumların kaynağıdır. Fakat diğer açıdan 'sapıtmak' isteyenler için de kurulmuş bir tuzaktır. İmtihanın parçasıdır. Kur'an bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Kafası/fikri modern zaman kıstaslarıyla fasık olmuş, fıtratından/saflığından uzaklaşmış bu çağın insanı için sünnetin/icmaın olmadığı bir düzlemde Kur'an üzerine böylesine körleme bir fikir yürütme çabası, İslam'a çağ atlatma gayreti değil, müslümanı dinden çıkarma mesaisidir. İmam-ı Malik (r.a.) bu sadette şöyle söyler: "Din konusunda şahsî görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar ehl-i sünnetin düşmanıdır." (Ebu Nuaym, Hilyetu'l-Evliya, 6/348 vd.)
Bugün bu kadar ileri giden yorumlar işitmemiş olabilirsiniz. Kayma şu an küçük küçük kendini gösteriyor olabilir. Fakat kesinlikle ve kesinlikle, hiçbir tereddüt olmasın kalbinizde, eğer bu fitneye dur demezseniz, buna vakit/emek ayırıp fikrî cihada girişmezseniz, en azılı örneklerini yaşayacaksınız. Bakınız Yaşar Nuri Öztürk, bu Kur'an müslümanlığı akımının kendini gerçekleştirmiş, pekçok detayıyla ortaya koymuş, tam bir nümunesidir. Namazın vakitlerinden tutun haccın zamanına kadar, ümmetin şimdiye kadar hep öyle yapageldiği pekçok amel konusunda ehl-i bid'a olmuştur. Son zamanlarda ise İslam'a karşı deizmi savunacak kerteye gelmiştir. Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Abdulaziz Bayındır veya daha başka isimler bugün böyle şeyler söylemiyor ve sizin hoşunuza gidecek de bilgiler veriyor olabilirler. Fakat inanın bana, ağacın gövdesini kemiren kurt aynı kurttur. Tek farkları var belki: Daha sessiz/tedbirli geliyorlar. Kendilerine karşı ümmeti uyandırmamaya çalışıyorlar.
Halbuki Kur'an'daki hükümlerin pekçoğunun izahını/uygulaması Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yapmıştır. Bırakın namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi amellerin şartlarını ve teferruatlarını, mesela hayâ gibi kelimelerin anlamını dahi Allah Resulü kendisi bizzat açıklamış ve yanlış anlamaları düzeltmiştir. Örneğin: Tirmizî'de geçen bir rivayette (Sıfatü'l-Kıyâme, 25) Allah Resulü hayâ kelimesini yanlış anladığını düşündüğü bir sahabiyi şöyle uyarmıştır: "Kastettiğim bu (sizin anladığınız) değil. Allah'tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur."
Bu ve buna benzer geniş tanımları işitmemiş veya gerçekliğini reddeden bir adam için hayâ ne anlama gelir? Kimse Kur'an'ı yorumlarken sünnetsiz kalamaz. Onun sünneti de artık TDK olmuştur büyük ihtimal. Çünkü bu Kur'an müslümanlığı müptelalarının neredeyse tamamı mealcidir. O mealde de hayâ da 'utanmak' gibi spesifik bir karşılıkla verilince artık seyreyleyin gümbürtüyü. Artık o adam neyden utanır? Ne kadar utanır? Bütün bunlar keyfine kalmıştır. Bağlı kalacağı bir fıkıh da, helal/haram listesi de kalmadığına göre... (Çünkü bu listelerin/bilgilerin büyük çoğunluğu sünnetle/hadisle bize gelir.) İstediği şeyden istediği kadar hayâ eder. Daha böyle birçok kelime vardır Allah Resulünün sahabileri için tanımladığı. Mesela yine Müslim'de geçen bir hadiste, Kur'anî ifadelerden birr'i ve ism'i kendisine soran sahabeden Nevvas b. Sem'an'a (r.a.) şöyle cevap vermiştir: "Birr, güzel ahlaktır. İsm ise; seni rahatsız eden, insanlar tarafından görülmesini arzu etmediğin şeydir." Daha kendi devrinde, kendi lisanlarıyla inen bir Kur'an'ı ona sormaya kendini muhtaç hissetmiş sahabeye karşılık bugünün Kur'an müslümanlarında o ne had bilmez özgüvendir!
Mesele mühim. Mesele feci. Mesele üzerinde durmazsak ocağımızı yıkacak, ceddimizi bize küfrettirecek, neslimizi anasından/babasından utandıracak bir mesele... Küfrün paradigma değiştirdiğini görüyoruz sanki: Kur'an'ı müslümanların elinden almayı veya inkârını deneyip başaramayınca şimdi etrafındaki surlara saldırıyor çakallar. Hadisi yıkarsa, en azından manaca Kur'an'ı tahrif edebileceğini düşünüyor bu zamanın müstemlekat nazırları. Şimdi hâlâ benim yaptığım eleştirileri sert bulan varsa, diyeceğim o ki: Beyim, o sizin yumuşaklığınız. Bediüzzaman da eğer İngiliz nazırının ifadelerini okuduğunda sizin gibi davransaydı, itikadımızla birlikte duman olmuştuk.
Belki bugün "O kadar da büyütmeyelim canım! Onlar da kardeşimiz..." diyenler bile yarın kem sonuçları mahsul alınır olgunluğa eriştiğinde pişmanlıktan parmaklarını/tırnaklarını kemirecekler. Büyük bir yıkım hamlesinin bidayetindeyiz. Çocuğunuza diyeceksiniz ki mesela; "Oğlum, kurban bayramı geliyor. Hadi bir kurban alalım da keselim. İbadetimizi yapalım." Size şöyle cevap verecek: "Ne hayvan kesmesi baba ya? Kurb aslında 'yakınlaşma' demektir. Orada ayette kastedilen aslında hayvan boğazlamak değildir. Allah'a yakınlaşacak birşeyler yapmaktır." Siz diyeceksiniz ki: "Nasıl olur? 1400 yıldır bu ümmet kurbanını keser." Size diyecek ki: "İşte 'uydurulmuş din' bu. Hiç öyle toplu hayvan katliamı yapılır mı bu zamanda? Eskiler belli ki yanlış anlamışlar..."
Vallahi önünü almazsak olacak bütün bunlar. (Ve belki daha beterleri...) Çünkü ayetlerdeki kelimelerin ne anlama geldiğini sırf lügatlere bakarak ve o lügavî mana denizinden canlarının istediğini seçerek kararlaştıracaklar. Geçmiş mirası kötülemek/yanlış yolda görmek üzerine kurgulandıkları için de onların birşeyi doğru yaptığına ve takip/taklit edilmesi gerektiğine ihtimal vermeyecekler. Mümkün olduğunca 'ötekini' seçecekler. Kafalarında modern zaman kıstasları, kalplerinde kol gibi enaniyet/kibir, önlerinde onları sınırlayan sünnet gibi, icma gibi, kıyas gibi; geçmiş sahabenin, tabiinin, tebe-i tabiinin ve diğer ulemanın hükümleri gibi hiçbir engel olmadığı için, hadis-i şerifin ifadesiyle, 'okun yaydan çıktığı gibi' dinden çıkacaklar.
Neden böyle olacak? Çünkü Kur'an lisan-ı Arabî ile nazil olmuştur. Ve Arapçanın en bariz özelliklerinden birisi de bir kelimenin çok anlama gelebilmesidir. Bu, bir açıdan bakılınca Kur'an için büyük bir zenginliktir. Hem içtihadların/yorumların kaynağıdır. Fakat diğer açıdan 'sapıtmak' isteyenler için de kurulmuş bir tuzaktır. İmtihanın parçasıdır. Kur'an bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Kafası/fikri modern zaman kıstaslarıyla fasık olmuş, fıtratından/saflığından uzaklaşmış bu çağın insanı için sünnetin/icmaın olmadığı bir düzlemde Kur'an üzerine böylesine körleme bir fikir yürütme çabası, İslam'a çağ atlatma gayreti değil, müslümanı dinden çıkarma mesaisidir. İmam-ı Malik (r.a.) bu sadette şöyle söyler: "Din konusunda şahsî görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar ehl-i sünnetin düşmanıdır." (Ebu Nuaym, Hilyetu'l-Evliya, 6/348 vd.)
Bugün bu kadar ileri giden yorumlar işitmemiş olabilirsiniz. Kayma şu an küçük küçük kendini gösteriyor olabilir. Fakat kesinlikle ve kesinlikle, hiçbir tereddüt olmasın kalbinizde, eğer bu fitneye dur demezseniz, buna vakit/emek ayırıp fikrî cihada girişmezseniz, en azılı örneklerini yaşayacaksınız. Bakınız Yaşar Nuri Öztürk, bu Kur'an müslümanlığı akımının kendini gerçekleştirmiş, pekçok detayıyla ortaya koymuş, tam bir nümunesidir. Namazın vakitlerinden tutun haccın zamanına kadar, ümmetin şimdiye kadar hep öyle yapageldiği pekçok amel konusunda ehl-i bid'a olmuştur. Son zamanlarda ise İslam'a karşı deizmi savunacak kerteye gelmiştir. Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Abdulaziz Bayındır veya daha başka isimler bugün böyle şeyler söylemiyor ve sizin hoşunuza gidecek de bilgiler veriyor olabilirler. Fakat inanın bana, ağacın gövdesini kemiren kurt aynı kurttur. Tek farkları var belki: Daha sessiz/tedbirli geliyorlar. Kendilerine karşı ümmeti uyandırmamaya çalışıyorlar.
Halbuki Kur'an'daki hükümlerin pekçoğunun izahını/uygulaması Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yapmıştır. Bırakın namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi amellerin şartlarını ve teferruatlarını, mesela hayâ gibi kelimelerin anlamını dahi Allah Resulü kendisi bizzat açıklamış ve yanlış anlamaları düzeltmiştir. Örneğin: Tirmizî'de geçen bir rivayette (Sıfatü'l-Kıyâme, 25) Allah Resulü hayâ kelimesini yanlış anladığını düşündüğü bir sahabiyi şöyle uyarmıştır: "Kastettiğim bu (sizin anladığınız) değil. Allah'tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur."
Bu ve buna benzer geniş tanımları işitmemiş veya gerçekliğini reddeden bir adam için hayâ ne anlama gelir? Kimse Kur'an'ı yorumlarken sünnetsiz kalamaz. Onun sünneti de artık TDK olmuştur büyük ihtimal. Çünkü bu Kur'an müslümanlığı müptelalarının neredeyse tamamı mealcidir. O mealde de hayâ da 'utanmak' gibi spesifik bir karşılıkla verilince artık seyreyleyin gümbürtüyü. Artık o adam neyden utanır? Ne kadar utanır? Bütün bunlar keyfine kalmıştır. Bağlı kalacağı bir fıkıh da, helal/haram listesi de kalmadığına göre... (Çünkü bu listelerin/bilgilerin büyük çoğunluğu sünnetle/hadisle bize gelir.) İstediği şeyden istediği kadar hayâ eder. Daha böyle birçok kelime vardır Allah Resulünün sahabileri için tanımladığı. Mesela yine Müslim'de geçen bir hadiste, Kur'anî ifadelerden birr'i ve ism'i kendisine soran sahabeden Nevvas b. Sem'an'a (r.a.) şöyle cevap vermiştir: "Birr, güzel ahlaktır. İsm ise; seni rahatsız eden, insanlar tarafından görülmesini arzu etmediğin şeydir." Daha kendi devrinde, kendi lisanlarıyla inen bir Kur'an'ı ona sormaya kendini muhtaç hissetmiş sahabeye karşılık bugünün Kur'an müslümanlarında o ne had bilmez özgüvendir!
Mesele mühim. Mesele feci. Mesele üzerinde durmazsak ocağımızı yıkacak, ceddimizi bize küfrettirecek, neslimizi anasından/babasından utandıracak bir mesele... Küfrün paradigma değiştirdiğini görüyoruz sanki: Kur'an'ı müslümanların elinden almayı veya inkârını deneyip başaramayınca şimdi etrafındaki surlara saldırıyor çakallar. Hadisi yıkarsa, en azından manaca Kur'an'ı tahrif edebileceğini düşünüyor bu zamanın müstemlekat nazırları. Şimdi hâlâ benim yaptığım eleştirileri sert bulan varsa, diyeceğim o ki: Beyim, o sizin yumuşaklığınız. Bediüzzaman da eğer İngiliz nazırının ifadelerini okuduğunda sizin gibi davransaydı, itikadımızla birlikte duman olmuştuk.
12 Temmuz 2015 Pazar
Emre Dorman nereye koşuyor 4: Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor?
Yani bazen kendi kendime soruyorum: Acaba benim mi psikolojim bozuldu? Acaba ben mi kafayı yedim de yazılanları/çizilenleri farklı anlıyorum? Etrafımda öyle cerbezeler görüyorum ki, şaşkınlıktan dilim tutuluyor. Ters dönmüş fincanları evirip çeviren, 'Bul karayı al parayı!' yapan insanlarla dolu her yer. Gözünün içine baka baka eşeği boyayıp at diye satmaya çalışıyorlar. Yemeyince de alınıyorlar. Ya 'hüsnüzan' ile 'aptallığı' karıştırıyorlar yahut da bu işte başka bir hesap var... Niye açtım bu bahsi? Ona geleyim: Dün yazdığım, Emre Dorman meselesi üzerinden Senai Demirci ve Haluk İmamoğlu abilerin duruşlarını da sorgulayan yazıma mukabil Senai abi eski bir yazısını takipçileriyle paylaştı. "Kur'ân Müslümanlığı mı, Peygamber Müslümanlığı mı?"[1] başlıklı bir yazı. Belki daha evvel okuyanlarınız vardır. Bilmiyorum. Ben ilk kez okudum.
Yazının içeriğini mihenge vursam bir facia, benim eleştirime mukabil bu yazıyı paylaşmakla yapılan 'kaçak güreşi' analiz etsem bir facia. Hangi faciadan size şekva etsem ben bile şaştım. Ben alenen/açıkça "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan gelen hadisleri reddeden, hadis imamlarını/ravilerini 'yalancılıkla' itham eden, hadis ilmine olan güveni saçmasapan demagojilerle sarsmaya çalışan, hem de kezzab ve ehl-i bid'a o adamların yanında ne işiniz var?" diye soruyorum; siz Senai abim, hiç alakası olmayan (hatta şimdiye kadar ümmet içinde sahici bir gündem bile oluşturmamış) bir başlık açıp, sanki derdimiz oymuş gibi meseleyi bir muğalata içinde boğmaya çalışıyorsunuz. Zaten en baştan beri sizden şekva ettiğimiz şey de bu değil midir? Şu hadis reddiyecileri/Kur'an müslümanları karşısında bir türlü dik bir söylem tutturamayışınız değil midir?
Ne zaman bu sadetten, Nurcu kardeşleriniz, sizi de kendileri gibi bildikleri için, "Senin orada ne işin var?" diye sorsalar; her defasında 'ne şiş yansın ne kebab' tarzı ortaya birkaç cümle yazıp işin içinden sıyrılıyorsunuz. Böyle hareketler şans oyunlarında makbul olabilir, ama mesele itikat olunca sırıtıyor. Yüzünüze söylenmediği için "Hallettik galiba bu işi!" sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hepimizin aklında/kalbinde isminizin yanında bir soru işareti var. "Nerede artık Senai abi acaba?" diye soruyoruz kendi kendimize. "Hâlâ ehl-i sünnet itikadında mı? Hâlâ Bediüzzaman'ın dersine/tedrisine, Risale-i Nur'un perspektifine kanaat ediyor mu? Yoksa çoktan atı alan Üsküdar'ı geçti de üzerindeki teveccüh-i nâsı kırmamak için 'takiyye' mi yapıyor?" Herkesin arkanızdan sorduğunu yüzünüze söylemiş oldum böylece. Kusurum varsa, 'söylenmek' yerine söylemeyi seçtiğimdendir.
Bunları soruyoruz ve yaptığınız hiçbir açıklama 'yeterince inandırıcı' değil. Çünkü sayın abim, siz benden de iyi bilirsiniz, bir insanın nerede durduğu sadece "Ben şöyle düşünüyorum!" demesinden anlaşılmaz. Uygulamasından da anlaşılır. Öyle düşünmediği insana yaptığı eleştiri veya sergilediği duruşla da bir saf/duruş tayini yaparsınız. Kur'an'da geçen; "Kafirleri dost edinmeyin!" emrinin bir manası da buna bakar. Kafire, kafir olduğu hususta dost olmazsınız/olamazsınız. Elbette kafirin her sıfatı kafir olmak zorunda değildir. Kafirde mümin sıfatı da bulunabilir. Fakat siz, ne yanlışa açıkça yanlış deyip bir eleştiri üretiyorsunuz; ne de doğruya doğru deyip yanında duruyorsunuz. Hem orada, hem burada gibisiniz. Neredesiniz?
Yani Mustafa İslamoğlu hadis inkar ederken gözlerine sevgiyle ve takdirle bakabiliyorsunuz. Mealini, kitaplarını, analizlerini gittiğiniz her yerde reklam ediyorsunuz. (Bediüzzaman'a yaptığı çirkin ithamlardan sonra bile lütfen/zorlamayla 'katılmadığınızı' beyan eden açıklamalarla yetinebiliyorsunuz.) Karşılıklı oturup böyle muhabbetler ettiğiniz programlar Youtube'da aranınca rahatlıkla bulunuyor. Fakat dönüp gelip Risale-i Nur'ları takdir ediyorsunuz sonra. Tefsirlerin bile üstüne çıkarıyorsunuz. Sanki Nurcu gibi konuşuyorsunuz. Fakat Bediüzzaman'ın bu gibi meselelerde sergilediği istikametli duruşu da doğru bulmuyor gibisiniz. İmam-ı Âzâm'dan size söz nakledildiğinde; "O İmam-ı Âzâm'ın sözü. Delilin ne?" diyecek kadar teslimiyetinizi yitirdiğinizi duyuyoruz insanlardan. Oraya gidip öyle oluyor. Buraya gelip böyle oluyor. Hiçkimseyi kaybetmeden, yerini de çok belli etmeden, yaşayıp gidiyorsunuz.
Böylesi bir yazıya kaç kere niyet ettimse, Nur talebesi bazı kardeşler yazmamaya ikna ettiler: "Yapma! Hepten o tarafa itersin!" dediler. Vallahi ben artık bu taraf-ı muhalife destek manası içeren sözde bitaraf duruşunuzdan yaka silkmiş durumdayım. Bizzat ben kendim, yıllarca Mustafa İslamoğlu'nu takip ettimse hep sizin gibiler yüzünden ettim. Çünkü varlığınızla ona karşı duyduğum tereddüdü kırdınız. Metin Karabaşoğlu abi dikkatimi bazı şeylere çekmeye çalışıp uyardıkça diyordum ki kendi kendime: "Abartıyor. Öyle birşey olsa Senai abinin orada ne işi var? O da Nurcu değil mi?" Sizin orada durmanız daha kaç Nur talebesinin felaketi oldu Allah bilir. Benim gibi ayılan var, ayılmayan var. Siz bu halinizle Mustafa İslamoğlu'ndan daha tehlikelisiniz. Çünkü onlara karşı, Kur'an müslümanlığına karşı, ehl-i bid'aya karşı avamın duyacağı mübarek temkini kırıyorsunuz. Sizi orada, onlarla, o çizgide görenler; "Yok ya, o kadar kötü birşey değildir. Öyle olsa bu Bediüzzaman'ın talebesi Senai Demirci orada bulunmazdı!" diyorlar.
Şimdi de cevabî mahiyette paylaştığınız şu yazı. Vallahi kafayı yiyeceğim en sonunda. Biz sanki Kur'an'la Peygamber aleyhissalatuvesselamı ayırmayı konuşuyoruz da bize o konuda usûl öğretiyorsunuz! Unuttunuzsa hatırlatayım: Biz naklî delile/bilgiye karşı kırılmaya çalışılan güveni konuşuyoruz. Allah Resulünün peygamberliğinin inkarını veya onu kabul edip Kur'an'ın inkarını değil. (Nasıl mümkün olacaklarsa?) Farazî bir problem üretip onun üstünde kalem oynatarak entelektüel bir tatmin yaratmanız sizin bileceğiniz iş. Ama o mürekkep izinizi kaybettirmiyor. O peygamberlik tanımının 'postacılık' olarak doldurulmasını ve nübüvvetin muallimlik yönünün inkarı (veya Kur'an metniyle sınırlandırılması) asıl problemimiz. Ve bu yönde çalışanlarla yakınlığınızdır size karşı duyduğumuz endişe. Onların fikirlerine karşı yeterli tepkiyi vermediğiniz gibi, domates biber herkese gider kelamlarla iki tarafı da idare etmeye çalışmanız temel sorunumuz. Nurcu olmak mecburî değil ki. Tutmaya da çalışmıyorum. Kalbinizde varsa, kalırsınız. Fakat birşeyi açık etmelisiniz: Eğer Risale-i Nur artık sadece 'okuduğunuz kitaplardan bir kitap' olduysa, bunu bilmeye hakkımız var.
[1] http://www.sonpeygamber.info/kur-an-muslumanligi-mi-peygamber-muslumanligi-mi
Yazının içeriğini mihenge vursam bir facia, benim eleştirime mukabil bu yazıyı paylaşmakla yapılan 'kaçak güreşi' analiz etsem bir facia. Hangi faciadan size şekva etsem ben bile şaştım. Ben alenen/açıkça "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan gelen hadisleri reddeden, hadis imamlarını/ravilerini 'yalancılıkla' itham eden, hadis ilmine olan güveni saçmasapan demagojilerle sarsmaya çalışan, hem de kezzab ve ehl-i bid'a o adamların yanında ne işiniz var?" diye soruyorum; siz Senai abim, hiç alakası olmayan (hatta şimdiye kadar ümmet içinde sahici bir gündem bile oluşturmamış) bir başlık açıp, sanki derdimiz oymuş gibi meseleyi bir muğalata içinde boğmaya çalışıyorsunuz. Zaten en baştan beri sizden şekva ettiğimiz şey de bu değil midir? Şu hadis reddiyecileri/Kur'an müslümanları karşısında bir türlü dik bir söylem tutturamayışınız değil midir?
Ne zaman bu sadetten, Nurcu kardeşleriniz, sizi de kendileri gibi bildikleri için, "Senin orada ne işin var?" diye sorsalar; her defasında 'ne şiş yansın ne kebab' tarzı ortaya birkaç cümle yazıp işin içinden sıyrılıyorsunuz. Böyle hareketler şans oyunlarında makbul olabilir, ama mesele itikat olunca sırıtıyor. Yüzünüze söylenmediği için "Hallettik galiba bu işi!" sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hepimizin aklında/kalbinde isminizin yanında bir soru işareti var. "Nerede artık Senai abi acaba?" diye soruyoruz kendi kendimize. "Hâlâ ehl-i sünnet itikadında mı? Hâlâ Bediüzzaman'ın dersine/tedrisine, Risale-i Nur'un perspektifine kanaat ediyor mu? Yoksa çoktan atı alan Üsküdar'ı geçti de üzerindeki teveccüh-i nâsı kırmamak için 'takiyye' mi yapıyor?" Herkesin arkanızdan sorduğunu yüzünüze söylemiş oldum böylece. Kusurum varsa, 'söylenmek' yerine söylemeyi seçtiğimdendir.
Bunları soruyoruz ve yaptığınız hiçbir açıklama 'yeterince inandırıcı' değil. Çünkü sayın abim, siz benden de iyi bilirsiniz, bir insanın nerede durduğu sadece "Ben şöyle düşünüyorum!" demesinden anlaşılmaz. Uygulamasından da anlaşılır. Öyle düşünmediği insana yaptığı eleştiri veya sergilediği duruşla da bir saf/duruş tayini yaparsınız. Kur'an'da geçen; "Kafirleri dost edinmeyin!" emrinin bir manası da buna bakar. Kafire, kafir olduğu hususta dost olmazsınız/olamazsınız. Elbette kafirin her sıfatı kafir olmak zorunda değildir. Kafirde mümin sıfatı da bulunabilir. Fakat siz, ne yanlışa açıkça yanlış deyip bir eleştiri üretiyorsunuz; ne de doğruya doğru deyip yanında duruyorsunuz. Hem orada, hem burada gibisiniz. Neredesiniz?
Yani Mustafa İslamoğlu hadis inkar ederken gözlerine sevgiyle ve takdirle bakabiliyorsunuz. Mealini, kitaplarını, analizlerini gittiğiniz her yerde reklam ediyorsunuz. (Bediüzzaman'a yaptığı çirkin ithamlardan sonra bile lütfen/zorlamayla 'katılmadığınızı' beyan eden açıklamalarla yetinebiliyorsunuz.) Karşılıklı oturup böyle muhabbetler ettiğiniz programlar Youtube'da aranınca rahatlıkla bulunuyor. Fakat dönüp gelip Risale-i Nur'ları takdir ediyorsunuz sonra. Tefsirlerin bile üstüne çıkarıyorsunuz. Sanki Nurcu gibi konuşuyorsunuz. Fakat Bediüzzaman'ın bu gibi meselelerde sergilediği istikametli duruşu da doğru bulmuyor gibisiniz. İmam-ı Âzâm'dan size söz nakledildiğinde; "O İmam-ı Âzâm'ın sözü. Delilin ne?" diyecek kadar teslimiyetinizi yitirdiğinizi duyuyoruz insanlardan. Oraya gidip öyle oluyor. Buraya gelip böyle oluyor. Hiçkimseyi kaybetmeden, yerini de çok belli etmeden, yaşayıp gidiyorsunuz.
Böylesi bir yazıya kaç kere niyet ettimse, Nur talebesi bazı kardeşler yazmamaya ikna ettiler: "Yapma! Hepten o tarafa itersin!" dediler. Vallahi ben artık bu taraf-ı muhalife destek manası içeren sözde bitaraf duruşunuzdan yaka silkmiş durumdayım. Bizzat ben kendim, yıllarca Mustafa İslamoğlu'nu takip ettimse hep sizin gibiler yüzünden ettim. Çünkü varlığınızla ona karşı duyduğum tereddüdü kırdınız. Metin Karabaşoğlu abi dikkatimi bazı şeylere çekmeye çalışıp uyardıkça diyordum ki kendi kendime: "Abartıyor. Öyle birşey olsa Senai abinin orada ne işi var? O da Nurcu değil mi?" Sizin orada durmanız daha kaç Nur talebesinin felaketi oldu Allah bilir. Benim gibi ayılan var, ayılmayan var. Siz bu halinizle Mustafa İslamoğlu'ndan daha tehlikelisiniz. Çünkü onlara karşı, Kur'an müslümanlığına karşı, ehl-i bid'aya karşı avamın duyacağı mübarek temkini kırıyorsunuz. Sizi orada, onlarla, o çizgide görenler; "Yok ya, o kadar kötü birşey değildir. Öyle olsa bu Bediüzzaman'ın talebesi Senai Demirci orada bulunmazdı!" diyorlar.
Şimdi de cevabî mahiyette paylaştığınız şu yazı. Vallahi kafayı yiyeceğim en sonunda. Biz sanki Kur'an'la Peygamber aleyhissalatuvesselamı ayırmayı konuşuyoruz da bize o konuda usûl öğretiyorsunuz! Unuttunuzsa hatırlatayım: Biz naklî delile/bilgiye karşı kırılmaya çalışılan güveni konuşuyoruz. Allah Resulünün peygamberliğinin inkarını veya onu kabul edip Kur'an'ın inkarını değil. (Nasıl mümkün olacaklarsa?) Farazî bir problem üretip onun üstünde kalem oynatarak entelektüel bir tatmin yaratmanız sizin bileceğiniz iş. Ama o mürekkep izinizi kaybettirmiyor. O peygamberlik tanımının 'postacılık' olarak doldurulmasını ve nübüvvetin muallimlik yönünün inkarı (veya Kur'an metniyle sınırlandırılması) asıl problemimiz. Ve bu yönde çalışanlarla yakınlığınızdır size karşı duyduğumuz endişe. Onların fikirlerine karşı yeterli tepkiyi vermediğiniz gibi, domates biber herkese gider kelamlarla iki tarafı da idare etmeye çalışmanız temel sorunumuz. Nurcu olmak mecburî değil ki. Tutmaya da çalışmıyorum. Kalbinizde varsa, kalırsınız. Fakat birşeyi açık etmelisiniz: Eğer Risale-i Nur artık sadece 'okuduğunuz kitaplardan bir kitap' olduysa, bunu bilmeye hakkımız var.
[1] http://www.sonpeygamber.info/kur-an-muslumanligi-mi-peygamber-muslumanligi-mi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...