1 Nisan 2016 Cuma

Bir 'savunma metni' olarak Meyve Risalesi

Bugünlerde Tarihçe-i Hayat okuması yapıyorum. Bediüzzaman'ın metinlerini külliyat içindeki gibi 'karışık' değil de 'telif sırasına göre' kronolojik bir sırayla okumak ilginç farkındalıklar yaşatıyor. Mesela? Bediüzzaman'ın Kastamonu hayatı teliflerinden olan Ayetü'l-Kübra'yı ve Münacaat Risalesi'ni peşpeşe okumak, bu iki metin arasındaki benzerlikleri de farketmemi sağladı. Aralarında, kanaatimce, sadece üslûp farkı var. Deliller ve o delillerin delalet ediş şekilleri büyük benzerlikler içeriyor.

Tabii Bediüzzaman'ın Kastamonu'daki ilk yıllarında büyük bir yalnızlık çektiğini öğrendiğinizde oradaki ilk telifinin bir 'yakarış' eseri olması garibinize gitmiyor. Yalnızsın. Gurbettesin. Talebelerin uzakta. Haberleşemiyorsun. Yanına gelemiyorlar. Yanlarına gidemiyorsun. Eserlerin dahi senden uzakta kalmış. Bu yalnızlık içinde en güzel ne yapılır? Allah'a hâzırane bir şekilde yakarmak... Yine kendisi duaya dair bir metninde şöyle demiyor mu: "Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Demek Bediüzzaman'ın bu 'en tatlı meyveyi' yemesidir Münacaat Risalesi.

Ayetü'l-Kübra'nın telifi daha sonra. Yıllar var aralarında. Denizli Mahkemesi'ni netice veren de zaten Ayetü'l-Kübra'nın neşri oluyor. Orada Bediüzzaman'ı daha bir gaibane tefekkür içinde görüyoruz. Münacaat'ta yaşananların üçüncü kişinin gözünden aktarımı gibi. Bu iki eserin böylesi bir kardeşliği olduğunu görmek güzel. Bunu Risale-i Nur'u az-çok okumakla geçmiş bunca seneden sonra farketmek güzel. Demek, çok şükür, bitmeyecek bu yolculuk. Bitmeyen, yani ki sonu olmayan, sonlu olandan güzel.

Bir diğer farkındalığım da Meyve Risalesi'ne dair nicedir sorduğum bir sorunun cevabını bulmakla oldu. Denizli Mahkemesi ile ilgili mektupları/savunmaları (14. Şua) okuyanlar bilirler. Bediüzzaman'ın hapiste telif edilen Meyve Risalesi hakkında o metinlerde en çok altını çizdiği şey; onun bir 'savunma metni' oluşudur. Mesela der ki mürşidim: "Ben tahmin ediyordum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak." Ve yine mesela der ki: "Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir."

Ben Meyve Risalesi'ne baktığımda onun imanî meseleleri yargı süreciyle ilgisiz bir şekilde anlatan yapısından dolayı 'nasıl bir savunma' içerdiğini anlayamazdım. Yani kendi kendime derdim ki: "Savunma dediğin bir savunma diliyle yazılır. 'Savcı şunu diyor. O aslında öyle değil böyledir...' falan. Meyve Risalesi'nin böyle bir içeriği yok. Bu nasıl savunma?" Ancak yine Meyve Risalesi'nin 6. Meselesi'ne şu mektubun ardından rastlamam onun 'savunma' mahiyetini anlamamı sağladı: "Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit etmesinden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo, tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes'ul ediyor!"

Peki, Meyve Risalesi'nin 6. Meselesi bize ne anlatıyor? Okuyalım: "Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. 'Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar' dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz..."

Yani Meyve Risalesi, aslında, Bediüzzaman'ın Denizli Mahkemesi'nde suçlama olarak ilerisürülen şeylere metinleriyle dolaylı yoldan cevap vermesi. Kendi duruşunu ortaya koyması ve hakkındaki iddialara 'savunma psikolojisine girmeden' karşı durması. 6. Mesele ve mezkûr mektubun düşündürdükleri bunun yalnızca bir nümunesi. Daha çok detaylar var birbiriyle uyuşan. Bunu farketmem de benim için güzel birşey oldu. Allah'a hamd olsun. Tabii belki de bunlar size 'basit farkındalıklar' veya 'zaten bilinenler' gibi gelmiştir. Eh, ne yapayım, ben de böyle böyle öğreniyorum işte. Öğrenince heyecanlanıp paylaşıyorum. Zaten bilenleriniz varsa, vakitlerini israf ettiğim için, haklarını helal etsinler.

30 Mart 2016 Çarşamba

Kur'an kime yeter? (6)

Bu da ilginç birşey: Ne zaman Kur'an'ı anlamanın bir yetkinlik gerektirdiğini, bir ihtisas alanı olduğunu ve özellikle selef-i salihin büyüklerinin yetkinliğinin/otoritesinin kabul edilmesi gerektiğini belirtseniz; Kur'an müslümanlığı(!) taifesi sizi şu gibi ayetlere aykırı hareket etmekle itham ediyorlar: "Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik." Yeter ki içinde 'apaçık' ve 'ayet' ifadeleri geçsin; artık böylesi her ifade 'ulemanın yetkinliğinine başvurmanın gerekliliğini' veya "Kur'an hakkında yorum yaparken ihtisasın şart olduğunu" söyleyenleri çürütmek için delil olarak kullanılabilir. Neden herhangi bir ilim veya en basitinden bir bilim için söylenmesi rahatlıkla mümkün birşeyi Kur'an gibi 'tüm ilimlerin kaynağı' bir kitap için söyleyemiyoruz? Çünkü Cenab-ı Hak bizzat kendisi ayetlerine 'apaçık' diyor. Apaçık olanı izah etmek için hiç ilim, eğitim, otorite veya yetkinlik aranır mı? Cık, cık, cık...

Tabii bu arkadaşlara 'apaçık' olmasıyla kendilerine yorumlamada şahane bir serbesti kazandırdığını sandıkları Kur'an'ın Arapça olduğunu ve dolayısıyla kendileri için (eğer Arapça bilmiyorlarsa) o kadar da 'apaçık' olmadığını anlatamıyorsunuz. Çünkü ona da hazır bir cevapları var: "Kur'an Arapça değil Rabcadır." Gördünüz mü aforizmayı? Tenzih ederken veya yüceltirken güya, hallediverdik farklı dil meselesini. İlme gerek yok. Mantığa da. Aforizmayla halloluyor her iş.

Sakın Kur'an'da Cenab-ı Hakkın vahyini, "Anlayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik..." diye andığını hatırlatmayın, işe yaramaz, çünkü onlar 'apaçık'a kapılmış gitmişlerdir. Gayrı ne Arapça bilmediklerini, ne de Kur'an'ın Arapça oluşunu vurguladığını hatırlamazlar. Zaten umursamazlar da. Nihayetinde 'eksik kalmaya mahkum kul sözlerinden' oluşan mealler onlara yeter de artar bile. Edebiyat duayenlerinden birisinin, mesela Cemil Meriç'in, "Tercüme yeni bir teliftir..." cümlesini hatırlatsanız, mutlaka ona da bir cevapları olacaktır. Ancak iş bu kadarla da kalmaz. İlk taş yerinden oynayınca din artık yerinde durur mu? Kaynamaya/kaymaya başlar herşey. Sarf ve nahiv ilminin de önemi azalır böylece. Dili bilmeye ihtiyaç duymayanlar, o dilin kaidelerine, dolayısıyla o dilde oluşabilecek anlam karmaşalarını gidermeye yarayacak bir ilme, neden ihtiyaç duysunlar ki? TDVİA'da sarf ve nahiv hakkında şöyle bir bölüm olduğunu nakletmenizin de bir anlamı yoktur:

"Kadîm râvi ve müellifler nahiv ilminin ortaya konulmasını gerektiren bazı sebepler zikretmişlerdir. Bir kısım âyetlerin (et-Tevbe 9/3; el-Hâkka 69/37) kıraatinde görülen okuma hataları yahut ana dili Arapça olmayanlardan birinin veya Ebü’l-Esved’in kızının yaptığı bir konuşma hatası üzerine Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in yahut oğlu Ubeydullah’ın ya da Hz. Ömer’in emriyle, diğer bir rivayete göre ise Hz. Ali’nin bazı temel esasları zikredip yol göstermesiyle Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından nahiv ilminin kurulmuş olduğu kabul edilir (İbn Kuteybe, II, 159; İbn Cinnî, II, 8)."

'Apaçıktır' ya! Kur'an öyle buyurmuştur ya! Sahabenin, hatta sahabenin en büyüklerinin, hatta Hz. Ömer'in (r.a.) veya Hz. Ali'nin (r.a.) gerekli gördükleri bir ilmin gerekli olmasına ne gerek vardır? Düpedüz boş işlerdir bunlar(!). Mealler her işi çözer. Ve bir de çılgın yorum gücümüz. Nurcu olsanız, hatta en gözönünde Nurculardan Senai Demirci olsanız, şöyle diyebilirsiniz: '(...) sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dili...' Bediüzzaman'ın 'tefsir mukaddemesi' olarak kaleme aldığı Muhakemat'ta kaç kere Arapça hakkında 'lisan-ı nahvi' dediğini hatırlamaz o da. Hatta şöyle demesi bile önemsizdir Bediüzzaman'ın artık: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa, felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."

Ne kadar tuhaf değil mi? 1400 yıldan fazla bir zamandır, her nedense, ümmet ayet-i kerimelerdeki 'apaçık' ifadelerini anlayamamış ve Kur'an'ı anlamak için bazı ihtisas dallarına/ilimlere ihtiyaç duymuştur. Bu aynı zamanda 'apaçık' olanın, hâşâ, kendisiyle düşülen bir çelişkidir. Eğer Kur'an apaçık ise, neden muhteşem(!) zekalardan mürekkep Kur'an müslümanları(!) ilim dünyamıza teşrif edene kadar bu apaçıklık anlaşılamamıştır? Apaçık olanın '1400 yıldır yanlış anlaşıldığını' iddia etmek de yine o apaçıkla düşülen bir tezat değil midir? (Hem de dil ve sosyoloji olarak nüzulünün daha yakın olduğu dönemlerde yanlış anlaşılmıştır.) Demek ki: Kur'an müslümanlarının anladığı şekilde anlaşılmadığı sürece Kur'an 'apaçık' değildir. Yahut da bu apaçıklık yalnız bu zamanın Kur'an müslümanları(!) için geçerlidir. Eğer onların anladığı gibi anlarsanız artık apaçıktır. Bu da Kur'an müslümanlarının size fikir özgürlüğü başlığı altında yutturdukları kendi şahane diktatöryalarıdır. Yerseniz.

28 Mart 2016 Pazartesi

Müslüman 'tarafgir' olur mu? (2)

"İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder." Sözler'den.

Empatiyi sorgusuz/sualsiz yüceltmenin en korkutucu yanı şu ki: Bazen empati yapmaktan ötürü, kendini o şeyin avukatı gibi hissetmeye başlarsın. Yalnız hissetsen yine iyi. Bazen, öyle olduğunu düşünmediğin halde, şeytanın avukatı olursun. Kötüyü anlamaya çalışmak, ondaki güzellik kırıntılarını veya bütünde ifade ettiği güzelliğin nakışlarını bulup ortaya çıkarmak açısından güzeldir. Çünkü mürşidimin ifadesiyle: "Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."

Fakat bir yanlışı anlamaya çalışmak, hem de iyiliğe olan tarafgirliğinizi yitirerek çalışmak, yanlışın ağzına/ağına düşüp lokma olmak açısından tehlikelidir. Burada en temel ölçümüz—bir nevi koruma kalkanımız—‘buğz’ olmalıdır bana göre. Bir kötüdeki kötülüğü irdelerken veya anlamaya çalışırken aynı zamanda buğzu kalbimizden hiç gitmemeli. Ona buğzetmeyi bırakmamalıyız ki, 'anlamaya çalıştığımız' kötülük, 'savunduğumuz' kötülük haline gelmesin.

İnsanın, başkalarını rasat ederken düşebileceği çok tuzak var. Empatiden avukatlığa kayma, bunlardan sadece birisi. Serinin birinci yazısında da alıntılamıştım. Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuruyor ki Allah Resulü aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın tadını ve lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan daha sevimli gelmesi."

Buradaki sıralama da bana ilginç gözüküyor: 1) Allah ve Resulüne duyulacak sevginin diğer her sevgiden aşkınlığı. 2) Sevginin ve buğzun itikada göre şekillenir bir hale gelmesi. 3) Bu itikadın esaslarından vazgeçmenin ateşe düşmekten daha can acıtıcı gelmeye başlaması... Dikkat ederseniz bu üç aşamanın hiçbirinde mü'mine tavsiye edilen 'tarafsızlık' değildir. Aksine, taraf olduğunu belli edecek hislerin/duyguların varlığıyla sınanmaktadır imanın lezzeti.

Bu yüzden Kur'an'da defaatle buyrulduğu gibi, mü'min, şeytandan bir vesvese geldiğinde Allah'a sığınmaktadır ve sığınmalıdır. Bu reflekse sahip olmalıdır. Tuttuğu tarafa sığınmaktır çünkü bu onun için. Bu noktadan hareketle diyebilirim ki: İmanın tadını almış bir mü'min için hakikat-i imaniye noktasında tarafsızlık diye birşey mümkün değildir. Tarafsızlık kokan bir empati de mümkün değildir. O, empatisini ancak 'yanılgının dayanaklarını farketmek' ve 'devalar üretmek' için yapar, yanılgıya hak vermek için değil. Bu noktada Bediüzzaman'ın 'bitarafane muhakeme' eleştirisini yine hatırlayalım:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Ebubekir Sifil Hoca'nın Akaid Bilinci Sohbetleri'de dikkat çektiği birşey var. Aklımda kaldığı gibi ifade edeceğim: "Şu hataya düşmememiz lazım. Dün televizyonda bir hoca dinledim, aklım karıştı. Dün bir yazı okudum, aklım karıştı. Dün elime bir kitap geçti, aklım karıştı... Arkadaşlar, aklınız çok kolay karışıyor. Bu din bize dün inmedi."

Hakikaten de Ebubekir Hoca'nın dikkat çektiği maraz ile müptelayız. İslam'a ve bize öğretilen hakikatlere tarafgirliğimizi yitirmişiz. Daha doğrusu tarafgirliğin hayattaki okunuşu olan teslimiyetimizi yitirmişiz büyük ölçüde. Ona taraftar olmadığımız için ona sığınmıyoruz. Mustafa İslamoğlu bir şüphe attığında İmam Gazalî'ye (r.a.) sığınmıyoruz. Yaşar Nuri Öztürk bir galat savurduğunda İmam-ı Azam'a (r.a.) sığınmıyoruz. Geleneğe tevekkül etmiyoruz. Karşı tarafla tarafgirliğimizi yitirmiş bir empatiyle veya ne kadar objektif olduğu tartışılır bir objektiflikle muhatap oluyoruz. Bu da anlamaya çalıştığımız şeyin avukatı olmaya başlamakla ve yara almakla neticeleniyor.

İnsan ancak tarafını tuttuğu şeyin bilgisini üretir. Onun bakış açısıyla bakarsa onun delillerini görür. Sahibi böyle bir tarafgirliği koruduğu sürece taklidî iman kurtuluşa vesile olur. Bediüzzaman'ın, ehl-i tarikatın mürşidine duyduğu şiddetli muhabbetin onları koruyucu bir mahiyeti olduğunu söylemesi de bununla anlaşılır bence. Bu tarafgirlik yitirildiğinde, sadece taklidi iman değil, tahkiki iman da amacını yitirmiş olur. Tahkiki iman bu tarafgirliği kazanmak içindir. Hülasa-i kelam: Tarafgirlik imanda kötü birşey değildir. Objektiflik veya empati de her zaman iyi birşey değildir. Hem İmam Cüveynî (r.a.) hem de Bediüzzaman'ın 'yaşlı kadın imanı' hadisini nasihatleri içinde bize hatırlatmaları, belki bu sırr-ı teslimiyeti hatırlatmak için. Çünkü annemden biliyorum: Size hiçbir delil anlatamıyor, ama imanı kaya kadar sağlam ve kesinlikle sorgulatmıyor.

26 Mart 2016 Cumartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor (3): Kimdir asıl gömlek yırtan?

"Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..."
(Bakara sûresi, 2)

Senai Demirci'yi ve yazdıklarını önemsemek lazım. Ben önemsiyorum. Dikkatimi çeken detaylara nur talebesi kardeşlerimin de dikkatini çekmeye çalışıyorum. Her ne kadar bu yaptığımdan dolayı eleştirilsem de vazgeçmeyeceğim. Çünkü Senai Demirci'nin kaleminden dökülenler kesinlikle onda başlayıp onda biten birşeyi değil, bir kayışı veya 'kaydırma planını' deşifre ediyor. Bu noktadaki endişelerimi daha evvel birkaç yazıda dile getirmiştim. Risale-i Nur ve Bediüzzaman, niyetini çözemediğimiz bazı eller tarafından, ehl-i sünnet ve'l-cemaat kodlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu koparış, yani Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki ucu gibi değil de bir ada gibi gösterme çabası, metinlerinin spesifikleşmesine neden oluyor.

Bediüzzaman'ın Kur'an'la tevhid-i kıblesini 'hadis inkarcılığına' karine yapabileceğini sanıyor kimileri. Bediüzzaman'ın âlem-i İslam'ın bin senedir barındırdığı sorunlara yaptığı atıfları ehl-i sünnetin 'uydurulmuş din' oluşuna tevil ediyor yine başkaları. Öyle şeyler okuyorum ki, işitseniz, şaşarsınız. Evet, bunların hepsi oluyor. Peki, neden oluyor? Çünkü biz nur talebeleri Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki zirvesi gibi tarif edemedik. Zirveyi ardındaki dağdan ayırdık.

Muhabbetimiz ifrat etti. Mübalağayı caiz zannettik. İhtilalci mübalağa 'hakikati incitici' oldu, ama zevkinden farkına varamadık. Hakkında yapılan her övgüyü de, ifrat/tefrit tartmadan, öpüp başımıza koyduk. Teenninin hakkını veremedik. Kendimizi İslamî gelenekle yeterince referanslandıramayışımız ve Bediüzzaman'ı yetiştiren kaynaklara hâkim olamayışımız, kullandığı kavram ve kelimeleri 'onda başlayan onda biten tarifler'le ele almamıza neden oldu. Sonra bu yol dahi terkedilmeye başlandı. Zamanın ilcaatı ve konjonktür efendinin buyruğu ile Bediüzzaman'ın kavramları doldurulmaya başlandı.

Göremedik ki, Bediüzzaman'ı ehl-i sünnet ve'l-cemaatin mensubiyeti üzerinden okumazsak, nerede/ne söylediğini yeterince anlayamayız. Müellifin ifadesiyle: Risale-i Nur medresenin malıdır. O kökle bağı koparsa bu çınar yaşayamaz. Müceddidlik veya asfiyalık veya evliyalık... Bunların her birisi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Everest'inden nefes alan sıradağlardır. Her birisinin dediğini bir diğerinin söylediği besler veya bağlar. Bediüzzaman'ı daha şiddetli ve çok göstermek gayretinden sıradağı ada ettik. Ada olunca belki haşmeti daha şiddetli göründü, ama arkasındaki silsile görünmez oldu. Üstelik o dağ silsilesini sevenler de bize kısmen küstüler.

Daha açık nasıl söylenir bilemiyorum: İslam geleneğini bilmeye Bediüzzaman'ın ilk dönem talebelerinden daha fazla muhtacız. Onlar, Osmanlı'dan miras kalan bilgileriyle ve itikaddaki salabetleriyle bizim Risale metinleri üzerinde düşebileceğimiz hatalardan daha korunaklı bir haldeydiler. Biz öyle değiliz. Bilmiyoruz ki, Eş'arî geleneğini, Bediüzzaman'ı onun içinde konumlandıralım ve sözlerini o çizgiden okuyalım. Bilmiyoruz ki; İmam Gazalî Hazretlerinin, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin, Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerinin çizgisini, Bediüzzaman'ı onların sözleriyle birlikte hıfzımıza alalım. Bu bizim ayaklarımızı kayganlaştırıyor. Sonra modernistin/reformistin/ehl-i bid'anın birisi ortaya çıkıyor. Bediüzzaman'ın sözlerini istediği gibi eğip büküyor. Birisi Bediüzzaman'ı Calvinist ediyor, öteki Liberal, diğeri Hümanist, beriki Sosyalist, ileriki Modernist... Senai Demirci bu kırılmanın çatlaklarından birisi sadece.

Onun da büktüğü kavram 'müceddid.' "Özür dilerim Üstadım" yazısını okuyun Allah aşkına, orada Bediüzzaman'a çizilen alanın reformistten/ehl-i bid'adan ne farkı var? Geleneği böyle kırdıktan, yırttıktan, kötüledikten sonra Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu ne olabilir? Yeni bir itikadî ekol mü kurdu? Yeni bir mezhep mi inşa etti? Yeni bir fırka-i dâllenin mi başına geçti Üstad, hâşâ!

"Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler."

Bu ifadeleri Şualar'ına koyduran müellif, acaba Senai Demirci'nin bahsettiği kişi midir? İçtihad Risalesi'nin yazarı, yani "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir..." sözlerinin sahibi güzel Üstad mıdır bu 'gömlek yırtan?'

"Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiya aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar..." diyen güzel Üstad mıdır geleneğe kullanılmış mendil muamelesi yapan?

Bu Üstad mıydı Senai Demirci'nin şöyle tarif ettiği:

"(...) Bu cümle, İslam düşüncesinin tüm kazanımlarını yenileyerek önümüze koyan, geleneğin tekrarlarından bizi sıyırmak için zindanlara razı olan, ülfetle olağanlaştırdığımız ayetlerin anlamını taze bir heyecanla kanatlandıran, zahir ulemasının tarihe hapsettiği vahyin her hecesiyle şu anımızı inşa eden, sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dilini ağzımızda tazeleyen, her an yeniden yaratılışın heyecanını çiçek çiçek bize duyurarak, yine yeni yeniden iman etmeye çağıran, bir tomurcuğun açılışında, bir baharın dirilişinde esma-i hüsnanın anlamlarını saf bir canlılıkla okuyan sen sevgili Üstadımın adına kurulmuş bir cümle…
Bu cümle, benim de talebesi olduğum ‘müceddid’in yanında kalarak yazılmış bir cümleydi. (...) Sen 'yenileyici' iken, sen tortulaşmış kalıpları kıra kıra konuşurken, sen zihnimizi şablonların zincirlerinden özgürleştirirken, bizi kalıplara çağıran, şablonlara zincirleyen bir cümleydi. (...)
"Bu cümleyi, bu cümlenin mümasillerini, bunun misali cümleler üzerinden bizi Kur’ân’a muhatap etmeye çalışan akademik ilahiyat dilini, soğuk kelam üslubunu, kalbimize emanet ettiğin sahabe mesleği adına reddediyorum. Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Değildir de, sana nasıl anlatacağız abi? Kemali 'yırtmakta' arayanlara İslam'ın üzerine inşa edildiği şeylerden birisinin de bu ilmî/amelî silsileye hürmet olduğunu nasıl öğreteceğiz? Eline geçen toz zerresi kadar yorum gücüyle baştan çıkarak mestolduğunda; dilinden, bağlamından ve sosyolojisinden ışıkyılları kadar uzaklaştığın Kur'an'ı anlamada selef-i salihinin senin için 'olmazsa olmaz' olduğunu, sen, nasıl anlarsın? Bediüzzaman'ın, küçümsediğin sarf ve nahiv ilmiyle İşaratü'l-İ'caz'da neler başardığını nasıl idrak edersin?

'Yırtmayanda' kemal aramıyorsun ki sen? Asıl kemalin 'uyumda' olduğunu görmüyorsun ki. Metnin içinde Üstad'ı övmek için kullandığın her ifade aslında bir sonraki cümlende yapacağın yönlendirme için kapı yağlama. Nurcu kalplerin kapıları gıcırdamasın diye yağlıyorsun. Ki senden önce de çokları böyle böyle nur talebeleri arasına sızdılar. Sonra da birer canlı bomba gibi kendilerini patlattılar. Fethullah Gülen öyle, Mustafa İslamoğlu öyle, Emre Dorman öyle, Caner Taslaman öyle... Sahi, övmek anlamaktan sayılır mı?

Şimdi ben sana desem ki: Tecdid 'yeni birşey ihdas etme' değil, 'tazeleme'dir. Tazeleyicinin birşeyleri 'yırtması' gerekmez. Geleneğe sövmesi, kızması, bağırması gerekmez. Bağlamı, selefinin de kendi zamanlarında yaptığı gibi, zamanına hatırlatması ve yaşatması onun müceddid olması için yeterlidir. Sen bunu anlayamazsın. Modern zaman çocuğusun. Göğü delen göktelenler, Hâmân'a Musa aleyhisselamın Rabbine ulaşmak için yaptırılan kuleler, 'yırtıcı dikkat çekicilik'ler zamanının çocuğusun. Sıradışılığın rağbetli olduğu zamanlar yetiştirdi seni. Senin zamanında itibar 'incitmemekte' değil 'yırtmakta' aranır. 'Parçası olmakta' değil, 'önüne geçmekte' aranır. 'Uyum'da değil 'bozmakta' görülür.

Bediüzzaman, salt bir 'hatırlatıcı' iken hoşuna gitmez/gidemez senin. Çünkü sana yapmak istediklerinin yolunu açamaz o haliyle. Bediüzzaman bir reformist olmalıdır ki, geleneğe kızmalıdır ki, sen de yırtmak istediklerinin gömleklerini yırtasın. Sonra da gömleği yırtılanın üzerine atasın suçu. Züleyha'nın Yusuf aleyhisselama yaptığı gibi... Bunca geleneğe kızmanın bundan başka sebebi ne ola ki? Arzusu gerçekleşmemiş nefsin iffete öfkesi bu. Züleyha'nın günahına cevaz vermeyen Yusuf'a öfkesi... “Bin dört yüz yıldır hiçbir müfessirin aklına gelmemiş yorumları ben Risale-i Nur’da okudum, okuyorum, okuyacağım...” demeye devam et. Biz 1400 yıllık balı Bediüzzaman kaşığından tekrar be tekrar tadacağız.

25 Mart 2016 Cuma

Vahiysiz peygamberlik olur mu?

Gün geçmiyor ki, kendisine Kur'an Müslümanı diyen, fakat hakikatte ‘hadis inkârcılığı’ndan başka marifeti olmayan yoz taifenin Kur'an'la bir 'ters düşme'sine daha rastlamayalım. Bunları yazmaktan ben usandım, belki siz de okumaktan usandınız, ama inanın bu arkadaşlar kötü kaleciler gibi ters köşeye yatmaktan usanmıyorlar. Evet. Bugün yine birisine dair konuşmak istiyorum sizlerle. Geçenlerde kendisini böyle tarif etmekten memnun bir arkadaşla yaşadığımız tartışmada farkettim anlatacağım sıkıntıyı. Necm sûresinin 3. ve 4. ayetlerini ‘koparmakla’ yapılan bir cerbezedir misal edeceğim.

Hızla sadede geleyim: Necm sûresinin 4. ayeti ki kısacık bir meali şudur: "O ancak kendisine vahyolunanı söyler." Bu arkadaşlar bu/benzer manadaki ayetleri ayrıca seviyorlar. Neden? Çünkü onlar böylesi ayetleri şöyle acayip bir şekilde anlamayı seçiyorlar: “Aleyhissalatuvesselamın işi sadece kendisine vahyolunanı bildirmekti. Onun ötesinde vazifesi yoktu. Dolayısıyla aslolan sadece Kur'an'dır. ‘Sünnet’ diye ona ilave edilen şey aslında bu dine kaçak kat çıkmaktır vs.” Bu iddialarını kuvvetlendirmek için "Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir..." gibi meallendirmeleri kullanmayı da ihmal etmiyorlar. Sanki orada kastedilen “Hidayet senin elinde değildir!” demek değil de “Kur’an’ı oku geç!” buyurmakmış gibi. Eh. Cerbezenin hüneri nedir ki zaten efendim? Aşurenin nohutunu ayıklayıp gösterirler de “İçtiğimiz nohut çorbasıdır!” dedirir bunlar.

Tabii bu tutumları sorunun hangi yanlış zemine basmaktan kaynaklandığını da gösteriyor. Ehl-i Sünnetin ‘vahiy tanımı ve kapsamı’ ile bu arkadaşların ‘vahiy tanımı ve kapsamı’nın birbirinden epey farklı olduğunu idrak ediyorsunuz böylece. Evet. Bu arkadaşlar, vahyi, sünnilerin 'vahy-i sarihî' dediği başlığa münhasır görüyorlar. ‘Vahy-i zımnî’yi kabul etmiyorlar. Yani onlara göre: “Kur'an'dan başka vahiy yok. Haricinde vahiy gelmedi. Başka birşeye vahiy demek, Kur'an'a ayet eklemek veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı bu dinin inşasında Allah'a ortak koşmak gibi birşey…” Hâşâ! İşte benim 'halaya yanlış ayakla başlamak' diye tabir ettiğim türden bir yanlışlıktır bu. Hatadır. Tabii üst düğme yanlış iliklenince alttakiler de bir türlü doğru iliklenemiyor.

Yanlışı ortaya koymak için, arkadaşların delil olarak kullanmayı pek sevdikleri, Necm sûresinin 4. ayetini 3. ayetiyle beraber ele almak lazım. Ne diyor Necm sûresi bize bu ayet-i celilelerle? Kısa bir meallerini alıntılayalım: "O hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. Ancak kendisine vahyolunanı söyler." Burada kastedilen 'o' kim? Onu da 2. ayet-i kerime haber veriyor: "Arkadaşınız (Muhammed) yanılmadı, sapmadı, aldanmadı." Yani farkediyoruz ki: Ayetler aslında Aleyhissalatuvesselama indirilen vahyin 'Kur'an'dan ibaret olduğunu' söylemek için değil, aslında onun mübarek dilinden dökülen herşeyin bir şekilde 'vahiyden' olduğunun beyanını içeriyor. Peki bu 'vahyin kapsamı' nasıl anlaşılmalı? Onu da mürşidimin metinlerinden takip edelim:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır: Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi. İkinci kısım, vahy-i zımnîdir.

Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtüvesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder."

Peki ‘vahy-i zımnî’yi vahy-i sarihîden ayıran nedir? Yani ikisinin arasında değer açısından ne gibi farklılıklar vardır? Bunu da Bediüzzaman'ın sözlerinde takip edelim:

"İşte, her hadîste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: 'Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.' Bir saat sonra cevap geldi ki, 'Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.' Zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi."

Görüldüğü gibi, bir mü'min, Aleyhissalatuvesselamın tasnif ettiği şekilde vahyi kategorize eder. Eğer Aleyhissalatuvesselam birşeyin Kur'an'a dahil edilmesini emretmişse bundan anlaşılır ki: O vahy-i sarihîdir. Eğer mübarek dillerinden sözü olarak ifade buyrulmuşsa o mü'min anlar ki: O vahy-i zımnîdir. Fakat her iki şekilde de konuştuğu vahiydendir. Vahiyden haberlidir. Vahiyden kopuk, hissesiz veya hevasından konuşmaz Aleyhissalatuvesselam. Kur'an-ı Hakîm bize bunu söylüyor. Yani onun mübarek ağzını övüyor. Hâşâ! Hadis inkârcılarının anladığı gibi susturmaya çalışmıyor.

Yine İşaratu'l-İ'caz isimli eserinde Bakara sûresinin 2. ayetini tefsir sadedinde diyor ki mürşidim: "İphamı ifade eden ‘ma’ iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur'ân gibi zâhirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir." Yani, ayette yeralan 'sana indirilen' ifadesindeki müphemiyet, onun Kur'an'dan/vahy-i zahiriden ibaret olduğunu söylememizi engelliyor. Böylelikle hadislerin hakikat olduğunu yine bize Kur'an söylemiş oluyor. Nerede bu heriflerin anladığı nerede Kur’an’ın dediği!

Fakat bu ayette bir güzel sır daha var ki şudur: "Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..." beyan-ı icmalîsinde dikkatimiz vahyin iki türüne de çekilmiş bulunuluyor. Nasıl? Hepimiz biliyoruz ki kendisine kitap indirilmemiş peygamberler de var. Hatta ‘kitap’ veya ‘suhuf’ verilen peygamberlerin sayısı pek az. O zaman sormak gerekiyor: Peki diğerleri nübüvvet görevini nasıl yaptılar? Sayıları yüzbinlerle ifade edilen ve hatta ‘her kavme gönderildikleri’ bildirilen peygamber efendilerimizin görevlerini yaparken dayandıkları şey ne idi? Vahy-i sarihîsi, yani kitabı-suhufu, olmayanlar neyle nübüvvet dava ettiler?

İşte burası hakikatte Kur'an'ın ruhundan epeyce uzak düşmüş olan Kur’an Müslümanı arkadaşların bir çıkmazı oluyor. Diğer peygamberlerin Kur'an veya benzeri metinler olmadığına göre onlar nübüvvetlerini neyle icra ettiler? Hâşâ! Allah'tan habersiz mi nebilik ettiler? Sözlerini ‘Haktan geldi!’ diye mi yutturdular? Halbuki, elhamdülillah, Ehl-i Sünnetin vahiyde yaptığı tarif ve tasnif bu problemi de çözmüş oluyor: Onlar nübüvvetlerini vahy-i zımnî ile icra ettiler. Kitabı olmayan peygamberler vardı. Ama vahiysiz peygamber yoktu. Çünkü vahiy ‘vahy-i sarihî’ye münhasır değildi.

Uzattım. Biliyorum. Fakat birşey daha söyleyip bitireceğim: Diyelim ki, hâşâ, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Kur'an dışında aldığı vahiy yok ve konuştuğu şeyler de hevasından. Bu durum hak din adına nasıl bir korkunç senaryodur düşünebiliyor musunuz? Cenab-ı Hakkın emrettiği, ancak uygulamasını ve detaylarını Resulünün pratiğinden öğrendiğimiz namaz, oruç, zekat, hac vs... gibi ibadetler başta olmak üzere, dinin neredeyse yüzde doksanı tartışmaya açık hale gelir. Çünkü beşerîleşir. Hevaileşir. Bu arkadaşların bizi itham ettikleri 'Allah Resulünü dinin inşasında Allah’a ortak koşmak' ancak şu yukarıdaki muhalin kabulüyle olur. Yani esasında onların dedikleri bu anlama gelmektedir. Demek, Aleyhissalatuvesselam dini 'vahiysiz' inşa etmiştir, hâşâ!

Daha da ötesinde: 'İnsanları ve cinleri yalnız kendisine kulluk etmeleri için yarattığını' kelamında buyuran Cenab-ı Hakkın, bu kulluğun detayına dair herşeyi, kendisi belirlemek yerine (hâşâ) Aleyhissalatuvesselamın hevasına bıraktığını söylenmiş olur ki, bu da kişinin Allah tasavvurundaki ciddi sorunlara işaret eder. Bütün kainatı en ince detayına kadar yaratan Halık-ı Hakîm, nasıl olmuştur da, hilkatten murad ettiği kulluğun keyfiyetini insana bırakmıştır? Yahut 'bırakması' mı ondan daha beklenilir birşeydir, yoksa Aleyhissalatuvesselama vahy-i zımnî ile bildirip onun da ümmetine öğretmesi mi daha beklenilir birşeydir? Hasılı: Bu Kur'an müslümanlarının Kur'an'dan daha çok çeliştiği birşey yok, fakat taş kafalarına anlatılmıyor, vesselam.

23 Mart 2016 Çarşamba

Kürtleri sadece Türkler mi asimile ediyor?

Çok yaşadığım birşey. Artık sayısını tutmuyorum. Ama düşündürdüklerini önemsiyorum. HDP'li tanıdıkların, dindar olsun/olmasın, İttihad-ı İslam'ı savunan Kürtler hakkındaki düşünceleri pek katı. Defalarca nümunelerini yaşadım. Aslında bu konuda dindar Kürtlerin bir arada kalmışlığı da var. Türkiye'nin ulus-devlet kodlarından kurtulması gerektiğini söyledikleri için ulusalcı Türklerin de pek sevdiği tipler değiller.

Buna ilave olarak ulusalcı Kürtler de ayrılıkçı olmadıkları için onlardan hoşlanmıyor. Benzeri bir durum dindar Türkler için de geçerli elbette. Onlar da ulusalcı Türklerin ve Kürtlerin baskısı altındalar. Ancak dindar Kürtlerin onlardan fazla/farklı olarak maruz kaldığı bir suçlama daha var: Asimilasyon.

Evet, hasbelkader bu çizgide birisiyle tartışmaya girseniz, tartışmanın bir yerinde yüzünüze çarpılacak tokat budur: Siz asimile olmuşsunuz. Türk olmuşsunuz. Kürtlüğünüzü unutmuşsunuz. Büsbütün haksız da değiller elbette. Kürt kimliğinin parçası sayılabilecek bazı şeyler sizde bulunmuyor veya kısmen bulunuyor. Mesela: Dil. Hoş, her ulusalcı Kürdün de diline anadili gibi sahip olduğu söylenemez. Hatta bazıları hiç bilmiyorlar.

Ancak tam da bu eşikte ben bir soruyu hep gündeme getiriyorum: Bir Kürdün asimilasyonu sadece dilini unutmasından mı anlaşılır? Kürt kimliğinin başka öğeleri yok mudur asimilasyona maruz kalan veya kalabilecek? Hele de müslümanların ‘m’siz medeniyet tarafından topyekün asimilasyona uğradığı ahirzamanda? Bu soruları önemsiyorum. Zira bence bu gibi bazı kimlik öğelerine nazarımız (ve de kimliğimiz) hasredilerek bize bir çeşit "Cambaza bak cambaza!" oyunu oynanıyor. Operasyon çekiliyor. Dilini unutmamış bir Kürdün de başka kimlik öğelerini unutmuş olabileceği ihtimali unutturuluyor.

Peki bununla kastettiğim nedir? Şimdi farklı düşünen kardeşlerimin canı yanacak ama söyleyeyim: Fatiha'yı bile okuyamayan Sünni Kürdü ilk kez HDP çizgisinin yükselişiyle tanımış oldum. Bu noktada diyebilirim ki: Kürtler sadece sistemin ellerinde değil HDP çizgisinin ellerinde de bir asimilasyon yaşıyorlar. Tıpkı CHP elinde Türklerin yaşadıkları gibi. Fakat bu asimilasyon daha sinsi. Unutturduğu Kürt kimliğinin dünyevî yönleri/göstergeleri değil. Uhrevî yönleriyle kavgası var.

1 ve 2. Lem'a'larda mürşidimin Yunus ve Hz. Eyyub aleyhisselam kıssalarından hareketle yaptığı bir analiz vardır. Hz. Yunus'la ilgili olandan bir alıntıyla açmaya çalışayım:

"İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz hûtumuzdur, hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bediüzzaman'ın Risaleler içine yayılmış bu ve benzeri analizlerinin bize öğrettiği nedir? Allahu’l-a’lem. Bence bize yaralarımızı/dertlerimizi değerlendirmede doğru paradigmayı sunuyor Bediüzzaman. Yani "Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler..." derken kastettiği ile aynı şeyi zikrediyor burada.

Tabii biz bunu söylediğimizde ‘çıkması istenen sesi’ çıkarmamış oluyoruz. Yine de bu sesi çıkarmaktan vazgeçmemeliyiz. Evet, tamam, Türkiye üzerine kurulduğu ulus-devlet yapısıyla Kürtleri perişan etti. Fakat Türkleri de perişan etti. Kürtlerin de kodlarına saldırdı ama Türklerin de kodlarına saldırdı. Kürtler dillerini unuttular da Türkler yüz sene önce yazılmış kitaplarını okuyabiliyor/anlayabiliyorlar mı? Süleymaniye Kütüphanesi gibi en büyük yazma eserler arşivine kaç Türkün girebilesi var? Ve şimdi hem Türkler hem de Kürtler bu rejimin kodlarını 'kardeşlik/dindarlık' düzlemine getirebilme potansiyeline sahipler. Heyhat! Nerede o uyanıklık?

Hepimiz az-çok farkındayız: Devlet eskisi gibi 'değişmesi teklif dahi edilemez' durmuyor. Bu değişime dahil olup olumlu katkı yapmak varken yaralarımızı deşerek yenilerine uğramanın ne mantığı var? Dine gelen musibeti bertaraf edebilmenin imkanını yakalamışken işin o tarafını büsbütün görmezden gelerek, salt seküler kodlara konsantre olmak, kurdun gövdeye girdiği bir fitneyi çağrıştırmıyor mu? Müfid Yüksel Hoca’nın yıllardır dikkat çektiği tehlike ‘İslamsız Kürdistan’ bu pencereden bakınca çok da uzak bir risk gibi görünmüyor.

Kardeşler ayrı devlet kurmak İslam'ın şartlarından değildir. Hayatta kalmanın da şartlarından değildir. Mutlu olmanın da şartlarından değildir. Yaşanılanları inkâr etmenizi beklemek yanlış. Tamam. Fakat bu durum, çocuklarınızı, bir ulusalcı öfke uğruna sosyalizmin kollarına attığınız gerçeğini değiştirmiyor. Diyelim ki ben asimile oldum. Fakat beni yutan asimilasyon balığı en fazla dünyamı yakabilir. Siz öfkenizden bir başkasına neredeyse ahiretinizi yutturacaksınız. Öyle ya, 'İttihad-ı İslam' veya 'uhuvvet' deyince tüyleri diken diken olan ben miyim, yoksa siz misiniz? Allah kalbimize istikamet versin. Böyle şeyleri duyunca hasmının adını duymuş gibi ürperenin kalbi ne şekle girer?

21 Mart 2016 Pazartesi

Tarihçe-i Hayat'tan Birinci Söz'e bakarken

Bu bana ilginç geldi. Bilmem bir başkasına da öyle gelir mi? Bediüzzaman'ın 'besmele'yi anlatan Birinci Söz'e nasıl bir temsil-i hikayecikle başladığını hepiniz az-çok hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamayanlar için o kısmı tekrar edelim:

"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Birinci Söz'e dair eski yazılarımı okuyanlar hatırlarlar. Mezkûr temsilde geçen 'Alanı her yerde selametle gezdi' cümlesini "kainatı Allah'la açıklamanın kolaylığı" perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Bu yazıda ona bir başlık daha eklemek istiyorum: "Hayatı Allah'la yaşamanın kolaylığı." Peki, bunu söylerken aslında ne demek istiyorum? Risale-i Nur'da, hem kainatı varlıksal açıdan Allahsız açıklamanın/akletmenin imkansızlığı vurgulanır; hem de yaşamsal açıdan Allahsız hissetmenin/tatmanın zorluğu vurgulanır. Birincisi 'aklî bir imkansızlıktır' ikincisi 'kalbî bir acıdır.' Daha geniş bir tefekkür için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: 'Muhal' ve 'elem.' Risale-i Nur'da bu iki kelimenin kullanıldığı yerleri şöyle bir gözden geçirseniz, işaret etmeye çalıştığım şeyi siz de sezersiniz. 'Muhal' size aklî imkansızlıkların vurgulandığı yerleri okutur. 'Elem'se kalbî acıların izlerini gösterir.

Yani Allah'ın ismini almadığınız zaman yanınıza (aklınıza/kalbinize/hatırınıza) kainatı varlıksal açıdan açıklamak da güçleşir (bu her zaman bir hissedişe tekabül etmek zorunda değildir), duygusal anlamda yaşamak da güçleşir (bu da her zaman akledişe yaslanmak zorunda değildir). Kainatta her an olan sayısız şeyi bir anlama kavuşturup izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak olan Allah'ın ismini almaktır; yaşadığı şeylerden payına düşen hissedişle huzur bulmak isteyeni kurtaracak olan da.

Birincisine Ayetü'l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki 'afakî' ve 'enfüsî' tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu 'duyuş'tur. Ayetü'l-Kübra Risalesi'nin yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi'nin yolcusu ise hissettiği şeye bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü en nihayet Birinci Söz'deki o cümleye bağlanır: 'Alanı her yerde selametle gezdi.' Yani; yaşamı hissediş boyutunda da, akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi, hissetmek de. Varolmakta onu zorlamadı, yaşamak da.

Yaşamak demişken, yine daha evvel hakkında çok yazdığım birşey, Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hayatın tefsirin içinde olması meselesi. Bediüzzaman kendi yaralarını yazıyor. İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler onun metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok, aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi'nde, gerek İhtiyarlar Risalesi'nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman'ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur'an'ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan olayları birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu, bir açıdan, tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının ve tesirinin parçasıdır.

Mesela Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğe bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı'nı okuyanlar bilirler ki: Cizre'de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa'yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin'e gitmiştir Bediüzzaman. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman'ı Miran'ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır, ama şaki ismi okumuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.

Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp 'muallimi/öğretmeni' sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:

"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: 'Bu mülk senin değil, emânettir.' O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. 'Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?' dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: 'Bak.' Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."

Acaba bu 'ömürlük talebe' Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman'ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince 'bedevi' ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler de oluyor. Çünkü 'bedevi' kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman, başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri 'bedevi' yapmış olamaz." Neden olmasın? 'Biz böyle anlıyoruz' diye müellif de o manayı kastetmek zorunda mı? Divan-ı Harb-i Örfî'yi okuyanlar bilirler. Bediüzzaman kendisi hakkında 'bedevi' ifadesini de kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Bu son kısım herkese öyle gelmeyebilir. Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak o kıssanın neden Tarihçe-i Hayat'a girecek kadar kıymetli bulunduğunu da böylece nefsime açıklamış oldum.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...