11 Eylül 2016 Pazar

İlmihalleri aradan çıkarmak...

"İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir." İçtihad Risalesi'nden.

2014'te bir yazı yazmıştım: The Last Siyer-Bender (Son Siyer Bükücü). Yazı, FETÖ'nün, örgütsel stratejilerine/yanlışlarına din içinde nasıl yol bulmaya/meşruiyet kazandırmaya çalıştığına dairdi. O yazıda demiştim ki: FETÖ bunu en çok 'yönlendirilmiş siyer okumaları'yla yapıyor. Meşrulaştırmak istediği şeye göre siyerden 'bükülebilir' bir örnek seçiyor. O parçayı, bütünü görmezden gelecek bir şekilde, vurguyla okutuyor ve böylece nurtopu gibi yeni bir içtihadınız oluyor. Yani, mürşidimin "Şu zamanda oraya girmeye altı mâni var..." dediği 'içtihad kapısı'ndan çaktırmadan giriliyor. Mezkûr yazıdan kısaltılmış bir alıntı yapalım:

"Bankasya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, muhalefet edenlerin sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın yazılarındaki kıssa-i Kur'aniye atıflarından tutun, Gülen'in nağmelerinde siyer ile aralarında kurduğu bağa kadar her yerde en büyük sanatları bu: İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları ve bağlanacakları evvelden seçilmiş, hatta yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu."

Bugünlerde o yazının üzerine koyduğum yeni bir farkındalık ise şu: Bu hastalık şöyle veya böyle birçoğumuza bulaşmış durumda. Özellikle âlim olmadıkları halde aydın kontenjanından siyasal/sosyal alanda din adına birşeyler söylemek isteyenler bu yönteme çok başvuruyorlar. Kendi nefsimden başlayayım: Eski yazılarımda da gördüm bu hastalığın izlerini. Nasıl buna alıştırıldığımızı bilmiyorum. Ama biz artık fıkıhla/hukukla ilgili bir meselede, Allah'ın rızasının nerede olduğunu anlamak için, ilmihallere bakmıyoruz.

Ya? Kafamızda bir doğru beliriyor. (Belki de işimize geldiği için doğru(!) bu.) Sonra o doğru ile Kur'an'a veya sünnete gidip 'uyar bir örnek' bulmaya çabalıyoruz. Bu aslında 'nastan istinbat' falan değil. Düpedüz minareye kılıf uydurma çabası. Eğer aradığımız şey hakikaten marzıyat-ı ilahiye olsa, önce "Bu konuda fakihler ne diyor?" diye ilmihale bakıp sonra bir fikir sahibi olmamız gerekirdi. Bizde durum kesinlikle böyle işlemiyor. Biz, düpedüz kuş kadar siyer, hadis veya Kur'an bilgimizle içtihad kapısını zorluyoruz.

Bize bu hastalık FETÖ'den bulaştı. Çünkü Fetullahçılar dini tahriş eden her hamleleri için bu yöntemi uygularlardı. Muhalif sesleri bu örneklerde yaptıkları tevillerle bastırırlardı. Ezberden konuşmuş olmamak için çok araştırdım. Risale-i Nur'da bu 'seçkinci siyer okumasını' destekler hiçbir metne rastlamadım. Fıkha/fakihlere veya selefe gitmeden, salt siyerden birşeylerin meşruiyetine örnek bulmak Bediüzzaman'ın hiç yapmadığı birşey. İşte Fetullahçılığın Nurculara da bulaştırdığı bir arıza arıyorsak buna bir işaret koyabiliriz. Şimdi bu hastalık iki koldan ilerliyor. Hastalığı FETÖ'den kapanlar daha çok siyerden örneklerle bu bükücülüğü yapıyorlar. "Bize Kur'an yeter!" ekibinden bu hastalığı kapanlar ise Kur'an'da bunu yapmasını öğreniyorlar.

Buna tekrar be tekrar 'hastalık' diyorum, çünkü bu pis refleksi kapanlar için, herşeyin meşruiyeti, bükülebilir bir örnek bulmakla/hatırlamakla mümkün. Ne fıkıh, ne hadis, ne de kelam ilmine dair bir yetkinlik aramıyor bunlar. Yeter ki, bir mealde veya bir siyer kitabında kafalarına uygun birşey denk gelsin. Aykırı diğer bir örneğin varlığı/varolabileceği hatıra getirilmiyor bile. Özellikle aydın veya aydın adayı gençlerde bu hastalık belirginleşiyor.

FETÖ yıkılsa da bu hastalık varolmaya devam edecek gibi. Çünkü kolaycı. Böyle hüküm çıkarmak hiçbir ihtisas çabası veya ehl-i ihtisas yetkinliği istemiyor. "Bir keresinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle yapmış..." dense yetiyor. Halbuki; bir örnek siyerde dahi olsa, bu 'onun yüzdeyüz doğru olduğunu' veya 'onunla amel edilebilir olduğunu' göstermez. Bize bu yüzdeyüzü ancak hadis ilmi söyler. Eğer siyerdeki olayın bir hadis kaynağına veya senede atfı varsa, o sened ve o hadis kaynağı incelenerek bu olayın doğruluğu anlaşılır. Ancak bu 'yüzdeyüz' bile onunla amel etme hususunda fakihlerin bilgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bize vurgulanmış bir parçadan değil hepsini kuşatan bir bütünden, bir ilmî usûl ve tutarlılık içinde, istikametli hükümler verebilmeyi fıkıh öğretir.

Şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir..." Arzîliğin kolaycılığı bizi bu usûlsüzlüğe iten. Kendi yazılarımda gördüğüm bir hastalık. Kendi zihnimde, elhamdülillah, teşhis ettiğim bir hastalık. Kurtulmaya çalışıyorum. Arzî arzularımı bastırıp selef-i salihinin semavî içtihadlarına kanaat etmeye (çünkü sırat-ı müstakim budur) gayret ediyorum. Ancak bu arıza bir bende değil. Başkalarının metinlerinde de görüyorum. FETÖ'cülüğün veya modernist/bid'akâr her akımın bize bulaştırdığı bir maraz şu altını çizdiğim: İlmihalleri aradan çıkarmak...

9 Eylül 2016 Cuma

Tevekkül aslında ne demek? (2)

Mürşidimin 2. Lem'a'da "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." demesi, bence biraz da şununla alakalı: Her günah bir tevekkülün terkidir. Daha evvel de "Tevekkül aslında ne demek?" başlıklı yazımda dikkat çekmeye çalışmıştım. Tevekkül 'amelsizlik' değil, 'amelden sonrasını Allah'a bırakma' da değil, 'niyetle başlayan, amel ediş şekliyle devam eden ve neticeye kadar uzanan' bir süreci Allah'a bırakmadır. Ne demek bu? Mezkûr yazıdan bir alıntıyla izah edeyim:

"Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile."

Yani dinin varlığı topyekün bir tevekküldür. Sırr-ı teklif denilen, üzerine imtihan edildiğimiz şey, sırr-ı tevekküldür. Biz İslamî emirleri/nehiyleri yerine getirirken sonuçlarının kazandıracağı hususunda Allah'a tevekkül ederiz. Aklımız, eylediğimiz her işin sonuçları konusunda bize sağlıklı veriler vermez. (Faizi 'kazandıran' görür mesela, zekatı 'kaybettiren.') O sağlıklı veriler verse de nefsimiz bu verilerle tatmin olmaz. İşte bu noktada, aksi yöndeki tüm yönlendirmelere karşı, Allah'a tevekkülümüzle ayakta dururuz.

Bütünün Rabbi, yani Rabbu'l-Âlemin olan, odur. Bizler parçayız. Aklımızla parçalardan çıkardığımız sonuçlar bütün hakkında yanıltıcı olabilir. Ama bütünün sahibinin verdiği emirler/nehiyler bütün hakkında yanılmaz. Hayır vücudîdir/varlıksaldır ve varlıksal olan da bütüncül veya 'bütüne uyumlu' olandır. Parçanın varlığı ancak bütünle devam eder. Bütünle tekerrür eder. Bütünle anlamlanır. Parça sona erse de bütünün varlığı devam eder. Bütün adına varolanlar veya o bütünde bir anlam bulanlar da, parça olarak sönseler bile, bütünle birlikte varolmaya devam ederler.

Bediüzzaman'ın "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." derken dikkatimizi çektiği de bence budur. Ubudiyet, bütünün anlamı adına yapılan şeydir. Enaniyet, parçaya sahip çıkmak adına girişilen iştir. İnsan varolarak yok olamaz. Ama sahip olarak yok olabilir. 'Fenafillah' olarak tabir edilen o muhteşem makam, madem o makamın ehli hakikaten yok olmamaktadır, o halde dünyanın 'sahiplik cihetiyle' terkidir. Peki, dünya sahiplik cihetiyle nasıl terkedilir? İşte bunu bize tevekkül söyler. İnsan tevekkül ettiği her yerde aslında bir şekilde sahipliğini terkeder.

Bir duvarcı ustası bir mimara tevekkül eder. Böylece yapması emredilen duvardan başka birşeyi kafasında/kalbinde taşıması gerekmez. Ancak bu rahatlığın bedeli aynı zamanda şudur: Mimarın tasarladığı planlar çerçevesinde çalışmaya mecburdur. Eğer tevekkülü terkederse planın da dışına çıkar. Eser bozulur. İşte bu yönüyle her günah o yöndeki bir tevekkülün terkidir.

6. Söz'ün tefsir ettiği, Tevbe sûresinin 111 ayeti olan; "Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler..." aslında bize tevekkülü tarif eder. Biz tevekkülle, yani yolunda amel ederek, canlarımızı ve mallarımızı uğrunda feda ettiğimiz Allah'tan bir cennet alırız. Bunu sadece ahiretteki cennet olarak anlamaz Bediüzzaman, 'beş derece kâr içinde kâr' diye tarif ettiği beş tür cennetten bahseder. Bazıları bu dünyadadır.

Peki, kolay mıdır tevekkül? İçindeki 'firavuncuk'tan vazgeçemeyenler için zordur. Çünkü insan 'deli gibi sahip olma' arzusuyla yaratılmıştır. (Bu yüzden belki de alışveriş yapmak kimilerini rahatlatır.) Fakat, sahip olma arzusuna sahip olduğu halde, sahip olmakla gelecek sorumlulukları taşıyacak gücü yoktur. Neden yoktur? Çünkü birşeyin sahibi olmak aslında onun Rabbi olmaktır. Birşeyin Rabbidir ancak sahibi. Çünkü Rablik, o şeyin muhtaç olduğu her türlü terbiye ve tedarikle maksada sevkedilmesini gerektirir. Peki, insanda sahip olduklarını arızasız bir şekilde maksatlarına yönlendirebilecek bir kudret, bir ilim, bir irade var mıdır? Olmadığını 6. Söz'ün başındaki hikaye anlatır bize:

"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"

Allah bize tevekkül ile sahip olacağımız bir cennet vadediyor. Kur'an'da bu kadar sık tevekkülün vurgulanması da bundan belki. Sahipliğin terki yüklenmekten gelen her sıkıntıdan kurtarır. Günahtan şirke uzanan o korkunç ve korkutucu cendereden çıkmanın yolu, yolun bir yerinde durup, 'bütünün sahibi/Rabbu'l-Âlemin' olan Allah'ın doğru/yanlış dediğinin kanaatimize göre doğru/yanlış olandan daha doğru olduğunu itiraf ve istiğfar edebilmekte. Bu kabulun ardından haketmediğimiz sahipliği terketmeye başlayacağız. Terkettikçe farkedeceğiz ki, hatalar, kendimize yaptığımız zulümler. Taşıyamayacağımız yükleri alıyoruz omzumuza. Başımıza ne gelirse bundan geliyor. Demem o ki arkadaşım: Tevekkül, yükümüzü 'Kadîr-i Külli Şey/Herşeye gücü yeten'e ve Alim-i Külli Şey/Herşeyi en iyi bilene' bırakmaktır. Çünkü ancak onun gücü yeter.

7 Eylül 2016 Çarşamba

15 Temmuz tiyatro muydu?

"Celal burada, tasavvuf hikayeleriyle gönlünü aldığı dindar okuyucularını yeniden öfkelendiren, laik ve cumhuriyetçi okuyucularını ise keyiflendiren şu sonuca ulaşıyordu: 'Şems'i öldürten ve kuyuya atılmasını isteyen tabii ki Mevlana'nın kendisidir.' Celal savını Beyoğlu ve adliye muhabirliği yaptığı bindokuzyüzellilerde yakından tanıdığı Türk polis ve savcısının sık kullandığı bir yöntemle kanıtlamıştı. Sevgilinin öldürülmesiyle bundan en çok yarar sağlayan kimsenin Mevlana olduğunu, bu sayede sıradan bir hoca olmaktan en büyük tasavvuf şairi mertebesine çıktığını, suçlamaya alışmış bir kasaba savcısı üslûbuyla hatırlattıktan sonra, o zaman bu cinayeti herkesten çok onun işlemiş olacağını belirtiyordu."

15 Temmuz'un ardından üretilen 'tiyatro' argümanı bana her nedense Pamuk'un Kara Kitap'ında geçen bu satırları hatırlatıyor. Erdoğan'ın bu darbeye maruz kalmadığı, bilakis, aslında kendisinin kendisine böyle bir darbe yaptırdığı/tezgahlattığı söylemi 'akıllara zarar' haliyle yeterince tahlil edilmedi. Çünkü o gün darbeye karşı direnenler 15 Temmuz gibi birşeye 'oyun' demenin beyaza siyah demek gibi mantıksız olduğunun farkındaydı. Cevap vermeyişleri cevapsızlıktan değil kale almamaktandı. Ancak bu makul sessizliğimizin de muhataplarımızca hayra tevil edilmediğini görerek konu hakkında kalem oynatmaya karar verdim. Kalbinde, Erdoğan kininden başka, birazcık da hakperestlik ve mertlik bulunan birilerine dokunursa, belki fikirleri değiştirebilir umudundayım. İnsan, güneşin batıdan doğuşuna şahit olsa da, kıyametin kopacağına inanmak istemeyen bir varlık. Yazımı ziyade bulan fıtratımın bu yanına yüklensin.

Yani düşünün ki: 240'tan fazla şehidi 2000 aşkın yaralısı olan bir girişim. Meclis bombalanmış. Polis Okulu bombalanmış. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi bombalanmış. Polis ve asker, asker ve asker, asker ve sivil, Türkiye'nin pekçok noktasında çatışmaya girmişler. Tanklar insanları ezmiş. Helikopterler halka ateş açmış. F-16'lar alçak uçuşları ve bombalamalarıyla insanlara dehşet saçmışlar. Değil sadece darbeye karşı direnenlerden, darbeye teşebbüs edenler içinden de ölümler olmuş. Birkaçının leşi yere serilmiş. Birçoğu yaralanmış. Yine birçoğu tutuklanmış. Tutuklanamayanlar firarî. Aranıyorlar. İçlerinde general dahi var bu leşlerin. Olayın bu yanında "Ateş eder gibi yaptı, ama etmedi. Vuracak gibi yaptı, ama vurmadı. Bomba atacak gibi yaptı, ama atmadı!" denecek birşey yok. 'Eder gibi' yapılan herşeyden 'gibi'si başarıyla çıkarılmış. Edilmiş.

İnsan gerçekten hayret ediyor: Şu oyun denen şey sizin dünyanızda nasıl birşey acaba? Yaşamın kendisini bizzat bir oyun olarak görüyorsanız, buna birşey diyemem, fakat en azından bir 'an'ını gerçek buluyorsanız, 15 Temmuz'u dibine kadar gerçek olduğuna inanmak zorundasınız. Çünkü o gece akan kanlar, düşen bombalar, duyulan korkular, atılan çığlıklar, sıkılan mermiler, edilen telaşlar, sallanan bayraklar, akan terler, ezen tanklar, ezilen insanlar, vuran askerler, vurulan insanlar, kalplerden çıkmayan cesaretler, tekbirler, tekbirler, tekbirler... Hepsi ama hepsi gerçekti. Akıttık, korktuk, duyduk, bağırdık, sakındık, vurulduk, salladık ve cesaret ettik... Hepsini ve daha fazlasını yaptık. Hainler de hepsini ve daha fazlasını yaptılar hainliklerinin. Yaşadık ve şahit olduk.

Peki, bu 'tiyatro' söylemi nereden besleniyor o vakit? Olacak gibi yapıp olmayan birşey yok. Herkes 'olacak gibi' yaptığı herşeyin 'gibi'sini kaldırdı. Sahiciliğine bizi inandırdı. Ha, pardon, birtek şey var başarılı olmayan: Darbenin kendisi başarılı olmadı sadece...

İşte, bence bütün cerbeze de başarılı olmayan bu tek şeyden besleniyor. 'Olacak gibi' başlayıp olmayan tek şey darbe. Bu demektir ki: Darbenin başarısızlığıdır yaşananların oyun olduğunun delili. Yaşananlar yine aynıyla yaşansa, ama darbe başarılı olsa, bu sefer oyun olmayacaktı. Peki, bu mantık genel-geçer bir şekilde hep işleyecekse, bu kadar sorgulanmazsa yani, başarısız olan her girişim için de kullanılabilir mi? Mesela: Sizi gasbetmek için yolunuzu kesti bir hırsız veya evinize/mahreminize girdi. Şükür ki, başarılı olamadı. Karakola gittiğinizde 'oyun' denmesine müsaade eder misiniz? Veyahut size ateş eden bir hasmınız kurşunu kalbinize değil de omzunuza denk getirdi, ölmediniz, "Beni öldürmek istedi!" diye mahkemeye başvurduğunuzda, "Oyundur!" denmesinden razı olur musunuz? O zaman da bu savı leziz bulur musunuz?

Bir de şu söylem var: "Sonuçlardan en çok faydalanan Erdoğan'sa elbette bunu Erdoğan yapmıştır." Doğrusu insan bazen duyduklarına neresiyle şaşıracağını şaşırıyor. Öyle ya! Böyle bir mantıkla şunu da iddia edebilmek mümkün: Diyelim ki; bir besteci, en güzel şarkılarını, çok sevdiği eşinin cinayete kurban gitmesinden sonra yazmış olsun. Sırf o şarkılara bakarak; "En güzel bestelerini eşinin ölümünden sonra yaptı. Bu ölümün en çok faydası ona dokundu. O halde eşini de o öldürmüştür..." demek doğru olur mu?

Olanların elbette sonuçları vardır. Ve bu sonuçları kötüye değil iyiye yönlendirmek hepimizin fıtratında/yaratılışında olan bir özelliktir. Ancak acının sahiciliği olmadan bestenin sahiciliği nasıl mümkün olur? Kendisine darbe yaptıracak kadar zaten orduya hâkim ise Erdoğan, darbeyi niye yaptırır? Kendisi yaptırıyorsa neden engeller? Depremde evi yıkılan birinin yeni evinin eskisinden iyi olmasıyla "Depremden sonra evi eskisinden de güzel oldu. O halde depremi de bu yapmıştır!" suçlamasına maruz kalması gibi mantıksız olmaz mı 15 Temmuz'a sonuçlarından sebep tayini yapmak?

Kaldı ki: Darbe teşebbüsü sonrası bu hainlerden ölenler de oldu. Firarîler hariç büyük bir kısmı şu an hapiste. Yeniden yasalaşırsa 'idam ile' yasalaşmazsa 'en azından ömür boyu hapisle' yargılanacaklar. Hepsi kıyamete kadar bu topraklarda 'hain' olarak anılacaklar. Çolukları çocukları yüzlerine bakamayacak. Aileleri utançla yaşayacak. Eskiden sahip oldukları itibarlı görevlerinden de atıldılar. Erdoğan bütün bunların karşılığında ne vermiş olmalı ki, bunların bir tanesi bile "Yaşananlar oyundu! Aslında bize bütün bunları yapmamızı Erdoğan söyledi!" diyemiyor? Böyle saçmalık olur mu? Kafatasında ekmeğe sürecek kadar akıl kalanlara sesleniyorum.

Rousseau, Yalnız Gezerin Hayalleri'nde der ki: "Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız... Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Olan budur: 15 Temmuz'da taş ıskaladı kardeşlerim, ancak biz niyetin hedefine ulaştığından eminiz. Kimse taşın ıskalaması üzerinden niyet cerbezesi yapmasın. Bizi inandıramaz. İnandıramayacağını da yine mürşidimin bir cümlesiyle ifade edeyim: "Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."

5 Eylül 2016 Pazartesi

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (2): 15 Temmuz'un ardından...

17 Aralık'ın ertesinde bir yazı yazmıştım. 23 Aralık'ta Risalehaber'de de yayınlanmıştı: "Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır!" Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında geçen "Siyaset mümkün olanın sanatıdır!" cümlesinden mülhemdi başlık. Ve FETÖ'nün 17 Aralık operasyonuyla (25 Aralık henüz gerçekleşmemişti) dörtbir koldan oluşturmak istediği atmosferi eleştiriyordu. Yazım o dönemde FETÖ'cülerden çok tepki almıştı. Çünkü onların sözde yolsuzluk üzerinden ürettikleri argümanları Risale-i Nur'dan aldığı bir mantıkla çürütüyordu. O mantığın yaslandığı metin de şu idi:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Münazarat'ta geçen bu metin, FETÖ'cülerin, AK Parti hükümetinin yolsuzluğa karıştığı ve bu nedenle meşruiyetini yitirdiği yönündeki argümanlarına cevap niteliğindeydi. Bize, Şener Aktürk Hoca'nın da zikrettiği üzere, 'siyasetin mümkünün sanatı' olduğunu hatırlatıyordu. Fertleri günahsız yaşayamazken hükümetler bunu nasıl başarabilirdi? İnsaflı olan hükümete de insan gibi bakmaktı. İyiliğinin kötülüğüne fazlalığı/azlığı noktasından analizde bulunmaktı. Fazlaysa iyiydi. Azsa kötüydü. Bunun dışında, ancak vahiyle korunan peygamberlerden beklenebilecek bir ismeti hükümetlerden ummak, aslında 'mümkün olmayanı' istemekti. İsterse adalet namına istensin. İstenilen şey mümkün olmadığında yapılan şey anarşiye dönüşüyordu. İşte tam da bu yüzden yazımın başlığı; "Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır!" idi.

Şimdi, aynı metni hükümetin FETÖ soruşturmaları kapsamında da hatırlamanızı istiyorum. 15 Temmuz gibi dehşetli bir hadiseyi yaşayan hükümet veya devlet, ne derseniz deyin, elbette ardından yürüttüğü bütün soruşturmalarda tam bir adaletle hareket edemiyor. Belki bazı temiz isimler de süreç içerisinde soruşturmaya uğruyor, görevinden atılıyor veya başka şekillerde mağdur oluyor. Bunların hepsi oluyor. İnkâr edemeyiz. Ancak şunu da hatırda tutmaya devam etmeliyiz: "Seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Hiçbir hükümet, hele böylesi bir fitneyle karşılaşmış bir hükümet, mutlak adaleti gerçekleştiremez. Yahut da adalet arayışının her aşamasında masumlara mutlak selameti sağlayamaz. Olamaz bu. Tarihin hiçbir döneminde başarılamamış birşeyi AK Parti hükümetinden beklerseniz, bu büyük bir hatadır.

Durumu netlikle ortaya koyalım: Bireylerinin kendisini gizlemesinden güç bulan bir fitneye karşı uyuşturulmuş devlet mekanizması harekete geçirilmeye çalışılıyor. Henüz hiçbir kurum tastamam temizlenebilmiş değil. Savcılar bile tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. 15 Temmuz'da şaşkınlığa uğramayanımız var mıydı ki, devlet de şaşkınlığa uğramasın. Devlet bizden hariçte, bizden başka, bizim gibi olmayan birşey değil. Bizden kurulu birşey.

"Hiçbirşey yapmayın!" demiyorum size. Tanıdığınız mağdurların haklarını elbette arayabilirsiniz. Hatta mağdurlar adına dernek kurup hak davasını sürdürebilirsiniz. Fakat ne olursunuz, 17 Aralık'ta FETÖ'cülerin düştükleri hataya düşmeyin, 'iyiliğin kötülüğe tereccuhu' mizanını kaybetmeyin. Hükümetin FETÖ'ye karşı mücadelesinde eğer iyiliği kötülüğünü geçerse, hükümet başarılıdır. Kötülüğü iyiliğini geçerse, hükümet başarısızdır. Sürecin bir veya birkaç mağduru olmakla hükümet yerin dibine batırılmaz. FETÖ operasyonları çöpe atılmaz. Bu mücadele meşruiyetini yitirmez. Dev bir yapı, üzerindeki akreplerden dolayı şaşkınlıkla silkinirken, hiçbir masum çiçeğin incinmeyeceğini düşünen hata yapıyor. Çünkü bu mümkün değil.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Yoksa İsrailoğulları yahudiler değil mi?

Bu, bencileyin bir 'komplo teorisi' yazısı olacak. Belki endişesinde isabet de etmeyecek, ama (huyumu biliyorsunuz) yine de yazılacak. Son zamanlarda birçoklarında İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' üzerinden değil de 'zihin/ahlak kodları' üzerinden okumaya bir yatkınlık görüyorum. Üstelik son on yılda arttı da bu yatkınlık. (Konu hakkında yazılmış makaleler ve çıkarılmış kitaplar dahi var.) Bu yaklaşım bir açıdan doğru da. Kur'an'daki ayetlerin sadece 'olay okuması' olarak değil, o olayın haber verdiği 'her zamanda geçer kanunların okuması' olarak düşünülmesi bakışaçımızı çok zenginleştiren birşey.

Mürşidimin kıssa-i Kur'aniye bahsinde dikkatimizi çektiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ancak bu okumalar sırasında unutulmaması gereken hassasiyet kanaatimce şudur: Küllî düsturun arayışında olan kişi, o düstur-u küllînin adına/sarhoşluğuyla haddini aşıp, zikredilen olayı inkâra yeltenmemelidir. Eğer inkâra başlarsa, bu, Cenab-ı Hakkı (yüzbin defa hâşâ) Kur'an'da yalan buyurmakla itham olur ki, mü'min böyle bir halt işlemez. İşte bu püf noktası, bizi, Kur'an'a tarihselci bakanlardan ayırır. Biz kıssa-i Kur'aniyeyi 'düstur-u küllîler adına' inkar etmeyiz. Ancak kıssa-i Kur'anîyeyi 'salt tarihsel olaylar' diye de okumayız. Onlara inanır, düne ve bugüne bakan pencerelerimiz kılarız. Kim 1. ve 2. Lem'alara veya 20. Söz'e bu gözle baksa, işin sırrını çözer.

Peki, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin bir 'ırk/millet' analizi gibi değil de salt bir 'zihin/ahlak kodu' olarak okunmasının ne gibi tehlikeleri var? Bencileyin arzedeyim: Birinci tehlike; yukarıda da ifade ettiğim şekilde, Kur'an'ın ırk/millet üzerinden buyurduğu hakikatlerin 'aslında öyle olmadığı halde Kur'an'da öyle denildiği' imasıyla okunmasıdır ki, bu, 'bâtınî sapkınlığında' bir Kur'an okumasıdır. Çünkü ayetin zahiri bu imkanı bize vermez.

Fakat yanlış anlaşılmış olmayayım: "Burada tek kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır, "Burada kastedilen İsrailoğulları değildir!" demek başkadır. Birincisine işarî mana kabilinden hakk-ı hayat tanınsa da ikincisine bu kolaylık gösterilmez. Çünkü burada verilecek bir serbestî Cenab-ı Hakkın 'öyle demek istemediği halde öyle dediği' iması taşır. Bu dolaylı yoldan Allah'ın aczle ithamıdır. Biz, Rabbimizi her türlü eksikten/kusurdan tenzih ettiğimiz gibi, böylesi bir acz imasından da tenzih ederiz.

Bizim Allahımız 'öyle söylemek istediği halde böyle söyleyen' veya 'öyle söylemek istediği halde böyle söylemek zorunda kalan' bir Allah değildir. Ki, hatırlayacaksınız, Kur'an-ı Hakîm'de müşrikler/münafıklar üzerinden 'ırk/millet' tayini yapılmadan ifade buyrulmuş ahlak saptamaları da vardır. Allah vahyinde böyle bir yolu zaten murad etmiş ve yine edebilecekken İsrailoğullarını kavim olarak anmışsa, şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için farklı tefekkür imkanları vardır.

İkinci tehlike: İlgili ayetlere böyle bakmaya başladıktan sonra kıssa-i Kur'aniyenin tamamının bu zehirli bakışaçısından hissedar olmasını engelleyecek duvar yoktur. Kur'an, böylesi bir okumayla, tam da tarihselcilik iddiasında bulunanların beyan ettiği şekilde, 'alınacak dersler adına okunan mitolojik/masalcı bir kitap' haline gelir. Bu maraz bir insanda hasıl olursa, Kur'an'a istediği herşeyi dedirtecek veya demeye getirtecek bir cür'et görür kendinde. (Allah cümlemizi korusun.) Üçüncü tehlike; selef-i salihîn döneminden beri yapılan/yazılan tefsirlerin, İsrailoğularını, tam da olması gerektiği şekilde 'İsrailoğulları' olarak tefsir ettikleri için eksik veya yanlış görülmeye başlanmasıdır. Ki bu tefsirlerden birisi de Risale-i Nur'dur:

"Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor."

Bu maraz bir insanda hasıl olursa, dinî hükümlerin üzerine bina edildiği eski tefsirlerle veya onların ifade ettikleri sarih manalarla cedelleşmeye ve kendince hata/eksik bulduğu konularda reform talep etmeye başlar. (Artık hepiniz az-çok aşinasınız bu meseleye.) Kur'an'ın modernist okumaları ve bid'akâr faaliyetler hep bu damardan beslenir.

Şimdi asıl konuya gelelim: "Kur'an yahudi düşmanlığı barındırmaz!" yahut "Kur'an ırkçılık yapmaz!" veyahut da "Kur'an'da dinsel milliyetçilik olmaz!" tarzı spotlar altında yedirilmeye çalışılan yeni 'yahudi yaklaşımını' bize bugün ne ninni söylemektedir? Bu soruya cevap vermeden önce şunun altının çizilmesi önemli: Mezkûr ayetlerin 'olduğu gibi anlaşıldığı' hangi dönemde müslümanlar yahudi düşmanlığı yapmıştır? İddia sahiplerinin buna vereceği bir cevap var mıdır? Onların yoksa biz verelim: Hiçbir dönemde müslümanlar yahudilere karşı ırksal/dinsel bir zulüm yapmamışlardır. Bunu, tarih boyunca İslam toplumunda huzurla yaşayan yahudiler söylemezse, Endülüs'ten kaçıp Osmanlı'ya sığınan yahudiler söyler. Buradan da anlaşılır ki: Zikredilen uyarı 'husumet' için değil 'temkin' içindir.

Komplo teorisine gelirsek: Bence bu yeni yaklaşım, yani yahudiliğin salt bir ahlak/zihin koduna indirgenmesi, müslümanların yahudilere karşı karınlarını yumuşatmaya yönelik sistemli bir çalışmanın parçasıdır. Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetleri 'ırk/millet' bağlamından koparıp 'zihniyet/ahlak kodlarına' indirgemek, aynı zamanda Kur'an'daki tesbitleri kişisizleştirmektir.

Dikkat edin: Son zamanlarda sıkça duyar olduğumuz, hatta kitapları dahi yazılan 'yahudileşme temayülü' veya 'yahudi psikoloji' gibi kavramlar, teenni içinde olunması gerekenin yahudiler değil kendimiz olduğunu bize aşılar. Bunu anlatırken de genelde İsrailoğulları ile ilgili ayetleri kullanırlar. Aslolanı reddetmediği ve vurguyu ondan şuna kaydırmadığı sürece bunda sakınca yoktur.

Fakat tersi olduğunda, bu, müslümanların 'ılımlı İslam' projesi içinde sokulmak istendiği "Yaşadığım her belanın suçlusunu sadece benim!" psikolojisini besler. Üzerine basan düşmanının ayağını öpme arzusu uyandırır. Moğolların da İslam ülkelerini işgal ederken müslümanların direnişini benzer argümanlarla kırmaya çalıştığı anlatılır. Mesela derler ki: "Zalim Allah'ın kılıcıdır. Haketmeyene onu musallat etmez. Cengiz de zulmedebildiğine göre onlar bunu hakediyor olmalıdırlar. O halde Allah'ın verdiği bu hükme nafile yere karşı koyulmamalıdır. Müslümanlar düzelirlerse Cengiz de onlara musallat olmaz..." Tam bir âl-i Cengiz oyunu öyle değil mi?

Müslüman coğrafyada her ne bela zuhur etse, küresel güçleri (yüzbin kere hâşâ) Allah'ı tenzih eder gibi tenzih edip, alabildiğine kendi değerlerine ve milletine saldıran, sürekli kendi mazisinde ve itikadında kusurlar arayan müslümanlarla bizleri tanıştıran bu ve benzeri sapmalardır. Ben, şimdilerde, Kur'an'daki İsrailoğulları ile ilgili ayetler üzerine geliştirilen bu yeni okuma şeklini de endişeyle karşılıyorum. Bu tür tefsir ve tevillerin bizi götüreceği yer; İsrailoğullarına karşı Kur'an'ın bize aşıladığı/öğütlediği teenniyi yitirmek ve bu teenniler eşliğinde sahip olduğumuz izzeti ve feraseti kaybetmektir. Teenni ve temkin hem ferasetin hem de izzetin yarısıdır. Temkininizde direnin! Zannın fazlası zarar olduğu gibi hüsnüzannın da fazlası zarardır.

1 Eylül 2016 Perşembe

Yazmak ama neden yazmak?

'Neden yazmak?' diye her sorulduğunda (koltuklarımızın altına birer büyük karpuz girmiş gibi) kasılmamıza gerek yok. Kimseyi esirgemiş, kimseye lutfetmiş, hazinemizden bağışta bulunmuş değiliz. Alan eliz, veren el değiliz. Asıl fakir biziz, esas zengin değiliz. Hiçbirimizin birden fazla yolu yoktu. Yazmak veya yazmamak diye iki seçeneği yoktu. Üzerine yaratıldığımız şey, aynı zamanda bir açlık olarak içimize bırakıldığından dolayı, buyurgan ve karşıkonulmaz tavrıyla bizi büktü. Mecburduk ve öyle yaptık. Öyle yapmak bize sevdirildi. Öyle yapmak karşıkonulmaz kılındı bizler için. Öyle yapmak kaçınılmazdı. Ve öyle yaptık.

Donan suyun demiri parçalaması kadar safça ve başkası olamazca işlenmişti bu fıtratımıza. Biz de şükür ki taraf tuttuk, iştiyakla ve hatta aşkla yaptık. Fussilet sûresinde kulağımıza fısıldanan birşeydi bu: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!"

Şu kibre hiç gerek yok: Şıklar birden fazlaydı da birisini seçmiş değiliz. Sırf seçmekle olsun dünyaya bir bağışta bulunmuş değiliz. Çaresizdik. Başka şey beceremiyorduk. Başka herşey hayatımızda iğreti duruyordu. Ondan yazdık. Yazmaya kaçtık. Bunun için yaratılmışız gibi geliyordu. Çünkü ancak bunu yaparken rahattık. Yazarken iyiydik ve gerçek hayat yaşıtlarımıza göründüğü kadar cazibedar/güleryüzlü görünmüyordu bize. En gerçeği ve de samimisi: Beceremiyorduk. Daha fazla alınıyor ve daha çabuk güçten düşünüyorduk. Kollarımızın gücünü değil hayallerimizin öcünü sevdik bu yüzden. Yazarak öç aldık dünyadan. Dünyadan, yine çok sonraları uyandığımız bir nimet olarak, soğutulmuştuk.

O nedenle; mezkûr sorunun sorulduğu andan itibaren böbürlenip, sonra ağırca 'yazmak:...' deyip, sonuna benim koyduğum iki noktadan koyup, sonra derin derin izahata girişmenin anlamı yok. Yazmaya verdiğin anlamların hiçbirisi o iki noktanın ardında olmasaydı da sen yine yazacaktın. Hatta o iki noktanın ardından söylediklerinin çoğunu yazdıktan sonra farkettin. (Alınma ama, uydurdun hatta.) Önce felsefesini yapmış, sonra yazmış değilsin. Yazmanın kaderini senden başkası yazdı. Bu çok belli. Sen kaderinin bıraktığı ekmek kırıntılarını takip ettin meraklı bir güvercin gibi. O sebepten numarayı kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tasannu ta buralarda bitmeli. Yazdıklarımız da daha fazla yapmacık olmadan.

Bu meseleye dair her ne yazsak veya söylesek başlangıcımız-sonumuz acz. Güçsüzdük, yazdık. İhtiyacımız vardı, yazdık. Açtık, yazdık. Muhtaçtık, yazdık. Herşey tastamam mürşidinin dediği gibi oldu: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Halimiz hep böyle. Fazlası değil. Fazlası yalan. Niye kendimizi daha fazlasıymış gibi yaparak sıkıyoruz ki? Olmadığın şey gibi görünmekten büyük çile var mı dünyada?

26 Ağustos 2016 Cuma

Kadere iman, imanın kemalidir (9): Kadersiz Kur'an olur mu?

Yaratış elbetteki yapıcılıktır. Ve yapıcılık yıkıcılık gibi değildir. İkisi de fiildir, fakat mahiyetleri farklıdır. Yapıcılık, gelişigüzellik değil, belirginlik ister. Tesadüf değil, düzen ister. Kader konusunda inkârcılarının en temelde anlayamadığı şey şu sanırım: "Bilmek yıkmaktan sonra gelir de yapmaktan sonra gelemez." Düzen bilmeksiz yaratılamaz. Birşeyin yaratılışı onun nasıl yaratılacağını bilmeden olamaz. Yani yaratılış sadece kudretle değil ilimle de ilişkilidir. Öncesinde (bu öncelik-sonralık beşerin sınırlılığı için geçerlidir) ilim olmayan yaratış olamaz. Bir dönem reklamlarda da vurgulandığı gibi: "Kontrolsüz güç, güç değildir." Öncesinde ilim olmayan fiil yıkıcıdır. Kudreti kontrolde tutan ilmin kalıbıdır. Yani sınırların belirginliğidir.

Peki, yaratılış sadece ilim ve kudretle mi ilişkilidir? Elbette hayır. Bir fiilin vücuda gelebilmesi için gereken üçüncü öğe de iradedir. İlimle kudret arasındaki bağı kuran odur. Nasıl yapılacağını bildiğiniz o kadar çok şey vardır ki, eğer onlardan birisini seçmezseniz, kudretiniz hiçbirisini elinize vermez. Yapmasını bildiğiniz yüzlerce yemek olabilir. Ama akşama ne yapacağınıza karar vermediğiniz sürece misafirleriniz açlık riskiyle karşı karşıyadır.

Kadere imanımız da, aslında, yaratışın ilim ve irade ile olan ilgisini kabulümüzdür. Tevhide inananlar için yaratışın ilim ve irade boyutunu, kaçınılmaz bir şekilde, 'kader' ifade eder. Bediüzzaman'ın 'Birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir...' ifadesi yapıcılığın yıkıcılıktan farkını da ortaya koyar. Eğer ilimle belirli ve iradeyle seçilmiş bir hedefe doğru gitmiyorsa fiileriniz, o bir yaratış değil, ancak yokediştir. Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, eğer (hâşâ) ulaşılacak kemalden haberdar olmayan bir rububiyet ise, nasıl o kemale ulaştıracaktır? Kader inkârcılarının ilk önce hesaplaşmaları gereken şey şudur: Öncesinde bir ilim ve irade olmadan yaratılış salt kudretle nasıl açıklanacaktır?

Yine mürşidimin sıklıkla ifade ettiği, 'insanın elinin hayırda kısa, şerde uzun oluşu' yoksun olduğu ilim penceresinden anlaşılabilir. İnsan yaptığı fiilerin ne kadarının sonuçlarına/içeriğine ilmiyle kaildir? Bu cahilliği nedeniyle yapacaklarının şerre yakın olması kaçınılmazdır. Çünkü ilimsiz eylem yıkıcılığa yaklaşır. Evet, Allah, bazı şeyleri onun istemesi üzerine yaratmaktadır. Fakat bu yaratışın içeriğini veya sonuçlarını taşıyacak ilim insanda bulunmamaktadır. Bu yoksunluk nedeniyle istemesinin yapış mı/yıkış mı olduğunu ayırabilmesi güçtür. Şeriat bu noktada bize 'yapıcıların' ve 'yıkıcıların' neler olduğunu tarif ederek kolaylık sağlar. Aleyhissalatuvesselam buyurur: "Din kolaylıktır." Biz bu âlemde yaşarız. Bu âlemde işleriz. Bu âlemde eyleriz. Fakat bu âlemi yıkmamak için gerekli olan kuşatıcı ilimden bihaberiz.

Bediüzzaman'ın "Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur..." cümlesi de kaderin yaratış, vahiy ve nübüvvetle olan ilgisini karşıkonulmaz bir şekilde ortaya koyar. Allah'ın yapması bilmesiyle ilişkili olduğu gibi, konuşması da yapması ve bilmesiyle ilişkilidir. Aslında ilim, irade ve kudret dediğimiz üçlü 'yaratış' üzerinden bize önce şunu söyler: Allah, mahlukatıyla ilgilidir. İlgilidir ki, yaratmıştır. Bu ilginin seviyesi ise yaratışı ve bilişi gibi sonsuzdur. Kur'an'daki ifadeleriyle, 'insana şah damarından yakın olan' veya 'kişi ile kalbi arasına giren' Allah, ilahlığının şanı olarak böyledir. Zira şah damarını yaratanın şah damarından, kişiyi ve kalbini yaratanın kişiden ve kalpten daha uzakta olması düşünülemez. Bu yakınlık elbette mekansal bir yakınlık değil, yaratışın ve bilişin haber verdiği ilgi yakınlığıdır. Kader böylesi bir yakınlıktan haber verir.

Bilinen şey aslında ilgilenilen şeydir. İrade edilen de ilgilenilendir. Yaratışın kudret kısmı da bir ilgi anlatır. Biz hem ilim, hem irade, hem kudret üzerinden Allah'ın bizimle hem Ehadî hem Vahidî düzlemlerde ilgilendiğini anlarız. Bu belki bu üç sıfattan yapılan ortak bir şuunat okumasıdır.

"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü'r-Rahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."

Allah bizi bilmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi irade etmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi kudretiyle yaratmaktadır, çünkü bizimle ilgilenmektedir. (Yine öncelik-sonralık ilişkisinin beşerin sınırlarıyla ilgili birşey olduğunu hatırda tutalım.) Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki: Kullarıyla 'bilmek' ve 'yapmak' yönünden ilgisi aşikâr olan Allah'a 'konuşmak ilgisi' yönünde bir yasak konulamaz. Bilmek ve yapmak yönündeki ilgileri iktiza eder ki, konuşsun. (Deizm tam da bu noktada çıkmaza düşer.) Çünkü yarattıklarını konuşulabilir yarattığı gibi onlara yaşayışlarını yokedişlere çevirebilecek irade de vermiştir. Bunu da bilmektedir. Yaşayışlarını yokediş haline getirmemeleri için ilme ihtiyaçları vardır. Bu ilim de ancak 'konuşmak' üzerinden aktarılabilir. Bu da hem vahyi ve hem de nübüvveti gerektirir. Yani demem o ki arkadaşım: Kaderî bilişin akaidin tamamıyla ilgisi vardır. Sen bakma "Kur'an'da yok!" falan diye martaval okuyanlara... Kur'an'ın nüzulu dahi kaderî bilişin sonucudur. Kaderi inkâr eden iman kalesini yıkmaya başlar. Artık yokedişi nerede durur, bilinmez.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...