16 Ocak 2020 Perşembe

Göğün göğsünün aldığı kadardır

Dağa çıkmışlar bilirler. İnsan yükseklere vardıkça göğsü daralır. Aldığı nefes yetmiyormuş gibi gelir. Bunun en büyük sebebi hava basıncındaki düşmedir. Hava basıncı düştükçe ciğere dolan oksijen miktarı da düşer. Bu düşüşten dolayı kandaki oksijen miktarı azalır. Hassas bünyeli olanların böyle yüksekliklerde rahatsızlandığı çok olur. Fakat bugün mevzuun bu tarafından bahsetmeyeceğiz. Ben sizi asıl En'am sûresinin 125. ayetine çıkarmak istiyorum. Haydi kısa bir mealine tutunarak yamacında soluklanalım: "Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir."

Elbette göğsün daralması göğün daralması değildir. Hatta, aksine, insan yükseklere çıktıkça mekansal bir genişliğe kavuştuğunu zanneder. Tamam. Dünyada tuttuğu yer gıdım değişmez. Ama gözleri daha uzaklara kavuşur. Âdemoğlunun/kızının tabiatında bu kadim bir aldanıştır. Dünyası ancak elinin/ayağının yetiştiği yere kadarken o gözlerinin aldığı yeri de kendisinin sanrılar. Bu nedenle yükseklere çıkmak, sadece bir 'sanki' olarak, genişleme hissi uyandırır. Genişlik bizi mutlu eder. Şunu da biliyoruz ki: Varolan herşey varolmaya âşıktır.

Eksik söyledim: Varolan herşey 'varolmaya' âşıktır. Doğrudur. Fakat söz pür-şer beşere geldiğinde o 'daha çok varolmaya' da âşıktır. Belki de kavuştuğu genişliğin onda tetiklediği mutluluk da biraz bununla ilgilidir. Her ne ki gözüne girmiştir, manzarasına dahil olmuştur, bir şekilde ona sahip olduğunu 'sanki'ler. Bu sahiplik hissiyle gönlü ferahlar. Varlığı artmıştır. Birşey yukarıya doğru çıkıyorsa aşağıya iniyor olamaz. O halde, yani varlığı arttığına göre, o an yokluğa gidiyor olamaz. Belki de manzaralar bizi bu yüzden rahatlatıyor? Kimbilir. Bunu söylerken mevzuun başka zenginlikleri olabileceğini de reddetmiyorum elbette. O yüzden, yeri gelmişken, haddimizi bildirir o ifadeyi de konuştuklarımıza katık edelim: Allahu'l-a'lem.

Efendim, yine sözü uzatıyorum, 'Göğsün daralması göğün daralması değildir' demiştik. Oradan devam edelim: İsviçreli olan-olmayan bütün çeşit bilimadamları bize diyorlar ki: Yüksekte nefes alamama işi oksijenin suçu değil. Ya? Yukarıda da bir parça konuşmuştuk: Atmosfer kalınlığının suçu var. Yoksa Kösedağ'a çıkınca oradaki oksijen miktarı düşüyor değil. Lakin atmosfer inceldiği için ciğerlerden içeriye kendisini yeterince bastıramıyor. Akciğer kesecikleri yeterince açılmıyor. Oksijensiz kalma sıkıntısı da oradan doğuyor. Olanı içine alamıyorsun yani. Hani biraz idmanlı olsan belki de bu sorunu yaşamayacaktın. Alyuvarların da biraz serpilseydi. Zaten oranın insanları da bu sorunları şu şekil adaptasyonlarla aşıyorlar.

Herşeyin idmanı kendine göre. İslam'ın idmanı da kendine göre. Mesela: Ben şu an bunu yazarken bir idman yapıyorum. Sen bunu okurken bir idman yapıyorsun. Namaz kılarken bir idman yaşıyoruz. Oruç tutarken yine bir idmandayız. Hatta öyle ki: Aleyhissalatuvesselamla gelen mübarek sünnetinden her neye ittiba etsek bir çeşit idman oluyor. Böyle şeylerle meşgul olanların da, elbette takvaları miktarınca, göğüsleri açılıyor. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder." Yani sanki aynı şeyi söylüyor bize: Göğsün daralıyorsa kesinlikle idmansızlıktan. Yoksa kainat yine baştan sona Cenab-ı Hakkı anlatan ayetlerle dolu. Onlara ulaşamayışın varolan oksijeni ciğerlerine alamayışın gibi. Keselerindeki büzüşmeden dolayı giremiyorlar.

Burası aslında 'yanlışa nasıl talip olduğumuzu' da gösteriyor bize. Allah bizi dalalete mecbur etmiyor. Hâşâ. Biz gayretsizliğimizle dalaleti hakediyoruz. Kazanıyoruz. Eğer yüzümüz alyuvarlarımızı arttırmaya baksa idmanda da olacağız. Yok. Hayır. Hiç o taraklarda bezimiz yok. Hiç o kısımlarda takılmıyoruz. Bedeli olarak da 'idmanın zenginleştiriciliği' elimizden alınıyor. Eksilmiyoruz da aynı kalıyoruz. Azaltılmıyoruz da arttırılmıyoruz. Çalışmamız bir dua yerine geçtiği gibi tembelliğimiz de bir dua yerine geçiyor. Allah, göğsünü daralttığını, gayretsizliğinden dolayı daraltıyor. Göğsünü açtığını, gayretinden dolayı ödüllendiriyor, açıyor. Herkes duasının elverdiğini alıyor. Aramadığına körleşiyor.

Bu benim ayetten kendi hisseme birinci aldığım. Bir de ikinci bir inci var: İnsan İslam'a kapandıkça kainatla bir hırlaşma içine girer. Bunu sadece ekolojik dengeyi bozar falan manasında söylemiyorum. O kısmı açık zaten. Sonuçlarını giderek daha net görüyoruz. Fakat bir de kendi içinde hırlaşma yaşar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ferman-ı Subhanîsi sırrınca başka herşeyin zikrinde bir yürek daralması vardır. Yeterli oksijen gitmez. Kişi dalalette ilerledikçe huzursuzluğu omuzlarında biriktirir. Zahirde, tıpkı dağlarda olduğu gibi, üzerindeki atmosfer incelmiş gibi görünür. Fakat alamadığı nefese sorsan en büyük ağırlık ondadır. Modern insanın yaşadığı psikolojik sorunların altında yatan başka nedir?

İslam'dan uzaklaşanın gönlü daralıyor. Çünkü asıl alması gereken şeyi alamıyor. Zikretmesi gereken şeyi zikretmiyor. Tatmin edecek şeyden azalıyor. Gözleri ne kadar kesif bir manzarayla dolarsa dolsun. Onların hiçbirisi aslında onun değil. Onun olmadığını en çok göğsü ona söylüyor. Yani göğsü gözünü yalanlıyor: "Aldıklarına bakma. Benim alamadığıma bak. Sen istediğini alamasan bu âdem ölmez. Fakat ben istediğimi alamazsam ölümümüz yakındır." Hülasa arkadaşım: Bu ayette daha çok sırlar var. Allah'ın hazinesi geniş. Biz garip. Daha yükseğe çıkmayalım. Ellerimizi daha yükseğe doğru açalım. Kibirlenmekte hayır yok. Haman'ın yaptığı kuleden Firavun'a bir hayır gelmedi. Musa'nın (a.s.) secdesi lazım bizlere.

14 Ocak 2020 Salı

Dünya da bize artık bir parça ahiret gibi geliyor

Birşeyin ahiretine inanmamak bizi o şey hakkında daha kolay kandırılır hale getirir mi? Soru bu. Daha zoru ise şu: Birşeyin sahtesine inanmak onun gerçeğine karşı bizi duyarsız hale getirir mi? Hafızamızın ellerinde sıkıca tutalım lütfen. Çünkü üzerine konuşacağız. Bu sorular ilhamını En'am sûresinin 113. ayetinden alıyor. Kısa bir mealini alıntılayalım: "Onlar bunu, âhirete inanmayanların gönülleri o yaldızlı sözlere meyletsin, sonra ondan hoşlansınlar ve işlemekte oldukları kötülükleri işlemeye devam etsinler diye yaparlar." Fakat böyle yapınca yarım kaldı. 112. ayetin kısa bir mealini de ekleyelim: "Her peygambere insan ve cin şeytanlarını Biz böylece düşman ettik ki, bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler ilham ederler. Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı; onun için sen onları uydurduklarıyla başbaşa bırak."

Görüldüğü gibi ayet-i kerimeler bize kandırılmanın doğasında ahirete inanmamanın olduğunu söylüyor. Şeytanlar ahbaplarına yaldızlı sözler fısıldıyorlar. Doğru. Fakat tesirin asıl etkeni bu değil. Bizi bu demagojilerin/cerbezelerin etkisine açık hale getiren ahiretsizliğimiz. Dünyanın yaldızları bizi kandırıyor. Zira ahiretsiz düşünülünce o da bir tür güzelliğe benziyor. Daha doğrusu: Güzelliği 'yeterliye' benziyor. Öyle ya. Uzun zaman kullanılacağı düşünülmeden alınan eşyanın çıtıpıtısı kalbi iknaya yeter. Bıcır bıcırlığı gönle şenliktir. Ancak bir saniye!

Nasıl oluyor bu? İçimizde ahirete inanmayan var mı? (Bunu burada sormak zorundayım. Zira çikolatalı gofret reklamında olduğu gibi kalabalık içinde bağıramam.) Cevapları duyamasam da hep mü'min insanlarla konuştuğumu düşünüyorum. Üstelik Kur'an da kâfirlerden çok mü'minlere dersini tekrar ediyor. Evet. Tamam. Onları da hidayetine çağırmıyor değil. Evvelemirde bu dersler elbette o mahrumları davetle tanıştırmak için. Lakin bizim de hissemiz yok mu şunlardan? Yani bu nurlardan? En'am sûresinin 112-113. ayetleri bize ne öğretiyor peki?

Ben bu öğretinin inkârla değil amma unutmayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz de kolay aldatılır oluyoruz. Ne zaman? Eylemlerimizin ahiretini unuttuğumuz zaman. Bir şuur olarak uhreviliği kafamızda gezdirmeyi bıraktığımız zaman. Ebedî resmin çağrısına/gösterdiğine kulaklarımızı kapadığımız zaman. Sonumuzu düşünmeyi bıraktığımız zaman. Bu ihmalleri yaptığımız zaman biz de kolay aldatılır oluyoruz. Evet. Bediüzzaman "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler!" buyuran İbrahim sûresinin 3. ayetini tefsir sadedinde der ki:

"(...) âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla hakikî mü'minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar."

Demek bu marazdan hiç de uzakta değiliz. Bakınız, yukarıdaki mealde 'şeytanların yaldızlı sözlerine kanmak'tan bahsedildi, aşağıda mürşidim de bize 'ehl-i dalâlete taraftar olmak'ı zikretti. Sanki birbirleriyle manaca bir ilgileri var. Ancak bu ilgiyi kavrayabilmek için biraz da ahiretin manasını konuşmak gerek. Ahiret bizce nedir? Bu zamanın bitiminde başlayan başka bir zaman mıdır? Yoksa bu zamanda yaşanan bir sonsuzluk mudur? Müslümanlar için ahiret tarifinin ben biraz daha ikincisine yakın olduğunu düşünüyorum. Biz sonsuzluğu bu zamanda yaşıyoruz. Aslında şükrederken bunu az-çok kestiriyoruz. Zaten kudsî metinlerde de sürekli bu konuda uyarılıyoruz. "Dünya ahiretin tarlasıdır!" diye dersimizi alıyoruz. Ancak yaşarken işin rengi değişiyor. Ahiret, ikinci bir şuura, bir lazımın lazımına, dönüşüyor. Ötede amellerin karşılığı olduğu hatırımıza geliyor. Fakat eylediklerimizin bizzat ahiret olduğunu çok da sezinleyemiyoruz.

Kafanızı daha fazla karıştırmaktan fazlasını yapmalıyım. 'Amellerin bizzat ahiret olması' bence onları ahiretleriyle birlikte yaşamakla ilgili birşey. Hani yine mürşidim, yukarıda zikrettiği derdin devasını, başka bir yerde şöyle izah eder: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir." Yani arkadaşlar, ne yapıp edip, ahireti fiilerin içine kadar indirebilmeliyiz. Eylemlerimizin yekününden bir ahiret çıkarmak yerine herbir eylemin bir ahireti olmalı.

Zaten ömrü bereketlendiren de budur. Ehl-i dünya bile 'büyük amaç' sahibi olmanın eylemi büyüttüğüne inanır. Bu kadarını kavramıştır. Mesela: Öğrenciyi okul hayatını haytalıkla geçirmekten alıkoyacak güzel bir meslek sahibi olma amacıdır. Niyetidir. Şuurudur. Bu onu gafletin tesirlerinden korur. Ahireti, ama seküler bir ahireti, eylemlerinin ufkuna yerleştirdiği zaman eylediklerinin ömrü uzar. Günübirlik şenlikleri yerine bir ömürlük meslekleri olur. Bu sahte bir ahirettir. Seküler bir ahirettir. Ancak belki bugün mü'minleri mağlup eden ahiret de budur. Dünyayı seve seve tercih ettiren şeytanların ahiret dilini konuşmaya başlamasıdır.

Bakınız: Bu sahte ahiret yokken bizim gerçek bir ahiretimiz vardı. Kariyer sahibi olmak gibi hedeflerin modern zamanlara kadar ufukları kaplamaması fıtratında 'bu kadarla yetinmemek' olan insanı bir ahiret hedefine teşvik ediyordu. Dünyanın boyu kısaydı. İnsan çabuk üzerine tırmanıp ahirete uzanıyordu. Fakat şimdi iş değişti. Ahirzaman şeytanları baldan önce bunun sahtesini keşfettiler. Bizi uzun eğitim/çalışma yılları sonunda ulaşılabilecek 'kariyer putları'na maruz kıldılar. Artık yeni bir ahiret kovalıyoruz. Eylemlerimizi ona göre yapıyoruz. Ancak o ahiret sahici bir ahiret değil. Şeytanlar bizi ahirete karşı sahte bir ahiretle kandırıyorlar. İşte bu yüzden dünya hayatını seve seve tercih ediyoruz. Çünkü dünya da bize artık bir parça ahiret gibi geliyor.

8 Ocak 2020 Çarşamba

Sibel Ünli'yi Aleyna Tilki mi öldürdü?

Geçenlerde Gençlik ve Spor Bakanlığı bir iş etti. Hepimizi işkillendirdi. Gerçi sonradan "Ödülü veren biz değiliz!" deyu açıklamalar yaptılar. Fakat twiti atan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Ne demiş atalarımız: "Forbes'ın koyunu sona çıkar oyunu." Herkesle iş tutmamak lazım. Popülizm itibar merdivenleri çabuk çıkarsa da kereveti kendisi belirler. Onun kayığına otostop çekenler Aleyna Tilki'nin sahiline inince "Ne oluyor lan?" dememeli. Zira bu sıralar magazin medyasında sıkça zikredilen bir deyiş var: "Bütün yollar Aleyna Tilki'ye çıkar."

Eh, evet, yeterli miktarda deyim-deyiş-atasözü naklettiğimize göre asıl konumuza geçebiliriz. Mürşidimin Lemeat isimli eserinde roman-tiyatro-sinema üçlüsü üzerine yaptığı bir analiz vardır ki tam şimdi zikredilmelidir: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Bu eleştiri aslında Bediüzzaman'ın modern (me)deniyete de yaptığı eleştiridir.

Neden mi böyle söylüyorum? Çünkü bütün bir Batı medeniyetinin bu çelişki üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Hem zaten mürşidimin metinleri de beni bu noktaya götürüyor. Korkmayın. Daha fazla alıntı yaparak yormayacağım. Ancak şöyle bir soru hakkında bir parça düşünmenizi teklif edeceğim: "İnsanın imtihanı ne üzerine kuruludur?"

Cevaplarınızı avucunuzda tutun. İlk ben açıyorum: Bence insanın imtihanı da 'çelişkileri' üzerine kuruludur. Evet. İnsan bir koalisyondur. Ve bu koalisyonu oluşturan latifelerden herbirinin kendine has 'doğruları/yanlışları' vardır. Şeriat (korkmayın 'din' demek o) akidesiyle inanç dünyamızı 'bir'lerken aynı zamanda bu farklı algıların doğrularını/yanlışları da 'bir'ler. Mesela: Nefsimiz için 'hırsızlık' bazen 'iyi' bazen 'kötü'dür. (Yani: Bizden çalınıyorken 'kötü' bize çalınıyorken 'iyi'dir.) Çünkü o doğruları çabuk menfaati ekseninde tayin eder. Ancak vicdana taşındığınızda durum değişir. Orada hırsızlık her zaman kötüdür.

Yok. Öyle de demeyelim. Vicdanın bile hırsızlığı makul gördüğü yerler olabilir. Ancak o bu makuliyeti menfaati ekseninde değil de şefkati/adaleti ekseninde tayin eder. Zaten insandaki en temel çelişki de budur. Âdemoğlu/kızı 'nefsi' ve 'vicdanı' arasına bikarar bırakılmıştır. Nefis, kısavâdeli menfaatleri önceleyerek, bugüne tutunmamızı sağlarken; vicdan, uzunvâdeli menfaatleri kollayarak, yarını kollamamızı öğütler. Bu nedenle, vicdana danıştığımız amellerin yüzü genelde ahirete, nefse danıştıklarımızınsa dünyaya yatkındır.

Peki ben bu kadar laf kalabalığını neden yaptım? Hızlıca geleyim: Vahyin zarureti burada saklı aslında. Yani insanın şu mahiyeti vahyi gerekli kılıyor. Dinimiz bizi bu çelişkilerin vahiy ekseninde giderildiği bir medeniyete davet ediyor. En azından koalisyonumuzdaki bütün doğru algılarından daha üst doğru tayini latifelerimizi uzlaşıya zorluyor. Evet. Elhamdülilah. Mü'min için "Hırsızlık iyi midir kötü mü?" şeklinde bir soru kalmıyor. Çünkü Allah "Kötüdür!" hükmünü indirmiş oluyor. Bu hal artık sadece 'doğruya ittibayı' içimizin gayret mesaisi eyliyor. Yoksa "O mudur, bu mudur, şu mudur?" mevzuu sıfırlanıyor.

Müslümanlar dönüp dönüp tekrar iyi-kötü tayini tartışması yapmıyorlar. "Gıybet kötü müdür? Kibir iyi midir? Zina hüner midir? Zulüm maslahat mıdır?" gibi münazaralara girmiyorlar. Ya? "Gıybetin kötülüğünü nefsime nasıl kabul ettirebilirim? Kibirlenmemeyi nasıl başarabilirim? Zinadan korunmak için ne tedbirler almak lazım? Zulümden sakınmak için daha neleri gözetmem gerekir?" gibi amelî arayışların içine giriyorlar. Eğer, "Felsefî tartışmaları da büsbütün dışlamayalım canım!" dersek, azıcık şu kapıyı açabiliriz: Müslümanlar kem nefislerini doğruya ikna etmek için bazen bunu kullanırlar. Yoksa doğruyu/yanlışı silbaştan tayin etmek için değil. (İçtihad meselesi bahsimizden hariçtir.)

Kıymetini bilirsek bu büyük birşey. Çok değerli birşey. Zira insanı içindeki kavganın gelgitlerinden büyük ölçüde kurtarıyor. Bugün modern (me)deniyet bu kavgadan kurtulamadığı için hâkim olduğu toplumların psikolojileri dökülüyor. Ve biz de, itikadımızı yitirdikçe, yeniden bu kavgaya dönmüş oluyoruz. İyi-kötü tayinlerimizde kararsızlaşarak popülizmin hevâkâr rüzgârında yaprağa dönüyoruz. O nereye eserde oraya savruluyoruz.

Benedict Anderson'ın Hayali Cemaatler'de söylediği birşey vardı. Pek etkilemişti beni. Manaca nakledeyim. İdeolojilerden bahsettikten sonra diyor ki Anderson: Fakat doğuştan hasta/sakat bir insan "Ben neden böyleyim?" diye sorduğunda onlardan alabileceği cevap 'rahatsız edici bir sessizlik'tir. Evet. Aynen. Böyledir. Çünkü ideolojilerin tamamı seküler şeylerdir. Öteki dünyayla ilgilenmezler. Bahsetmezler. Hepsi sağlıklı/genç insanlar için kurgulanmışlardır. Modern (me)deniyetin düşünsel tesellisi mezara değil pazara kadardır.

Fakat, maşaallah, İslam böyle yapmaz. Abdullah b. Mes'ud radyallahu anh gibi engelli bir yıldız dahi parlamakta sağlığı yerinde kardeşlerini geçebilir. Zira İslam'ın ufuk olarak gördüğü insan-ı kamil böyle şeylere bağlı değildir. Üstünlük takvadadır. Hayır yapmaktadır. Faydalı ilimdedir. Salih ameldedir. Bütün bunların da arkasında ihlastadır. Bugünün bir milyoneri dağlar kadar altın da bağışlasa bir sahabenin dirhemine yetişemez. Bu yüzden kişi İslam olduktan sonra 'doğuştan kaybetmek' diye birşey kalmaz. Doğuştan kaybetmek yoktur.

Modern (me)deniyet böyle söylemiyor ama. O sezon sezon bir ideali, özellikle de fiziksel idealleri, besleyip büyütüyor. Bir dönem iskelet gibi kızları parlatıyor. Bir dönem balıkesirli olanları önplana çıkarıyor. Bir dönem sarışın olmayı methediyor. Bir dönem esmerlere iltimas geçiyor. Bir dönem erkeklerde maçoluk istiyor. Bir dönem erkekleri de erkek gibi beğenmiyor. Yani: Başta nefsimiz olmak üzere türlü latifemizin gururuyla oynuyor.

Sibel Ünli'nin intiharıyla ilgili ailesinin yaptığı açıklamalara dikkat ettiniz mi bilmem. En çok fiziksel durumuyla ilgili sosyalmedyadan maruz kaldığı saldırıları önplana çıkardılar. Evet. Hakikaten böyle şeyler modern (me)deniyetin bireylerini pek fena etkiliyor. Hangimizi etkilemez ki? Hangimiz böylesi bir manipülasyona maruz değiliz ki? Eskiden Batı kaynaklı dizilerde lisekızları arasında dönen entrikalara şaşar kalırdım. Özellikle okullarında popüler olmak için yaptıkları abartılıyor gibi gelirdi. Şimdi bakıyorum. Türkiye'ye de geldi bunlar.

Kabul edelim: Sibel bir çelişkiyle yaşıyordu. Bedenini değiştiremezdi. Fakat dünyası ona bu fizikle olmayacak bir cenneti(!) dayatıyordu. Orada ancak Aleyna Tilkiler gezebilirdi. Eğer bilseydi ki, çoban Abdullah b. Mes'ud'un da gezdiği cennetler var, bu marifetle nefsine karşı koyabilirdi. Faruk Nafız Çamlıbel gibi "Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek!" diye haykırabilirdi. Yapamadı. Yenilgisini kabullendi. Çelişkisiyle savaşmaktan yoruldu. Allah'tan bir inayet erişmezse biz de direnemiyoruz. Gençlik ve Spor Bakanlığına, Allah biliyor ya, çok kızdım o zaman. Neden? En çok bundan. Çünkü aynı çelişkiyi o da mayalamış oluyordu.

Bâtılın yardıma ihtiyacı yok. Yardıma ihtiyaç duyan biziz. Bizim 'yalnız Aleynalara ayrılmamış' cennetlere ihtiyacımız var. Tilkilerin cenneti Adnan Oktar cemaati gibidir. Herkesi almaz. Bunlar da esasında görünüşte cennetler. Aslında cehennemler. Fakat içlerine girmeyenler hayretle damaklarını şaklatıyorlar. Tamam. Popülizmin albenili söylemini gözden düşürecek imkanlara sahip değiliz. Kabul. Başaramıyoruz. Kazanıyorlar. Ama bari onların değirmenine su taşıyan olmayalım. İdealleştiren biz olmayalım. Bu hükümetin en azından bunu gözetebiliyor olması lazım. Yoksa Aleynalar daha çok Sibeller öldürecek.

7 Ocak 2020 Salı

Milli eğitim bizi nasıl materyalist yapıyor?

"Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha da ötesi bir varlığı misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlarsa 'Allah bununla neyi kastetmiştir?' derler. (Allah) onunla birçoklarını saptırır. Birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Fakat, bir saniye, bu kadar yukarıdan başlamayalım. Son söyleneceği ilk söylemeyelim. Şöyle bir yerden konuşalım: Yıllar önce okumuştum. Gözlerinizden birisini yitirdiğinizde, Allah korusun, derinlik algınızı da yitirirmişsiniz. Yani derinlik algısını oluşturan şey iki gözle birden görebilmenizmiş. Küçümsemeyin kardeşlerim. Zira gözleriniz, her ne kadar birbirlerine pek yakın dursalar da, başka görüş açılarına sahipler. Arada, ne kadar miniminnacık olursa olsun, bir burnunuz var. Bu ikili bakış hoş nazarınıza bir avantaj sağlıyor. Beyin bu farklı görüntüleri birleştirdiğinde, acaba beyin midir birleştiren, size derinliği de gösterebiliyor. Eğer tek bir gözünüz olsaydı bu derinliği anlamayabilirdiniz. Bu arada: Tek gözümü kapadım ama mevzuu tecrübî anlamda bir noktaya getiremedim. Okuduğumu nakletmekle yetineceğim sadece.

Yok. Yetinmeyeceğim. Asıl mevzu başkaydı. Bu 'derinlik yitimi' meselesinin bana kazandırdığı bir bakış açısı var. Ahirzamanla ilgili, özellikle Deccal'le ilgili, rivayetlere bakarken daha zengin düşünmemi sağlıyor. Zaten mürşidimin de bu rivayetleri ele alış tarzı beni destekler gibi duruyor. O diyor ki mesela: Bu zamanın mimsiz medeniyeti maddeperesttir. Dehası tek gözlüdür. Herşeyi maddede görmeye/çözmeye çalışır. Malumunuzdur: Deccal'le ilgili rivayetlerde de onun bir gözünün kör olacağı söylenir.

Ben de, pek tabiî mürşidimin ayakizlerini takip ederek, Deccal'in tek gözlülüğünden maddeperest medeniyete, oradan da 'derinlik yitimine' doğru yürüyorum. 'Mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' ıstılahlarının ders verildiği her yeri bu körlüğe çalınmış merhemler gibi algılıyorum/okuyorum. "Birşeye o şeyin kendisi için bakmak yüzeyde takılmaktır!" diyorum. "Ondan daha aşkın olana ulaşmak için bakarsan bu defa derinliğe ulaşmış olursun." Ki mana-i harfî de budur. Şeyleri kendilerinden aşkın okumalara tâbi tutmaktır.

Refet abinin sorduğudur: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re'fet'i kasten görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir; Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

'Bilimsellik' dediğimiz şey aslında bir yüzey bilgisinden oluşuyor. Kat'iyyen dikey bilgisini kabul etmiyor. Kilimciyi görmeden tezgâha bakanın nakışlardaki ahengi 'kilimliğin kanununa' bağlamasına benziyor. Eğer tamamında kırmızının yanına mavi konulmuşsa diyor ki bizimki: "Kırmızının yanına mavi gelmesi kilimliğin kanunundandır." Bir imtihan sırrı olarak sahiden de kırmızı bıraktığı yerlerin yanında mavi yaratılıyor çoğu zaman. O zaman daha bir emin konuşuyor: "Mavi sonuçtur. Kırmızı nedendir. Maviyi yaratan kırmızıdır!" Acaba öyle midir? Bunu görebilmemiz için derinliğe bakabilmemiz lazım. Fakat bilimsellik, şeyleri en yakındaki birlikteliklere/iktiranlara bağlamayı o kadar aşılıyor ki, derinlik nasıl sezilir, nasıl algılanır, tekrar görmekte zorlanıyoruz. Bunu şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim:

Kainatta bir eserin varlık sahasına çıkabilmesi için elbette o eseri netice verecek eylem gerekir. Yani neden ile sonuç arasında 'fiil' vardır. Bu fiil ise üç şeyden oluşur. Yahut da şöyle demeli: Üç şeyin zarureti her fiilin yüzünde okunur. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Hiçbirşey bu üçünün kendine özgü terkipleri olmadan vücuda gelemez. Çay yapacak olsanız mesela: A) Çay yapmayı bilmeniz gerekir. B) Çay yapmayı seçmeniz gerekir. C) Çay yapabilecek kuvvete sahip olmanız gerekir. Lakin bilim bize fiileri böyle göstermez. Ya nasıl gösterir? Bilimsellik fiilerin sadece 'kuvvetle' mümkün olduğuna inanmaktır. En azından doğaya bakarken bu seviyede kalmaktır. Sözgelimi: Yıldızların fiziğini incelediğinizde milyonlarca yıldır süren yanmaların büyük bir düzen gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu düşünceniz yıldızların nasıl ortaya çıktığını açıklarken işinize yaramaz. Çünkü yüzeyde 1) İlme 2) İradeye yer yoktur.

İlim ve iradenin bu 'istenmezliği' yüzeyin açıklamalarını imkansız kılmasındadır. Arıya balı verdiğiniz zaman bunu kuvvetle yapmak en mantıklısıdır. Ne de olsa arı uçmakta, çiçekten çiçeğe konmakta, sonrada gelip peteğine kusmaktadır. Bunlar onda bir yetkinlik olduğuna öyle-böyle yorulabilir. Ancak balın kimyasının kaldırmak, işte, bu pek ağır yüktür. Arıcığın zavallı kanatları başaramaz. İnsanın bugünkü tecrübesiyle bile başaramadığı bir formülü arının ilim ve irade yönleriyle yüklenmesi mümkün değildir. Bu yüzden matematikte şöyle sorularla karşılaşmak diğer türlüsünden daha olasıdır: "Bir arı üç günde şu kadar bal yapıyorsa beş günde ne kadar yapar?" Gördüğünüz gibi bu kuvvetin sorgulamasıdır.

Eğitim hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Biz hep neyi hesapladık? Hiçbir fizik, kimya, matematik veya biyoloji sınavında bize bir fiile gereken ilim ve irade miktarı soruldu mu? Asla. Asla böyle birşey olmadı. Biz hep kuvveti hesapladık. Gereken enerjiyi ölçtük. Zamana konsantre olduk. Hızı tutmaya gayret ettik. Fakat hiçbir ilim/irade hesabına alıştırılmadık. Bu bizi Deccal gibi körleştirdi işte. Varlık derinliğini kaybetti gözümüzde. Nedenlerin sonuçları yaratabilir olduğu da bu körlükten gelişti. Eşya derinliğini kaybetti. Çocukluktan beri maruz kaldığımız bir beyin yıkamadır bu aslında. Endoktrinasyondur. Seküler endoktrinasyondur.

Makaralar kurulur: "Ne kadar kuvvet gerekir?" Bakkala gitmek icap eder: "Ne kadar lira gerekir?" Suyu kaynatmak lazım olur: "Ne kadar ısıtmak gerekir?" Arkadaşlar, işte, bizi bu şekilde sadece kuvveti hesaplamaya/görmeye alıştırdıkları için bu kadar kolay ateist olabiliyoruz. Çünkü bize senelerce mukareneti yaratılış olarak satıyorlar. Alıştırıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Bu fıtratımız oluveriyor. Ve evet, sırr-ı imtihan gereği, Cenab-ı Hak bu fiilî duaları da kabul ediyor. Suyu ısıtınca neredeyse hep kaynatıyorlar. Makaraları kurunca neredeyse hep kaldırıyorlar. Doğru miktarla gidince neredeyse hep elde ediyorlar.

Fakat, bu bile-isteye aldanış, yine de bir fiilin yoktan sahaya çıkışını ifade etmeye yetmiyor. Yani bir fiil vücuda gelmek için gene ilim-irade-kuvvet üçlüsünü istiyor. Yalnız kuvvetle olmuyor. Lakin dedim ya başta: Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Büsbütün yüzeyi gözden düşürebilseydik imtihanın hikmeti kalmazdı. Büsbütün yüzeyle açıklayabilseydik de hidayetin tesiri olmazdı. Bu böyle sürüp gidecek. Ne akla kapılar kapanacak ne ihtiyar elden alınacak. Talebe talep ettiğine erişecek. Talep ettiği talebeye verilecek. Cenab-ı Hak bizi hidayetine talip etsin. Âmin.

5 Ocak 2020 Pazar

Talebe ne işe yarar?

Yıllar önce bir dostum 'çok beğendiğini' söyleyerek okuduğu kitabı göstermişti. Benim de kitaplara az-buçuk merakım var. Malum. Okumaya başladım. Tek diyebileceğim şu: Hiçbirşey anlamadım. Abartmıyorum. Cidden hiçbirşey anlamadım. Çünkü metinde kullanılan 'yeni Türkçe'ye hiçbir aşinalığım yoktu. Oradaki 'salt'lar, 'ilgin'ler, 'ivedi'ler, 'içkin'ler kafamda hiçbir taşı yerinden oynatmıyordu. Fakat dostum 'çok beğendiğini' söylemişti. Sözünde de samimiydi. O zaman Türkiye'de, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte boyverip gelişen, 'iki Türkiye' olduğunu anladım. Bir 'biz' vardık. Bir 'onlar' vardı. Bir 'bizim kelime dağarcığımız' vardı. Bir de 'onların kelime dağarcığı' vardı. Muhtemelen, ben de ona Risale-i Nur'dan bir bölümü okutmak istesem, aynı reaksiyonu alacaktım. Aynı dili konuşuyorduk. Lakin aynı dilde yazmıyorduk.

Bu farkedişi yaşadıktan sonra hayatımdaki birkaç şeyi değiştirmeye karar verdim. Birincisi: Onların kitaplarını da okuyacaktım. Okumak zorundaydım. Zira onlarla konuşmaya çalışıyordum. Halihazırda İslamî kaynakları okuyanlar muhataplarım değillerdi. Onlar zaten berzahlığım gerekmeden bilgiye ulaşıyorlardı. Bana ihtiyaçları yoktu. Ben, eğer bir tebliğ dili yakalamayı amaçlıyorsam, ötekilerin diline alışacaktım. Alışmalıydım. Konuşacaktım. Konuşmalıydım. Onlarla hakikat arasında bir berzahlık oluşturmalıydım. Yapabildiğimce. Bundan kaçınamazdım. Çünkü bilgiyi taşırken kuş değil koyun olmayı bizzat mürşidim bana nasihat ediyordu. Bu nasihati görmezden gelemezdim. Koyun dediğin aynı zamanda yediğinin berzahıydı. Otu alıp süte çevirirdi. Kuş berzahlık yapmıyordu. Yediğini yediriyordu.

İkincisi: Yazım dilimi değiştirdim. En azından elverdiğince denedim. Zorladım. Bunu yaparken 'Osmanlıca kelimeleri kullanmayı büsbütün bıraktım' diyemem. Öyle olmadığını okurken görüyorsunuz. Fakat azalttım. Konuşma diline yaklaştım. Yaklaştıkça da okurlarımın arttığını farkettim. Eskiden yazdıklarıma bakıp "Aferin bizim oğlana!" diyen abilerden/ablalardan mesajlar alırken, yeni üslûbunu oturttukça, "Abi aynen katılıyorum!" diyen kardeşlerden/bacılardan mesajlar gelmeye başladı. Bu beni mutlu etti. Ancak herşey güllük-gülistanlıktı diyemem. Çünkü mezkûr dönemde yeni düşmanlarım da ortaya çıktı. Kimdi peki onlar? "Kamus namustur!" diyen emekli nurcular. Onlar peşimi hiç bırakmadı.

Bugün bile yazılarıma böyle yorumlar gelir. Bir namussuzluk yapmışım gibi hissettirmek için de ellerinden geleni yaparlar. Onlara cevap veremiyorum. Çünkü cevaplarımın bir işe yarayacağını sanmıyorum. Reflekslerini anlıyorum. Cumhuriyet kurulduğundan beri kaybolagelen bir dili ellerinden geldiğince tutmaya çalışıyorlar. Ben de tutmayı istiyorum. Ancak şunu da reddedemiyorum: Artık bu dili, en azından bir yazım dili olarak, unutan bir gençlik yetişti. Sol yayınevlerinin yeni Türkçesi çoğusunun dimağına bizden önce ulaştı. Yıkılanı tekrar ayağa kaldırmak büyük bir sermaye, hikmet ve gayret işi. Hatta hükümet işi. Yalnız yayıncılık değil siyaset işi. Evet. Şu açık: Bu şekilde dilimizin üzerine kapandıkça sahada kazanamıyoruz. Çünkü yayılamıyoruz. Yayılanlar kazanıyorlar. Yazdıklarımıza da 'ufo görmüş masum köylü' edasıyla bakan gençler yetiştiriyorlar. Bu gençliğin miktarı artmakta. Sokağı inkâr edenlerin tebliği başarısızlığa mahkûmdur.

Bir de şöyle bir rahatsızlık var: Belki dindar camianın geneli adına da aynı şey söylenebilir ama ben daha çok nurcular içre söyleyeceğim. Birbirimize metinlerimiz üzerinden nurculuk satıyoruz. Evet. Yaşananın en acı tasviri bu. Ulaşmamız gereken dışarısını unuttuk. 'Biz' diye tarif ettiğimiz şöyle-böyle bir kitle var. Onlara rüştümüzü isbat etmeye gayret ediyoruz. Kullandığımız dilin her yanı "Beni farkedin!" diye bağırıyor. Neyi farkedecekler peki? Ne kadar çok Osmanlıca kelime biliyorum baaak. Ne kadar çok Risale-i Nur diline hâkimim baaak. Ne kadar çok nurcuyum baaak. Bütün mevzu bu gibi. O ötekine bol miktarda alıntıyla birşeyler birşeyler söylüyor. Öteki ondan daha fazlasıyla birşeyler birşeyler beyan ediyor. Fakat bakıyorsunuz: Risale-i Nur'un dili bile onlarınkinden daha anlaşılır. Üstelik bu metin en aşağı yetmiş-seksen sene önce yazılmış cümlelerden oluşuyor.

Bir talebe eğer 'müstakbel talebeleri' ile 'mürşidi' arasında berzahlık yapmayacaksa ne işe yarıyordur? Yazdıklarıyla mürşidinin metinlerinin üzerine mi çıkacaktır? Böyle birşey mümkün müdür? Alelekser değildir. Mürşidini geçen talebe nadir bulunur. O zaman yapılmaya çalışılan ne? Yapılmaya çalışılan yukarıda söylediğim şey işte. Bir iç avuntu. Bir kendine kapanma. Bir cemaat içre kendini tatmin. Ben bunun bir varta olarak serpildiğini düşünüyorum. Tepki de buradan doğdu. Peki bunun karşısında gelişen her dil doğru mu? Değil elbette. Bazılarımız da işi fazla laubalîleştiriyoruz. Genciz. Hata yapıyoruz. Lakin bizi istikamete çağıracak 'ara bölge'yi de bulamıyoruz. Çerçeveyi konuşmak cesaret istiyor. Bu cesareti göstermek kolay değil. Büyüklerimiz "Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın!" der gibi kaçıyor da kaçıyor. Ya kızıyor ya başını çeviriyor. Ne diyelim? Allah büyük. Deneye deneye yeni dilimizi de buluruz elbet. Kıvamımızı buluruz. Sahibi davasını yerde bırakmayacaktır. Eh, bu yazı da 'derdini şikayet etmekte' bir yazı oldu, affolsun.

4 Ocak 2020 Cumartesi

Bediüzzaman 'Muhammed Abduh'un takipçisi midir?

Bediüzzaman'ın Muhammed Abduh'a 'takipçisi' gibi yamanmasına karşıyım. Hep de karşı olacağım. Çünkü Abduh'un birçok modernist görüşe sahip olduğunu biliyorum. Bediüzzaman'ı ona yamalamak aynı zamanda bid'a görüşlerine de yamalamak anlamına geleceğinden teberri ediyorum. Risale-i Nur'u 18 yıldır okumaktayım. Hiçbir yerinde böyle bir eğilime rastlamadım. Bilakis, ehl-i sünnet içinde konumlanmak hususundaki hassasiyetlerini gördüm, öptüm başıma koydum. Kim bu noktada şüpheye düşerse 'ehl-i sünnet' ıstılahını külliyatta aratabilir. Sonrasında inadından başka hiçbirşey ona "Bediüzzaman ehl-i sünneti sahiplenmiyor!" dedirtmez zannederim.

Ama işte hepimiz karşı koyamadığımız konjonktürler üzerinden birşeyleri bükmeye çalışıyoruz. Bükük birşey bulamadığımızda da iş ikincil metinlere kalıyor. Mesela: Müellif bir yerde Abduh için 'selefim' mi demiştir? "Evreka!" Yani: "Bulduk!" Demek ki Bediüzzaman bir Abduh takipçisidir. Duruşunun eserleri içinde bulamadığımız, bulsak da arzumuzun sûretine yakıştıramadığımız, tarafları pekala Abduh'unkinden çıkarılabilir. Tabir-i diğerle: Bediüzzaman Abduh'a yamanabilir. Gelenekleri mensuplarını da açıklar çünkü.

Görüyorsunuz ya. Geleneksiz olmuyor. Kişioğlunun sırf kendi metinleri/hayatı duruşunu ortaya koymaya yetmiyor. Bu yüzden dönüp gelip bizi bulan soru hep aynı oluyor: Bediüzzaman'ı hangi gelenek içinde konumlandıracağız? Köksüzlükte tatmin edicilik yok. Tehlikesi de bariz. İnsanlar huylanıyor. O halde bir yerlerle bağlamak lazım. Sünnilik? Yapma canım. Oraya bağladığın anda herşey cevabını buluyor zaten. Yeni birşey söyleyemezsin. Söyletemezsin. Daha doğrusu: Bükmek istediğin açıya bükemezsin. En çok bundan kaçınmalısın. Bunu sakın unutma.

O zaman ne yapmak gerekir? Düşünelim, düşünelim, düşünelim. Ha! Tamam! Eserlerinde kendisini bağladığı isimlere baksak? Bilmem kaç defa 'İmam-ı Rabbanî' diyor. Geç onu. Bilmem kaç defa 'İmam-ı Gazalî' diyor. Geç onu. Ha, işte, Divan-ı Harb-i Örfî'de diyor mesela: "Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir..." Sultan Selim olmaz. Şeyh Cemaleddin-i Efganî olabilir. Muhammed Abduh olabilir. Ali Suavi'ye 'müfrit âlim' diyor. O da olmaz. Namık Kemal zaten âlim değil. Selef sayılamaz.

Arkadaşlar, bence, Bediüzzaman'a Cemaleddin-i Efganî'yi veya Muhammed Abduh'u selef kılanların başka hiçbir delili yok. Bediüzzaman, ne onların eserlerinden alıntı yapıyor, ne duruşlarını duruşlarıyla bağlıyor, ne de başka amaçlarla isimlerini/fikirlerini nazara veriyor. Yok, yok, yok oğlu yok. Nurcular mabeyninde şu iki ismi Bediüzzaman'a pîr ittihat edenlerin bütün delillerinin toplamı burasıdır. Yahut buna benzer söylediği flû bir-iki anekdottur. Geri kalan taşlar fikir sûretinde arzularla döşenmiştir. Aksini bana, değil yorumları üzerinden, bizzat Risale-i Nur üzerinden isbat edebilecek varsa tartışmaya hazırım. Yalnız şu kadarını elbette kabul ediyorum: Bediüzzaman, yukarıda da belirttiği gibi, İttihad-ı İslam hususunda bu kişilerin söylemlerinden etkilenmiştir. Dikkatinizi çekerim: Başka hiçbir hususta etkilendiğini belirtir bir delil yoktur. Söylemi de yoktur. Bundan gayrısı ikincil yorumlarla kurulan 'üflesen söner' argümanlardır.

İttihad-ı İslam hakkında bu kişilerin söylediklerindeyse ehl-i sünnet bir âlimi rahatsız edecek hiçbirşey yoktur. Ümmetin birliği zaten ehl-i sünnetin de bir meselesidir. Geçtiğimiz perşembe ortaya çıkan bir konu değildir ki bu! "Mü'minler ancak kardeştirler!" ferman-ı Kur'anîsinin varlığından beri, biz 'İttihad-ı İslam'a iman eder, olmasını da arzu ederiz. Bir zamana kadar bu fiilen başarılmıştır da. Ondan sonra da Yavuz Sultan Selim'in çabaları anılmaya değer. Zira, Bediüzzaman'ın da zikrettiği şekilde, o da bu davanın ikamesine çalışmıştır.

Hem bir de bakalım: Bediüzzaman acaba her hususta Muhammed Abduh'u destekliyor mu? Mesela: İşaratü'l-İ'caz'da bir bölüm var. Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde diyor ki mürşidim: "Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh'un telâkkisine göre: 'İyi şeyler' mânâsında olan 'salihât' kelimesi, beynennâs meşhur ve malûm olduğundan, mutlak bırakılmıştır. Ben de diyorum ki: Sûrenin başına itimaden burada müphem bırakılmıştır. Çünkü, sûre başında zikredilen '(Onlar) gayba iman ederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar...' âyeti buradaki 'salihât'ın beyanıdır."

Yani ne görülüyor buradan? Bediüzzaman bir yerde "İttihad-ı İslam'da selefim!" dedi diye "Her dediğine katılıyorum!" demek istemiyor. Hatta şuradaki tefsiriyle çok temel bir ayrıma işaret ediyor: 'Salihât' kelimesini yalnız 'iyi şeyler' diye anlayıp içini 'insanlığın ortak değerleri' gibi ucu nereye gider bilinmez dolgularla dolduramazsınız. Kur'an'da 'salihât' denilmekle ne kastedildiğini yine bize Kur'an söyler. İslam'ın salihâtı İslam'ın tarif ettiği gibidir/kadardır.

Bu duruş Bediüzzaman'ın İslamiyeti 'insaniyet-i kübra' ile tarif edişinde de görünür. Evet. Biz insana 'liberaller' veya 'panteistler' gibi inanmayız. Yani insaniyeti 'İslamiyet-i kübra' gibi görmeyiz. "Önemli olan insan olmak. Neye inandığının ne önemi var? İstediğine tapsın/yapsın canım!" demeyiz. Çünkü hiyerarşiye böyle inanmayız. Hiyerarşide İslam insandan üstündür. Mü'min kâfirden üstündür.  "İnanıyorsanız üstünsünüz!" buyurur Kur'an bize. Dinin/vahyin hikmeti budur. Elhamdülillah.

Evet. Abduh ekolünün bu husustaki arızalarından dolayıdır ki, modernizm, öğretilerinden yol bularak takipçilerinde yaralar vücuda getirmiştir. Bu konuda malumat sahibi olmak isteyenler Ahmed Davudoğlu Hoca merhumun Din Tahripçileri isimli eserine bakmalıdırlar.

Hasılı: Arkadaşlar, Bediüzzaman'ı yakaladığımıza yamamayalım, bu yanlıştır. O en çok ehl-i sünnete yakışır. Kürdistan medreselerinin eğitimi bellidir. Ekolleri bellidir. Eğer Risale-i Nur'da bulamadığınız bir duruş varsa, ki olabilir elbette, bu boşlukları dolduracağınız yer ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. İçinde de Eş'arî-Şafiî ekolüdür. Onun içinde de mürşidi olarak andığı isimlerdir. "Ahmed'in yine ehl-i sünnet damarı tuttu!" diyorsunuz belki ama söylemekten dur olmuyorum/olmayacağım: Bediüzzaman'ın söyledikleri giderek flûlaşıyor. Herkes bir tarafa çekiyor. Her anlama gelen hiçbir anlama gelmez. İyilik yapmıyoruz ona/yoluna. Hakikatin hakikat kalabilmesi çerçeveyle mümkündür. Bediüzzaman'ın da çerçevesi ehl-i sünnet ve'l-cemaattir. Münazaunfîh bulduğunuzu sahibü'l-yed olana bırakın. Yakın olana bırakın. Yoksa zarar vereceksiniz.

29 Aralık 2019 Pazar

Paralel evrene gidip dönen mi var?

Okuyanlar hemen anımsayacaklar: Bediüzzaman Hazretleri Lemeat isimli eserinde 'zihindeki meratip' diye birşeyden bahseder. Peki nedir zihindeki meratip? Efendim, izahı uzundur, kısaltmak da zordur. Fakat şöyle bir yerden belki bir parça kolaylanır: Zihindeki meratip birşeyin/fikrin insanda kesin inanış haline gelmesi sürecini açıklar. Yani denilebilir ki: Kanaatler dünyamızda önce 'hayal' olarak varolurlar. Sonra o hayaller kalıba bürünüp 'tasavvur'lara dönüşürler. Sonra o tasavvurlar da bir parça ukalalaşıp 'taakkul' evresine taşınırlar. Sonra o taakkullar da kablarına sığmayarak 'tasdik' mertebesine erişirler. Sonra o tasdikler yolculuklarına devam ederlerse bir taraftarlık edinip iz'an'a kavuşurlar. İz'anın ardından 'iltizam' devresi gelir. İltizamlar da inanışlarımızın ellerini tutup 'itikada' götürürler.

Bu süreçle dünyamız şekillenir. Sağlıklı işlemesiyle sağlıklı şekillenir. Yoksa kimi arızalar oluşur. (Aynı eserde oluşabilecek arızalara dair izahlar da vardır.) Neyse. Uzatmayacağım. Hemence mürşidimin bir başka metninde 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasında kurduğu ilgiye koşacağım. Evet. Bence bu ilgi de bir parça Lemeat'taki mezkûr bahse dokanır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Ancak nebilerle gelen mucizeler sayesinde insanlık böylesi hayaller kurmayı öğrenebilmiştir. Herbir peygamberin beraberinde getirdiği delil, bize bir bilimdalında ulaşılacak zirvenin fotoğrafını çeker, yani birnevi beşerin aklına karpuz kabuğu düşürür. Bu sayede varmayı arzuladığımız düşlerimiz olur. 'Olabilirler'imiz olur. Bu düşler/olabilir de zamanla müteşebbis âkillerin mesaileriyle gelişerek günyüzüne çıkarlar. Yani mucizelerimiz bizim tahayyül öğretmenlerimizdir.

Fakat bugünlerde hayallerimizin başka öğretmenleri de var. Mesela: Marvel. Evet. Marvel'ın bilimkurgu sosu dökülmüş harikalar diyarı yeni bir zihin dünyasını şekillendiriyor bugünlerde. Sözgelimi: Oralarda uçmak Süleyman aleyhisselama ikram edilmiyor. Donunu taytının içine giymeyi bile yeni akıl eden bir soytarı başarıyor semada dolaşmayı. Hem de kimin yardımıyla? Güneşin. Yani tabiatın. Yani sebeplerin. Biraz da uzaylılığın yardımı oluyor tabii. Ancak, kudsî metinlerden farklı olarak, Allah'ın hiçbir faydası dokunmuyor. Çünkü Marvel'ın kahramanları Allah'ı bilmiyor. Herşey doğanın güçleriyle(!) hallediliyor.

Bu da yeni nesil bir mistizm aslında. Yeni nesil bir kutsal metin. Materyalizmin kıssaları. Sahi, Kur'an kıssalarına pek gücenik dolaşan ahirzaman zıpçıktıları, Marvel'ın sürekli güncellenen ahidleri hakkında ne düşünüyorlar acaba? Umursamıyorlar mı? Öyledir. Hatta bir de eğleniyorlardır. Neden eğlenmesinler? Kendi inanışlarının tahayyülü inşa edilirken eğlenmelerine kim engel olabilir? Varsın şimdiye kadar hiçbir insan örümcek sokmakla duvarlara tırmanmamış olsun. Bir kere hayali görülmeye başlanmıştır ya. Artık bu çocuklara/gençlere canlılığın bir tesadüf sonucu meydana geldiği kolaylıkla kabul ettirilebilir. Tesadüfle neler neler olmuştur şimdiye kadar filmlerde. Azıcık gama ışını Bruce Banner abimize neler yaptırmıştır. Hulk olup da pantolonunu yırtmadan nelere saldırmıştır. Gerçekte yok mu? Yahu çocuklar filmlerle gerçeği birbirinden nasıl ayırsın? Marvel'ın İncil'i de çizgiroman çizgiroman yazılsın. Animasyon animasyon yapılsın. Film film aktarılsın.

Tesadüfün yükü ağırdır. Şimdi bir de paralel evren mevzuu çıktı. Her yeni versiyonunda karakterler geçmişlerini yalanlamaya başlayınca oraya götürdük işi. "Herbir karakter farklı bir evrenin süperkahramanı. O nedenle örümcek adamlar birbirlerini tutmuyor. Başka başka kurgularla karşımıza çıkıyorlar." Bu da yaptığının sorumluluğunu almamakta yeni bir bahane oldu. Nerede birazcık sıkıştırsa mantık tutarsızlıkları, hop, yaşasın paralel evrenin kurtarıcılığı. Zaten var ya bu zıttırıpırtpırt mevzu da 'irade'nin yükünden kurtulmak için ortaya atıldı. İnan olsun öyle. Varlıkta öyle bir 'özellikle seçilmişlik' var ki, bu seçilmişliği bir irade sahibine, yani Allah'a, götürmeden halledebilmenin yolu 'bütün ihtimallerin varolduğuna' sapmakla mümkün olabilirdi. Herşey varsa seçim yoktur. Onlar da Allah dememek için buraya saptılar. Bir paralel evrenler masalı uydurdular. Oh, ne âlâ, ne kolay. Hani ahiretten bahsedince bize diyorlar: Gidip de dönen mi var? İşte şimdi intikam almanın zamanı geldi. Şimdi onların gidip dönmüşlerini sormaya başlayalım.

Mikro evrim mevzu da aynı şey. Vallahi aynı şey. Yani aynı kazmalığın türevi. Nasıl varlıktaki 'özellikle seçilmişlik' durumundan "Bütün ihtimaller var zaten!" sanrısıyla kaçmaya çalışıyorlar, aynen öyle de, türler arasındaki mesafeyi aşmak için de mikro evrim yalanına tutunuyorlar. Öyle ya, maymundan insana atlamak şıp diye olacak iş değil, arada doldurulacak çok uçurum var. Ne yapmalı peki? 'Mış gibi' yapmalı. Ne 'mış' gibi? Sanki, o boşluklar milyonlarca yıl boyunca farklı farklı canlı türleriyle dolmuş da dolmuş, sonra hiçbirisi kalmamış gibi. Uçurum hayalmiş gibi. Yahut sonradan açılmış gibi. "Aradaki türler tükenince bu uçurumları görür olduk biz. Yoksa hiç öyle uçurumlar olur mu akıllım?"

Peki ne kadar canlı lazım bu araya? "Belki yüzbinlerce tür." Nerede onlar? "Şey, kem-küm, buluyoruz işte canım. Bulmasak da mecburuz bulacağımıza inanmaya. Bulamasak da varolduklarını savunmaya. Çünkü Allah dememeyi kafamıza koyduk biz. Dikeyden açıklamaları 'bilimsel değiller deyu' boşladık. Yataydan bir izah yapacağız. Yatayda ne kolaysa onunla yoracağız. Cehennemse bile sonuna kadar gideceğiz. Kastımız gökte hilali görmek. Beyaz bir kirpik takavvüs etmiş ne ehemmiyeti var. Bize gösterdi ya görmek istediğimizi. Bitti-gitti. Fazlasına gerek yok. Fazlası inanmayana lazım. Biz evrimin inançlı mü'minleriyiz. Marvel kıssaları da ibretlerle doludur. Eskiden minarelerden çığrılırdı: Tanrı uludur. Tanrı uludur. Şimdi işler değişti. Ulular tanrıdır. İnsanlık Marvel'ın kuludur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...