13 Haziran 2013 Perşembe

Gazalî'den Bediüzzaman'a ene ve kuvveler...

Metin Karabaşoğlu abiyle bir grup talebe her pazartesi yaptığımız Ene Risalesi okumalarında enteresan şeyler keşfediyoruz. Bunların bir kısmı oraya gelirken yanımızda oluyor. Bir kısmını ders sırasında farkediyoruz. Bu açılımlar, bana, Risale-i Nur’u ideal okuma şeklini de öğretiyorlar. Şahs-ı manevinin eline verilmiş bu emaneti, ancak farklı fıtratlardan mürekkep bir şahs-ı manevi anlayabiliyor. Kişilerin, bireysel okumalarla istifadesi ise, her zaman mukayyet. Zaman cemaat zamanı, ama belki de böyle bir cemaat zamanı. Hakikati birbirleriyle yardımlaşarak bulmaya çalışanların zamanı. Yoksa lider kültünün altında ezilen iradesizlerin zamanı değil.

Bu okumalar esnasında elbette herkes kendi dünyasını getiriyor oraya. O sırada elimizde olan, gözümüze çarpan başka metinler var. Ve bazen o kafamızda takılı olan metin, Ene Risalesi’ni okurken bir karşılık buluyor. Kâinat, aynı katibin kaleminden çıkma olduğuna göre (ki buna imanımız var) oradan çıkan bilgide de bir paralellik, bir uyum var. Bazen alakasız gibi duran birşey, bir başkasının kapısı oluyor. Hiç böyle düşünmeden okuduğunuz bir kitap, bir diğerinin kalbinize nüzulüne sebep oluyor. Tevafuk, ara sıra karşılaşılan bir sıradışılık değil. Kaderin kafiyesi. Yalnız şu da var ki: Biz bu kafiyeyi bazı bazı farkediyoruz.

İşte bu tevafuklardan birisini de ben İmam Gazalî’nin Tevbe Risalesi’ni (Etkileşim Yayınları) okurken yaşadım. O kitap elimdeyken karşılaştığım satırlar, diğer taraftan Ene Risalesi’ne yönelik mesaimiz, ikisi arasındaki tevafukları okumamı sağladı. Ki bunlardan en hoşuma gideni de kuvveler bahsine dairdir.

Bediüzzaman’ın insanın içdünyasını anlatırken en çok kullandığı terimlerdendir bu kuvveler. Çoğunuz bilirsiniz isimlerini: Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvet, üç farklı estetik algısı, üç farklı temayül şekillendirir insanın his dünyasını. Özellikle Ene Risalesi’nde Bediüzzaman kuvveler bahsine büyük vurgu yapar insanı okurken. İnsanlık tarihinin tamamına onların ekseninden yaklaşır.

Fakat klasik metinleri taramaktan uzak kalışımızdan mıdır bilinmez, pek bilmeyiz bu kuvvelerin literatürdeki yerini. Yani onları ilk Bediüzzaman mı bulmuştur? Yoksa daha evvel başka âlimler de bu kuvvelerden bahsetmiş midir? Yine mesela Ene, Bediüzzaman’ın keşfi midir? Yoksa Ondan önce de Ene’ye benzer/yakın tarifler yapılmış mıdır? Pek kurcalamayız bunları. Halbuki gelenekle irtibatlı okumalar, Bediüzzaman’ın, nasıl bir özden beslendiğini ortaya koymak açısından çok anlamlıdır.

İşte Tevbe Risalesi’ni okurken İmam Gazalî’nin o leziz metinleri içinde bu kuvvelerin ve hatta enenin tariflerine rastladım ben de. O zaman Bediüzzaman’ın bu tarifleri yaparken nasıl kaynaklardan beslendiğini daha iyi anladım. Zikrettiğim eserin ikinci bölümünde Gazalî şöyle bir yere getiriyor tevbe meselesini: “Günaha sevk eden sıfatlar dört gruptur: Rububiyet sıfatı, şeytanî sıfat, hayvanî sıfat, yırtıcı sıfat.”

Metnin ilerleyen kısmında bu sıfatların tariflerini de yapan İmam Gazalî, adeta, kuvveleri kendi cümleleriyle anlatıyor oralarda. Ve ilave olarak ilk zikrettiği Rububiyet sıfatını da şöyle tarif ediyor: “Bu sıfatların etkisindeki insan adeta ‘Ben sizin en büyük rabbinizim’ demek ister. Bütün büyük günahlar bu sıfattan çıkıp dal budak salar.”

Durun bir saniye. Bu son cümleyi ben bir yerden hatırlıyorum. Evet, Bediüzzaman da eneyi anlatırken yakın bir ifade kullanır: “Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.” Fakat bir farkla: Gazalî malum sıfatın sadece şer yönünü nazara verirken, Bediüzzaman hayır ve şer yönünü beraber nazara verir.

Metnin devamında yapılan tanımlarda ise yırtıcı sıfat kuvve-i gadabiyeye, hayvanî sıfat kuvve-i şeheviyeye, şeytanî sıfat ise kuvve-i akliyeye çok yakın tariflerle izah edilir. Yalnız bunlarda da yine İmam Gazalî meselenin sadece şer boyutuna bakar. Bediüzzaman ise hayır ve şer ekseninin ikisine birden bakarak kuvvelerin izahlarında bulunur. Ama aynı kaynaktan su içtikleri o kadar bellidir ki.

Dahası da var: Biz bu dersi yaparken Metin abi; “İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında...” ila ahir devam eden kısımda Bediüzzaman’ın önce kuvve-i şeheviyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi ve daha sonra kuvve-i akliyeyi zikretmesinden hareketle dedi ki: “Bu aslında küfrün hareket şeklini de gösteriyor bizlere. Çünkü daha evvelinde kuvvelerin hayra yönelik istimalini anlatırken (‘küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn...’ ila ahir devam eden kısım) önce kuvve-i akliyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi, sonra kuvve-i şeheviyeyi zikrediyordu. Demek ki, imanın hareket tarzı akıl kuvvesinden şehvet kuvvesine doğru. Küfrün hareket tarzı ise önce şehveti elde edip oradan aklın küfrüne kadar yol bulma şeklinde...” Bunun üzerine konuştuk bir miktar. İkinci Lem’a’da geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var” cümlesi hatırımıza geldi.

Ders bitti. Daha sonra ben Tevbe Risalesi’ndeki metne bir de bu gözle bir baktım. İmam Gazalî’nin cümleleri, Metin abinin Ene Risalesi’nden yaptığı çıkarımı doğrular nitelikteydi: “Bu sıfatlar insan fıtratında tedrici olarak gelişir. Önce hayvanî sıfatlar baskın gelir. Ve yırtıcı sıfatlar onu takip eder. Sonra ikisi birlikte aklı aldatma, hile ve kandırma gibi şeytanî sıfatlar için kullanmaya başlarlar. Ardından rububiyet sıfatı galip gelir. Övünme, izzet, yücelik, büyük sayılma beklentisiyle bütün yaratılmışları istila etmek ister.”

Küfrün hareket tarzını konuşmayı başka vakte erteleyelim. Bu yazıdan muradım aralarında asırlar bulunan iki ses arasındaki ahengi göstermekti. Bunun böyle olduğunu zaten düşünsek de izlerini görmekle insan daha bir mutlu oluyor. Bu yazı da biraz garip kalmakla birlikte, bu kadar...

8 Haziran 2013 Cumartesi

Bir terapi yöntemi olarak dua

Birkaç yazıdır ‘fakr’ ve ‘hayatı fakr boyutunda yaşamak’ üzerine konuşuyoruz. Bu yazıda isterseniz (Bunu öylesine söyledim. Ben istedikten sonra kaçarınız yok) konumuzun biraz dışına çıkalım ve dua üzerine konuşalım. Peşinen söyleyeyim: Bu dışına çıkmaktan kastım ‘biraz’ olacak, zira dua da fakr’ın çok ötesinde bir olay değil.

İhtiyaçlarını ‘farkeden’ insanların, Allah’tan onları talep etmesi ile ilgili birşey dua. Ama yalnız böyle anlatıldığında veya ihtiyaç/farketme boyutuna eksik vurgu yapıldığında—en iyi ihtimalle—nafile kıvamında bir talep görüyor ne yazık ki. Nafile, kullanımındaki kırılmaları da hatırlarsak, yapılması şart olmadığı halde ‘fazladan’ yaptığımız şeyler demek. (Bazense cümlelerimizdeki anlamı ‘boşyere’ kelimesine yakın.) Halbuki dua öyle mi?

Burada hemen 23. Söz’de dua hakkında geçen şu ifadeyi hatırlayalım: “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: ‘Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.’”

Ben bu ifadeyi, duanın fıtrat ile ilişkisini ortaya koyması açısından çok önemsiyorum. İntihar ve öfke de dahil pekçok nefsî ve psikolojik arızanın ‘anlaşılmadığını düşünmeye’ dayandığı bir düzlemde, duanın sadece ‘arzuladıklarımızı Cenab-ı Hak’tan istemekten’ ibaret olmadığını farketmek önemli. Dua, aslında bizim yaratılıştan gelen yalnızlığımızı ve anlaşılamadığımız duygusunu alıyor. O yalnızlığın getireceği yükten ve çektirebileceği elemden bizi kurtarıyor.

Tevbe Risalesi (Etkileşim Yayınları) isimli eserinde peygamberlerin başındaki en büyük imtihanın ‘anlaşılmamak’ olduğunu belirten İmam Gazalî, çokça yanlış yorumladığımız bir hadisin de nasıl yorumlanması gerektiğini şöyle öğretiyor:

“Bu mana bir hadiste şöyle anlatılır: ‘Belalarla önce peygamberler yüzleşir, sonra derece derece onlara yakın olanlara gelir.’ Belayı sadece Eyyub’un (a.s.) belası sanma! O imtihan bedene aittir. O bela sadece onun bedenine inmiştir. Belanın büyüğü Nuh aleyhisselama inmiştir. O öyle bir toplulukla imtihan edildi ki onun Allah’a daveti onların ancak kaçışını arttırıyordu.”

Burada, Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın bizi taşıdıkları noktadan hareketle artık diyebiliriz ki: Peygamberlerin hayatlarının her anını bu kadar dua ile doldurmaları sadece dua edilmesinin ibadet olmasından dolayı değil. Yahut ibadet, bizim anladığımız gibi sevap kazanmadan ibaret değil. Belki de peygamberler, ümmetleri arasında yaşadıkları yalnızlığı dua etmekle gideriyorlar. Ondan kazanacakları sevap değil yalnız hedeflerindeki. Bir açlığı gideriyorlar.

Tabii olayı yalnız ‘yalnızlığa’ indirgersem bu da benim hatam. Duanın daha bizde yaptığı çok iş var. Mesela bunlardan bir tanesini de yine Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın (Allah ikisinden de razı olsun) rehberliğinde gıybet ve dua arasındaki ilişkide hissediyorum. 22. Mektup’taki gıybet bahsinde, pişman olunduktan sonra, gıybet edilene dua edilmesini tavsiye eden Bediüzzaman (bu dua da özünü Suyutî’de geçen bir hadisten alıyor) acaba bunu sadece ahiretteki hesap sırasında helalleşilebilmesi için mi öneriyor?

Ben bu noktada, İmam Gazalî’nin, yine Tevbe Risalesi’nde geçen şu cümlelerini okumamız gerektiği kanısındayım: “Herşeyin bir sebebi vardır. Bir şeyin sebeplerini terk etmek ve zıddıyla meşgul olmak, gidiş yolunu tersine çevirmek demektir. Tevbeden murat da budur.”

İşte burada geçen ‘zıddıyla meşgul olmak’ ifadesi, yukarıdaki gıybet bahsiyle birlikte okuyunca, bana, “Bir günah terapi metodu olarak duayı kullanabilir miyiz?” sorusunu sorduruyor. Zira yine kardeşlikle ilgili bir bahiste bir kalpte iki zıt duygunun aynı anda bulunamayacağını belirten Bediüzzaman’ın bu dua vurgusunu, iki zıttın çarpıştırılması olarak anlamak aklıma geliyor.

Örneğin; gıybetini etmekten bir türlü kurtulamadığınız ve bunun dilinizde bir alışkanlık haline geldiği bir insan hakkında dua etmeniz, kalbinizde iki zıt hissin çarpışmasını sağlayabilir: Sevgi ve nefret... Sıkıntıda olan başka bir kavme dua etmeniz yine birbirine zıt iki duyguyu boğuşturabilir: Kardeşlik ve asabiyet...

Bu iki duygu arasındaki kapışma, birisinin diğerini zayıflatmasıyla sürüp gidiyor. Ve belki de gıybeti edilen bir şahsa hemen arkasından yapılan dua da böylesi bir tedaviyi arkasından getiriyor: “Kötülüğünü istedin, iyiliğini de iste...”

Bence bu yönüyle duanın psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabilmesini sağlayacak önemli bir yönü var. Zaten alışkanlık haline gelmiş günahlar da nefsî veya psikolojik rahatsızlıklarımızın getirisi. Böyle kurtulamadığımız günahlardan dua vesilesiyle—zıt hisleri tokuşturma anlamında faydalanarak—kurtulmamız, en azından hissi tabanının üzerine yürümemiz iyi bir yöntem. Bu terapi tarzına hepimizin ihtiyacı var. Ki işte hayata fakr penceresinden bakmanın bir getirisi de budur: Tedaviye talip olma...

31 Mayıs 2013 Cuma

Şuurdan akıla...

Bir önceki yazımızda fakr üzerine bir miktar konuşmuştuk. Oradan devam edelim istiyorum. Yazıya yapılan yorumlar içerisinde birisi, bana Yedinci Söz’deki ‘fakrın tezyidi’ meselesini hatırlattığı için, ayrıca kıymetliydi. Üzerine birkaç gündür düşünüyorum.

Fakat ona gelmeden, ‘hatve’ kelimesi üzerine biraz konuşalım: Hatve, sözlüklerde bulduğu karşılık üzere; ‘mertebe, basamak’ demek. Zaten Bediüzzaman’ın, dört hatvesini anlattığı bölümde kıyas aracı olarak kullandığı letaif-i aşere ve nüfus-u seb’a da böylesi basamaklı terbiye metotları. Bu kıyaslamadan da Bediüzzaman’ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür için bir merdiven sistematiği (veya bence çark) düşündüğü anlaşılıyor. Bu noktadan hareketle; hatveleri birbirinden ayrı yürünecek yollar gibi algılayanlar varsa hâlâ içimizde (ki ben de bir zamanlar böyle algılardım) onların kafalarındaki bu tasavvurun bir sağlamasını yapmaları lazım.

İkincisi; bu aşamalardan üçüncüsü olan şefkati anlamada düştüğümüz hata. Burada şefkatten kastedilen Cenab-ı Hakkın şefkatini farketmek/keşfetmek iken, bizde nedense bu ‘varlığa şefkatli davranmak’ olarak açıklanıyor. Şefkat yolunun gereği olarak da ‘şefkatli olmak’ bir davranış modeli olarak sunuluyor. Bu model elbette yanlış değil, ama eksik: Zira bu şekilde anlaşıldığı zaman bir sonraki adım olan tefekküre nasıl geçilecek, bu hiç sorulmuyor. Öyle ya; şefkati, yalnız şefkat göstermek olarak anlayan birisi ondan kendisinin muhtaç olduğu bir tefekkür devşirebilir mi? Bu yazılanları daha iyi anlamak için Yirmialtıncı Söz’ün Zeyl’ini okumanızı tavsiye ederim.

Şimdi, fakra geri dönelim. Bu yazıda, size aslında fakr ve psikoloji üzerinden birşeyler anlatmak istiyorum. Ki bu meselenin özü de arkadaşlarla konuştuğumuz birşeyden besleniyor.

Din adına psikolojiyi dışlama, küçük görme meylinde olan bir zümre var. Bunların ortak iddiası: Eğer dinin hakkı verilirse, psikolojiye gerek kalmaz merkezinde. Altını bir türlü dolduramadıkları bu fikri, bir slogan şeklinde savurup duruyorlar. Evet, ben de bunu reddetmiyorum: Eğer din hakkı verilerek işlenir ve yaşanırsa bence de modern psikolojinin üstünde birşeyler yapabilir. Fakat bunu yapması için psikolojiyi hepten dışarıda bırakması gerekmez. Doğu da batı da Allah’ındır. Bilgi zaten topyekün Allah’ındır. Ve hikmet müminin yitik malıdır. Islahı düşünülebilir, ama reddi düşünülemez.

Mesela Bediüzzaman’ın Risaleler içerisinde altını çizdiği ve ahirzamanın tebliğ metodu olduğunu belirttiği ‘aynı günahın içinde cezasını göstermek’ tarzı, bugün psikolojiye mi daha yakındır; yoksa dinî tedrisat yapan vaizlere, hocalara mı daha yakındır? Bu soru bana sorulacak olsa cevabım kesinlikle; “Psikolojiye daha yakındır” olacaktır. Zira psikoloji ahirete yaşadığı körlük nedeniyle sorunlu davranışları veya düşünceleri bugünden hareketle tedaviye çalışırken, vaizlerimiz ahirete vurgulu bir tebliğle bunu yapmaya çalışırlar. Nefsin unutkanlığı nedeniyle de bu tarz sorunları olanlar daha çok psikologlara gitmeyi tercih etmektedir. Olayı bugünde çözmek damarı onlarda daha kuvvetlidir çünkü. Bunda yadırganacak birşey yoktur.

Evet, din hakkıyla yaşansa her sorumuzu çözmeye yeterlidir. Ama din, tüm kuşatıcılığı ile yaşanırsa, bu yeteneğe sahiptir. Aksi takdirde bizim eksik nazarımız, uygulamaya da sirayet eder ve öğreti eksik kalır.

İmam-ı Gazalî, tevbenin ilimle olan ilişkisine büyük vurgu yaptığı Tevbe Risalesi isimli eserinde onun tarifini yaparken şöyle bir ifade kullanır; “Tevbe, günahı terketmektir. İnsan, ancak tanıdığı birşeyi terkeder.” İşte ben, biraz da bu sözden cesaret alarak diyorum ki: Bugünün psikolojisi, vaizlerimizden daha fazla günahları ve nedenlerini anlamaya konsantre olduğundan onu daha iyi tanır ve tedavisini başarır. Vaizlerimiz nakilden başka kendi tefekkürlerinden bir insan bilgisi üretemediklerinden (veya üretenler az olduğundan) bu yönleriyle eksik kalırlar. Kalmaya da mahkûmdurlar.

İşte bu noktada fakr, bize, dünyaya bir muhtacın gözüyle bakma; her nesnede veya olayda kendi aczine kadar uzanan yollar kurma; dünyayı ve vahyi, ötesinde yaşanan ve nefsini unuttuğu bir düzlemde değil; bizzat kendisini tedaviye çalışan bir hekimin eczahanesi olarak görmeye başlamakla bahsi geçen yaramızı giderebilir. Zaten Bediüzzaman da fakrın işaretini aldığı ayet olarak Haşir sûresinin ondokuzuncu ayetini gösterir ki, meali şöyledir: “O Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.”

Yani insanın kendisini muhatap olarak unutması, hasta olarak unutması, talebe olarak unutması, Allah’ı unutmuş olduğunun bir delilidir. Fakr ise bunun tam tersine çalışmaktır: Her karşılaştığı sorunda, olayda, ikramda veya nimette ilk tedavi edilen, ilk ihtiyacı karşılanan, ilk ikramda bulunulanın kendisi olduğunu düşünmekle sıradanlığı kırıp, varlık, sanki Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir öteki dilmiş gibi onla muhatap olmaktır. Tedavi edilenin aslında kendisi olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini kabul etmekle hasta şifa bulabilir. Bütün tedavilerin ilk adımı budur: Tedaviye ihtiyacı olduğunu kabul etmek. Biz de kainatla bir muhtacın açlığı içinde muhatap olursak, ondaki şefkati görüp ondan tefekkürler devşirebiliriz.

Fakrın tezyidi meselesine giremedim. Belki diğer yazıda konuşuruz. Bir küçük dokunup kaçayım. Yukarıda konuştuğumuz gibi; tedavi, eğer hastanın hastalığını kabul edip hekimin bu yüzüne yüzünü dönmesiyle mümkün oluyorsa, o halde hastalığın tezyidi (fazlalaştırılması) bir yönüyle daha çok şifa bulmak değil midir? Ancak burada tezyid ihtiyaçlarının en ince kuytularına kadar girip, onları keşfedip, onlardan Cenab-ı Hakkın marifetine yollar, köprüler kurabilmek olarak anlaşılmalıdır. Varlıktan esmaya uzanan yollara bedel, duygulardan da şe’n-i İlahiyeye uzanan yollar vardır. Yoksa “Arabamı satayım, evimi satayım, Allah’a daha çok ihtiyacım olsun” gibi kaba, kuru bir algı bu yazının muradı değildir. Fahredilen fakirlik, nimet içinde bile olunsa, o nimetlere muhtaç olduğunun şuurunda olmaktır. Acz ve fakr şuurdur, tefekkür akıldır.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir yaşam açısı olarak: Fakr...

“Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce...” Âlak sûresi, 6-7

Bir önceki yazımızdan devamla biraz daha fakr’ı konuşalım istiyorum. Benim fakr’ı konuşmaya olan ihtiyacım, aslında biraz kendi cehaletimden kaynaklanan bir açlık dolayısıyla. Mevcut izahlarda fakr’ın daha pasif ve hissî yorumlandığını görüyorum. Bu, beni rahatsız ediyor. Çünkü o soyutluk içinde fikrimin elini hiçbir yere koyamıyorum. Tefekküre kapı açılmıyor.

Fakr’ı anlamak, biraz daha pasif bir düzlemde, insanın yalnız kendi özünü anlaması olarak algılanıyor bizde. “Aslında Allah’a çok muhtaç canlılarız!” tesbitiyle böylesi değerlendirmeler nihayet buluyor. Daha ötesi? Daha ötesinde ayaklarımız yürümüyor, çünkü bundan sonrası yalnız ‘muhtaçlığın hatırlanması’ ile ilgili birşey. O kadarcık. Ben bu soyutluktan korkuyorum. Soyutluktan marifet devşirmek, amel çıkarmak çok güç. Çünkü soyutluk, mana aile aynı anlama gelmez. Soyutluk, bir tür tarif güçlüğüdür. Tarif edilemezliktir. Mana, o değildir. Mana, tarifin kendisidir.

Bir kere fakr’ı kendisinde başlayıp kendisine biten bir terim/yol olarak düşünmek, Risale-i Nur’un mesleğini dört esas içinde ders alanların rahatsız olacağı birşey olmalı. Benim külliyatın genelinden sahip olduğum kanaate göre; acz’de başlayan yolculuk fakr’a, oradan şefkate, oradan da tefekküre varıyorsa bu çark dönüyor. Yoksa dört esasın ayrı ayrı yürünmesi ile o mesleğe sahip olunuyor değil.

“Nur talebesi aczini bilecek. Nur talebesi fakr’ını bilecek. Nur talebesi şefkatli olacak. Nur talebesi tefekkür edecek...” Mesele bundan ibaret değil. Aslında Nur talebesi, aczini bilmekle başlayan yolculuğunu tefekküre kadar yaşarsa, kendi seyr-i sülûkunu bir devir tamamlamış oluyor. Bunlar başlıbaşına yollar, ayrı ayrı koridorlar değil. Birbirini tamamlayan süreçler. Birinde kalmak, yolda kalmak gibi.

Bediüzzaman’ın, sonu ibadetlere/fiillere (iltica, istinat, itimat, istimdad, istiğfar, tesbihan olmak) varan yolculuğu başlatırken acz’de ‘bilmek’ ve geri kalanda ‘görmek’ kelimesini kullanması, süreçlerin aslında tefekkür tetikleyici olduğunu düşünmemizi öğütler gibi: “... ‘aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Bu noktada şunu da anlıyoruz ki; ibadetlere varan yol, yalnızca ibadetlerin emredilmesi ve bizim işitmemizle ilgili değil. İbadetlerin yukarıdaki bir süreçten geçmekle ‘ihtiyaca’ dönüşmesi söz konusu. İmam-ı Gazalî’nin Tevbe Risalesi’nde (Etkileşim Yayınları) söylediği şu cümle çok anlamlı: “Şayet bir hareketin yapılmasında veya terk edilmesinde şu anda veya ileride bizim için takip edilen bir fayda yoksa, o fiille meşgul olmanın bir manası yoktur. O fiili bize biri vacip kılsın veya kılmasın fark etmez.”

Ben, Üstad Hazretleri’nin külliyatın içinde, özellikle hayatı nasıl tefekkür ettiğini anlattığı yerlerde, bu fakr dersini verdiğini düşünüyorum. Bir önceki yazımızda altını çizdiğimiz, dünyaya ‘veren’ gözüyle değil, ‘alan’ gözüyle bakmanın; Bediüzzaman’ın, hayatını ele alışında nasıl bir bakış açısına, tefekkür yöntemine dönüştüğünü idrak ediyorum.

Daha telif ettiği eserler konuşulurken kendisini ‘en çok muhtaç olan’ olarak zikretmesi, kâinata bu gözle baktığının en büyük delili. Ve fakr mesleğinin de nasıl bir meslek olduğunun temel taşı: “Her ne yapıyorsanız yapın hayır namına, veren el siz değilsiniz. Veren el olduğunuzu düşünüp üstünlüğü kendinizde saymayın. Alan el olduğunuzu farkedin. Ki aslında insan her zaman alan eldir. Üstün olan Allah’tır.” Bu noktada Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları romanındaki şu cümlesi ne kadar anlamlı geliyor bana: “İnsan, dünyada diğer insanların fedakârlığına nasıl muhtaçsa, öteki insanlara karşı fedakârlık etmek ihtiyacı da bazı aynı şiddette oluyor.”

Özetle söylemek istediğim şey şu: Fakr mesleğini mesleğiniz sayıyorsanız, dünyaya asla veren el olduğunuzu düşünerek bakmayacaksınız. Meseleleri veren el sizmişçesine yorumlamayacaksınız. Sizin elinizle insanlara sunulan isterse cennet olsun, o cenneti sizin elinizle sunmakla aslında en büyük bağışın size yapıldığını idrak edeceksiniz. Alan el kalacaksınız.

Aczinizi bilmek, onu verenin aslında siz olmadığınızı bilmenizi sağlayacak. Fakr’ı görmek verilenlerden birinin de siz olduğunuzu anlamanızı sağlayacak. Kainata karşı şefkatli olmak değil yalnız; Allah’ın size şefkat ettiğini, size şefkat edildiğini farkedeceksiniz. Bu tetikleyici, sizi, “Bu ihsanın size bağış olan yönü nedir? Bu nimet sizde neleri tamir etmek için verildi?” onu araştırmaya sevkedecek. Bu açlıktan bir tefekkür devşireceksiniz. Ortaya ya bir ilim ya bir ibadet çıkacak. Ve bu sizin gıdanız olacak. Sanki o dört esasın bize verdiği ders, Hz. Mûsa aleyhisselamın Kur'an'da geçen duası: “Rabbim, doğrusu; bana vereceğin her hayra muhtacım.”

21 Mayıs 2013 Salı

Tebessüm, kime sadaka?

Benim namazla hukukum aslında eskidir. İlkokul yıllarından itibaren dönem dönem başlamış ve bırakmışımdır. Ta ki, yirmi yaşıma kadar... Yirmi yaşımda, bir manevî sarsıntı neticesi açlıkla sarıldığım seccade, değil yalnız ahiretime umut, dünya hayatım için de kurtuluş olmuştur. (Huzurundan umut kesilmeyen Allah’a hamdolsun.) Bu kurtuluşun/umudun detayları bir tarafa, o günlere dair analizlerimi konuşmak istiyorum bu yazıda sizlerle. Geçmişte neyi yanlış yaptığımı, yirmi yaşımda ise neyi doğru anladığımı tartışmak istiyorum. Hem böylece belki, fakr’a dair bir sır da bize nazar edecek, inşaallah. Muvaffakiyet Allah’tan ve hamd her zaman Ona.

Şimdi, geçmişime geri dönelim: İlkokulun masumiyeti, ortaokul ve lisenin saf taklitçiliği içinde uyanamadığım şey neydi ki; ben, defaatle başladığım namazlarımı birkaç ay sonra nedametsiz bırakıyordum? Öyle ya! Namazların kıymetini biliyordum. Ailemde kılanlar da vardı. Buna rağmen benim dünyamda nasıl bir eksiklik vardı ki; kıymetini bildiğim bir ibadeti hakkını vererek yapamıyordum?

Bunu çok sorguladım. Çünkü aynı Ahmet’in yirmisinden sonra namazlarına devam edişi, önceki sebatsızlığını anlamamı güçleştiriyordu. Yıllar sonra, aradığıma, Bediüzzaman’ın bir cevabında rastladım. Orada Üstad Hazretleri, özetle; “Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?” şeklinde sorulan bir suale şöyle yanıt veriyordu: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın.” O zaman jeton düştü kafamda: Ben o zamana kadar namaza muhtaç olduğumu ve bende birşeyleri tedavi ettiğini hiç düşünmemiştim!

Evet, bunu bir itiraf olarak değil yalnız, bu zaman müslümanlarının bir gerçeği olarak kabul etmemiz gerek: Bizim, daha küçük yaştan itibaren aldığımız dinî eğitim, ibadetleri/yasakları bize ihtiyaç olarak öğretmiyor, hissettirmiyor. Daha çok onları (affınıza sığınarak söylüyorum) bir bonus kazanma aracı gibi tarif ederek ve faziletlerine vurgu yaparak özendirmeye çalışıyorlar. Bu dünyadan uzak, ahirete dönük yüzünü anlatıyorlar.

Ve böyle bir tedrisat da en nihayet, ortaokul ve lise yıllarındaki Ahmet gibi “Cenab-ı Hakka hediye verir, hatta—haşa—Onun bir ihtiyacını karşılar gibi...” ibadetler yapmamıza neden oluyor. Risalelerdeki o sorunun beslendiği mantık, bu aslında. Bizim namaz başta olmak üzere bütün ibadetlerle ilişkimiz bu yönüyle sorunlu. Birşey bağışlar gibi, artı puan kazanmaya çıkmışız gibi yapıyoruz onları. Açlık çekerek değil. Bu, aslında modern insanın kendisine vehmettiği kusursuzluğa da bir kapı açıyor. Kusursuz insan, çevresi için ne yaparsa, bunu fedakârlık olarak yapıyor. İhtiyaç olduğundan değil. Her yaptığı bağış. Her yaptığı bonus.

Hatta bu gözle “Tebessüm sadakadır” hadisini bile tekrar bir izah etmemiz gerekiyor kendimize: Neşeli olmanın insanın bizzat kendi psikolojisine müspet tesirinin ispatlandığı bugünlerde, bu sadaka kimedir? Yalnız topluma yapılmış bir bağış mıdır? Yoksa insanın bizzat kendisinin de nasiplendiği birşeyler, tedavi olan ‘manevî yaralar’ var mıdır? Yani bu sadaka Allah tarafından, tebessüm suretiyle yapılan, sende bir ihtiyaç giderme midir? Yoksa sen muhtaç olmadığın halde (hâşâ) avantadan insanlara tebessüm mü sunmaktasın? İtiraf et nefsine: Bağışta bulunan mısın? Bağışta bulunulan mısın? Nasıl hissediyorsun ibadetleri yaparken kendini? Mesela zekatını verirken?

Bize yapılan her kudsî tavsiyeyi ve amel-i salihi bu gözle (yani ihtiyaç gözüyle) tekrar gözden geçirmemiz gerek. Yalnız farzları değil, sünnetleri de... Ki ancak böyle böyle onları ihtiyaçlarımız gibi açlık hissederek yerine getirebiliriz. Ekmeğe ihtiyaç, meyveye duyulan ilgiye benzemez. Ondaki ihlas, ötekinde yakalanmaz. Risale-i Nur’un mesleğinin bir esası da fakr’dır. Ben bu fakr’ı, biraz da, işte böyle ibadetlere/takvaya açlık hissetmek olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bonusları sonra düşünüp önce açlığa ve nedenlerine konsantre olmak... Ki bunun Ene Risalesi’ndeki ifadesi de şudur:

“Nübüvvet ise, ‘Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Nur mesleğinin fakr esasına dayanması, aslında insanın modern zamanlarda kendisine dayatılan ‘kusursuzluğu’ reddedip muhtaçlığına tekrar vurgu yapmasıdır bence. Kainata ‘veren’ olarak değil, ‘alan’ olarak temas ettiği noktaları itiraf edip açığa çıkarmasıdır. Girizgâhı itiraftır. Bu da bir tefekkür kapısıdır ve bu kapıdan girenler ibadetlerinde daha sebatkâr ve ihlaslı olurlar. Irvin Yalom’un da Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: “Tedavi, suçlamanın bitip kişinin sorumluluklarını kabul ettiği yerde başlar.”

14 Mayıs 2013 Salı

Bizim ideal okurumuz hangisi?

Bediüzzaman’ın, Barla Lahikası’nda geçen Mukaddeme başlıklı mektubunu okurken tekrar tekrar, yeni pencereler açılıyor zihnime. Bu pencerelerden bazısı kendi hayatıma dair oluyor. Bazısı kardeşlerimle paylaşmaya değer, daha genel şeyler. Onları dökmeden paylaşmaya çalışıyorum. Tabii kalemim döndüğünce. Muvaffakiyet ise her zaman Allah’tandır. Biz döktüğümüzden mesulüz. Toplayan Allah’tır.

Bu mektupta, birkaç yazıdır anlamaya/anlatmaya çalıştığım gibi, acayip sırlar var. Bir kere Hulusi ve Sabri ağabey üzerinden yapılan modelleme içinde nokta vuruşlu dersler var. Onlardan bir tanesini de—birazcık mesleğimle alakalı gördüğümden—burada yâd etmek istiyorum. Ki bu da ‘ideal okurluğa’ dairdir.

“İdeal okur senin kafanda nedir?” diye sorsanız, size şunu söyleyebilirim: İdeal okur, pasif olmayan okurdur. Bir yanıyla onu beğenen, hakveren; ama diğer taraftan Montaigne’nın Denemeler kitabında söylediği gibi yazarları da her zaman doğru söyleyenler olarak kabul etmeyen, sınayan insandır. Yazarın ismine veya titrisine mağlup olmayıp; hakikatin peşinde koşandır. Ki böylesi okurlar, yazarlar için çok kıymetlidir.

Neden mi? Çünkü böyle okurlar yazarı da geliştirirler. Garip bulmayın lütfen. Bu aslında editörlük mesleğinin de esasıdır. Editör, benim kanaatimce, bir yazarın sahip olabileceği en gıcık okurlardan birisini temsil eder. Yazarı bir taraftan beğenirken, diğer taraftan onun okurunun karşısına daha kemalde çıkması için çaba harcar. Mevcut kusurlarını en önce o yüzüne çarpar, sorular sorar ve bu sayede yazar, geniş kitlelerin karşısına çıkarken metinlerini sınamış olur. İyi yazarlar, iyi editörlerin kıymetini bu yönüyle bilirler ve takdir ederler. Kötü yazarlar ise belki onlardan rahatsız olurlar.

Şimdi, bu uzun girişin ardından aynı mektuba tekrar dönüyorum. Ama bu sefer, Bediüzzaman’a Bediüzzaman olarak bakmadan. Onu sadece bir yazar olarak görerek... Hulusi ve Sabri ağabeylere ise üzerlerine giydirdiğim tarihsel kimliğin dışında sadece bir okur giysisi giydirerek. Bu gözle bakıyorum yazılan metne. Ve görüyorum: Bir yazar, iki okurunu, sahip oldukları meziyetlerden ötürü takdir ediyor.

Mesela daha başlarda diyor ki yazar: Bu iki okurumun ciddiyetleri, gayretleri ve iştiyakları sayesinde eserlerimin bir kısmını telif ettim. Benim başlarda da altını çizdiğim; bir okurun, bir yazarın düşünce dünyasına sorularıyla/yorumlarıyla neler katabileceğinin altını çiziyor Bediüzzaman adeta. Ve devam ediyor: “Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

İşte bu cümlede, Bediüzzaman, bir müellif olarak, ideal bir okur profilinin nasıl olması gerektiğini tarif ediyor kanaatimce. Talebelik, kardeşlik ve arkadaşlık dediği üç şeyin—bence tek tek değil, tamamının birden bir okurda—bulunmasıyla okurun asıl okur haline gelebileceğinin altını çiziyor. Peki, bu okur türlerinin detaylarında neler var:

Bence ‘talebe okur’ başlığının izahı olan birinci hassada (26. Mektup’tan bu noktada destek alıyorum) Bediüzzaman, telif ettiği birşeye sevinmelerini, şükretmelerini, kendileri yazmış gibi mutlu olmalarını talebe okurluğa bir delil olarak gösteriyor. Bu okur türünün genel özelliği olarak da ‘yazarın manevî varisi gibi’ davranmayı örnek veriyor. Ki bence manevî varislik, talebeliktir. Bediüzzaman’ın manevî âl-i beyt tarifi de buna yakındır. Öğrenmeye odaklıdır.

İkinci hassa başlığı altındaki tarif ise daha çok ‘kardeş okur’ tanımının altını dolduruyor. Burada artık teliflere sevinmek üstünde ‘bir yaşam amacı olarak, o kitapta geçen güzellikleri insanlara nakletmeyi seçmek’ belirleyici özellik. Bu noktada artık eser ile arasında vazife-i fıtriye türünden organik bir bağ kuran okur, elçiliğin peşinde. Ki bence kardeşlik de böyle birşeydir. Hadisin tarifiyle; kendisi için istediğini mümin kardeşleri için de isteme hali... Yaşamasa da taşıma hali.

Üçüncü hassa ise bence ‘arkadaş okur’ şablonuna uyan bir tarifi kapsıyor: Burada artık kitabın içinde yer alan okur, o kitabın müellifini kendisinden üst ve ötede görmeyerek, birebir dersi içselleştirip, ilk ders alması gerekenin kendisi olduğunu fark ve kabul ediyor. “Aynı hissiyatla mütehassıs olmak” diye metinde ifade edilen bu hal, artık kuru okumanın da ötesinde bir nevi müellifle arkadaş olma hali... Belki empati.

Ben buradaki ifadelerle 26. Mektup’taki dost, kardeş, talebe tariflerinin büyük çapta uyuştuğunu düşünüyorum. Yalnız arkadaş ve dost başlıklarını farklı konumlandırıyorum. Bence Bediüzzaman ‘dost’ ifadesini, daha genel, arkadaş ifadesini ise daha özel bir alanın tarifi için kullanıyor. Ama en nihayetinde bence burada modellenen üç okur tipi var ve Bediüzzaman tek tek bunlardan birisi gibi olmamızı değil; hepisinin birden meziyetlerini taşımamızı istiyor üzerimizde. Zaten Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına külliyat içinde yer vermesinin gerekçesini de bu sözlerle ifade ediyor: “... bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

Risalelerin bizden beklediği sadece sevinme, sahiplenme değil; sadece yaymaya çalışmak da değil. Bunların dahil olduğu bir süreçte aynı zamanda dersleri içselleştirmek, bir nevi müellifin arkadaşı haline gelmek. Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi sormak, sorgulamak. Ders vermekle beraber, ders de almak... Yani Üstad Hazretleri, okurlarının sadece mürit gibi davrandığı bir düzlemde mutlu olmuyor. Onların hem talebesi, hem kardeşi, hem de Kur’an huzurunda arkadaşı gibi olduğu bir zeminde ‘idealini’ tarif ediyor. Böylesi okurlar istiyor. Peki biz şimdi kendi okurluğumuza bakalım? Biz hangisiyiz? Talebe mi? Kardeş mi? Arkadaş mıyız? Yoksa, hiçbiri mi?

Not: Üstadın bu talebe, kardeş ve arkadaş tariflerini bir de şu hadisin eşliğinde okumanızı istirham ederim: “Allah’ın beni kendisiyle gönderdiği hidayet ve ilmin misali bir toprağa inen şiddetli yağmurun misalidir. Tertemiz olan o toprağın bir bölümü suyu kendine çeker, onda birçok bitkiler ve birçok otlar yetişir. Sert olan bir bölümü ise suyu tutar, Allah onunla insanları faydalandırır. Zira oranın suyundan içerler, tarlalarını sularlar, hayvanlarını otlatırlar. Yağmur suyunun bir bölümü de çöl olan başka topraklara yağar, orada ne bir su tutulur ve ne de bir bitki biter. Allah’ın dininde derin bir anlayış sahibi olan, Allah’ın beni kendisine gönderdiği şeyin kendisine fayda verdiği, öğrendiği ve öğrettiği kimse ile bu sebeple başını bile kaldırmayan ve kendisi için gönderildiği ilahi hidayeti kabullenmeyen kimsenin misali işte budur.”

30 Nisan 2013 Salı

Risale-i Nur: Bitiş mi, başlangıç mı?

Yine aynı mektupta takılıyım. Bediüzzaman’ın, talebeleri; Sabri ve Hulusî ağabeylerin mektuplarını neden Risale-i Nur külliyatına kattığına dair izahlarda bulunduğu, Mukaddeme isimli, o mektupta. Geçmek istiyorum, geçemiyorum. Bırakmıyor sanki. O zaman farkediyorum: Barla Lahikası’ndaki bu mektubun kendisinden birkaç sayfa önce yer alan ‘Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ ile bir irtibatı var. Belki küçük birşey, ama kıymetli birşey. İlgili bölümün ikinci işaretine gidiyorum. Orada da Bediüzzaman yine bu iki talebesinin ismini anıyor ve onların nezdinde inayet ve keramet arasındaki mühim bir farkı öğretiyor bizlere:

“Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti” diyor mesela orada. Ve birkaç cümle sonra şöyle devam ediyor:

“O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir.”

Yedinci Risale olan Yedinci Meseleye dair yazdıklarımızı hatırlayanlar, bu noktada aldığımız dersi de hatırlayacaklardır. Üstad Hazretleri orada ‘Benim Rabbim’ bilgisinden kendi adına bir keramet keşfi yapmak yerine, bunu öteliyor ve ‘Âlemlerin Rabbi’ bilgisine yönelerek tabloya daha geniş bakılmasını öğütlüyordu. İşaretler boyunca yaptığı vurgu buydu. Ve küçük daireye bakıldığında görülen kerametken, geniş daireye bakıldığında görülen inayet oluyordu. Bediüzzaman tekrar tekrar bu nüansı zikrederek mezkûr meseleyi bitiriyordu. Yunus sûresinin 58. ayetini böyle tefsir ediyordu.

Şimdi, bu kısmı hatırladıktan sonra, tekrar Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına neden külliyatın içinde yer verildiğini anlatan metne dönüyorum. Burada da Üstad sanki önceki metinde ilk işaretini verdiği meselenin şerhini yaparak izahını inayet eksenine oturtuyordu. Burada saydığı beş sebepten birincisi (ki; “Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır” cümlelerinden oluşmaktadır) yine önceki meseleyle irtibatlı olarak külliyatın yalnızca Bediüzzaman’ın telifi değil, kollektif bir şuurun ve vicdanın talebi ile ortaya çıktığının delili oluyordu. Yani Bediüzzaman, eserlerini tek başına yazdığını düşünmüyordu. Bu nedenle de kerameti olarak kabul etmiyordu. Onlar, geniş çerçevede, bir inayet-i ilâhiye olarak kitlelerin katılımı ve duası sonucu Allah’ın lütfu olarak ortaya çıkmışlardı.

Ve belki lahikaların külliyatın içinde yer almasıyla bize verilen ders de buydu. Risale-i Nur tek müellifinin dar-ı ahirete göçmesiyle bitmiş değildi. Risale-i Nur, onun ekseninde bilgi üretilmeye, yazılmaya, çalışılmaya devam ettikçe kendisini geliştirecek bir Kur’an tefsir metoduydu. Yeter ki; talebelerinin (Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi) beş sebepte belirtilen hasletleri olsun. Bu beş sebebin emanetçiliğini yapanlar; yeni nefesler, şerhler, izahlar katarak Kur’an’ın bostanından terütaze meyveler koparabilirdi. Risale-i Nur, bu yönüyle bitmiş bir kitap değil; başlamış bir ekolün ilk emeğiydi. Hiç bitmeyecek bir külliyatın adıydı. Ve hepsinden önemlisi: Risale-i Nur kitap değil, ekoldü. Lahikalar, talebelerin mektuplarını bağırlarına basmalarıyla bize bu sırdan da haber veriyorlardı.

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...