Yazmak, üzerinde oyalanmaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan, yazdığı şeyi daha sanatlı hale getirmez/getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz/sanal bir düzeyde dahi yaratamaz. Üzerinde oyalanmasıyla onda derinleşir. Oyalanmak dua yerine geçer. Dua eğleşmeyi dikkate dönüştürür. Toprak, kaşıkla bile olsun, kazmaya müsaittir. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Gün gelir insanı da bağrına basar. İnsan, zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olan malum olan değildir her zaman.
Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.
Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.
Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...
Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"
Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.
Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.
Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.
İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.
Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?
27 Ocak 2016 Çarşamba
23 Ocak 2016 Cumartesi
Bediüzzaman meşrutiyeti neden savundu?
"Hakikatli bir lâtife: Sultan Süleyman Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: 'Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.'" Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.
'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.
Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?
Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.
Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.
İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:
Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.
Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.
Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.
Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:
Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.
Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.
'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.
Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?
Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.
Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.
İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:
"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ...
İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.
Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş."
Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.
Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.
Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.
Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:
"Meşrutiyeti meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki ağrazına siber etmekle lekedâr etsin. Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. (...) Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola."
Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.
Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.
19 Ocak 2016 Salı
Kalp neden arş gibidir?
"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.
Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:
Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.
İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.
İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.
İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."
Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.
Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.
Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?
Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:
"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."
Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.
İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.
İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.
İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."
Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.
Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.
Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?
15 Ocak 2016 Cuma
Allah ilgisiz olur mu?
Bugün biraz daha örnekli bir şekilde ‘şuunat marifeti’nin ‘esma marifeti’nden daha üst ne gibi kazanımlar sağladığını konuşmak istiyorum. Ancak, üzerinden güç ve meşruiyet alabilmem için, serinin bir önceki yazısının kilit cümlesini hatırlatmaya ihtiyacım var: "Kanaatimce; şuunat tefekkürü/marifeti isimler ve fiiler arasında daha kolay geçiş yapabilmemizi ve onları tevhid bayrağı altında daha kolay toplayabilmemizi sağlıyor."
Bu iddiaya Risale metinlerinden bulduğum dayanakları ve onlardan yaptığım çıkarımları “Şuunat tefekkürü neden önemli?” başlıklı yazımda paylaşmıştım. Merak edenleri mezkûr yazıya havale ediyor ve yenisinde şuunatın bize farkındalığını kazandırdığı ‘ilgi’nin sorunlarımızı nasıl çözdüğünü konuşmak istiyorum. Tevfik Allah’tan. Teşebbüsüm sırasında konu mankeni olarak da deizmin sorunlu/eksikli ilah tasavvurunu kullanacağım.
Mevzua şuradan girelim: Biz kişoğlunun/kızının birşeyde ‘kaliteli’ olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi baba/anne olmuş kişiler var karşımızda. Bu kişilerin fiilin sahibi olması sırf meselenin biyolojik yanıyla ilgilidir. Peki ruhi boyutuyla? İnsaniyetimizi oluşturan diğer parçalar açısından? Kalbimiz açısından? Bu insanları iyi birer ebeveyn olduklarını bize ne söyler? Öncelikle ‘ilgileri’ öyle değil mi? Yani bu insanlar biyolojik varoluşundan öte/aşkın bir ilgiyle çocuklarına bağlılarsa, bakıyorlarsa, koruyorlarsa, ilgileniyorlarsa hakikaten gözümüzde anne/baba olurlar. Yoksa sadece ‘anne/baba’ ismine sahip olmak hakkıyla ‘anne/baba’ olunduğunu söylemez. Garanti etmez. Ebeveynliğin şanına yakışır bir ilgi mutlaka eylemin devamı olmalıdır. Ötekisi zalimlik olur. Ebeveynlik de durum böyle olduğu gibi evlilik de böyledir. Evliliğin ömrü ilgidir.
Deizm, bildiğiniz gibi, bir ilahın varlığıyla sorun yaşamayan ancak vahiy/nübüvvet gibi alanlarda sorunları olan bir inanç biçimidir. Wikipedia tanımını da şuracığa yapıştırayım ki daha entelektüel gözüksün: "Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu, dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır."
Peki deizm bu sorunu neden yaşıyor? Kanaatimce problem biraz da deizmin ‘şuunat tefekkürü yoksunluğu’ndan. Akıl merkezli olduğu için insanın diğer parçalarını ve bu parçaların marifet türlerini inkâr ediyor veya hiç sezmiyor deizm. Mesela: Kalp genişliğinde bir marifet deizme yabancı. Tefekkürüne duygularını katık edemediğinden Allah’ın şuunatını da sezemiyor. Halbuki insanın duyguları Allah’ın şuunatını anlamak için bahşedilmiş eşiklerdir.
Yani deizmin aklı şuunata çıkabilecek kadar yüksek bir marifet açısına sahip olmadığından dolayı 'yaratış' ile 'konuşma' arasındaki ilgiyi göremiyor. Helalleri/haramları gerektirir bir Rububiyet alakadarlığını derkedemiyor. Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin başında vurgu yaptığı: "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." hakikati deizmin kestirebileceği bir sonuç değil. Peki Bediüzzaman bu ilgiyi nasıl kuruyor? Önce küçük bir alıntı:
"Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır..."
Yolun taşlarını tek tek döşeyelim: Eserdeki ‘hikmet’ bize ‘hikmet gözeten’ ve dolayısıyla 'ne yaptığını bilen' bir ilahın varlığından haber veriyor. Nasıl? Herşey bilinmeden yapılan birşeyin herşeyle böylesine uyumlu olması mümkün değil. Uyum olmazsa hikmet de olmaz. Zaten hikmet çoğu zaman aklın sezdiği bir yerliyerindeliktir. Yani, eylenenin diğer eylenenler ile, içinde yeraldığı büyük resimle yakaladığı uyumdur. Bu uyum bir bilgiden gelir. Hayırla bu açıdan bir kardeşliği vardır hikmetin. Hayırlı olan aynı zamanda hikmetli olandır. Hikmetli olan da hayırlıdır. "Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." buyuran Bakara sûresi bize kardeşliği fısıldar.
Bu noktaya kadar deizmin de bir sorunu yok. Herşeyi yaratanın bir olduğunu ve epey de bilgili olduğunu 'akıllı tasarım' gibi başlıklar altında deizm de savunuyor. (‘Herşeyi bilen’ demiyor ama buraya dikkat!) Hem de modern bilimin verilerini kullanarak yapıyor bu işi. Fakat İslam’ın şuunat tefekkürüyle başardığı bir geçişi deizm başaramıyor. ‘Yapmanın bilmekle’ olan ilgisini kuruyor da ‘bilmenin konuşmakla’ olan ilgisini kuramıyor. ‘Bilmeksiz bir yapma’nın ‘ilgisizlik’ anlamına gelmesi gibi ‘konuşmasız bir bilme’nin de ‘ilgisizlik’ manasını kastettiğini çözemiyor. Evet. Eşine ‘neyi sevdiğini bilmeden hediye almak’ bir parça ilgisizlikten haber verdiği gibi ‘neyi sevdiğini bildiği halde almamak’ da bir tür ilgisizlikten haber verir. İnsansa kendisiyle konuşulmasını sever.
Bu kuramayıştan dolayı da vahyi ve nübüvveti inkâr ediyor. İbn-i Arabî kuddise sirruhun Fahrüddin-i Razî rahimehumullaha mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesi tam da bugün deizmin yüzüne çarpılmaya hazır bekliyor.
Yalnız, es geçmeyelim, tembellere tatlı gelen bir yanı var deizmin: İnsana yüklediği sorumluluk yok. (Vahiy olmadan nasıl sorumluluk olabilir ki?) Böylece deistlerin dünyasında entelektüel bir uğraş olarak Allah varolabiliyor ama onun emrine ve nehyine müteallik olan 'helal' ve 'haram' veya 'ibadet' gibi kavramlar huzurlarını kaçırmıyor(!)
Lakin, unutmayalım, nefis nerede haramzade bir özgürlük elde etse Allah tasavvurumuz orada bir yara alır. Çünkü fasıkane özgürlük kalbimizdeki Allah tasavvurunun sınırlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Yani insan kalbindeki Allah'ı ne kadar Allahlıktan çıkarırsa, kendince sınırlara hapsederse, o kadar nefsine alan açar. Fıskın ruha ödettiği meşruiyet bedeli budur. Alan açmanın en nihayeti büsbütün Allah'ı dünyanızdan silip yerine kendinizi geçirmenizle olur. Fakat onun küçüğü şekillerde alan açmalar her türlü sapkınlıkta vardır.
Deizm de mensuplarının hevasına bir özgürlük alanı açabilmek için bedel olarak Allah'ın kelam sıfatını seçmiştir. Evet. Yaptığı aslında bir sınırlandırmadır. Allah'ın mahlukatiyle kurduğu 'yaratma' ve 'bilme' türünden ilgileri kabul ederken, bu ilginin farklı bir şekli/rengi olan 'konuşma' ilgisini reddetmektedir. Deizmin Allah'ı, hâşâ, mahlukatına ilgisiz bir Allah'tır. Halbuki bu deizmin çelişkisidir. Yaratış bir ilgi belirtisidir çünkü. Yaratmak aslında bir ilgidir. O yaratışın gerektirdiği bilgi bir ilgidir.
Böylesine sonsuz bir yaratmak/bilmek ilgisiyle mahlukatına, yine tabir-i caizse, 'duyarlı' olan Allah neden 'konuşmamakla' bu duyarlılığın Ehadî sonsuzluğuna bir sınır koysundur? Haydi, insan aciz olduğundan, ilgi duyduğu şeylerle münasebeti ister istemez sınırlıdır. Ancak, hâşâ, Allah için böyle bir acizlik sözkonusu değildir ki. Allah bir noktada ‘sonsuz’ diğer bir noktada ‘sınırlı’ olursa Allah olabilir mi? Neden 'yaratmakla/bilmekle' bu derece ilgilendiği varlıklarla 'konuşmak' ilgisini terketmiştir? Doğruyu bulmak bu kadar zorken göstermeyi terketmiştir? Bu durum o sonsuz ilgiye bir nakise, bir sınırlandırış, bir problem alanı oluşturmaz mı? İşte bence mürşidimin şuradaki izahları şuunat tefekkürünün Allah marifetine yaptığı katkıdır:
"Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."
Bu yazıya sonuna kadar sabreden arkadaş, madem bu denli sabırlısın, okumakla elde ettiğini şunlarla da pekiştir:
"Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (...) Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak. (...) Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. (...) İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (...) En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır."
Evet. Elhamdülillah. Bunlardan herbirisi bize Allahlığın şanının bir parçasını öğretir. Ve Allah olana ilgisizlik değil ilgi yakışır. Çünkü Allahlık ‘kalitesizlik’ kaldırmaz.
Bu iddiaya Risale metinlerinden bulduğum dayanakları ve onlardan yaptığım çıkarımları “Şuunat tefekkürü neden önemli?” başlıklı yazımda paylaşmıştım. Merak edenleri mezkûr yazıya havale ediyor ve yenisinde şuunatın bize farkındalığını kazandırdığı ‘ilgi’nin sorunlarımızı nasıl çözdüğünü konuşmak istiyorum. Tevfik Allah’tan. Teşebbüsüm sırasında konu mankeni olarak da deizmin sorunlu/eksikli ilah tasavvurunu kullanacağım.
Mevzua şuradan girelim: Biz kişoğlunun/kızının birşeyde ‘kaliteli’ olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi baba/anne olmuş kişiler var karşımızda. Bu kişilerin fiilin sahibi olması sırf meselenin biyolojik yanıyla ilgilidir. Peki ruhi boyutuyla? İnsaniyetimizi oluşturan diğer parçalar açısından? Kalbimiz açısından? Bu insanları iyi birer ebeveyn olduklarını bize ne söyler? Öncelikle ‘ilgileri’ öyle değil mi? Yani bu insanlar biyolojik varoluşundan öte/aşkın bir ilgiyle çocuklarına bağlılarsa, bakıyorlarsa, koruyorlarsa, ilgileniyorlarsa hakikaten gözümüzde anne/baba olurlar. Yoksa sadece ‘anne/baba’ ismine sahip olmak hakkıyla ‘anne/baba’ olunduğunu söylemez. Garanti etmez. Ebeveynliğin şanına yakışır bir ilgi mutlaka eylemin devamı olmalıdır. Ötekisi zalimlik olur. Ebeveynlik de durum böyle olduğu gibi evlilik de böyledir. Evliliğin ömrü ilgidir.
Deizm, bildiğiniz gibi, bir ilahın varlığıyla sorun yaşamayan ancak vahiy/nübüvvet gibi alanlarda sorunları olan bir inanç biçimidir. Wikipedia tanımını da şuracığa yapıştırayım ki daha entelektüel gözüksün: "Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu, dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır."
Peki deizm bu sorunu neden yaşıyor? Kanaatimce problem biraz da deizmin ‘şuunat tefekkürü yoksunluğu’ndan. Akıl merkezli olduğu için insanın diğer parçalarını ve bu parçaların marifet türlerini inkâr ediyor veya hiç sezmiyor deizm. Mesela: Kalp genişliğinde bir marifet deizme yabancı. Tefekkürüne duygularını katık edemediğinden Allah’ın şuunatını da sezemiyor. Halbuki insanın duyguları Allah’ın şuunatını anlamak için bahşedilmiş eşiklerdir.
Yani deizmin aklı şuunata çıkabilecek kadar yüksek bir marifet açısına sahip olmadığından dolayı 'yaratış' ile 'konuşma' arasındaki ilgiyi göremiyor. Helalleri/haramları gerektirir bir Rububiyet alakadarlığını derkedemiyor. Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin başında vurgu yaptığı: "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." hakikati deizmin kestirebileceği bir sonuç değil. Peki Bediüzzaman bu ilgiyi nasıl kuruyor? Önce küçük bir alıntı:
"Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır..."
Yolun taşlarını tek tek döşeyelim: Eserdeki ‘hikmet’ bize ‘hikmet gözeten’ ve dolayısıyla 'ne yaptığını bilen' bir ilahın varlığından haber veriyor. Nasıl? Herşey bilinmeden yapılan birşeyin herşeyle böylesine uyumlu olması mümkün değil. Uyum olmazsa hikmet de olmaz. Zaten hikmet çoğu zaman aklın sezdiği bir yerliyerindeliktir. Yani, eylenenin diğer eylenenler ile, içinde yeraldığı büyük resimle yakaladığı uyumdur. Bu uyum bir bilgiden gelir. Hayırla bu açıdan bir kardeşliği vardır hikmetin. Hayırlı olan aynı zamanda hikmetli olandır. Hikmetli olan da hayırlıdır. "Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." buyuran Bakara sûresi bize kardeşliği fısıldar.
Bu noktaya kadar deizmin de bir sorunu yok. Herşeyi yaratanın bir olduğunu ve epey de bilgili olduğunu 'akıllı tasarım' gibi başlıklar altında deizm de savunuyor. (‘Herşeyi bilen’ demiyor ama buraya dikkat!) Hem de modern bilimin verilerini kullanarak yapıyor bu işi. Fakat İslam’ın şuunat tefekkürüyle başardığı bir geçişi deizm başaramıyor. ‘Yapmanın bilmekle’ olan ilgisini kuruyor da ‘bilmenin konuşmakla’ olan ilgisini kuramıyor. ‘Bilmeksiz bir yapma’nın ‘ilgisizlik’ anlamına gelmesi gibi ‘konuşmasız bir bilme’nin de ‘ilgisizlik’ manasını kastettiğini çözemiyor. Evet. Eşine ‘neyi sevdiğini bilmeden hediye almak’ bir parça ilgisizlikten haber verdiği gibi ‘neyi sevdiğini bildiği halde almamak’ da bir tür ilgisizlikten haber verir. İnsansa kendisiyle konuşulmasını sever.
Bu kuramayıştan dolayı da vahyi ve nübüvveti inkâr ediyor. İbn-i Arabî kuddise sirruhun Fahrüddin-i Razî rahimehumullaha mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesi tam da bugün deizmin yüzüne çarpılmaya hazır bekliyor.
Yalnız, es geçmeyelim, tembellere tatlı gelen bir yanı var deizmin: İnsana yüklediği sorumluluk yok. (Vahiy olmadan nasıl sorumluluk olabilir ki?) Böylece deistlerin dünyasında entelektüel bir uğraş olarak Allah varolabiliyor ama onun emrine ve nehyine müteallik olan 'helal' ve 'haram' veya 'ibadet' gibi kavramlar huzurlarını kaçırmıyor(!)
Lakin, unutmayalım, nefis nerede haramzade bir özgürlük elde etse Allah tasavvurumuz orada bir yara alır. Çünkü fasıkane özgürlük kalbimizdeki Allah tasavvurunun sınırlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Yani insan kalbindeki Allah'ı ne kadar Allahlıktan çıkarırsa, kendince sınırlara hapsederse, o kadar nefsine alan açar. Fıskın ruha ödettiği meşruiyet bedeli budur. Alan açmanın en nihayeti büsbütün Allah'ı dünyanızdan silip yerine kendinizi geçirmenizle olur. Fakat onun küçüğü şekillerde alan açmalar her türlü sapkınlıkta vardır.
Deizm de mensuplarının hevasına bir özgürlük alanı açabilmek için bedel olarak Allah'ın kelam sıfatını seçmiştir. Evet. Yaptığı aslında bir sınırlandırmadır. Allah'ın mahlukatiyle kurduğu 'yaratma' ve 'bilme' türünden ilgileri kabul ederken, bu ilginin farklı bir şekli/rengi olan 'konuşma' ilgisini reddetmektedir. Deizmin Allah'ı, hâşâ, mahlukatına ilgisiz bir Allah'tır. Halbuki bu deizmin çelişkisidir. Yaratış bir ilgi belirtisidir çünkü. Yaratmak aslında bir ilgidir. O yaratışın gerektirdiği bilgi bir ilgidir.
Böylesine sonsuz bir yaratmak/bilmek ilgisiyle mahlukatına, yine tabir-i caizse, 'duyarlı' olan Allah neden 'konuşmamakla' bu duyarlılığın Ehadî sonsuzluğuna bir sınır koysundur? Haydi, insan aciz olduğundan, ilgi duyduğu şeylerle münasebeti ister istemez sınırlıdır. Ancak, hâşâ, Allah için böyle bir acizlik sözkonusu değildir ki. Allah bir noktada ‘sonsuz’ diğer bir noktada ‘sınırlı’ olursa Allah olabilir mi? Neden 'yaratmakla/bilmekle' bu derece ilgilendiği varlıklarla 'konuşmak' ilgisini terketmiştir? Doğruyu bulmak bu kadar zorken göstermeyi terketmiştir? Bu durum o sonsuz ilgiye bir nakise, bir sınırlandırış, bir problem alanı oluşturmaz mı? İşte bence mürşidimin şuradaki izahları şuunat tefekkürünün Allah marifetine yaptığı katkıdır:
"Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."
Bu yazıya sonuna kadar sabreden arkadaş, madem bu denli sabırlısın, okumakla elde ettiğini şunlarla da pekiştir:
"Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (...) Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak. (...) Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. (...) İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (...) En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır."
Evet. Elhamdülillah. Bunlardan herbirisi bize Allahlığın şanının bir parçasını öğretir. Ve Allah olana ilgisizlik değil ilgi yakışır. Çünkü Allahlık ‘kalitesizlik’ kaldırmaz.
13 Ocak 2016 Çarşamba
Şuunat tefekkürü neden önemli?
Yine ‘bana öyle gelen’ birşey. Elbette hiçbirinizi zannım ile esir alamam. Mürşidimin ‘şuunat’ marifetini ‘esma’ marifetinden iki mertebe yukarıda görmesine dair birşeyler karalayacağım. Becerebilirsem. Tevfik refikim olursa. Öncelikle bu çıkarımı nereden yaptığımı alıntılayayım:
"Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir."
Bu, çoğunuzun zaten bildiği, Risalelerde birçok kez karşımıza çıkan 'eser, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat ve zat' formülasyonu. Bir tefekkür pratiğinin özeti. Önce ‘eseri’ sonuç verecek ‘fiilin’ farkındalığını yaşıyorsunuz. (Nedensiz sonuç olmaz.) Sonra fiile bakıp fiili sonuç verecek failin farkındalığına uyanıyorsunuz. (Failsiz fiil olmaz.) Faili gördükten sonra da, ona, fiilin işlevi üzerinden bir isim koymak gerekiyor. (İsimsiz fail olmaz.) Çünkü bilmenin bir aşaması da tanıyıcı/tanıtıcı isimler koymaktır. Bu aynı zamanda kategorizasyonu sağlar.
İsimlere uyandıktan sonra o isimlerin tecelli niteliği ‘isimden öte’ bir farkındalık daha yaşatıyor. Nedir o? Yansıması ismin yanına sıfat konulmasını hakedecek şekilde mükemmel. Detaylı. Derin. Yani eyleyişini daha yakından tanımak için nitelik tarifine de muhtaçsınız. Burayı biraz daha açmaya çalışalım:
Kainattaki hiçbir fiil müstakil değil. Varoldukları her yerde mükemmel bir ‘eyleme zinciri’ de var. Bu zincir nedir? Kanundur. İşte bu kanun farkındalığından sıfat bilinci tetikleniyor. (Sıfat, fiile ve isme nitelik katar çünkü.) Sıfatlar zatı tanımaya bir adım daha yaklaştırıyor. Yani onlardan hareketle zata dair ilk farkındalıklarınız oluşuyor. İbn-i Arabî’nin (k.s.) tabiriyle ‘varlığını bilmekten gayrısı’ başlıyor. Çünkü o fail, yani isim sahibi, 'hep öyle eyliyor.' Hep öyle eylemek elbette eylemekten daha ötesidir. Görmezden gelinemeyecek kasıttır. "Bu kasıtların kaynağı nedir?" diye sorduğunuzda ‘şuunat’ kapınızı çalıyor:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır."
Bahsettiğim ‘iki mertebe yukarılık’ böyle birşey. Peki bu yukarılık neden? Esma tefekküründen daha üst ne var şuunatta? Bencileyin cevabım şu kârilerim: Şuunat; fiil, fail ve isim arasındaki tevhidî ilişkiyi görmemizi sağlıyor. Yani: Teşhis ettiğimiz fiillerden hareketle keşfettiğimiz faillerin ve o fiillerin türlerinden dolayı faillere koyduğumuz isimlerin arkasında, fiil-fail-isim sayısınca ayrı ayrı ipleri tevhid kiliminde buluşturuyor şuunat.
Elbette birleştirici olan aslında zattır. Yani o fiilerin tamamını aynı zatın yapmasıdır tevhidin birleştiriciliği. Fakat biz bu kadar farklı fiilerden, faillerden ve isimlerden tek zata geçişi keskin bir şekilde yapamadığımız için araya ‘şuunat’ girer. Şuunat bizim eyleyişler arasında benzerlikler kurmamızı sağlar. İsimleri birbirleriyle barıştırır. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 1. Dalı'nda dikkatimizi çektiği 'birbirine bakar şe'n ve namlar' hakikatidir bu.
"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var."
Şe'n 'bakar,' isim 'görünür,' icraat 'benzer,' tasarruf 'ihsas eder.' Bediüzzaman hiçbir kelimeyi öylesine kullanmıyor. Bu durumu şöyle bir misalle biraz daha açmak istiyorum. Sözgelimi: Birer oğlunuz/kızınız var. (Allah bağışlasın.) Oğlunuz yemek pişirmekten hoşlanmıyor. Kızınız seviyor. (Genelde böyle olur zaten.) İkisi de birşeyler pişirip önünüze getirdiğinde, fiilden değil, fakat fiilin niteliğinden sahibini tanıyabilirsiniz. Eğer sırf fiil üzerinden gitseniz 'yemek pişirmek' fiili sizi 'yemek pişiren' failine, 'yemek pişiren' faili de sizi 'aşçı' ismine götürür. İyi de aşçıları nasıl ayıracaksınız?
Zahiren ikisi de aşçıdır. Ancak nesnede görünür haliyle sıfat, zata bakan tarafıyla ise şuunat, iki fiilin sahibini birbirinden ayırmanızı sağlar. Güzel yapan elbette kızınızdır. Masadaki on yemekten beşini kızınız yapsa, siz, o beş yemeği kızınızın şanından hareketle bayrağı altında toplayabilirsiniz. Çünkü o yemeği özenli yapar. Çünkü yemek yapmayı sever. Özen sıfatıdır. Sevgisi şuunatıdır.
Sıfat/şuunat tefekkürünün fiil/isim tefekküründen üstün yanı budur. Fiillerle ancak isimleri teşhis edersiniz. O fiillere ihtiyaç duyduğunuzda o isimlerle dualar edersiniz. Fakat o birbirinden bambaşka fiilerin/isimlerin aynı zatın fiileri/isimleri olduğunu nasıl bileceksiniz? Fiillerin benzer şartlarda tekrarı (yani bir açıdan failin şuunatını gösterir kastı) olan kanun boyutuna çıkmadan bunu nasıl yapacaksınız? Mesela: Hayatı da ölümü de yaratanın o olduğunu nasıl bileceksiniz? Sırf fiilden/failden hareketle bu teşhis mümkün müdür? Sanki zordur. İsimlerdeki tecelli farkı kafa karıştırıcı olabilir. İşte tam da bu noktada şuunat marifetine ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum ben:
"Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. (…) Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır."
Evet. Hayatı da ölümü de yaratan odur. Çünkü ikisi de muntazamdır. İkisi de mizanlıdır. İkisinde de aynı özen vardır. Bediüzzaman fiilerin arasındaki sıfat bağlantılarıyla veya bazen de isimlerin arasındaki şuunat bağlantılarıyla bizi her daim tevhidin bayrağı altına çağırır. Birincisine misal yukarıdaki metinse ikincisine örnek de aşağıdaki metindir:
"Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı."
Rahman ismi Rezzak burcunda/manasında nasıl tulû eder? İki ayrı fiilin isimleri değil midir onlar? Bu bağlantı nasıl kurulur? Kurulur, çünkü Bediüzzaman o iki ismin/fiilin (kelime bulamadığım için kullanacağım) 'ahlakında/şânında' bir benzerlik görmüştür. Rahman nasıl zayıflara merhamet etmek isterse Rezzak da ona benzer şekilde (yine zayıflığın bir türü olan) açları doyurmak ister. Aynı ziyanın parıltılarıdır onlar.
Bu Allah'ın (yine başka kelime bulamadığım için kullanmaya mecburum) yaratış ahlakıdır. Şânıdır. Şe’nidir. Şuunatıdır. Allah'ın şanını bildiğiniz zaman o şândan ışık alan fiilleri/isimleri birbirleriyle hem daha kolay bağlar hem de tevhid bayrağı altında daha rahat toplarsınız. Çünkü bunlar aynı şuunatın gerektirdiği sıfatlardan (tekrar eden isimler) ve kanunlardan (tekrar eden fiiller) gelen isimler ve fiillerdir.
İşte, arkadaşım, mürşidimin metinlerinde böyle bir derinlik gördüm gibi geldi. Hata ettimse Rabb-i Rahim'imden bağışlanmak dilerim. Acizim. Rahman ismini Rezzak burcunda gördüğüm gibi, Rezzak ismini de Gafur burcunda görmek isterim. Çünkü günahkârın en muhtaç olduğu rızık affediştir. Rahman kimse Rezzak odur, Rezzak kimse Gafur da odur. Bunlar 'birbirine bakar şe'n ve namlar'dır. Aynı şe'nlerin isimler/fiiler sûretinde tezahürleridir. Amenna.
"Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir."
Bu, çoğunuzun zaten bildiği, Risalelerde birçok kez karşımıza çıkan 'eser, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat ve zat' formülasyonu. Bir tefekkür pratiğinin özeti. Önce ‘eseri’ sonuç verecek ‘fiilin’ farkındalığını yaşıyorsunuz. (Nedensiz sonuç olmaz.) Sonra fiile bakıp fiili sonuç verecek failin farkındalığına uyanıyorsunuz. (Failsiz fiil olmaz.) Faili gördükten sonra da, ona, fiilin işlevi üzerinden bir isim koymak gerekiyor. (İsimsiz fail olmaz.) Çünkü bilmenin bir aşaması da tanıyıcı/tanıtıcı isimler koymaktır. Bu aynı zamanda kategorizasyonu sağlar.
İsimlere uyandıktan sonra o isimlerin tecelli niteliği ‘isimden öte’ bir farkındalık daha yaşatıyor. Nedir o? Yansıması ismin yanına sıfat konulmasını hakedecek şekilde mükemmel. Detaylı. Derin. Yani eyleyişini daha yakından tanımak için nitelik tarifine de muhtaçsınız. Burayı biraz daha açmaya çalışalım:
Kainattaki hiçbir fiil müstakil değil. Varoldukları her yerde mükemmel bir ‘eyleme zinciri’ de var. Bu zincir nedir? Kanundur. İşte bu kanun farkındalığından sıfat bilinci tetikleniyor. (Sıfat, fiile ve isme nitelik katar çünkü.) Sıfatlar zatı tanımaya bir adım daha yaklaştırıyor. Yani onlardan hareketle zata dair ilk farkındalıklarınız oluşuyor. İbn-i Arabî’nin (k.s.) tabiriyle ‘varlığını bilmekten gayrısı’ başlıyor. Çünkü o fail, yani isim sahibi, 'hep öyle eyliyor.' Hep öyle eylemek elbette eylemekten daha ötesidir. Görmezden gelinemeyecek kasıttır. "Bu kasıtların kaynağı nedir?" diye sorduğunuzda ‘şuunat’ kapınızı çalıyor:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır."
Bahsettiğim ‘iki mertebe yukarılık’ böyle birşey. Peki bu yukarılık neden? Esma tefekküründen daha üst ne var şuunatta? Bencileyin cevabım şu kârilerim: Şuunat; fiil, fail ve isim arasındaki tevhidî ilişkiyi görmemizi sağlıyor. Yani: Teşhis ettiğimiz fiillerden hareketle keşfettiğimiz faillerin ve o fiillerin türlerinden dolayı faillere koyduğumuz isimlerin arkasında, fiil-fail-isim sayısınca ayrı ayrı ipleri tevhid kiliminde buluşturuyor şuunat.
Elbette birleştirici olan aslında zattır. Yani o fiilerin tamamını aynı zatın yapmasıdır tevhidin birleştiriciliği. Fakat biz bu kadar farklı fiilerden, faillerden ve isimlerden tek zata geçişi keskin bir şekilde yapamadığımız için araya ‘şuunat’ girer. Şuunat bizim eyleyişler arasında benzerlikler kurmamızı sağlar. İsimleri birbirleriyle barıştırır. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 1. Dalı'nda dikkatimizi çektiği 'birbirine bakar şe'n ve namlar' hakikatidir bu.
"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var."
Şe'n 'bakar,' isim 'görünür,' icraat 'benzer,' tasarruf 'ihsas eder.' Bediüzzaman hiçbir kelimeyi öylesine kullanmıyor. Bu durumu şöyle bir misalle biraz daha açmak istiyorum. Sözgelimi: Birer oğlunuz/kızınız var. (Allah bağışlasın.) Oğlunuz yemek pişirmekten hoşlanmıyor. Kızınız seviyor. (Genelde böyle olur zaten.) İkisi de birşeyler pişirip önünüze getirdiğinde, fiilden değil, fakat fiilin niteliğinden sahibini tanıyabilirsiniz. Eğer sırf fiil üzerinden gitseniz 'yemek pişirmek' fiili sizi 'yemek pişiren' failine, 'yemek pişiren' faili de sizi 'aşçı' ismine götürür. İyi de aşçıları nasıl ayıracaksınız?
Zahiren ikisi de aşçıdır. Ancak nesnede görünür haliyle sıfat, zata bakan tarafıyla ise şuunat, iki fiilin sahibini birbirinden ayırmanızı sağlar. Güzel yapan elbette kızınızdır. Masadaki on yemekten beşini kızınız yapsa, siz, o beş yemeği kızınızın şanından hareketle bayrağı altında toplayabilirsiniz. Çünkü o yemeği özenli yapar. Çünkü yemek yapmayı sever. Özen sıfatıdır. Sevgisi şuunatıdır.
Sıfat/şuunat tefekkürünün fiil/isim tefekküründen üstün yanı budur. Fiillerle ancak isimleri teşhis edersiniz. O fiillere ihtiyaç duyduğunuzda o isimlerle dualar edersiniz. Fakat o birbirinden bambaşka fiilerin/isimlerin aynı zatın fiileri/isimleri olduğunu nasıl bileceksiniz? Fiillerin benzer şartlarda tekrarı (yani bir açıdan failin şuunatını gösterir kastı) olan kanun boyutuna çıkmadan bunu nasıl yapacaksınız? Mesela: Hayatı da ölümü de yaratanın o olduğunu nasıl bileceksiniz? Sırf fiilden/failden hareketle bu teşhis mümkün müdür? Sanki zordur. İsimlerdeki tecelli farkı kafa karıştırıcı olabilir. İşte tam da bu noktada şuunat marifetine ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum ben:
"Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. (…) Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır."
Evet. Hayatı da ölümü de yaratan odur. Çünkü ikisi de muntazamdır. İkisi de mizanlıdır. İkisinde de aynı özen vardır. Bediüzzaman fiilerin arasındaki sıfat bağlantılarıyla veya bazen de isimlerin arasındaki şuunat bağlantılarıyla bizi her daim tevhidin bayrağı altına çağırır. Birincisine misal yukarıdaki metinse ikincisine örnek de aşağıdaki metindir:
"Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı."
Rahman ismi Rezzak burcunda/manasında nasıl tulû eder? İki ayrı fiilin isimleri değil midir onlar? Bu bağlantı nasıl kurulur? Kurulur, çünkü Bediüzzaman o iki ismin/fiilin (kelime bulamadığım için kullanacağım) 'ahlakında/şânında' bir benzerlik görmüştür. Rahman nasıl zayıflara merhamet etmek isterse Rezzak da ona benzer şekilde (yine zayıflığın bir türü olan) açları doyurmak ister. Aynı ziyanın parıltılarıdır onlar.
Bu Allah'ın (yine başka kelime bulamadığım için kullanmaya mecburum) yaratış ahlakıdır. Şânıdır. Şe’nidir. Şuunatıdır. Allah'ın şanını bildiğiniz zaman o şândan ışık alan fiilleri/isimleri birbirleriyle hem daha kolay bağlar hem de tevhid bayrağı altında daha rahat toplarsınız. Çünkü bunlar aynı şuunatın gerektirdiği sıfatlardan (tekrar eden isimler) ve kanunlardan (tekrar eden fiiller) gelen isimler ve fiillerdir.
İşte, arkadaşım, mürşidimin metinlerinde böyle bir derinlik gördüm gibi geldi. Hata ettimse Rabb-i Rahim'imden bağışlanmak dilerim. Acizim. Rahman ismini Rezzak burcunda gördüğüm gibi, Rezzak ismini de Gafur burcunda görmek isterim. Çünkü günahkârın en muhtaç olduğu rızık affediştir. Rahman kimse Rezzak odur, Rezzak kimse Gafur da odur. Bunlar 'birbirine bakar şe'n ve namlar'dır. Aynı şe'nlerin isimler/fiiler sûretinde tezahürleridir. Amenna.
11 Ocak 2016 Pazartesi
Bediüzzaman Mustafa Kemal'e neden 'büyük' dedi?
Ebubekir Sifil Hoca'nın metinlerinde tekrar be tekrar dikkat çektiği birşey var. Risale-i Nur’da rastladığım bir ifadeyi anlamamı sağladığı için hakkında yazmadan geçemeyeceğim. Diyor ki: Kur'an-ı Hakîm'de geçen “hayatu'd-dunya” ifadesinin 'dünya hayatı' şeklinde çevrilmesi doğru değildir. Ya? Doğru olan 'dünya hayat' şeklinde çevrilmesidir. Neden? Çünkü oradaki 'dünya'nın 'hayat' kelimesine isim değil sıfat ilgisi vardır. Bu sıfat ilgisiyse ‘dünya’ kelimesinin kökeni olan 'denî/aşağı' ifadesiyle ilintilidir. Yani, hayatı 'dünya hayat' olarak tarif etmek, onu aşağılamadır aynı zamanda. Fakat 'dünya hayatı' denirken isim tamlaması şeklinde kullanılması 'dünya'daki sıfat vurgusunu gizlemektedir. Bu yüzden doğru kullanım 'dünya hayat' olmalıdır. Sıfatlığı hatırlanmalıdır.
Önemli bir detay. Zira çoğumuzun zihninde 'dünya' kelimesi artık küçümseyici bir mana içermiyor. Arapçaya vukufiyetimiz zaten yok. (Olanların da ne ölçüde ince anlamlara uyanık zihinlerle Kur'an'a muhatap oldukları tartışılır.) Bu yüzden, itiraf etmem gerekir ki, Ebubekir Hoca’nın mezkûr izahını ilk okuduğum dönemlerde ne demek istediğini anlayamadım. Eserlerinde aynı meseleyle tekrar be tekrar karşılaşınca durup düşündüm ve kastına vakıf oldum. Sonra Risale-i Nur'dan bir metin de fehmimi destekledi. Hatta şöyle diyeyim: İki metin biraraya gelince ancak kafamdaki ampul yandı. Peki o metin hangisiydi?
Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesi’nin verdiği uyduruk cezayı bir yerde şöyle zikreder: "(...) dünyaca bir büyüğün hatırı için yüzotuz risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüzyirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız onbeş adama altışar ay ceza verebilmesi (...)" Haykırışları güçlüdür. Kendisine 'beygir hırsızı, kız kaçırıcı veya yankesici' gibi bir ceza verildiğini, eğer iddia edilen suçları işlemişse idam edilmesinin doğru olacağını, değilse serbest bırakılması gerektiğini ifade eder.
Nur talebelerine göre Bediüzzaman'ın burada 'dünyaca bir büyük' demekle kastettiği Mustafa Kemal'dir. (Devamında adını anar zaten.) Aldığı ceza da 1935 şartlarında mahkemeye yapılan baskının eseridir. Peki Bediüzzaman, hem de yaşanan haksızlıklara bu denli öfkeli olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal'i neden 'dünyaca bir büyük' diye anar? Size tuhaf gelebilir ama inanın burası benim kafamı epeyce meşgul etmişti. Şöyle düşünmüştüm doğal olarak: Negatif bir ifade kullanması gerekirken, Bediüzzaman, neden Mustafa Kemal'in ‘dünyaca büyük’ olduğunu zikretmektedir burada?
İşte, tam da bu noktada, Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkatimizi çektiğini detaya yöneliyoruz okuyucu. Neden? Çünkü bir müfessir hakkında konuştuğumuzu anımsamamız gerek. Yani Kur’an’ın diline hâkim birisiyle muhatabız. Evet. O dilde ‘dünya’ zaten bir küçümseme ifadesi. 'Dünyaca bir büyük' de hayatu'd-dunya'da olduğu gibi 'deni/aşağı bir varlıksallığa' karşılık geliyor. Yani, Allahu’l-a’lem, Bediüzzaman böylesi yerlerde diyor ki: 'Dünyevî kıstaslara göre bir büyük.' Bu ifadeyi kullandığı başka yerler de var. Onlarda da bu mananın izlerine rastlıyor gibiyim.
Mesela: "Sonra, o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler..." Yine mesela: "Ve Ankara'da, dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde, kemâl-i iştiyak ve takdirle Risale-i Nur'u yazıp okutturuyorlar." Ve yine mesela: "(...) küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—âhirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil edilmez." Veyahut yine mesela: "(...) gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!"
'Bu kesinlikle böyledir' diyemem elbette. Ama Bediüzzaman'ın 'dünyaca büyük' ifadesini bir ‘takdir’ değil, bir ‘küçümseme’ veya en azından ‘katılmadığı büyüklüklerin ifadesi’ olarak kullandığını düşünüyorum. (Yani ancak seküler gözlere görünecek büyüklükler için kullanıyordu.) Hatta çoklukla istimal ettiğimiz 'dünyaca ünlü' gibi ifadelerin de ilk çıktıkları zaman böyle bir ayrımı kasıtla söylendiğini, fakat sonraki nesillerde 'dünya' kelimesinin bağlamından uzaklaşıldığı için, artık 'her açıdan öne çıkmış'a karşılık geldiğini zannediyorum. Allahu’l-a’lem. Eskiler ünlünün denîsini de âlîsinden ayırıyorlardı belki. Karıştırmıyorlardı. Biz ayıramıyoruz. Allah tekrar ayırabilmeyi nasip etsin.
Önemli bir detay. Zira çoğumuzun zihninde 'dünya' kelimesi artık küçümseyici bir mana içermiyor. Arapçaya vukufiyetimiz zaten yok. (Olanların da ne ölçüde ince anlamlara uyanık zihinlerle Kur'an'a muhatap oldukları tartışılır.) Bu yüzden, itiraf etmem gerekir ki, Ebubekir Hoca’nın mezkûr izahını ilk okuduğum dönemlerde ne demek istediğini anlayamadım. Eserlerinde aynı meseleyle tekrar be tekrar karşılaşınca durup düşündüm ve kastına vakıf oldum. Sonra Risale-i Nur'dan bir metin de fehmimi destekledi. Hatta şöyle diyeyim: İki metin biraraya gelince ancak kafamdaki ampul yandı. Peki o metin hangisiydi?
Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesi’nin verdiği uyduruk cezayı bir yerde şöyle zikreder: "(...) dünyaca bir büyüğün hatırı için yüzotuz risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüzyirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız onbeş adama altışar ay ceza verebilmesi (...)" Haykırışları güçlüdür. Kendisine 'beygir hırsızı, kız kaçırıcı veya yankesici' gibi bir ceza verildiğini, eğer iddia edilen suçları işlemişse idam edilmesinin doğru olacağını, değilse serbest bırakılması gerektiğini ifade eder.
Nur talebelerine göre Bediüzzaman'ın burada 'dünyaca bir büyük' demekle kastettiği Mustafa Kemal'dir. (Devamında adını anar zaten.) Aldığı ceza da 1935 şartlarında mahkemeye yapılan baskının eseridir. Peki Bediüzzaman, hem de yaşanan haksızlıklara bu denli öfkeli olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal'i neden 'dünyaca bir büyük' diye anar? Size tuhaf gelebilir ama inanın burası benim kafamı epeyce meşgul etmişti. Şöyle düşünmüştüm doğal olarak: Negatif bir ifade kullanması gerekirken, Bediüzzaman, neden Mustafa Kemal'in ‘dünyaca büyük’ olduğunu zikretmektedir burada?
İşte, tam da bu noktada, Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkatimizi çektiğini detaya yöneliyoruz okuyucu. Neden? Çünkü bir müfessir hakkında konuştuğumuzu anımsamamız gerek. Yani Kur’an’ın diline hâkim birisiyle muhatabız. Evet. O dilde ‘dünya’ zaten bir küçümseme ifadesi. 'Dünyaca bir büyük' de hayatu'd-dunya'da olduğu gibi 'deni/aşağı bir varlıksallığa' karşılık geliyor. Yani, Allahu’l-a’lem, Bediüzzaman böylesi yerlerde diyor ki: 'Dünyevî kıstaslara göre bir büyük.' Bu ifadeyi kullandığı başka yerler de var. Onlarda da bu mananın izlerine rastlıyor gibiyim.
Mesela: "Sonra, o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler..." Yine mesela: "Ve Ankara'da, dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde, kemâl-i iştiyak ve takdirle Risale-i Nur'u yazıp okutturuyorlar." Ve yine mesela: "(...) küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—âhirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil edilmez." Veyahut yine mesela: "(...) gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!"
'Bu kesinlikle böyledir' diyemem elbette. Ama Bediüzzaman'ın 'dünyaca büyük' ifadesini bir ‘takdir’ değil, bir ‘küçümseme’ veya en azından ‘katılmadığı büyüklüklerin ifadesi’ olarak kullandığını düşünüyorum. (Yani ancak seküler gözlere görünecek büyüklükler için kullanıyordu.) Hatta çoklukla istimal ettiğimiz 'dünyaca ünlü' gibi ifadelerin de ilk çıktıkları zaman böyle bir ayrımı kasıtla söylendiğini, fakat sonraki nesillerde 'dünya' kelimesinin bağlamından uzaklaşıldığı için, artık 'her açıdan öne çıkmış'a karşılık geldiğini zannediyorum. Allahu’l-a’lem. Eskiler ünlünün denîsini de âlîsinden ayırıyorlardı belki. Karıştırmıyorlardı. Biz ayıramıyoruz. Allah tekrar ayırabilmeyi nasip etsin.
7 Ocak 2016 Perşembe
Mü'min 'yerelliğini' nasıl korur?
Sana Dinden Sorarlar’da dikkatimi çekmişti. Birisi, Ebubekir Sifil Hoca’ya, Bediüzzaman'ın Kur'an'la ‘tevhid-i kıble’ ettiğini söylemesi ve eserlerini yazarken yanında Kur'an'dan başka kitap bulundurmadığını mükerreren beyan etmesinden hareketle onda da 'hadis/sünnet inkarcılığı'na bir temayül bulunup bulunmadığını soruyordu. Hoca ise bu soruya Bediüzzaman'ın eserlerindeki sünnet vurgusuna dikkat çekerek cevap veriyordu. Sünnetin dindeki fonksiyonunu bu denli önemseyen bir âlimin ‘hadis/sünnet inkârcılığına’ temayülü bulunduğu söylenemezdi.
Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:
"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."
Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.
Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.
Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"
Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.
İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.
Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:
"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."
Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.
Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.
Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"
Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.
İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.
4 Ocak 2016 Pazartesi
Tevekkül aslında ne demek?
"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır." (Tevbe sûresi, 111)
Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile.
Mürşidimin 'iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder' demesindeki sır da budur. Allah'a Allah gibi iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah, kusurlu bir ilahtır ve kusurlu olan zaten ilah olamaz. Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi 'en doğrusunu elbette O bilir' demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği... Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce başka bir metne daha atıf yapalım. Zira lazım olacak:
Kainatta var olan 'hayır' ve 'şer' Bediüzzaman'ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela 'adam öldürmek' yokluksal, 'iyileştirmek' varlıksaldır. Öldürdüğünde o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.
Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman yokluksal ve varlıksal olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat binlerce insanın katiline merhamet edip bağışlamak ve onun yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, 'katl' için yokluksal/ademi bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Ayetin devamında 'ölmek/öldürülmek' neden zikredilsin yoksa?
Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden dolayı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz anlarda, biz, Allah'ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Ona ve seçimlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır. İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah'ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim 'göre'mize göre ademi veya vücudi görünen şeyleri terk edip, Onun bize "Şu ademidir! Şu vücududir!" buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü anlarsınız.
Risale-i Nur'da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz çoğu yerde Bediüzzaman'ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta "Tevekkül Risalesi" demeyi sevdiğim Altıncı Söz'ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada 'satmak' ile kastedilen nedir? İnsan Allah'a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü "İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır."
Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi kandırıyor. Modern algılar 'doğru' ve 'yanlış' teşhislerimizi yerinden oynatıyorlar. Örneğin: Faiz varlığını arttırıyor görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyor. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül, bir anlamda da, parçanın 'göre'sini terkedip Allah'ın emrine yapışmasıdır.
Şimdi ey okuyucu, eğer beni anladınsa, Kur'an'ın veya İslam'ın tarihselliğini savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır.
Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile.
Mürşidimin 'iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder' demesindeki sır da budur. Allah'a Allah gibi iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah, kusurlu bir ilahtır ve kusurlu olan zaten ilah olamaz. Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi 'en doğrusunu elbette O bilir' demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği... Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce başka bir metne daha atıf yapalım. Zira lazım olacak:
"Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Kainatta var olan 'hayır' ve 'şer' Bediüzzaman'ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela 'adam öldürmek' yokluksal, 'iyileştirmek' varlıksaldır. Öldürdüğünde o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.
Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman yokluksal ve varlıksal olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat binlerce insanın katiline merhamet edip bağışlamak ve onun yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, 'katl' için yokluksal/ademi bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Ayetin devamında 'ölmek/öldürülmek' neden zikredilsin yoksa?
Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden dolayı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz anlarda, biz, Allah'ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Ona ve seçimlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır. İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah'ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim 'göre'mize göre ademi veya vücudi görünen şeyleri terk edip, Onun bize "Şu ademidir! Şu vücududir!" buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü anlarsınız.
Risale-i Nur'da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz çoğu yerde Bediüzzaman'ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta "Tevekkül Risalesi" demeyi sevdiğim Altıncı Söz'ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada 'satmak' ile kastedilen nedir? İnsan Allah'a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü "İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır."
Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi kandırıyor. Modern algılar 'doğru' ve 'yanlış' teşhislerimizi yerinden oynatıyorlar. Örneğin: Faiz varlığını arttırıyor görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyor. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül, bir anlamda da, parçanın 'göre'sini terkedip Allah'ın emrine yapışmasıdır.
Şimdi ey okuyucu, eğer beni anladınsa, Kur'an'ın veya İslam'ın tarihselliğini savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır.
"Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun."
2 Ocak 2016 Cumartesi
Mekke'nin Fethi neden her sene noele denk geliyor?
Tedirginliğin şu kısmına katılıyorum: İslam kimlik kodları konusunda hassas bir dindir. Diğer dinlerle karışmamak noktasında hassasiyet gösterir. Bu eşikten bakıldığında ‘noel kutlamaları’ konusunda gösterilen tepkiler doğru tepkilerdir. Elhamdülillah. Hamiyet-i diniyeden gelen tepkilerdir. Ve hamiyet-i diniyesi ölmemişler dışında kimse bu tepkilerden rahatsız olmaz. Meselenin katılamadığım tarafıysa daha çok bu ‘tepkilerin gösteriliş tarzı’yla ilgili. Bu hususta bir kısım müslümanlarca sergilenen zaafın tekfir kapısı gibi kullanılması ne kadar doğru bilemiyorum. Fakat üzerinden Süfyan geçmiş bir toprak parçasında ehl-i imana kendi kodlarına dönebilmesi için biraz daha hoşgörü gösterilmesi gerektiği düşüncesindeyim. İtmekten ziyade tutmaya bakmalı.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...