Yıllar önce, bir hatıra metni hakkında yaşanan tartışmaya şahit olmuştum. Bediüzzaman’ın hayatının son dönemlerine ait bu hatırada, talebelerinden birisi, DP’nin, ona baskı uygulamaya başlamasıyla Ankara’ya gidişinin engellendiğini anlatıyordu. Bizzat yaşayıp nakledenin sözlerine göre; Üstad, o an hiddete gelmiş ve yollarını kesen polise apaçık bir şekilde “Hass…” diye küfür etmişti. Hadisenin böyle yaşandığı hakkında hiç şüphe yoktu. Ancak benim şahit olduğum tartışma neticesinde metinden bu ifade çıkarıldı ve anlatım yumuşatıldı. Gerekçesi ise şuydu: “Bu hadiseyi olduğu gibi aktarırsak tepki alırız.”
Benzer hadiseyi, yine Üstadın hayatıyla ilgili, başka bir metinde yaşamıştık. O metinde, Ruslarla savaş hengâmesinde Bediüzzaman’la yaşadıklarını anlatan Ali Çavuş’un hatıralarında bir sahne vardı: Cephede, talebeleri silah doldurup Üstada veriyorlar ve o da düşmana ateş ediyordu. (Orada yaşanan gerilimi ve telaşı hayal edin.) Her nasıl olmuşsa, bir seferinde verdikleri silahın emniyetini açmayı unutmuşlardı. Bunun üzerine Üstad, Kürtçe çok ağır bir söz söylüyor (bu söz aynen metinde geçiyordu) ve silahı kayaya çarpıp kırıyordu ki, Ali Çavuş hadiseyi naklederken; “Şimdiye kadar böyle şetm işitmemiştim” diyordu. Yıllar sonra bu hatırayı okuyan bir okur, bizi aramıştı ve şöyle demişti: “Bu sözü Üstad söylemiş olamaz. Bu, Kürtçe çok ağır bir hakarettir. Kitaba koymamak lazımdı.
Niye koydunuz?”
Size ikisini naklettim, ama benim böyle şahit olduklarım inanın ondan fazladır. Elinizden çıkan metinlerdeki ifadelere delil de bulsanız, burhan da gösterseniz; bir kısım insanlar (ki bunlar hiç az sayıda değildir) Bediüzzaman’ı bu yönüyle görmekten rahatsız olurlar. Onların gözünde Üstad, her zaman şefkatlidir. Celali alınmıştır. Kalmışsa da, birazcık Eski Said’de kalmıştır. Yeni Said tamamen cemaldedir. O cemal de tek başına olmaz, itaatin içindedir. Hatta böylelerine Üstadın bu yönüne dair hangi hatırayı hatırlatsanız, “Herkesin hatası olur” kabilinden konuşurlar. İyi de, sizin hata dediklerinizi, acaba Bediüzzaman hata olarak görüyor mudur? İşin bu kısmını kesinlikle masaya yatırmazlar.
Buna en net örnekleri, şimdilerde, Mısır’da yaşananlar ekseninde giriştiğimiz ‘müsbet hareket’ tartışmalarında yaşıyoruz. Malumunuzdur; Batı’da bir düşünür, bir kavram ortaya koyduğunda, takipçileri bu kavramı tartışmaya ve geliştirmeye devam ederler. Örneğin; “sivil itaatsizlik,” Thoreau tarafından ilk kez ortaya konmuş bir kavram olsa da Gahdhi ve Tolstoy gibi düşünürlerin onu yorumlayışı ve uygulayışı birbirinden farklı olmuş ve her biri kendi modelini oluşturmuştur.
Ancak ne zaman yönünüz biraz İslam dünyasına dönse, işin rengi değişir. Kavramı ortaya koyan düşünürün dinî kimliği kuvvet kazandıkça, geliştirdiği kavramlar da kutsiyetle bağlanır. Hatta bu da yetmez, kavramın eli ve kolu, o düşünürün hayatıyla bağlanır. Sözleriyle zenginleştirilmek yerine, sözleriyle kısıtlanır. Hatta bu da yetmez, son minvalde iş, benim yukarıda verdiğim örneklerdekine döner. Eğer kavramın genel kabul görmüş şekli, o düşünürün hayatıyla uyuşmuyorsa, hayatı rötuşlanmaya başlanır. Ya red, ya tahrif, ya inkâr edilir.
Mesela müsbet hareket ekseninde yaşanan tartışmalara ne zaman Eski Said’in hayatından, her biri birer izzet tablosu olan hatıralarla yaklaşsanız, muhatabınız o Said’in ‘eskiliğini’ hatırlatır. Rus komutanın karşısında ayağa kalkmayışı, Divan-ı Harb-i Örfî öncesi kendisini sorgulamaya gelen subaylara zindanda hücum edişi, Divan-ı Harbi Örfî’den çıkarken “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırarak yürüyüşü, meydanlarda nutuklar atışı, Zaptiye Nazırı’na posta koyuşu, Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’ya “Seni öldürmeye geldim” deyişi, Mustafa Kemal’e mecliste parmağını uzatarak onu tehdit edişi, Suriye topraklarında eşkıyalarla çatışmaya girişi, bütün bunlar Eski Said’e ait şeylerdir. Bediüzzaman da zaten o döneminin yanlışlarla alude olduğunu söylemiştir. Onlardan örnekler vererek müsbet hareketi yorumlamaya gerek yoktur.
Fakat burada, eleştirel bir parantez açmaz ne yazık ki muhatabınız kendi fikrine. Çünkü hatırlamaz: Bediüzzaman, Eski Said’in bu gibi izzetli davranışlarından pişman değildir. Onun pişman olduğu şey, siyasetle hizmet edeceğini sanmasıyla ilgilidir. (Bunu özeleştiri yaparken bizzat söyler.) Yoksa Bediüzzaman, Eski Said’in menfi hareket yaptığını, Yeni Said’in bunu müsbete çevirdiğini düşünmemektedir. Hatta Şualar’da yaptığı savunmalar esnasında zaman zaman mahkemeye kızıp Eski Said kafasını taktığını söyleyerek sert sözler savurması, onun Eski Said’den o kadar da ırakta/pişman olmadığını gösterir. Bediüzzaman, Eski Said’in izzetini bırakmamıştır, siyasetle alude sıkletini bırakmıştır.
Ama kafalarda yaşatılmak istenen Said, Yeni Said olduğu için ve Yeni Said’i taşımak kolay geldiği için, bazı Nur talebeleri de pek üzerine gitmezler bu işin. Eski Said’in o izzetli duruşunu (ki bence Yeni Said’de aynen devam etmiştir) takınmaya pek özenmezler. (Eski Said’in metinlerine de ilgi azdır her zaman.) Barla’ya sürüldüğü zamanlar ispat-ı vücut için imzaya gitmeyişini bir hükümeti tanımama hareketi olarak yorumlayıp buradan Mısır’dakilerin hükümeti tanımayışına bir ders çıkarmazlar. Onların takıldıkları meydan korkusudur çünkü. Meydanlarda onlarca nutuk atmış bir Üstadın, meydana çıkmaya çekinen öğrencileridir onlar. Hâlbuki bu dinin şartlarından birisi de milyonlarca Müslüman, hep beraber Mescid-i Haram’ın meydanlarına dökülmek değil midir?
Dedim ya işte: İki türlü yontma vardır bu işte. 1) Öncelikle kafalardaki itaatkâr, devletçi, dirençsiz ve sokaksız müsbet hareket kavramını sarsacak Bediüzzaman’ı ayıklarlar tarihçe-i hayatından. 2) Sonra da kalanların dışında bir tarifini yasaklarlar müsbet hareketin… Bu ikisiyle işleri bitince de mevcut metinlere el atarlar. Sadeleştirirken güdükleştirir, açıklarken iyice yumuşatırlar. Bu kısırlık içinde kendilerine bir yol açılır çünkü. Tarifin kısır olduğu yerde eylemler kolay eğilir bükülür. Kimse de nedenini sorgulayamaz. Gün gelir, birisi, kardeşlerine yardım etmek için gemide şehid olan masumlara, müsbet hareket içinde bir değerlendirme yaparak; “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” der. Fakat yine gün gelir, aynı kişi, halkın seçtiği otoriteye karşı girişilmiş ‘hakaretli hareketleri’ yine ‘müsbet hareket’ kavramı içinde değerlendirip hoş görür.
Peki, her şey iyi hoş da, bu tutarsızlık içinde müsbet harekete ne olur? Ne olacak? Küser. Kaybolur… Üzerinizden tanklar geçer. Darbeler yaşanır. Sesiniz çıkmaz. Başörtünüze uzanırlar. Demokrasinize sataşırlar. Sesiniz çıkmaz. Bediüzzaman’ın, üzerinde resmi var diye kâğıt para taşımadığı aynı kişiyi bayramlarda dev posterlerle anan gazeteleriniz, okullarınız olur. Sesiniz çıkmaz. Ta ki, Mısır’ın ‘sarıklı gençleri’ geriden gelip, ona sahip çıkıp, ‘sizinle omuz omuza verip’ yahut ‘sizi geçinceye’ kadar… O zaman ürpertiyle karışık fark edersiniz: Belki de emanet sizin bu halinize küsmüş, el değiştirmiştir.
NOT:
Bu yazıyı yazdıktan sonra Barla Lahikası’nı okurken (bence) biri diğerine cevap olan iki mektubu farkettim ki, evvel farketseydim tam da yazının içinde incelenmesi gereken metinlermiş. Söz Basım’ın baskısına göre 118 ve 247. numaralı bu mektuplar Hulusi ağabey ile Bediüzzaman arasındaki yazışmalar. 118. mektupta Hulusi ağabey aynı zamanda Üstadın kardeşi olan Abdülmecid ağabeyle aralarında geçen bir muhavereden bahsediyor. Şöyle ki:
“Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: ‘Seydâ’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâ’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Hâlbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenâb-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir.’
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zâtı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır.”
Bediüzzaman’ın bu mektuba cevabında şöyle diyor:
“Aziz kardeşim,
“(…) Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.
‘Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?’ (En’âm Sûresi, 6:81.) diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına mükellef olduğumuza işaret eden ‘Bâtıl dinlerden uzak, İbrahim’in İslâm dinine uy!’ sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.”
Demek ki; Üstadın metinlerini Eski Said-Yeni Said ekseninde ele alarak ve eskisinin ‘eskiliğini’ vurgulayarak metinleri sansürleme temayülü ta Abdülmecid abiden beri varmış.
Hadi, bu mektuplar, benim tahmin ettiğim gibi birbirinin cevabı olmayıversin. O zaman olay sayısı birden ikiye çıkıyor ki, bu da Bediüzzaman’ın daha hayatta iken Yeni Said’i yanlış yorumlayanlarca düzeltilmeye/yumuşatılmaya çalışıldığını ‘iki kere’ gösteriyor. “Ama Hangi Bediüzzaman?” diye sormakta haksız değiliz.
4 Eylül 2013 Çarşamba
31 Ağustos 2013 Cumartesi
O tefekküründen, Sen tefekkürüne...
Risale okurken çok yaşarım: Bazen "Ne demek acaba bu?" diye peşine takıldığım bir cümle, bir kelime, bir kavram beni alır, Kur'anî düzlemde bambaşka bir yere bırakır. Karabataklar gibi suya dalarım, ama daldığım yerin çok uzağında tekrar asumanla buluşurum. (Bu yüzden Bediüzzaman'ın hakikat arayıcılarını tarif ederken kullandığı gavvas/dalgıç benzetmesi anlamlı gelir bana.)
Tuhaf yolculuğumun sırrını da ben, müellif-i muhteremin Muhakemat'ta altını çizdiği 'nazm-ı maanide' ararım. Kanaatimce; Bediüzzaman gibiler, yazdıkları metinlerin kafiyelerini lafızlara değil, manalara koymuşlardır. Manaların peşine düşüldüğünde ancak o bitimsiz ahenk yakalanır. Zira mananın nazmı, 13. Söz'de geçen misalden faydalanırsak, lafzın nazmına benzemez. Yıldızların semadaki düzeni gibidir düzeni. Sathî bakan karışık sanır, hikmetle bakıp özüne inen sistemine, ölçüsüne, dengesine hayran olur.
İşte bu yolculuklarımdan birisi de Barla Lahikası'nda geçen bir mektup sayesinde oldu. Bediüzzaman'ın, Dr. Yusuf Kemal'e yazdığı, “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” ifadesiyle başlıyan o mektubu, içindeki bir cümleyle beni saatlerimden (dağılımı da hesaba katarsam eğer günlerimden) etti. Orada, sonlara doğru sarfedilen; “Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç" ifadesindeki; "Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe..." vurgusu, vurgunun ardındaki öğüdü, öğüdün ardındaki sırrı aramaya yönlendirdi beni. Ve nihayet, külliyat metinleri içinde bu kelimelerin izlerini sürmeye başladım. 11. Söz'de ve 23. Söz'de benzer ifadelere rastladım.
23. Söz'deki 5. Nükte, muhtemelen 11. Söz'de bu mesele daha geniş ele alındığı için şöyle başlıyordu: "Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz." O yüzden bu iki sözü birden karşıma alıp Barla Lahikası'ndaki mektup kıyısından denizlerine daldım. Gördüm ki, 'gaibane' ve 'hazırane' kelimeleri arkasında devasa bir sistem var.
Detayları geçeyim... Vahdaniyet ve Ehadiyet denkleminde, afakî tefekkür ve enfüsî tefekkür düzleminde birçok teori geliştirdim o sıralar. Baktım, altından çıkamıyorum. Bu sefer meseleyi bir yolculuk esnasında Kenan Demirtaş abiye de açtım. Kenan abi, 23. Söz'de de altı çizilen, Fatiha'daki ayetlerdeki geçişten hareketle harika birşey söyledi bana: "Kainata bakarak Allah'ı 'O' diye ararsan bu gaibane tefekkür olur. Eğer arayışı 'Sen' diye yaparsan, bu, Allah'ı 'Sen' düzleminde aramak olur ki, hazırane tefekkürdür."
Bu ışıkla tekrar okumalarımı yaparken şunu farkettim: Hakikaten de gaibane tefekkür yapılırken Cenab-ı Hak, bir 'O' olarak, biraz da (tabir-i caizse) etkileşimden ötelenmiş olarak tefekkür ediliyordu. Bu tefekkürde Allah'ı bulmak vardı, tanımak da vardı, fakat bir adım ötesinde şuunatına uzanmak yoktu. Yani gaibane tefekkür, esma dairesinde yapılan tefekkürde kalıyordu. Fakat ne zaman ki, hazırane eşiğine atlanılıyordu, artık marifetin elleri şuunata da uzanıyordu. Etkileşim başlıyordu.
Burada, belki bir parantez içinde şuunatın da tarifini yapmamız gerek. Bediüzzaman tarafından izahı 32. Söz'ün 2. Mevkıfı'nda yapılan şuunat, çok kusurlu bir temsille anlatacak olursak; bizdeki duyguların, bizdeki kusurlardan çok çok uzak bir şekilde Cenab-ı Hak'ta bulunan manalarıdır. Bediüzzaman, kelimelerin kifayetsizliğinden dolayı şöyle ifadeler kullanır şuunatı anlatırken:
"... Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi; Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yadedemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
İşte hem 23. Söz'de, hem 11. Söz'de altı çizilen eşik; kulun, Allah'ı tefekkür ederken bu tefekkürün nihayetinde şuunatının farkına varmasıdır. Bediüzzaman o eşikleri de şu cümlelerle ifade eder:
"Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir..."
Burada geçen 'kendini tanıttırmak ve bildirmek ister' ve 'kendini sevdirmek ister' gibi ifadeler de gösterir ki; artık tefekkürde veya muhatabiyette bir aşama atlanmış, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ötesindeki şuunatı, yani mukaddes ve münezzeh istekleri anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu farkeden kul, artık 'O tefekkürü'nü bırakır ve Cenab-ı Hakkı 'Sen ve ben tefekkürü' ile temaşa etmeye başlar. Onun kendisini sevdirmek istediğini farkedince, kendisini sevdirmeye daha çok çalışır. Tanınmak istediğini farkedince, daha çok tanıyarak Onun bu arzu-yu mukaddesine mukabele eder. Burada artık kulluk, bir açıdan, Vahdaniyet dairesinden Ehadiyet dairesine de çekilmiştir. Özelleşmiştir. Belki bu aynı zamanda afakî tefekkürden enfüse de geçiştir.
Bunun daha da üstündeki farkındalık, tabirimde hata olmasın, Cenab-ı Hakkın 'sevgisinin, rahmetinin, şefkatinin' kulun yapabileceği fiillerle üzerine çekilebiliyor oluşudur. Cenab-ı Hakkın tanınmak istemesine mukabil, onu daha fazla tanımaya çalışan kul, bu noktada Rabbini kendisine daha çok teveccüh etmiş bulur. Hem rızası kazanılır, hem kapalı sandığı kapılar da ona açılır. İnsanın yaptıklarıyla Allah'ın şuunat dairesinde aks-i sada bulması, hakikaten insanlık adına büyük bir keşiftir. Ki bu da Bediüzzaman 11. Söz'de şu şekilde ifade eder:
"Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde..." Yani tabir-i caizse, kul, kâinat tefekkürünü tam yaptığı zaman, ikinci bir tefekkür dairesi 'Allah'ın muamelesi ve ef'âline bakmak' yönünde önünde açılıyordu. Ve bu dairede artık hazırane Onunla muhatap olup, Fatiha'da geçtiği gibi "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" düzeyine geliyordu. 'O tefekkürü veya ibadeti' artık 'Sen ve ben' çizgisine çıkıyordu. Belki Vahdaniyet içindeki Ehadiyet de, afakî tefekkürle enfüsî tefekkür arasındaki fark da, esma dairesi ile şuunat dairesi arasındaki nüans da burada aranmalıydı: Gaibane ve hazırane muhatabiyetler...
Görüyorsunuz, nereden çıktık da nereye geldik. Halbuki başladığımız yerde Barla Lahikası'ndan bir mektup vardı. Birşey daha söyleyeyim burada: Gariptir ki; Beidüzzaman, 23. Söz ve 11. Söz'de de gaibaneden hazıraneye geçişte mektup temsilleri kullanıyor. Her iki metinde de gaibaneden hazırane geçişten hemen önceki basamaklardan birisini şöyle ifade ediyor: "Kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür."
Bana öyle geliyor ki: O tefekküründen Sen tefekkürüne geçiş, nesnelerdeki 'bana özel'lliği farketmekle oluyor. Ki bu da her neyle karşılaşırsak, onun bize yazılmış bir mektup olduğunu düşünmekle, yani üzerimize alınmakla mümkün gibi. Belki de bu yüzden Bediüzzaman, Dr. Yusuf Kemal'e, Risale-i Nur'a bakarken kuşanması gereken zihin yapısını tarif ederken böyle diyor: "Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et."
Buradaki iki temsil aracının da 'kişiye özel' şeyler olduğuna özellikle dikkatinizi çekerim. Ne reçete, ne de mektup bir başkası tarafından okunması ve uygulanması hoş karşılanan şeyler değildir. Kişiye özeldirler. Bediüzzaman da adeta, Yusuf Kemal'in nazarını hazırane muhatabiyete kaldırmak için 'kişiye özel'liği farketmesini istemektedir... Ben ne demiştim? Nihayetinde bakınız, vardığımız yer, hiç de suya daldığımız yer değildir. Risale-i Nur'da daha böyle neler neler var. Yeter ki, dalmaya vakit ayırın. Metni sadeleştirmek yerine kendinizi zenginleştirin. Çünkü metni sadeleştirdikçe bu bağlantılar kaybolacak. "Fetebarek Allahu ahsenü'l-Halıkîn."
Tuhaf yolculuğumun sırrını da ben, müellif-i muhteremin Muhakemat'ta altını çizdiği 'nazm-ı maanide' ararım. Kanaatimce; Bediüzzaman gibiler, yazdıkları metinlerin kafiyelerini lafızlara değil, manalara koymuşlardır. Manaların peşine düşüldüğünde ancak o bitimsiz ahenk yakalanır. Zira mananın nazmı, 13. Söz'de geçen misalden faydalanırsak, lafzın nazmına benzemez. Yıldızların semadaki düzeni gibidir düzeni. Sathî bakan karışık sanır, hikmetle bakıp özüne inen sistemine, ölçüsüne, dengesine hayran olur.
İşte bu yolculuklarımdan birisi de Barla Lahikası'nda geçen bir mektup sayesinde oldu. Bediüzzaman'ın, Dr. Yusuf Kemal'e yazdığı, “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” ifadesiyle başlıyan o mektubu, içindeki bir cümleyle beni saatlerimden (dağılımı da hesaba katarsam eğer günlerimden) etti. Orada, sonlara doğru sarfedilen; “Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç" ifadesindeki; "Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe..." vurgusu, vurgunun ardındaki öğüdü, öğüdün ardındaki sırrı aramaya yönlendirdi beni. Ve nihayet, külliyat metinleri içinde bu kelimelerin izlerini sürmeye başladım. 11. Söz'de ve 23. Söz'de benzer ifadelere rastladım.
23. Söz'deki 5. Nükte, muhtemelen 11. Söz'de bu mesele daha geniş ele alındığı için şöyle başlıyordu: "Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz." O yüzden bu iki sözü birden karşıma alıp Barla Lahikası'ndaki mektup kıyısından denizlerine daldım. Gördüm ki, 'gaibane' ve 'hazırane' kelimeleri arkasında devasa bir sistem var.
Detayları geçeyim... Vahdaniyet ve Ehadiyet denkleminde, afakî tefekkür ve enfüsî tefekkür düzleminde birçok teori geliştirdim o sıralar. Baktım, altından çıkamıyorum. Bu sefer meseleyi bir yolculuk esnasında Kenan Demirtaş abiye de açtım. Kenan abi, 23. Söz'de de altı çizilen, Fatiha'daki ayetlerdeki geçişten hareketle harika birşey söyledi bana: "Kainata bakarak Allah'ı 'O' diye ararsan bu gaibane tefekkür olur. Eğer arayışı 'Sen' diye yaparsan, bu, Allah'ı 'Sen' düzleminde aramak olur ki, hazırane tefekkürdür."
Bu ışıkla tekrar okumalarımı yaparken şunu farkettim: Hakikaten de gaibane tefekkür yapılırken Cenab-ı Hak, bir 'O' olarak, biraz da (tabir-i caizse) etkileşimden ötelenmiş olarak tefekkür ediliyordu. Bu tefekkürde Allah'ı bulmak vardı, tanımak da vardı, fakat bir adım ötesinde şuunatına uzanmak yoktu. Yani gaibane tefekkür, esma dairesinde yapılan tefekkürde kalıyordu. Fakat ne zaman ki, hazırane eşiğine atlanılıyordu, artık marifetin elleri şuunata da uzanıyordu. Etkileşim başlıyordu.
Burada, belki bir parantez içinde şuunatın da tarifini yapmamız gerek. Bediüzzaman tarafından izahı 32. Söz'ün 2. Mevkıfı'nda yapılan şuunat, çok kusurlu bir temsille anlatacak olursak; bizdeki duyguların, bizdeki kusurlardan çok çok uzak bir şekilde Cenab-ı Hak'ta bulunan manalarıdır. Bediüzzaman, kelimelerin kifayetsizliğinden dolayı şöyle ifadeler kullanır şuunatı anlatırken:
"... Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi; Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yadedemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
İşte hem 23. Söz'de, hem 11. Söz'de altı çizilen eşik; kulun, Allah'ı tefekkür ederken bu tefekkürün nihayetinde şuunatının farkına varmasıdır. Bediüzzaman o eşikleri de şu cümlelerle ifade eder:
"Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir..."
Burada geçen 'kendini tanıttırmak ve bildirmek ister' ve 'kendini sevdirmek ister' gibi ifadeler de gösterir ki; artık tefekkürde veya muhatabiyette bir aşama atlanmış, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ötesindeki şuunatı, yani mukaddes ve münezzeh istekleri anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu farkeden kul, artık 'O tefekkürü'nü bırakır ve Cenab-ı Hakkı 'Sen ve ben tefekkürü' ile temaşa etmeye başlar. Onun kendisini sevdirmek istediğini farkedince, kendisini sevdirmeye daha çok çalışır. Tanınmak istediğini farkedince, daha çok tanıyarak Onun bu arzu-yu mukaddesine mukabele eder. Burada artık kulluk, bir açıdan, Vahdaniyet dairesinden Ehadiyet dairesine de çekilmiştir. Özelleşmiştir. Belki bu aynı zamanda afakî tefekkürden enfüse de geçiştir.
Bunun daha da üstündeki farkındalık, tabirimde hata olmasın, Cenab-ı Hakkın 'sevgisinin, rahmetinin, şefkatinin' kulun yapabileceği fiillerle üzerine çekilebiliyor oluşudur. Cenab-ı Hakkın tanınmak istemesine mukabil, onu daha fazla tanımaya çalışan kul, bu noktada Rabbini kendisine daha çok teveccüh etmiş bulur. Hem rızası kazanılır, hem kapalı sandığı kapılar da ona açılır. İnsanın yaptıklarıyla Allah'ın şuunat dairesinde aks-i sada bulması, hakikaten insanlık adına büyük bir keşiftir. Ki bu da Bediüzzaman 11. Söz'de şu şekilde ifade eder:
"Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde..." Yani tabir-i caizse, kul, kâinat tefekkürünü tam yaptığı zaman, ikinci bir tefekkür dairesi 'Allah'ın muamelesi ve ef'âline bakmak' yönünde önünde açılıyordu. Ve bu dairede artık hazırane Onunla muhatap olup, Fatiha'da geçtiği gibi "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" düzeyine geliyordu. 'O tefekkürü veya ibadeti' artık 'Sen ve ben' çizgisine çıkıyordu. Belki Vahdaniyet içindeki Ehadiyet de, afakî tefekkürle enfüsî tefekkür arasındaki fark da, esma dairesi ile şuunat dairesi arasındaki nüans da burada aranmalıydı: Gaibane ve hazırane muhatabiyetler...
Görüyorsunuz, nereden çıktık da nereye geldik. Halbuki başladığımız yerde Barla Lahikası'ndan bir mektup vardı. Birşey daha söyleyeyim burada: Gariptir ki; Beidüzzaman, 23. Söz ve 11. Söz'de de gaibaneden hazıraneye geçişte mektup temsilleri kullanıyor. Her iki metinde de gaibaneden hazırane geçişten hemen önceki basamaklardan birisini şöyle ifade ediyor: "Kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür."
Bana öyle geliyor ki: O tefekküründen Sen tefekkürüne geçiş, nesnelerdeki 'bana özel'lliği farketmekle oluyor. Ki bu da her neyle karşılaşırsak, onun bize yazılmış bir mektup olduğunu düşünmekle, yani üzerimize alınmakla mümkün gibi. Belki de bu yüzden Bediüzzaman, Dr. Yusuf Kemal'e, Risale-i Nur'a bakarken kuşanması gereken zihin yapısını tarif ederken böyle diyor: "Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et."
Buradaki iki temsil aracının da 'kişiye özel' şeyler olduğuna özellikle dikkatinizi çekerim. Ne reçete, ne de mektup bir başkası tarafından okunması ve uygulanması hoş karşılanan şeyler değildir. Kişiye özeldirler. Bediüzzaman da adeta, Yusuf Kemal'in nazarını hazırane muhatabiyete kaldırmak için 'kişiye özel'liği farketmesini istemektedir... Ben ne demiştim? Nihayetinde bakınız, vardığımız yer, hiç de suya daldığımız yer değildir. Risale-i Nur'da daha böyle neler neler var. Yeter ki, dalmaya vakit ayırın. Metni sadeleştirmek yerine kendinizi zenginleştirin. Çünkü metni sadeleştirdikçe bu bağlantılar kaybolacak. "Fetebarek Allahu ahsenü'l-Halıkîn."
22 Ağustos 2013 Perşembe
Lahikalar neden önemli?
"Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiyeyle bir hakikati daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikin diğer derslerle tafsil, tavzih ve izharından ibarettir." (Hulusi Yahyagil, Barla Lahikası'ndan.)
Bediüzzaman’ın zamana yayılmış fikir haritasını (belki bir yönüyle fikrî tarihçesini) takip ederken dikkatimi en çok çeken şeylerden birisi; onun, daha yirmili yaşlarda zihninde yerleşmiş hakikatleri, ilerleyen dönemlerde farklı yöntemlerle tekrar be tekrar anlatmaya çalışmasıdır. Bazen Lemaat’ta olduğu gibi şiirimsi bir tarzla yapmaya çalışmıştır bunu; bazen de Mesnevi-i Nuriye’de olduğu gibi kısa notlarla.
Fakat yine de anlatmayı düşündüğü şeyler bellidir. Nelere vurgu yapması gerektiğini biliyordur adeta. Ancak onları nasıl bir uslûb içinde sunması gerektiğine dair kendi içinde arayışı vardır. Küçük küçük dokunuşları da olmuştur belki yeni teliflerinde (Mesnevi’de kitap, kainat, peygamber ve vicdan olarak zikrettiği dörtlü muallimleri daha sonraki Risalelerde üçlü olarak zikretmesi, vicdanı zikretmemesi gibi) ancak bu dokunuşlar hep ufak şeylerdir. Bu yüzden Risale ormanındaki çoğu ağacın fidanını, danesini Mesnevi’de, Lemaat’ta, Muhakemat’ta, Sünuhat’ta görebilirsiniz. Bu yönüyle Risale-i Nur’un anlatımı hem bir aynılık, hem bir başkalık içerir. Mesela İşaratü’l-İ’caz’da Hüseyin-i Cisrî’den atıfla kısaca anlatılan bir temsil, daha sonra külliyat içinde genişler ve bir hikaye-yi temsiliye olur. Hepsini birden kuşatamayanlar, aralarındaki bağı göremezler.
Buna benzer bir bağıntıyı da bugünlerde lahika okuması yaparken farkettim. Bediüzzaman’ın, bir doktora (diğer mektuplardan anlıyoruz ki, bu doktorun ismi Yusuf Kemal’dir) hitaben yazdığı çok tatlı bir mektup içinde verdiği bir ders, beni alıp ta Sünuhat’ın içindeki bir metine götürdü.
“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” hitabıyla başlayan bu mektup, sonlarına doğru müellifin, bu yeni ve heyecanlı okuruna şöyle bir öğüdüyle bitiyordu: “Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
İşte burayı okumuş ve burada anlatılan “Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe nasıl olur?” diye kendime sorarken Sünuhat’taki o metni hatırladım birden. Kur’an’ın hakikatlerini anlatmak için yazılan eserlerin, nasıl bir süre sonra—nazardaki hata dolayısıyla—Kur’an’a perde olma riski taşıdığını ve bunu gidermek için neler yapılması gerektiğini öğütlediği yerde, Bediüzzaman, şöyle nasihat veriyordu okurlara:
“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi; Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”
Yani Bediüzzaman, yıllar önce bir eserinde genele verdiği bir dersi, burada, bir mektupta, birkaç satır içinde okuduğu eserlerden aldığı iştiyakla şahsına karşı çok muhabbet beslediğini farkettiği bir okuruna da söylüyordu. Daha evvel, başkasının eserleri okunurken takınılması gereken bir tavır olarak tavsiye ettiği birşeyi, “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” sırrınca kendi okurlarına da öğütlüyordu. Kendisinin de eserlerine bakılırken ‘eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçete’ suretiyle bakılması, şahsının perde edilmemesi üzerine vurgu yapıyordu. Bu usûlde okumanın tarifi de belliydi: ‘Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe...’
Ben böyle, lahikalar içinde, zahiren ehemmiyetsiz(!) görünen pekçok mektupta, kısa şeylerde, küçük notlarda, Bediüzzaman’ın daha evvel sisteme dair yaptığı derslere, sezdirmeden değindiğini gördüm. Bu yönüyle lahikalar, daha evvel verilmiş derslerin, artık birebirde, pratikte, kişisel uygulamalarda yapılmış bir sınanması gibiydi. Bediüzzaman, bir yandan öğrencilerinden metinler toplarken, bir yandan da bu metinlere göre yeni metinler üreterek metot dairesinden pratik dairesine müdahil oluyordu. Demek ki; Risale-i Nur’un nasıl yaşandığını görmek, bir yönüyle de lahikalara bakmaktı. Ve lahikalar bu sebepten dolayı da kıymetliydi.
Bediüzzaman’ın zamana yayılmış fikir haritasını (belki bir yönüyle fikrî tarihçesini) takip ederken dikkatimi en çok çeken şeylerden birisi; onun, daha yirmili yaşlarda zihninde yerleşmiş hakikatleri, ilerleyen dönemlerde farklı yöntemlerle tekrar be tekrar anlatmaya çalışmasıdır. Bazen Lemaat’ta olduğu gibi şiirimsi bir tarzla yapmaya çalışmıştır bunu; bazen de Mesnevi-i Nuriye’de olduğu gibi kısa notlarla.
Fakat yine de anlatmayı düşündüğü şeyler bellidir. Nelere vurgu yapması gerektiğini biliyordur adeta. Ancak onları nasıl bir uslûb içinde sunması gerektiğine dair kendi içinde arayışı vardır. Küçük küçük dokunuşları da olmuştur belki yeni teliflerinde (Mesnevi’de kitap, kainat, peygamber ve vicdan olarak zikrettiği dörtlü muallimleri daha sonraki Risalelerde üçlü olarak zikretmesi, vicdanı zikretmemesi gibi) ancak bu dokunuşlar hep ufak şeylerdir. Bu yüzden Risale ormanındaki çoğu ağacın fidanını, danesini Mesnevi’de, Lemaat’ta, Muhakemat’ta, Sünuhat’ta görebilirsiniz. Bu yönüyle Risale-i Nur’un anlatımı hem bir aynılık, hem bir başkalık içerir. Mesela İşaratü’l-İ’caz’da Hüseyin-i Cisrî’den atıfla kısaca anlatılan bir temsil, daha sonra külliyat içinde genişler ve bir hikaye-yi temsiliye olur. Hepsini birden kuşatamayanlar, aralarındaki bağı göremezler.
Buna benzer bir bağıntıyı da bugünlerde lahika okuması yaparken farkettim. Bediüzzaman’ın, bir doktora (diğer mektuplardan anlıyoruz ki, bu doktorun ismi Yusuf Kemal’dir) hitaben yazdığı çok tatlı bir mektup içinde verdiği bir ders, beni alıp ta Sünuhat’ın içindeki bir metine götürdü.
“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” hitabıyla başlayan bu mektup, sonlarına doğru müellifin, bu yeni ve heyecanlı okuruna şöyle bir öğüdüyle bitiyordu: “Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
İşte burayı okumuş ve burada anlatılan “Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe nasıl olur?” diye kendime sorarken Sünuhat’taki o metni hatırladım birden. Kur’an’ın hakikatlerini anlatmak için yazılan eserlerin, nasıl bir süre sonra—nazardaki hata dolayısıyla—Kur’an’a perde olma riski taşıdığını ve bunu gidermek için neler yapılması gerektiğini öğütlediği yerde, Bediüzzaman, şöyle nasihat veriyordu okurlara:
“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi; Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”
Yani Bediüzzaman, yıllar önce bir eserinde genele verdiği bir dersi, burada, bir mektupta, birkaç satır içinde okuduğu eserlerden aldığı iştiyakla şahsına karşı çok muhabbet beslediğini farkettiği bir okuruna da söylüyordu. Daha evvel, başkasının eserleri okunurken takınılması gereken bir tavır olarak tavsiye ettiği birşeyi, “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” sırrınca kendi okurlarına da öğütlüyordu. Kendisinin de eserlerine bakılırken ‘eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçete’ suretiyle bakılması, şahsının perde edilmemesi üzerine vurgu yapıyordu. Bu usûlde okumanın tarifi de belliydi: ‘Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe...’
Ben böyle, lahikalar içinde, zahiren ehemmiyetsiz(!) görünen pekçok mektupta, kısa şeylerde, küçük notlarda, Bediüzzaman’ın daha evvel sisteme dair yaptığı derslere, sezdirmeden değindiğini gördüm. Bu yönüyle lahikalar, daha evvel verilmiş derslerin, artık birebirde, pratikte, kişisel uygulamalarda yapılmış bir sınanması gibiydi. Bediüzzaman, bir yandan öğrencilerinden metinler toplarken, bir yandan da bu metinlere göre yeni metinler üreterek metot dairesinden pratik dairesine müdahil oluyordu. Demek ki; Risale-i Nur’un nasıl yaşandığını görmek, bir yönüyle de lahikalara bakmaktı. Ve lahikalar bu sebepten dolayı da kıymetliydi.
21 Ağustos 2013 Çarşamba
Kardeşlerimle hasbihal
Nurcu kardeşlerim, bugün hasbıhalim sizinle. Önce sizinle; çünkü siz, benim dilimden anlamalısınız. Bize bugün bazıları, yaşananlar karşısında, korkaklık ve rahatlık öğütlüyorlar. Oturmamızı, susmamızı, kardeşlerimiz kurşuna kafa atarken karışmamamızı talep ediyorlar. Onların gözlerimizin önündeki şahadetlerine ‘dış siyaset’ diyorlar, ‘yalnızlaşıyoruz’ diyorlar, ‘müsbet hareket değil, müdahil olmamalıyız’ diyorlar.
Kardeşlerim, kendimi maaliftihar içinizden birisi sayarak söylüyorum: Biz, bu korkaklığa layık değiliz. Bizim Üstadımız da bu korkaklığa layık birisi değildi. Bizim Peygamberimiz de bu korkaklığa layık değil. Bizim Kitabımız da korkaklığı öğütlemez. Bizim dinimiz de bu korkaklığa müsait değildir. Hatta bunların ötesinde, insan olmak bile, böyle bir korkaklığı kaldırmaz. Peki, bize bunu öğütleyenlerin midesi nasıl kaldırıyor da rahat rahat böyle cümleler kurabiliyorlar? İslam bu kadar izzetsiz mi? Nurculuk bu kadar iffetsiz mi? Kardeşlik denilen, kanı akarken en masum damlalarla kardeşinin, karşısına oturup “Yanlış yapıyorlar!” demek mi? “Bizi dinleselerdi!” diye söylenmek mi? Dinimiz, ‘dış sıyaset’ mi? İtikadımız, ‘reel politik’ mi? Neye iman ediyoruz biz? Neye teslim olduk? Neyin müslümanıyız? İmanımız, menfaatimiz mi?
Kardeşlerim, “Bediüzzaman olsa, insanları böyle sokaklara dökmezdi” diyorlar. Halbuki Üstad Hazretleri, bizzat kendisi, Divan-ı Harbi Örfî’de yargılandıktan sonra yollarda “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağıran kişi değil miydi? “Bediüzzaman olsa, Suriye’de silahla mücadeleye izin vermezdi” diyorlar. Halbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ordularına karşı talebeleriyle silah kuşanan o değil miydi? Şam’a giderken yolda eşkıyalar etrafını kuşatılınca, eşkıyalar da müslüman olmasına rağmen, onlarla çatışmaya girdiği Tarihçe-i Hayat’ında yazmıyor mu? Zalime hakkı söylemek, ondan bize kalan miras değil mi? Peki, neden biz hakkı söylemeyi es geçiyor, sabrı tavsiyede bu kadar gayretli davranıyoruz?
Kardeşlerim, bunlar müsbet hareketi sadece susmak, susmak, susmak olarak görüyorlar. İtaat, itaat, itaat olarak algılıyorlar. Şiddetten mümkün mertebe sakınmayı, şiddete boyun eğme sanıyorlar. Siz Üstadın hayatını kaç kere okumuş insanlarsınız. Sizce Üstad, bu zalimlerin yaptığı katliamları sessizlikle değerlendirebilir miydi?
Bugün ümmetle kaynaşma veya küskünlükle hatırlanmanın eşiğindeyiz. Eğer bugün biz onlarla gamlarını paylaşmazsak, yarın onlar bizle hiçbir şeylerini paylaşmazlar. Bizi hayırla da anmazlar. Kardeşlerim, menfaatlerimiz zarar görür diye mi korkuyoruz? Siyasetimiz bu yüzden mi hatalı geliyor bize? Halbuki “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!” diyen bizim Üstadımız değil miydi? Ne ara bizim değer yargılarımız değişti? Ne ara biz bu kadar siyasetperest olduk?
Kardeşlerim, eğer size pasifliği öğütleyenler; kendi enaniyetleri hakikati görmelerine perde olmuş, siyasete dahlolmakla kardeşliklerini unutmuş kimselerse, onları itaatsizliğiniz caizdir. Akıllarınızı, ağalarınızın cebinden çıkarın! Kim olursa olsun, kimden olursa olsun; Mısır’da, Suriye’de kardeşlerine destek olanlara destek olun. Vallahi, zulüm hep geçicidir. Bugünler geçer. Allahın azap günleri sayılıdır. Ondan sonra ne yapacaksınız? Kardeşleriniz sizi nasıl hatırlayacak? Siz onların nasıl yüzüne bakacaksınız? Bu ikrara benzer sükût, bu dilsiz şeytanlık yakışmıyor bizlere.
Kardeşlerim, kendimi maaliftihar içinizden birisi sayarak söylüyorum: Biz, bu korkaklığa layık değiliz. Bizim Üstadımız da bu korkaklığa layık birisi değildi. Bizim Peygamberimiz de bu korkaklığa layık değil. Bizim Kitabımız da korkaklığı öğütlemez. Bizim dinimiz de bu korkaklığa müsait değildir. Hatta bunların ötesinde, insan olmak bile, böyle bir korkaklığı kaldırmaz. Peki, bize bunu öğütleyenlerin midesi nasıl kaldırıyor da rahat rahat böyle cümleler kurabiliyorlar? İslam bu kadar izzetsiz mi? Nurculuk bu kadar iffetsiz mi? Kardeşlik denilen, kanı akarken en masum damlalarla kardeşinin, karşısına oturup “Yanlış yapıyorlar!” demek mi? “Bizi dinleselerdi!” diye söylenmek mi? Dinimiz, ‘dış sıyaset’ mi? İtikadımız, ‘reel politik’ mi? Neye iman ediyoruz biz? Neye teslim olduk? Neyin müslümanıyız? İmanımız, menfaatimiz mi?
Kardeşlerim, “Bediüzzaman olsa, insanları böyle sokaklara dökmezdi” diyorlar. Halbuki Üstad Hazretleri, bizzat kendisi, Divan-ı Harbi Örfî’de yargılandıktan sonra yollarda “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağıran kişi değil miydi? “Bediüzzaman olsa, Suriye’de silahla mücadeleye izin vermezdi” diyorlar. Halbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ordularına karşı talebeleriyle silah kuşanan o değil miydi? Şam’a giderken yolda eşkıyalar etrafını kuşatılınca, eşkıyalar da müslüman olmasına rağmen, onlarla çatışmaya girdiği Tarihçe-i Hayat’ında yazmıyor mu? Zalime hakkı söylemek, ondan bize kalan miras değil mi? Peki, neden biz hakkı söylemeyi es geçiyor, sabrı tavsiyede bu kadar gayretli davranıyoruz?
Kardeşlerim, bunlar müsbet hareketi sadece susmak, susmak, susmak olarak görüyorlar. İtaat, itaat, itaat olarak algılıyorlar. Şiddetten mümkün mertebe sakınmayı, şiddete boyun eğme sanıyorlar. Siz Üstadın hayatını kaç kere okumuş insanlarsınız. Sizce Üstad, bu zalimlerin yaptığı katliamları sessizlikle değerlendirebilir miydi?
Bugün ümmetle kaynaşma veya küskünlükle hatırlanmanın eşiğindeyiz. Eğer bugün biz onlarla gamlarını paylaşmazsak, yarın onlar bizle hiçbir şeylerini paylaşmazlar. Bizi hayırla da anmazlar. Kardeşlerim, menfaatlerimiz zarar görür diye mi korkuyoruz? Siyasetimiz bu yüzden mi hatalı geliyor bize? Halbuki “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!” diyen bizim Üstadımız değil miydi? Ne ara bizim değer yargılarımız değişti? Ne ara biz bu kadar siyasetperest olduk?
Kardeşlerim, eğer size pasifliği öğütleyenler; kendi enaniyetleri hakikati görmelerine perde olmuş, siyasete dahlolmakla kardeşliklerini unutmuş kimselerse, onları itaatsizliğiniz caizdir. Akıllarınızı, ağalarınızın cebinden çıkarın! Kim olursa olsun, kimden olursa olsun; Mısır’da, Suriye’de kardeşlerine destek olanlara destek olun. Vallahi, zulüm hep geçicidir. Bugünler geçer. Allahın azap günleri sayılıdır. Ondan sonra ne yapacaksınız? Kardeşleriniz sizi nasıl hatırlayacak? Siz onların nasıl yüzüne bakacaksınız? Bu ikrara benzer sükût, bu dilsiz şeytanlık yakışmıyor bizlere.
19 Ağustos 2013 Pazartesi
Lahikalar ne söyler?
Ortaokul ve lise yıllarında, lahika bulunmayan cemaat evlerine devam ettim. Bırakın yokluklarının nedenini sorgulamayı, Bediüzzaman’ın lahikalar isminde eserleri bulunduğunu bile bilmiyordum. Hasbelkader, bir arkadaşın böyle bir soru sorduğuna şahit olduğumda, şöyle bir cevap aldığını hatırlıyorum: “İçlerinde siyasi şeyler var. O yüzden evlerde bulunması sakıncalı...” Aradan yıllar geçti, ben o grubtan ayrıldım. Ama güzel ayrılmadım. Koşulsuz itaat noktasında biraz arızalı olduğum için attılar beni. Evet, attılar... Sonradan öğrendim: Biraz fazla soru soruyordum. En azından evlere gitmeye devam eden arkadaşlar ‘gerekçeyi’ böyle naklettiler. Gıyabımda verilmiş bir karardı. Savunmam alınmadı. Ben de “Aman, ne yaptım?” falan demedim. Özür de dilemedim. Arkasından da koşmadım. Fakat bu kopuş, bir yıkım olmuştu o zamanlar benim için. Bana öyle geliyordu ki; Allah, beni rahmetinden kovmuştu. Tam anlamıyla kendimi dağıttım. Şimdi aptalca geliyor, ama öyle...
Neden böyle oldu? Bugün, külliyatı sekiz kere baştan sona okumuş ve elinden geldiğince anlamaya/anlatmaya çalışan birisi olarak bu soruya cevap arıyorum. Neden ben, o zamanlar, cemaatten (şimdi camia diyorlar) ayrıldım ve bu ayrılık beni Allah’ın huzurundan kovulmuş gibi derbeder etti? Bugünkü aklım ve kalbimle meseleye baktığımda karşıma çıkan cevap şu: Çünkü onlar, kendi küçük dairelerini bana, Allah’ın yegane rahmet dairesi gibi tarif ettiler. Kendi yolları dışında hak yollar olduğunu göstermediler. Bu yüzden oradan çıkmak, beni dünyanın kenarından düşmüş gibi perişan etti. Yıllarım Kur’an’dan, namazdan, huzurdan uzakta geçti. Kendimi bulmam, ancak serseri birkaç senenin ardından, Risaleleri gerçekten tanımamla mümkün oldu. Yoksa hakikaten mahvolmuştum. O boşluk hissinin yaşattığı eziyeti, bir içe çökme olarak tarif etsem, yine eksik tarif etmiş sayılırım.
Dediğim gibi; bugünden o zamana bakınca abilerin bana/bize yaptığı telkinlerdeki hataları daha net görüyorum. Mesela Bediüzzaman’ın şefkat tokatları gibi bahislerini birebir kendi hizmetleri ekseninde yorumlayarak ve aksi yönde hareket edecek olursak bize de aynısının olacağını söyleyerek yaptıkları gerilimli tebliğ, korku damarını tahrik ile bizi dairede tutma gayretiydi belki. Ama abilerin kararı, vahyin kendisi gibi kusursuz olmadığı için, itiraz ettiğiniz noktalar mutlaka olurdu veya olmalıydı. Bunlar olduğunda da şefkat tokatları ile tehdit, yolu gerçekten anlamamış olmakla itham edilmek, dairenin dışına çıkacakların bir daha daireye giremeyeceklerini söylemek ne kadar sağlıklıydı? Halbuki ben, işte bizzat ben, dairenin dışına atılmış ve tekrar Allah’ın fazlıyla Nur halkasına katılmıştım.
Burada belki de temel sorun; Risale-i Nur metinlerin birbirine göre farklı ve zengin yorumlar yapılmasına müsait bir alan oluşturmasına rağmen, bugün takipçisi olan alt fraksiyonların bu farklı yorumlara müsaade etmemesiydi. Hatta müsaade etmek bir yana, onları dairenin dışına atmaya çalışmalarıydı. Sırf bu yüzden, bir grubun bizzat kendi uydurduğu, Risale metinleriyle belki sadece bir tevil ilgisi bulunan, basit bir uygulamayla sorun yaşarsanız, gideceğiniz yer doğrudan dairenin dışı oluyordu. Halbuki bu sorun Risale metinlerinden dolayı kaynaklanmıyordu ki. Temel problem, ona evvelkilerin yaptığı yorumların, sonrakilerin yorumları için bağlayıcı bir nitelik taşımasıydı. Şefkat tokatlarında Risalelerin konulduğu yere, bu sefer abiler geçmişti ve gençleri, kendi dünyalarının dışına çıkarlarsa bu tokatlardan yiyecekleri konusunda korkutuyorlardı. (Hatta halısaha maçına çağırdıkları halde gelmeseler bile...)
İşte şimdilerde ben, o evlerde lahikaların neden bulunmadığını anladım. Risale-i Nur’un farklı farklı yorumları, farklı farklı talebeleri, farklı farklı sistemleri ve öğrencileri olduğunu bilmemiz istenmiyordu belki de. Sadece ‘bir kişiye’ bağlanmamız ve onu Risaleler adına zamanın söz sahibi bilmemiz arzu ediliyordu. Ve ne gariptir, ben, Bediüzzaman’ın başka talebeleri de olduğunu ancak ikinci kez Risalelerle buluştuğumda öğrenebildim. Ondan evvel, bırakın yaşayanları, ölenlerin varlıklarından bile haberdar değildim. Lahikalardan uzak kalış, onların bana sunabileceği; “Birisinin izinden gitmek sana uymuyorsa, diğerinden gidebilirsin” seçeneğini ortadan kaldırmıştı. Belki de sırf bu yüzden onlar evlerde olmazlardı. Çünkü seçeneklerin çoğaldığı yerde, lidere koşulsuz itaati sağlayamazdınız. Mirasa tek başınıza sahip çıkamazdınız.
Ve yine, belki de bu yüzden, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidayet bulursunuz” buyurmuştu. Biliyordu çünkü; herkesin fıtratı farklı, meşrebi farklı, istidadı farklıydı. Herkes kendi fıtratınca, meşrebince, istidadınca bir yöntem takip edebilirdi ve belki başkasıyla uyuşamazdı. Bu yüzden onları, bir kişinin, bir sahabinin, yalnız bir yıldızın peşinden gitmeye mecbur etmemişti. “Tümü yıldızlar gibidir” demişti. Bizse bu sırrı anlamıyor ve tebliğ yapalım derken kötülük ediyorduk. Kendi yıldızımızı yegane yıldız sanıyor ve öyle de lanse ediyorduk. O yıldızın peşinden gitmeyenleri ise, dairenin dışına çıkmakla ve yanlış yapmakla korkutuyorduk. Lahikalar bize, Bediüzzaman’ın arkasındaki bütün yıldızları göstermek açısından ne kadar da sırlıydı. Ve onları okumamak, Nur eğitimi adına, ne kadar hatarlıydı. Ben bunu bizzat yaşayarak öğrendim.
Neden böyle oldu? Bugün, külliyatı sekiz kere baştan sona okumuş ve elinden geldiğince anlamaya/anlatmaya çalışan birisi olarak bu soruya cevap arıyorum. Neden ben, o zamanlar, cemaatten (şimdi camia diyorlar) ayrıldım ve bu ayrılık beni Allah’ın huzurundan kovulmuş gibi derbeder etti? Bugünkü aklım ve kalbimle meseleye baktığımda karşıma çıkan cevap şu: Çünkü onlar, kendi küçük dairelerini bana, Allah’ın yegane rahmet dairesi gibi tarif ettiler. Kendi yolları dışında hak yollar olduğunu göstermediler. Bu yüzden oradan çıkmak, beni dünyanın kenarından düşmüş gibi perişan etti. Yıllarım Kur’an’dan, namazdan, huzurdan uzakta geçti. Kendimi bulmam, ancak serseri birkaç senenin ardından, Risaleleri gerçekten tanımamla mümkün oldu. Yoksa hakikaten mahvolmuştum. O boşluk hissinin yaşattığı eziyeti, bir içe çökme olarak tarif etsem, yine eksik tarif etmiş sayılırım.
Dediğim gibi; bugünden o zamana bakınca abilerin bana/bize yaptığı telkinlerdeki hataları daha net görüyorum. Mesela Bediüzzaman’ın şefkat tokatları gibi bahislerini birebir kendi hizmetleri ekseninde yorumlayarak ve aksi yönde hareket edecek olursak bize de aynısının olacağını söyleyerek yaptıkları gerilimli tebliğ, korku damarını tahrik ile bizi dairede tutma gayretiydi belki. Ama abilerin kararı, vahyin kendisi gibi kusursuz olmadığı için, itiraz ettiğiniz noktalar mutlaka olurdu veya olmalıydı. Bunlar olduğunda da şefkat tokatları ile tehdit, yolu gerçekten anlamamış olmakla itham edilmek, dairenin dışına çıkacakların bir daha daireye giremeyeceklerini söylemek ne kadar sağlıklıydı? Halbuki ben, işte bizzat ben, dairenin dışına atılmış ve tekrar Allah’ın fazlıyla Nur halkasına katılmıştım.
Burada belki de temel sorun; Risale-i Nur metinlerin birbirine göre farklı ve zengin yorumlar yapılmasına müsait bir alan oluşturmasına rağmen, bugün takipçisi olan alt fraksiyonların bu farklı yorumlara müsaade etmemesiydi. Hatta müsaade etmek bir yana, onları dairenin dışına atmaya çalışmalarıydı. Sırf bu yüzden, bir grubun bizzat kendi uydurduğu, Risale metinleriyle belki sadece bir tevil ilgisi bulunan, basit bir uygulamayla sorun yaşarsanız, gideceğiniz yer doğrudan dairenin dışı oluyordu. Halbuki bu sorun Risale metinlerinden dolayı kaynaklanmıyordu ki. Temel problem, ona evvelkilerin yaptığı yorumların, sonrakilerin yorumları için bağlayıcı bir nitelik taşımasıydı. Şefkat tokatlarında Risalelerin konulduğu yere, bu sefer abiler geçmişti ve gençleri, kendi dünyalarının dışına çıkarlarsa bu tokatlardan yiyecekleri konusunda korkutuyorlardı. (Hatta halısaha maçına çağırdıkları halde gelmeseler bile...)
İşte şimdilerde ben, o evlerde lahikaların neden bulunmadığını anladım. Risale-i Nur’un farklı farklı yorumları, farklı farklı talebeleri, farklı farklı sistemleri ve öğrencileri olduğunu bilmemiz istenmiyordu belki de. Sadece ‘bir kişiye’ bağlanmamız ve onu Risaleler adına zamanın söz sahibi bilmemiz arzu ediliyordu. Ve ne gariptir, ben, Bediüzzaman’ın başka talebeleri de olduğunu ancak ikinci kez Risalelerle buluştuğumda öğrenebildim. Ondan evvel, bırakın yaşayanları, ölenlerin varlıklarından bile haberdar değildim. Lahikalardan uzak kalış, onların bana sunabileceği; “Birisinin izinden gitmek sana uymuyorsa, diğerinden gidebilirsin” seçeneğini ortadan kaldırmıştı. Belki de sırf bu yüzden onlar evlerde olmazlardı. Çünkü seçeneklerin çoğaldığı yerde, lidere koşulsuz itaati sağlayamazdınız. Mirasa tek başınıza sahip çıkamazdınız.
Ve yine, belki de bu yüzden, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidayet bulursunuz” buyurmuştu. Biliyordu çünkü; herkesin fıtratı farklı, meşrebi farklı, istidadı farklıydı. Herkes kendi fıtratınca, meşrebince, istidadınca bir yöntem takip edebilirdi ve belki başkasıyla uyuşamazdı. Bu yüzden onları, bir kişinin, bir sahabinin, yalnız bir yıldızın peşinden gitmeye mecbur etmemişti. “Tümü yıldızlar gibidir” demişti. Bizse bu sırrı anlamıyor ve tebliğ yapalım derken kötülük ediyorduk. Kendi yıldızımızı yegane yıldız sanıyor ve öyle de lanse ediyorduk. O yıldızın peşinden gitmeyenleri ise, dairenin dışına çıkmakla ve yanlış yapmakla korkutuyorduk. Lahikalar bize, Bediüzzaman’ın arkasındaki bütün yıldızları göstermek açısından ne kadar da sırlıydı. Ve onları okumamak, Nur eğitimi adına, ne kadar hatarlıydı. Ben bunu bizzat yaşayarak öğrendim.
16 Ağustos 2013 Cuma
Bütünün yeniden tarifi: Parçaların etkileşimi mi, iradesizleşmesi mi?
Metin Karabaşoğlu abinin altını sık çizdiği birşey var sohbet aralarında. Allah Resulü'nde her ismin azam mertebede tecellisi ile, dar-ı ahirete irtihalinden sonra bu mirasın kime kaldığı üzerine. Metin abi (biraz kişisel tefekkürü, biraz da hadislerde belirtilen ümmet özelliklerinden hareketle) Efendimiz aleyhissalâtu vesselamdaki bu esma dengesinin, vefatından sonra, bir kişiye kalmadığını/kalamayacağını; zira bunun ancak bütün ümmetin birlikte taşıyabileceği bir ağır yük olduğunu söylüyor.
Her insanda farklı isimlerin, farklı ölçülerde yansımasıyla ortaya çıkan latiflikler; ancak bütüne birden bakıldığında ve parçalar birbiriyle etkileşim içerisinde olduğu sürece Asr-ı Saadetin doyum olmaz letafetini sunuyorlar bizlere. Kendi renginin cazibesine kapılıp ümmet bilincine kapananlar ise, ne kadar güzel bir noktadan yola çıkmış olurlarsa olsunlar, müfrit alevilik gibi, bambaşka bir yerde yolculuğu bitirebiliyorlar. Yine aksi şekilde, yanlış ayakla dansla başlamış nice hareket de, kendilerini ümmete açtık tuttukları için, dengelerini buluyor, güzel meyveler dererek imtihanlarını sonlandırabiliyorlar.
Metin abinin bu tesbitinin neden üzerinde duruyorum? Çünkü ben de benzer birşeyi, bu kadar geniş bir çerçevede olmasa da, okuduğum metinlerden hareketle farkediyordum. Aynı mesele hakkında birçok yazarın düşüncesini beraber okuduğumda bulduğum denge, bana, mecliste tecelli eden hakikatin, kişide tecelli edenden daha üst birşey olduğunu hissettiriyordu. Hatta bunu vaktiyle, Ahmet Yıldız'ın, böyle bir tarzda hazırladığı Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı kitabını yorumlarken de dile getirmiştim. İçtimai Reçeteler'den de atıf yapmıştım hatta: Bediüzzaman'ın, orada, İstanbul'daki tedrisattaki sorunu tarif edişinin 'adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak' şeklinde oluşuna dikkat çekmiştim. Okuyanlar hatırlayacaklardır.
Öyle ya! Münazaranın, sual ve cevabın olmadığı bir yerde 1'ler nasıl 1111 olabilirdi? Hangi tutkal onları bir arada tutabilirdi? Etkileşim yaşanmıyordu ki? Orada bir birliktelik oluşursa bile; bu, istibdatla veya herkesin uyması dayatılan istişare kararlarıyla olurdu ki; ondan çıkacak rakam da, en iyi ihtimalle 1000 olabilirdi. (Eğer baştaki 1, kararında isabet etmişse.) Çünkü baştaki 1, diğerlerinin kendisinde 0'laşmasını talep ederdi.
Ama Bediüzzaman'ın cemaat hayali böyle değildi. O, hiçbir 1'in, elifin, kendi varlığından ve anlamından vazgeçmediği bir 1111 düzeni hayal ediyordu. Hatta Münazarat'taki argümanlarına baktığınızda görüyordunuz ki, 1000'li düzenlerle mücadele de ediyordu. Başkasının cebinde gezen akıllardan hoşlanmıyordu. Çünkü böyle bir 1000, ne kadar kıymetli görünürse görünsün, ne kadar büyük işler başarırsa başarsın, eğer baştaki 1, 0'laşırsa, bütün rakamın sıfırlanması kolaydı. 1000, sırf liderdeki sorun nedeniyle birden 0000'a sükût edebilirdi. Halbuki öteki şekilde baştaki 1, 1'liğini yitirse bile geriye 111 kalırdı. Hatta belki o 111, 0'rı kanatları altına alarak 1110'nu korurlardı.
İşte ben, biraz da bu nedenle "Risale-i Nur yeter!" kullanımının, müellifinin amacının dışında bir maksatla şerh edilerek, bir kısım Nur talebelerini yanlış bir yola sürüklediğini düşünüyorum. Risale-i Nur, elbette üzerine bir meslek bina etmeye müsait ve yeter bir eserdir. Kendisine meslek/ekol arayanların o mesleğin bütün yapıtaşlarını kuşanabileceği bir metinler bütünüdür. Fakat yine de ümmete açık olmak (ama eleştiriye, ama katkıya) ve ümmetteki esma dengesini yakalamak, ümmetin (ümmet-i davet ve ümmet-i icabe, ikisi de dahil) ürettiği metinlere açık olmakla mümkün olabilir. Burada, Risale-i Nur, Kur'an'a dayanan sapasağlam bir kulp oluşu yönüyle pergelimizin yere saplı ayağıdır. Diğer okumalarımız ise, ümmetin ortak rengini yudumladığımız genişleyebilen, daireler çizebilen, serbest ayaktır. Müslümanı taassuptan veya irtidattan koruyan da budur.
Hatta bunun bir adım ötesinde, Üstad Hazretlerinin lahikalarda yapmaya çalıştığı şeyin de böyle birşey olduğunu düşünüyorum. Lahikalar içinde bazı bazı talebelerinin 'sistem'lerine ve değişik meziyetlerine atıf yapan Bediüzzaman'ın, onları o münevver mecliste bir araya getirerek, bütünün ahengini hepsine/hepimize göstermeye çalıştığını tahmin ediyorum. Ki orada; asker kökenli bir Hulusi abiden, medrese kökenli Sabri abiye, Risalelerden istifadesini yazan bir doktordan, düşüncelerini anlatan bir muallime; bütün renklerin yansıması görünüyor. Belki de Bediüzzaman lahikalarla şunu göstermeye çalışıyor: "Siz güzelsiniz. Ama bütünken güzelsiniz. Ve farklı farklı olmanız da bu hakikatlerden istifadenize engel değil. Birbirinize kapalı olmayın." Belki Hüsrev abiye yazılmış şu kısacık mektup bile bunun bir delili:
"Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."
Kendi kararlarını ümmetin eleştirisine/katkısına kapatan, aklın en doğal hakkı olan acaba'ya kapı açmayan ve sırf bu yüzden giderek gettolaşanlar düşünsün. Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.
Her insanda farklı isimlerin, farklı ölçülerde yansımasıyla ortaya çıkan latiflikler; ancak bütüne birden bakıldığında ve parçalar birbiriyle etkileşim içerisinde olduğu sürece Asr-ı Saadetin doyum olmaz letafetini sunuyorlar bizlere. Kendi renginin cazibesine kapılıp ümmet bilincine kapananlar ise, ne kadar güzel bir noktadan yola çıkmış olurlarsa olsunlar, müfrit alevilik gibi, bambaşka bir yerde yolculuğu bitirebiliyorlar. Yine aksi şekilde, yanlış ayakla dansla başlamış nice hareket de, kendilerini ümmete açtık tuttukları için, dengelerini buluyor, güzel meyveler dererek imtihanlarını sonlandırabiliyorlar.
Metin abinin bu tesbitinin neden üzerinde duruyorum? Çünkü ben de benzer birşeyi, bu kadar geniş bir çerçevede olmasa da, okuduğum metinlerden hareketle farkediyordum. Aynı mesele hakkında birçok yazarın düşüncesini beraber okuduğumda bulduğum denge, bana, mecliste tecelli eden hakikatin, kişide tecelli edenden daha üst birşey olduğunu hissettiriyordu. Hatta bunu vaktiyle, Ahmet Yıldız'ın, böyle bir tarzda hazırladığı Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı kitabını yorumlarken de dile getirmiştim. İçtimai Reçeteler'den de atıf yapmıştım hatta: Bediüzzaman'ın, orada, İstanbul'daki tedrisattaki sorunu tarif edişinin 'adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak' şeklinde oluşuna dikkat çekmiştim. Okuyanlar hatırlayacaklardır.
Öyle ya! Münazaranın, sual ve cevabın olmadığı bir yerde 1'ler nasıl 1111 olabilirdi? Hangi tutkal onları bir arada tutabilirdi? Etkileşim yaşanmıyordu ki? Orada bir birliktelik oluşursa bile; bu, istibdatla veya herkesin uyması dayatılan istişare kararlarıyla olurdu ki; ondan çıkacak rakam da, en iyi ihtimalle 1000 olabilirdi. (Eğer baştaki 1, kararında isabet etmişse.) Çünkü baştaki 1, diğerlerinin kendisinde 0'laşmasını talep ederdi.
Ama Bediüzzaman'ın cemaat hayali böyle değildi. O, hiçbir 1'in, elifin, kendi varlığından ve anlamından vazgeçmediği bir 1111 düzeni hayal ediyordu. Hatta Münazarat'taki argümanlarına baktığınızda görüyordunuz ki, 1000'li düzenlerle mücadele de ediyordu. Başkasının cebinde gezen akıllardan hoşlanmıyordu. Çünkü böyle bir 1000, ne kadar kıymetli görünürse görünsün, ne kadar büyük işler başarırsa başarsın, eğer baştaki 1, 0'laşırsa, bütün rakamın sıfırlanması kolaydı. 1000, sırf liderdeki sorun nedeniyle birden 0000'a sükût edebilirdi. Halbuki öteki şekilde baştaki 1, 1'liğini yitirse bile geriye 111 kalırdı. Hatta belki o 111, 0'rı kanatları altına alarak 1110'nu korurlardı.
İşte ben, biraz da bu nedenle "Risale-i Nur yeter!" kullanımının, müellifinin amacının dışında bir maksatla şerh edilerek, bir kısım Nur talebelerini yanlış bir yola sürüklediğini düşünüyorum. Risale-i Nur, elbette üzerine bir meslek bina etmeye müsait ve yeter bir eserdir. Kendisine meslek/ekol arayanların o mesleğin bütün yapıtaşlarını kuşanabileceği bir metinler bütünüdür. Fakat yine de ümmete açık olmak (ama eleştiriye, ama katkıya) ve ümmetteki esma dengesini yakalamak, ümmetin (ümmet-i davet ve ümmet-i icabe, ikisi de dahil) ürettiği metinlere açık olmakla mümkün olabilir. Burada, Risale-i Nur, Kur'an'a dayanan sapasağlam bir kulp oluşu yönüyle pergelimizin yere saplı ayağıdır. Diğer okumalarımız ise, ümmetin ortak rengini yudumladığımız genişleyebilen, daireler çizebilen, serbest ayaktır. Müslümanı taassuptan veya irtidattan koruyan da budur.
Hatta bunun bir adım ötesinde, Üstad Hazretlerinin lahikalarda yapmaya çalıştığı şeyin de böyle birşey olduğunu düşünüyorum. Lahikalar içinde bazı bazı talebelerinin 'sistem'lerine ve değişik meziyetlerine atıf yapan Bediüzzaman'ın, onları o münevver mecliste bir araya getirerek, bütünün ahengini hepsine/hepimize göstermeye çalıştığını tahmin ediyorum. Ki orada; asker kökenli bir Hulusi abiden, medrese kökenli Sabri abiye, Risalelerden istifadesini yazan bir doktordan, düşüncelerini anlatan bir muallime; bütün renklerin yansıması görünüyor. Belki de Bediüzzaman lahikalarla şunu göstermeye çalışıyor: "Siz güzelsiniz. Ama bütünken güzelsiniz. Ve farklı farklı olmanız da bu hakikatlerden istifadenize engel değil. Birbirinize kapalı olmayın." Belki Hüsrev abiye yazılmış şu kısacık mektup bile bunun bir delili:
"Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."
Kendi kararlarını ümmetin eleştirisine/katkısına kapatan, aklın en doğal hakkı olan acaba'ya kapı açmayan ve sırf bu yüzden giderek gettolaşanlar düşünsün. Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.
10 Ağustos 2013 Cumartesi
G.G.Ş.: Gayretullah Güvenlik Şirketi
Evet, listemize bakalım: "Böyle şeyleri kendi aramızda konuşmamız gerekiyor. (Yazarın notu: Sanki konuşacak platformumuz var.) Sosyal medyada paylaşmak doğru değil!" tamam. "Helal sana, iyi cemaatçi ayağına yatmışsın, ama yemezler!" tamam. "Nurcu görünümlü ajanlar, oyunlarınız boşa!" tamam. "Seni işyerine şikayet edeceğim. Hizmeti bilmeyen birisinin orada ne işi var?" tamam. "Ahirette bu yazdıklarından çok pişman olacaksın! Allah hidayet versin!" tamam. "Cemaatçiyim gibi yaparak iktidar yalakalığı yapıyorsun! Bravo!" tamam. "Sizin gibi kafasızlar cemaati nasıl anlayabilir ki zaten?" tamam. "İmanını tehlikede görüyorum. İhlas Risalesini daha sık oku!" tamam. "Yazdıklarının gayretullaha dokunmasına az kaldı!" tamam. "Sizi bir yerden emir alarak yazan tetikçiler. Elinize hiçbir şey geçmeyecek..." tamam.
Evet, tamam gibiyiz. Sanıyorum hepsi aşağı yukarı bu kadardı. Elbette adetleri bundan fazlaydı, ama geri kalanı birbirinin tekrarı gibiydi. O yüzden hepsini yazmaya gerek yok. Vaktinizi çalmayayım. Bunlar ne mi? Bunlar "Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni" isimli yazıma yapılan okuyucu yorumları. Tabii hepsi cemaatten gelen yorumlar. Diğerlerinden gelenleri almadım. Gerek yoktu. Anlarsınız ya, övünmeyi pek sevmem.
Şimdi, madem cemaat mazideki olayları veya Today's Zaman'ın yaptıklarını konuşmayı pek sevmiyor, biz de biraz anlayışlı olalım, üzerlerine gitmeyelim. Depresif bir dönemdeler. Kariyerleri boyunca belki ilk defa siyasi gücün olduğu tarafta yer almıyorlar. Bu da biraz sarsıyor onları tabii. Şu an bulundukları şartlarda rüzgâr onlardan yana esmiyor pek. Halbuki hiç şaşırmazlardı bu noktada. Her zaman güçlünün yanında yer alırlardı. Kendilerini güçlü göstermenin en kolay yolunu bulmuşlardı böyle: "Her zaman güçlünün yanında yer alırsan, seni güçlü sanırlar."
Darbe dönemleri, demokrasi dönemleri, değişen iktidarlar, hükümetler... Hiçbirisi bozmaz onları. Neden bozsun ki? Onlar hemen gücün yanına geçiverirler zaten. Ecevit döneminde Ecevitçi, Özal döneminde Özalcı, Demirel döneminde Demirelci, darbe dönemlerinde de 'darbe kötü ama' darbecidirler. Çok mu iddialı şeyler söylüyorum? Yakın tarihi anımsayanlar yanılmadığımı zaten biliyorlar. Bahsi geçen dönemlerin manşetlerini, medyaya verilen beyanatları, üst seviyeden mesajları, elbette hatırlıyorlar. Allah'tan ki, tarih, yalnız hafızamızda kayıtlı olan birşey değil. Hepsinin belgesi, kaydı kuydu var.
Ama ben bugün bütün bunlara hiç değinmeyeceğim. Beni çok rahatsız eden başka birşey hakkında konuşmak istiyorum: G.G.Ş. Ne demek G.G.Ş.? Gayretullah Güvenlik Şirketi. Ben, bu kuruluşun, cemaatin gizli güvenlik şirketi olduğunu tahmin ediyorum. Neden mi? Zira ne zaman cemaate eleştirel birşey söyleseniz (eğer dindar olduğunuz farketmişlerse) onunla tehdit ediliyorsunuz. Tamam, kelimeye köken olarak baktığımızda, bahsettikleri Cenab-ı Hakmış gibi duruyor. Ama o kadar cemaati korumaya yönelik bir tutumu varmış gibi yansıtılıyor ki; o Allah'ın, hepimizin Allah'ı olan Cenab-ı Hak olduğuna inanamıyorsunuz. "O olsa, böyle sadece kendilerininmiş gibi konuşmazlar..." diyorsunuz.
Siz de ehl-i iman, ehl-i namaz, ehl-i oruç, hatta ehl-i risale olmanıza rağmen; sakın sakın ağzınızı açmayın, G.G.Ş. bir anda ağzınıza tıkılıyor. Sırf bana yapıldığı için değil, yalnız bana olsa bu kadar gocunmam, herkese karşı böyle bir korunma refleksi geliştirdiklerinden beyan ediyorum: Arkadaşlar, Allah yalnız sizin Allah'ınız değil, hepimizin Allah'ı. Ve sizi eleştirenler de küfür ordusunun neferleri değil, yine sizin gibi namaz kılan insanlar. Peki, neden Allah yalnız sizin Allah'ınızmış gibi davranıyorsunuz? Bunda bir gariplik yok mu?
Hani, dedim ya, azıcık tarih bilgimiz var. Tarihte İslam toplulukları arasında daha önce de anlaşmazlıklar, içtihat farklılıkları olduğunu biliyoruz, ama hiç sizin gibi gayretullahı sahipleneni hatırlamıyoruz. Birbirini bununla susturanı duymuyoruz. Mezhepler, birbirlerinden farklı hükümler belirtmelerine rağmen, birbirlerini değil dalaletle, yanlış yapmakla bile suçlamıyorlar. Sizin elinizde nasıl bir onay belgesi var ki, size yapılan eleştiri, garanti Cenab-ı Hakkın gayretullahına gidiyor? Normalde müminlerin aralarında birşeyleri tartışmalarına, konuşmalarına, içtihat farklılıklarına müsaade eden Allah, size gelince niye (hâşâ) etmiyor? Ben, bunu cidden çok merak ediyorum. Tüm iyi niyetime rağmen algılamakta zorlanıyorum. Halbuki sizi eleştirenler de bunu çoğu zaman Allah rızası için yapıyorlar.
Kaldı ki, yukarıda saydığım gibi, size eleştiri getireni her yere sokmayı, cehenneme atmayı, fitneci kılmayı, iftira etmeyi, imanını sorgulamayı biliyorsunuz. Acaba bizim yaptığımız küçük eleştirilere çok kızan G.G.Ş., eğer sırf size bağlı bir kurum değilse, sizin bize yaptığınız bu iftiralara kızmıyor mu? Onlar gayretullaha dokunmuyor mu? Nasıl bir özgüveniniz, yok yok özgüven değil bu, cezbe haliniz var ki, sizin dışınızda, yine Allah'ın razı olabileceği, ama sizden farklı düşünen kullar olduğunu düşünmüyorsunuz? Bu nasıl bir algı tıkanması, nasıl tehlikeli bir idrak körleşmesidir! Allah şifa versin. Bediüzzaman bile "Hak yalnız benim mesleğimdir" demeyi doğru bulmazken, siz nasıl sizin dışınızdakileri böyle gayretullaha havale etme gücü kazanabildiniz? Cadde-i kübrayı nasıl bu kadar daraltabildiniz?
Bunlar küçük, ama çok can yakıcı şeyler. Düşünülmesi gereken şeyler. Üzerlerine yazıyorum, çünkü bunlarla yüzleşelim istiyorum. Bizden öncekilerin birbirini idare etmesi, "Aman hizmettir, zarar gelmesin!" diye laf etmemesi yüzünden bu zihinsel problemler büyüdü, bugünlere geldi. Biz de üzerlerine konuşmaz isek daha da büyüyecek. Zira bu insanlar, şu büyük hatayı farketmiyorlar: İnsanlarla yaşadığınız her problemde araya Allah'ı kalkan gibi koymaya kalkarsanız, insanları sadece kendinize değil, Allah'a da küstürürsünüz. Bunu, sadeleştirme konusunda 'sadeleştirme yapanları' dairenin dışına atanlara karşı da yapmıştım, şimdi cemaate karşı da yapıyorum. Allah'ın rızası, sevgisi, hizmeti kimsenin tekelinde değildir. Ne cemaatin, ne nurcuların, ne de başka bir grubun. Öyleymiş gibi davranırsanız, asıl o zaman gayretullaha dokunur. Çünkü Allah'ın gayreti; gücüne güvenerek, zayıf ama haklı olanı ezmeye yönelenleri kahretmeye meyillidir. Kalabalık olanı; okulu, kurumu, dersanesi, binası, gazetesi, medyası çok olanı korumaya yönelik değildir. Bilmem, anlatabildim mi?
Evet, tamam gibiyiz. Sanıyorum hepsi aşağı yukarı bu kadardı. Elbette adetleri bundan fazlaydı, ama geri kalanı birbirinin tekrarı gibiydi. O yüzden hepsini yazmaya gerek yok. Vaktinizi çalmayayım. Bunlar ne mi? Bunlar "Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni" isimli yazıma yapılan okuyucu yorumları. Tabii hepsi cemaatten gelen yorumlar. Diğerlerinden gelenleri almadım. Gerek yoktu. Anlarsınız ya, övünmeyi pek sevmem.
Şimdi, madem cemaat mazideki olayları veya Today's Zaman'ın yaptıklarını konuşmayı pek sevmiyor, biz de biraz anlayışlı olalım, üzerlerine gitmeyelim. Depresif bir dönemdeler. Kariyerleri boyunca belki ilk defa siyasi gücün olduğu tarafta yer almıyorlar. Bu da biraz sarsıyor onları tabii. Şu an bulundukları şartlarda rüzgâr onlardan yana esmiyor pek. Halbuki hiç şaşırmazlardı bu noktada. Her zaman güçlünün yanında yer alırlardı. Kendilerini güçlü göstermenin en kolay yolunu bulmuşlardı böyle: "Her zaman güçlünün yanında yer alırsan, seni güçlü sanırlar."
Darbe dönemleri, demokrasi dönemleri, değişen iktidarlar, hükümetler... Hiçbirisi bozmaz onları. Neden bozsun ki? Onlar hemen gücün yanına geçiverirler zaten. Ecevit döneminde Ecevitçi, Özal döneminde Özalcı, Demirel döneminde Demirelci, darbe dönemlerinde de 'darbe kötü ama' darbecidirler. Çok mu iddialı şeyler söylüyorum? Yakın tarihi anımsayanlar yanılmadığımı zaten biliyorlar. Bahsi geçen dönemlerin manşetlerini, medyaya verilen beyanatları, üst seviyeden mesajları, elbette hatırlıyorlar. Allah'tan ki, tarih, yalnız hafızamızda kayıtlı olan birşey değil. Hepsinin belgesi, kaydı kuydu var.
Ama ben bugün bütün bunlara hiç değinmeyeceğim. Beni çok rahatsız eden başka birşey hakkında konuşmak istiyorum: G.G.Ş. Ne demek G.G.Ş.? Gayretullah Güvenlik Şirketi. Ben, bu kuruluşun, cemaatin gizli güvenlik şirketi olduğunu tahmin ediyorum. Neden mi? Zira ne zaman cemaate eleştirel birşey söyleseniz (eğer dindar olduğunuz farketmişlerse) onunla tehdit ediliyorsunuz. Tamam, kelimeye köken olarak baktığımızda, bahsettikleri Cenab-ı Hakmış gibi duruyor. Ama o kadar cemaati korumaya yönelik bir tutumu varmış gibi yansıtılıyor ki; o Allah'ın, hepimizin Allah'ı olan Cenab-ı Hak olduğuna inanamıyorsunuz. "O olsa, böyle sadece kendilerininmiş gibi konuşmazlar..." diyorsunuz.
Siz de ehl-i iman, ehl-i namaz, ehl-i oruç, hatta ehl-i risale olmanıza rağmen; sakın sakın ağzınızı açmayın, G.G.Ş. bir anda ağzınıza tıkılıyor. Sırf bana yapıldığı için değil, yalnız bana olsa bu kadar gocunmam, herkese karşı böyle bir korunma refleksi geliştirdiklerinden beyan ediyorum: Arkadaşlar, Allah yalnız sizin Allah'ınız değil, hepimizin Allah'ı. Ve sizi eleştirenler de küfür ordusunun neferleri değil, yine sizin gibi namaz kılan insanlar. Peki, neden Allah yalnız sizin Allah'ınızmış gibi davranıyorsunuz? Bunda bir gariplik yok mu?
Hani, dedim ya, azıcık tarih bilgimiz var. Tarihte İslam toplulukları arasında daha önce de anlaşmazlıklar, içtihat farklılıkları olduğunu biliyoruz, ama hiç sizin gibi gayretullahı sahipleneni hatırlamıyoruz. Birbirini bununla susturanı duymuyoruz. Mezhepler, birbirlerinden farklı hükümler belirtmelerine rağmen, birbirlerini değil dalaletle, yanlış yapmakla bile suçlamıyorlar. Sizin elinizde nasıl bir onay belgesi var ki, size yapılan eleştiri, garanti Cenab-ı Hakkın gayretullahına gidiyor? Normalde müminlerin aralarında birşeyleri tartışmalarına, konuşmalarına, içtihat farklılıklarına müsaade eden Allah, size gelince niye (hâşâ) etmiyor? Ben, bunu cidden çok merak ediyorum. Tüm iyi niyetime rağmen algılamakta zorlanıyorum. Halbuki sizi eleştirenler de bunu çoğu zaman Allah rızası için yapıyorlar.
Kaldı ki, yukarıda saydığım gibi, size eleştiri getireni her yere sokmayı, cehenneme atmayı, fitneci kılmayı, iftira etmeyi, imanını sorgulamayı biliyorsunuz. Acaba bizim yaptığımız küçük eleştirilere çok kızan G.G.Ş., eğer sırf size bağlı bir kurum değilse, sizin bize yaptığınız bu iftiralara kızmıyor mu? Onlar gayretullaha dokunmuyor mu? Nasıl bir özgüveniniz, yok yok özgüven değil bu, cezbe haliniz var ki, sizin dışınızda, yine Allah'ın razı olabileceği, ama sizden farklı düşünen kullar olduğunu düşünmüyorsunuz? Bu nasıl bir algı tıkanması, nasıl tehlikeli bir idrak körleşmesidir! Allah şifa versin. Bediüzzaman bile "Hak yalnız benim mesleğimdir" demeyi doğru bulmazken, siz nasıl sizin dışınızdakileri böyle gayretullaha havale etme gücü kazanabildiniz? Cadde-i kübrayı nasıl bu kadar daraltabildiniz?
Bunlar küçük, ama çok can yakıcı şeyler. Düşünülmesi gereken şeyler. Üzerlerine yazıyorum, çünkü bunlarla yüzleşelim istiyorum. Bizden öncekilerin birbirini idare etmesi, "Aman hizmettir, zarar gelmesin!" diye laf etmemesi yüzünden bu zihinsel problemler büyüdü, bugünlere geldi. Biz de üzerlerine konuşmaz isek daha da büyüyecek. Zira bu insanlar, şu büyük hatayı farketmiyorlar: İnsanlarla yaşadığınız her problemde araya Allah'ı kalkan gibi koymaya kalkarsanız, insanları sadece kendinize değil, Allah'a da küstürürsünüz. Bunu, sadeleştirme konusunda 'sadeleştirme yapanları' dairenin dışına atanlara karşı da yapmıştım, şimdi cemaate karşı da yapıyorum. Allah'ın rızası, sevgisi, hizmeti kimsenin tekelinde değildir. Ne cemaatin, ne nurcuların, ne de başka bir grubun. Öyleymiş gibi davranırsanız, asıl o zaman gayretullaha dokunur. Çünkü Allah'ın gayreti; gücüne güvenerek, zayıf ama haklı olanı ezmeye yönelenleri kahretmeye meyillidir. Kalabalık olanı; okulu, kurumu, dersanesi, binası, gazetesi, medyası çok olanı korumaya yönelik değildir. Bilmem, anlatabildim mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...