Bediüzzaman’ın, Kur’an’dan mülhem öğretisindeki başarıyı biraz da nefsi ‘inkâra’ değil, ‘iknaya’ dayalı öğretim metoduna bağlıyorum. (Lahikalar bunun hazinesi...) “Nefsi öldürmek...” üzerine kurgulu terbiye metotlarının günümüz gençlerine pek birşey ifade etmediği kanaatindeyim. Elbette yine bu cevheri içinde taşıyan büyükler olacaktır. Ama irşad avama/genele göre olur. Ve benim de içinde bulunduğum genel; nefsini öldürmeye, ezmeye, hiç müsait değil. Büyük cihadda farklı bir dile ihtiyacımız var.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; insan iradesini zorlukla kontrol ediyor. Bize lazım olan; bu canavarı daha fazla üstümüze salacak küçük saldırılar değil. (Çünkü yenilirsek, bütün bütün kendimizi onun kollarına bırakma ihtimalimiz de var. Ve çoğumuz böyle bir yol ayrımında yanlışa sapıyoruz.) O canavarı ehlileştirmenin/ikna etmenin yollarını bulmalıyız. Bunun çok dersleri Kur’an’da var. Bediüzzaman, kendi eserlerinde oradan alıntıladığı bu metodu şöyle anlatıyor:
“Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.”
Risale-i Nur’da çok örnekleri var bunun. Metinlerle aşina olanlar hatırlayacaklardır. Gıybet, haset, husumet gibi kavramlarda uygulamalarını gösterir Bediüzzaman. Ancak Risale-i Nur’un bu tip eğitimlerinin bir güzel yönü daha var ki; o da, öğrendiğiniz bu metodu artık kendiniz de farklı konular üzerinde kullanabiliyorsunuz. Asâ-yı Musa gibi: Bir kere elde edilince, bir daha bırakılmıyor. Nereye vurulsa, su çıkarıyor.
Ben mesela bu paragrafı suizan ekseninde hemen şöyle uygulayabiliyorum: Tanıdığım (veya yabancım) olan bir insanın, hakkımdaki düşüncelerini kötü tahmin etmek, kötüye yormak, benimle ilgili fikirlerini suizanla değerlendirmek, ondan önce benim dünyama azap olup yağıyor. Artık ne yapsa bana batar hale geliyor. Beni strese sokuyor. Beni kırıyor. Huzur muzur kalmıyor artık.
Belki o bu niyetle de yapmıyor fiillerini. Ama ben bir kere suizana alıştım ya, artık ne yapsa bana batıyor. Öylece durması bile dokunuyor, manidar geliyor. Sadece bu bile nefse hoş gelen kötü işlerin, aslında ona da kötü geldiğini (fakat nedenini farketmediğini) göstermeye yeter. Bence bütün günahlarda böyle bir yön var. Onu nefse gösterebilirsek, ikna olması mümkün. Üzerindeki necaseti gören göz, hiç insana elindeki baklavayı yedirir mi? Nefsin de bir aklı var. Ama kalp gibi çalışmıyor.Aklı olmayan menfaatini nasıl bilsin? Ki, kısa vadede, nefisten iyi menfaatini bilen bulamazsın.
Mesela bu yönüyle ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu ders nasıl da anlamlıdır:
“Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”
Çok şey bilmenin, eğer o bilgi insanı ‘asıl bilmesi gerekene’ götürmüyorsa, bir yük olduğu öğretisi; mantıkla birlikte nefse de verilen enteresan bir derstir. Hepimizin şehveti var. Her birimiz kuvvelerimizdeki potansiyeli başka kanallara yönlendirerek oralardan ‘amel’ devşiriyoruz. Burada da Bediüzzaman Hazretleri, kuvvelerinin cazibe merkezi ‘daha çok şey bilme’ olan bir mütefennine, çok şey bilmenin de (eğer doğru bir bakış açısı kuşanılmazsa) bir nevi cehalet olacağını ders vermekle nefsine bir tokat atıyor.
Böyle bir tokatın iki türlü faydası var: Birincisi; hakikatin nerede olduğunu öğretmesi. İkincisi; geçmiş emeklerin ziyan olmasını önlemek çaresini aratması ve yolunu da göstermesi. Ve böylece emekleri konusunda hassas olan nefsi harekete geçirmesi. Yani ikna etmesi... Öyle ya, hangimizin nefsi şimdiye kadar harcadıklarının ziyan olduğunu düşünmek ister? Hangimizin tabiatı iflastan hoşlanır? Ona, kaybettiklerini geridönüştürmenin bir yolunu gösterirseniz, koşarcasına gider peşinden. Ki nefsin bu tabiatını, Furkan sûresi 70, şöyle ders veriyor:
“Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Bu ayetteki çift müjde, bu mektupta da ‘bahtiyar doktora’ müjdelenenden çok farklı değil. Önce tövbelerinin kabulü, sonra ise geçmiş seyyiatın hasenata dönüşeceği müjdesi veriliyor. Tıpkı bahtiyar doktora yapıldığı gibi; emekleri konusunda hassas olan nefse, bir çıkış formülü sunuluyor: “Onları da kurtarabilirsin!” Görüyorsunuz ya, küçücük lahika mektuplarında bile Kur’an’la irtibatlı ne dersler var. Yeter ki, marifete açlığımız geçmesin. Amin.
19 Eylül 2013 Perşembe
14 Eylül 2013 Cumartesi
Neden içime sinmiyor?
"Sâmirî, şöyle dedi: 'Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.'” (Tâhâ suresi, 96)
Bazen, bazı zaferler, aslında farkedilmemiş mağlubiyetlerdir. Eğer kendiniz olarak kalmayı başaramamışsanız, kazandığınızı sandığınız anda rakibinize benzemeye başlamışsanız, buna kazanmak demezler. Bu, kaybetmenin farkedilmeyen şeklidir. Örneğin; Konstantin zamanında bütün Roma hristiyanlığı kabul etmiştir. Fakat bu kabul edilen hristiyanlık, ne kadar gerçek hristiyanlıktır? Herkes kabul eder ki, Konstantin'in bütün imparatorlukta birliği sağlama amaçlı bulmaya çalıştığı bu ortayol; biraz pagan, biraz hristiyanlık öğesi içeren üçüncü bir dindir. Tanrı sayısı azalmıştır belki. Ama teolojisi şirkten kesinlikle kurtulamamıştır.
Buna benzer bir mücadele Babürler döneminde İmam-ı Rabbani Hazretleriyle Ekber Şah arasında da geçer. Ekber Şah, tebasında yer alan farklı din mensuplarını 'din-i ilahi' adını verdiği (her dinden birşeyler içinde katık olan) bir dinde buluşturmaya gayret eder. Buna karşılık İmam-ı Rabbani, müceddidliğinin bir yansıması olarak, ona karşı koyar. Yaptığı tahrif hareketini engellemeye çalışır. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah tarafından hapse de attırılan İmam-ı Rabbani, yine de mücadelesinden vazgeçmez. Ve tarih şahittir ki, kazanan İmam-ı Rabbani'dir. Karşısındakinin ordularını yendiğinden ötürü değil, kendi kalabildiği ve müslümanları şeriat dairesinde tutabildiği için kazanan odur.
Burada bir nefes alalım: Aslında ne Konstantin'in ne de Ekber Şah'ın niyetleri kötüye benzemiyor. Onlar aslında toplumdaki farklılıkları azaltmak ve kitleleri buluşturmak arzusuyla böyle hareket ediyorlar. Zahirine bakıldığında gayet faydalı birşey yapıyorlar. Nitekim, Konstantin'in emekleri sonucu Roma içindeki din savaşları bitiyor. Ekber Şah, İmam-ı Rabbani ile karşılaşmasa belki de o da bugün Hindistan'ı tek din altında toplamayı başarabilecekti. Fakat bizim burada asıl sormamız gereken şu: İtikat ve birlik arası bir seçim yapmamız gerektiğinde seçmemiz gereken hangisi? İtikat mı, birlik mi? İmam-ı Rabbani'nin seçimi, doğru şıkkın 'birlik' olmadığını gösteriyor. Hristiyanlığın başına gelenler de birliğin her zaman iyi birşey olmadığının delili.
Bütün bunları ben neden anlattım? Oraya geleyim: Malumunuz, şu sıralar cemevi ve camilerin yanyana olması üzerine konuşuyoruz. Ben de bu konuda her nedense içten içe bir huzursuzluk duyuyorum. Burada ikinci bir gariplik daha var: Ben bir aleviyim. Yani bildiğim bütün atalarıma kadar aleviyim. Ama itikadi olarak kendimi ehl-i sünnet dairesinde görüyorum. İman dersimi (elhamdülillah dilimde erimeyen bir şeker olsun bu sebepten ebede kadar) Bediüzzaman'dan almışım. Toplum içinde sınıflandırdığımızda bir kesişim kümesinin içine düşüyoruz ailecek. Belki bu durum nedeniyle projeye en çok ben sahip çıkmalıyım. Ama yapamıyorum. İçimde ikna olmayan bir yer var. Birşeylerin yeterince belirgin olmadığını düşünüyorum.
En başa dönelim: Alevilik nedir? Bunun cevabını vermek o kadar zor ki, herkes tanım yapmaktan kaçıyor bu sebepten. "Aleviliğin tanımını alevilere bırakalım" diye dönüp duran bir lakırdı var ki, saçmalığın önde gideni. Kendim içinde yetiştiğim çevre adına konuşayım: Alevilik şu an babadan oğula geçen ırksal (önce) ve mezhepsel (daha sonra) bir bağlantıdan ibarettir. Irksal ve mezhepsel diyorum, çünkü bu mirasın büyük kısmı aslında atalarla olan kan bağından kaynaklanıyor. Yani alevilik şu an için bir 'atalar öğretisi' gibi. Bir aidiyet, bir soy belirtisi... Tıpkı yahudilik ve İsrailoğulları misali. (Misyoner olmayışları da bence başka bir ortak yanları.)
Hatta çoğu zaman, alevilik kelimesinin kullanımı bir ırka çok yakın bir karşılığı ifade ediyor. Bunun en büyük sebeplerinden birisi, itikadi anlamda elinizde dayanak olacak birşeylerin bulunmayışı. Aleviliğin kulaktan dolma hikayelerle nesilden nesile taşınması... Kendim belki kırk aleviden kırk farklı türde alevilik tanımı dinledim. İçlerinden birisi (kendisi akrabam olur) o kadar saçmaladı ki, meseleyi İsrailoğullarının kayıp bilmem kaçıncı boyuna kadar götürdü. Güya onların soyundan geliyormuşuz. Gel de gülme arkadaş. Hakikaten halimiz böyle içler acısı...
Tamam, sünnilerin bazı hareketleri alevileri rencide etmiyor değil. Yani onlar da sütten çıkmış ak kaşık değiller. Ötekileştirmede en az bir kısım aleviler kadar özenli çalışanları var. Fakat bunun yanında kendisini 'onların yaptığı gibi, yaptığı zaman, yaptığı şeyi yapmama' şeklinde konumlandırmış olan da aleviler. Sünnilerin kendilerini böyle bir konumlandırmaları yok. İftarı beş dakika önce/sonra açmak mı dersin. Gündüz namaz kılmayıp gece kılmak mı dersin. Ramazan'da tutmayıp Muharrem ayında 12 İmamları tutmak mı dersin. Onlar camiye gidiyor diye camiye gitmemek mi dersin. Böyle saçma sapan bir ehl-i sünnete muhalefet çizgisi var aleviliğin. Bir kere buradan sakata bağlanıyor olay. Kendisini ehl-i sünnetin tam tersi hareket etmeye konumlandırılmış bir ekol, yine ehl-i sünnet içinde nasıl ve ne şekilde kalabilir?
Kaldı ki, bugün alevilerin çoğu ateizme çok yakın. Sahiden yakın. Haydi ateistlikten onları koruyan bir Allah ve Peygamber muhabbetleri olsun, deizmle kolkolalar ve bu noktada ehl-i sünnetin şirk korkusunun yarısını, çeyreği içlerinde taşımıyorlar. Şirk korkusu diye bir korku dünyalarında yok. Bu noktada eleştiriye açık da değiller. Yobazlığa yoruyorlar her endişeyi.
Bütün bunları da bir kenara bırakalım. Cemevi ve cami beraber olma projesine gelelim. Sanırım projeyi ilk ortaya atan Fethullah Gülen Hocaefendi'ydi ve cemaat de bunu destekliyor. Cemaatin birkaç yıldır alevilere dönük bir çalışması zaten var. Bu yüzden ben açıklamalara şaşırmıyorum. Kendim de, cemaatin bu tür faaliyetlerinde görev alan abim vesilesiyle, birkaç kez iftarlarına katıldım. Allah kabul etsin. Güzel de geçti. Ancak iş cemevinin ve caminin beraber olması noktasına gelince bende bir alerji oluşmaya başladı. Neden mi?
Öncelikle bu alerjim biraz cemaatin hareket tarzını bilmemden kaynaklanıyor. Cemaat genelde birşeye karar verdiği zaman onu hiç tartışmaz. Doğrudan yapar. Gücü buradadır. Meşruiyeti var mıdır? Fıkıhta caiziyeti nasıl açıklanır? Referans olan ayet, hadis, tarihî uygulama bulunabilir mi? Genelekte yeri nedir? Aleyhte delil söyleyen var mı? Bunları hiç sorgulamaz. Ciddi söylüyorum. Genelde cemaat önce tartışmalara kulak vermeden yapar. Alıştıramazsa, gücüne gittiğini ve 'anlaşılamadıklarını' belirtir serzenişlerle eleştirenlere karşılık verir. Bir zamanlar çok hassas oldukları margarin konusunda reklam alır kıvama gelmeleri, caiz değil diye yaptırmaktan çekindikleri sigorta gibi hususlarda şirketini kuracak ayarı bulmaları, 28 Şubat sürecinde tesettür konusunda yaşadıkları esneme, faize o kadar karşılarken gazetelerine banka reklamı alacak kadar açılmaları, Kur'an ve sünnette hâlâ referansını gösteremedikleri halde Türkçe olimpiyatlarına rüya ile rıza-yı Resulullah kapısı aralamaları...
Bütün bunlar benim cemaatin yaptığı şeylerde biraz tereddüt yaşamama neden oluyor. Herşey çok hızlı yürüyor ve biz yeterince tartışmıyor gibiyiz. Hatta bugün Hayrettin Karaman'ın eleştirel yazısına bile cemaat içinden sert çıkan mesajlar okudum ki, hakikaten ilginçti. (Zira Hayrettin Karaman muteber birisiydi onlar için.) Bırakın süreci tartışmaya açmayı, eleştirenlerin bile kalbini sorguluyorlar. Öyle enteresan bir durum. Neredeyse vatan düşmanı oluyorsunuz.
Cami ile cemevi yanyana olsa ne olur? Oraya gelelim. Bu soruya karşılık benim bir sorum var: Öncelikle neden sadece cami ve cemevi? Eğer tekkeler ve zaviyeler ekseninde bakacaksak, bu organizasyona başkaları da dahil edilebilirdi. Yani burada asıl kastettiğimiz "Cami müslümanların ortak ibadethanesidir, cemevi bir tekke hüviyetindedir" ise, bu organizasyonun içine başkaları da dahil edilerek bu noktadaki endişeler giderilebilirdi. Mesela Nakşilerden, Halvetilerden, Kadirilerden de caminin civarına tekke açmaları rica edilebilirdi. Harika da olurdu ve benim gibilerin hiç endişesi kalmazdı.
Ama şimdi bir tuhaf oluyor. Mesele öyle bir lanse ediliyor ki; sanki, kilise ile cami beraber yapılıyor. Birbirinin eşiti ve alternatifi iki ayrı ibadethane gibi. Ben bir aleviyim ama, kusura bakmayın, kesinlikle cemevinin caminin alternatifi olduğunu düşünmüyorum. Hatta "Böyle olabilir" diyen sünnileri de kınıyorum. Bu ciddi bir sapmadır bence... İkincisi; tabii cemevine tek başına meşruiyet vermiş olmuyorsunuz böylece. Cemevinin içinde yapılan herşey de ayrıca ikinci bir meşruiyet kazanmış oluyor cami ile eşit konuma gelirlerse. Peki, bu ikinci saha için fıkhî bir tartışma yapmayacak mıyız?
Ablalarım abilerim, herşey biraz fazla hızlı olmuyor mu? Daha neyi içimize aldığımızı konuşmadan, çerçevesini çizmeden birşeylere meşruiyet kapısı açıyoruz. Alevilerin bir toplumsal sınıf olarak taleplerine, devletten beklentilerine, hepsine eyvallah. Haklı oldukları konular çok, eyvallah. Sünniler onlara daha saygılı olmalı, eyvallah. Fakat dinin meşruiyet sahasına (şu anki haliyle) aleviliği sokmak deyince ben tırsarım. Biliyorum da söylüyorum, acayip şeyler peşinden gelir. Esnemeler alır başını gider.
Tamam, Risalelerin sadeleştirmesinde "Biz yaptık, oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Türkçe olimpiyatlarında "Biz yaptık oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Başka çok şeyde "Biz yaptık oldu" dediğinizi işittik. (Kavgaları hala sürmekte.) Burada da mı "Biz yaptık oldu" diyeceksiniz? Neden bütün İslamî cemaatler ve gruplar bir araya gelip bunu konuşmuyoruz? (Sonuç hepsini etkileyecek çünkü.) Anayasa değişecek diye komisyonlar toplanıyor toplanıyor dağılıyor, yıllardır çalışılıyor. İslam'ın da bir anayasası var. Ona dair birşeyler yaparken herşey bu kadar çabuk mu olmalı? Bu "Biz yaptık oldu" mantığı ile nereye kadar? Ya sonuç beklentiyi tutmazsa?
Hasılı arkadaşlar, hayır olsun... Belki de ben yanlış düşünüyorum, ama vicdanımda bir rahatsızlık var. Bir gariplik var bu işte gibi geliyor. Oturmayan taşlar var. Yeterince konuşulmamış, altı çizilmemiş şeyler var. Söylemeden geçmek, göz yummak, sonucu beklemek istemedim. Biraz erken konuşmuş oldum: Birlik ve beraberlik gibi bir hikmet, bizi illet aramaktan geri koymamalı. Zaman en büyük müfessirdir. Görelim bakalım. Cebrail'in bastığı yerden bir parça toprak alıp katmakla, birazcık kutsallıkla, maslahatla, kardeşlikle nefsimiz bu yeni şeyleri hoş görecek mi, görmeyecek mi? Tahrif sınavı, bütün ümmetlerin sınavı...
Bazen, bazı zaferler, aslında farkedilmemiş mağlubiyetlerdir. Eğer kendiniz olarak kalmayı başaramamışsanız, kazandığınızı sandığınız anda rakibinize benzemeye başlamışsanız, buna kazanmak demezler. Bu, kaybetmenin farkedilmeyen şeklidir. Örneğin; Konstantin zamanında bütün Roma hristiyanlığı kabul etmiştir. Fakat bu kabul edilen hristiyanlık, ne kadar gerçek hristiyanlıktır? Herkes kabul eder ki, Konstantin'in bütün imparatorlukta birliği sağlama amaçlı bulmaya çalıştığı bu ortayol; biraz pagan, biraz hristiyanlık öğesi içeren üçüncü bir dindir. Tanrı sayısı azalmıştır belki. Ama teolojisi şirkten kesinlikle kurtulamamıştır.
Buna benzer bir mücadele Babürler döneminde İmam-ı Rabbani Hazretleriyle Ekber Şah arasında da geçer. Ekber Şah, tebasında yer alan farklı din mensuplarını 'din-i ilahi' adını verdiği (her dinden birşeyler içinde katık olan) bir dinde buluşturmaya gayret eder. Buna karşılık İmam-ı Rabbani, müceddidliğinin bir yansıması olarak, ona karşı koyar. Yaptığı tahrif hareketini engellemeye çalışır. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah tarafından hapse de attırılan İmam-ı Rabbani, yine de mücadelesinden vazgeçmez. Ve tarih şahittir ki, kazanan İmam-ı Rabbani'dir. Karşısındakinin ordularını yendiğinden ötürü değil, kendi kalabildiği ve müslümanları şeriat dairesinde tutabildiği için kazanan odur.
Burada bir nefes alalım: Aslında ne Konstantin'in ne de Ekber Şah'ın niyetleri kötüye benzemiyor. Onlar aslında toplumdaki farklılıkları azaltmak ve kitleleri buluşturmak arzusuyla böyle hareket ediyorlar. Zahirine bakıldığında gayet faydalı birşey yapıyorlar. Nitekim, Konstantin'in emekleri sonucu Roma içindeki din savaşları bitiyor. Ekber Şah, İmam-ı Rabbani ile karşılaşmasa belki de o da bugün Hindistan'ı tek din altında toplamayı başarabilecekti. Fakat bizim burada asıl sormamız gereken şu: İtikat ve birlik arası bir seçim yapmamız gerektiğinde seçmemiz gereken hangisi? İtikat mı, birlik mi? İmam-ı Rabbani'nin seçimi, doğru şıkkın 'birlik' olmadığını gösteriyor. Hristiyanlığın başına gelenler de birliğin her zaman iyi birşey olmadığının delili.
Bütün bunları ben neden anlattım? Oraya geleyim: Malumunuz, şu sıralar cemevi ve camilerin yanyana olması üzerine konuşuyoruz. Ben de bu konuda her nedense içten içe bir huzursuzluk duyuyorum. Burada ikinci bir gariplik daha var: Ben bir aleviyim. Yani bildiğim bütün atalarıma kadar aleviyim. Ama itikadi olarak kendimi ehl-i sünnet dairesinde görüyorum. İman dersimi (elhamdülillah dilimde erimeyen bir şeker olsun bu sebepten ebede kadar) Bediüzzaman'dan almışım. Toplum içinde sınıflandırdığımızda bir kesişim kümesinin içine düşüyoruz ailecek. Belki bu durum nedeniyle projeye en çok ben sahip çıkmalıyım. Ama yapamıyorum. İçimde ikna olmayan bir yer var. Birşeylerin yeterince belirgin olmadığını düşünüyorum.
En başa dönelim: Alevilik nedir? Bunun cevabını vermek o kadar zor ki, herkes tanım yapmaktan kaçıyor bu sebepten. "Aleviliğin tanımını alevilere bırakalım" diye dönüp duran bir lakırdı var ki, saçmalığın önde gideni. Kendim içinde yetiştiğim çevre adına konuşayım: Alevilik şu an babadan oğula geçen ırksal (önce) ve mezhepsel (daha sonra) bir bağlantıdan ibarettir. Irksal ve mezhepsel diyorum, çünkü bu mirasın büyük kısmı aslında atalarla olan kan bağından kaynaklanıyor. Yani alevilik şu an için bir 'atalar öğretisi' gibi. Bir aidiyet, bir soy belirtisi... Tıpkı yahudilik ve İsrailoğulları misali. (Misyoner olmayışları da bence başka bir ortak yanları.)
Hatta çoğu zaman, alevilik kelimesinin kullanımı bir ırka çok yakın bir karşılığı ifade ediyor. Bunun en büyük sebeplerinden birisi, itikadi anlamda elinizde dayanak olacak birşeylerin bulunmayışı. Aleviliğin kulaktan dolma hikayelerle nesilden nesile taşınması... Kendim belki kırk aleviden kırk farklı türde alevilik tanımı dinledim. İçlerinden birisi (kendisi akrabam olur) o kadar saçmaladı ki, meseleyi İsrailoğullarının kayıp bilmem kaçıncı boyuna kadar götürdü. Güya onların soyundan geliyormuşuz. Gel de gülme arkadaş. Hakikaten halimiz böyle içler acısı...
Tamam, sünnilerin bazı hareketleri alevileri rencide etmiyor değil. Yani onlar da sütten çıkmış ak kaşık değiller. Ötekileştirmede en az bir kısım aleviler kadar özenli çalışanları var. Fakat bunun yanında kendisini 'onların yaptığı gibi, yaptığı zaman, yaptığı şeyi yapmama' şeklinde konumlandırmış olan da aleviler. Sünnilerin kendilerini böyle bir konumlandırmaları yok. İftarı beş dakika önce/sonra açmak mı dersin. Gündüz namaz kılmayıp gece kılmak mı dersin. Ramazan'da tutmayıp Muharrem ayında 12 İmamları tutmak mı dersin. Onlar camiye gidiyor diye camiye gitmemek mi dersin. Böyle saçma sapan bir ehl-i sünnete muhalefet çizgisi var aleviliğin. Bir kere buradan sakata bağlanıyor olay. Kendisini ehl-i sünnetin tam tersi hareket etmeye konumlandırılmış bir ekol, yine ehl-i sünnet içinde nasıl ve ne şekilde kalabilir?
Kaldı ki, bugün alevilerin çoğu ateizme çok yakın. Sahiden yakın. Haydi ateistlikten onları koruyan bir Allah ve Peygamber muhabbetleri olsun, deizmle kolkolalar ve bu noktada ehl-i sünnetin şirk korkusunun yarısını, çeyreği içlerinde taşımıyorlar. Şirk korkusu diye bir korku dünyalarında yok. Bu noktada eleştiriye açık da değiller. Yobazlığa yoruyorlar her endişeyi.
Bütün bunları da bir kenara bırakalım. Cemevi ve cami beraber olma projesine gelelim. Sanırım projeyi ilk ortaya atan Fethullah Gülen Hocaefendi'ydi ve cemaat de bunu destekliyor. Cemaatin birkaç yıldır alevilere dönük bir çalışması zaten var. Bu yüzden ben açıklamalara şaşırmıyorum. Kendim de, cemaatin bu tür faaliyetlerinde görev alan abim vesilesiyle, birkaç kez iftarlarına katıldım. Allah kabul etsin. Güzel de geçti. Ancak iş cemevinin ve caminin beraber olması noktasına gelince bende bir alerji oluşmaya başladı. Neden mi?
Öncelikle bu alerjim biraz cemaatin hareket tarzını bilmemden kaynaklanıyor. Cemaat genelde birşeye karar verdiği zaman onu hiç tartışmaz. Doğrudan yapar. Gücü buradadır. Meşruiyeti var mıdır? Fıkıhta caiziyeti nasıl açıklanır? Referans olan ayet, hadis, tarihî uygulama bulunabilir mi? Genelekte yeri nedir? Aleyhte delil söyleyen var mı? Bunları hiç sorgulamaz. Ciddi söylüyorum. Genelde cemaat önce tartışmalara kulak vermeden yapar. Alıştıramazsa, gücüne gittiğini ve 'anlaşılamadıklarını' belirtir serzenişlerle eleştirenlere karşılık verir. Bir zamanlar çok hassas oldukları margarin konusunda reklam alır kıvama gelmeleri, caiz değil diye yaptırmaktan çekindikleri sigorta gibi hususlarda şirketini kuracak ayarı bulmaları, 28 Şubat sürecinde tesettür konusunda yaşadıkları esneme, faize o kadar karşılarken gazetelerine banka reklamı alacak kadar açılmaları, Kur'an ve sünnette hâlâ referansını gösteremedikleri halde Türkçe olimpiyatlarına rüya ile rıza-yı Resulullah kapısı aralamaları...
Bütün bunlar benim cemaatin yaptığı şeylerde biraz tereddüt yaşamama neden oluyor. Herşey çok hızlı yürüyor ve biz yeterince tartışmıyor gibiyiz. Hatta bugün Hayrettin Karaman'ın eleştirel yazısına bile cemaat içinden sert çıkan mesajlar okudum ki, hakikaten ilginçti. (Zira Hayrettin Karaman muteber birisiydi onlar için.) Bırakın süreci tartışmaya açmayı, eleştirenlerin bile kalbini sorguluyorlar. Öyle enteresan bir durum. Neredeyse vatan düşmanı oluyorsunuz.
Cami ile cemevi yanyana olsa ne olur? Oraya gelelim. Bu soruya karşılık benim bir sorum var: Öncelikle neden sadece cami ve cemevi? Eğer tekkeler ve zaviyeler ekseninde bakacaksak, bu organizasyona başkaları da dahil edilebilirdi. Yani burada asıl kastettiğimiz "Cami müslümanların ortak ibadethanesidir, cemevi bir tekke hüviyetindedir" ise, bu organizasyonun içine başkaları da dahil edilerek bu noktadaki endişeler giderilebilirdi. Mesela Nakşilerden, Halvetilerden, Kadirilerden de caminin civarına tekke açmaları rica edilebilirdi. Harika da olurdu ve benim gibilerin hiç endişesi kalmazdı.
Ama şimdi bir tuhaf oluyor. Mesele öyle bir lanse ediliyor ki; sanki, kilise ile cami beraber yapılıyor. Birbirinin eşiti ve alternatifi iki ayrı ibadethane gibi. Ben bir aleviyim ama, kusura bakmayın, kesinlikle cemevinin caminin alternatifi olduğunu düşünmüyorum. Hatta "Böyle olabilir" diyen sünnileri de kınıyorum. Bu ciddi bir sapmadır bence... İkincisi; tabii cemevine tek başına meşruiyet vermiş olmuyorsunuz böylece. Cemevinin içinde yapılan herşey de ayrıca ikinci bir meşruiyet kazanmış oluyor cami ile eşit konuma gelirlerse. Peki, bu ikinci saha için fıkhî bir tartışma yapmayacak mıyız?
Ablalarım abilerim, herşey biraz fazla hızlı olmuyor mu? Daha neyi içimize aldığımızı konuşmadan, çerçevesini çizmeden birşeylere meşruiyet kapısı açıyoruz. Alevilerin bir toplumsal sınıf olarak taleplerine, devletten beklentilerine, hepsine eyvallah. Haklı oldukları konular çok, eyvallah. Sünniler onlara daha saygılı olmalı, eyvallah. Fakat dinin meşruiyet sahasına (şu anki haliyle) aleviliği sokmak deyince ben tırsarım. Biliyorum da söylüyorum, acayip şeyler peşinden gelir. Esnemeler alır başını gider.
Tamam, Risalelerin sadeleştirmesinde "Biz yaptık, oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Türkçe olimpiyatlarında "Biz yaptık oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Başka çok şeyde "Biz yaptık oldu" dediğinizi işittik. (Kavgaları hala sürmekte.) Burada da mı "Biz yaptık oldu" diyeceksiniz? Neden bütün İslamî cemaatler ve gruplar bir araya gelip bunu konuşmuyoruz? (Sonuç hepsini etkileyecek çünkü.) Anayasa değişecek diye komisyonlar toplanıyor toplanıyor dağılıyor, yıllardır çalışılıyor. İslam'ın da bir anayasası var. Ona dair birşeyler yaparken herşey bu kadar çabuk mu olmalı? Bu "Biz yaptık oldu" mantığı ile nereye kadar? Ya sonuç beklentiyi tutmazsa?
Hasılı arkadaşlar, hayır olsun... Belki de ben yanlış düşünüyorum, ama vicdanımda bir rahatsızlık var. Bir gariplik var bu işte gibi geliyor. Oturmayan taşlar var. Yeterince konuşulmamış, altı çizilmemiş şeyler var. Söylemeden geçmek, göz yummak, sonucu beklemek istemedim. Biraz erken konuşmuş oldum: Birlik ve beraberlik gibi bir hikmet, bizi illet aramaktan geri koymamalı. Zaman en büyük müfessirdir. Görelim bakalım. Cebrail'in bastığı yerden bir parça toprak alıp katmakla, birazcık kutsallıkla, maslahatla, kardeşlikle nefsimiz bu yeni şeyleri hoş görecek mi, görmeyecek mi? Tahrif sınavı, bütün ümmetlerin sınavı...
12 Eylül 2013 Perşembe
Neden dinlemek değil de okumak?
Yer Altından Notlar, Dostoyevski’yi edebiyat dünyasına tanıtan eseri. Suç ve Ceza gibi ona asıl şöhretini kazandıran metinleri yazmadan önce, onların “Geliyorum!” sinyalini veren romanı. Bu roman, küçük hacmiyle birlikte, içerisinde insana/fıtrata dair enteresan tesbitler barındırıyor. Benim için kitabı unutulmaz yapansa, kendime dair bir hissin kelimelerle en güzel tarifini bulduğum şu cümlesidir: “Okumak, bana uygun tek dış etkiydi.”
Okumanın bazı insanlar üzerindeki etkisi, hakikaten dinlemekten fazla. Aslında okumayı bu denli cazibedar kılan biraz da yazardan kopmuş ve kendi başına bir hakikati ifade eder hale gelmiş hali.
Metnin kendinde başlayan ve biten sorumluluk alanı, sizi, onu daha savunabilir, izah edebilir veya yanlışını gösterebilir hale getiriyor. Ama kişiler hep böyle değil. Kişilerin bütün hayatını kuşatamazsınız. Onların her an’ına şahit olmanız ve bu an’ların tamamını savunmanız mümkün değildir. (İlla ismetle korunuyor olmasın.) Bu yüzden kişiler yerine metinlerle etkileşime girmek, metinlerin rehberliğinde yürümek, talebelik açısından daha sağlıklı.
“Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur'ân'ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukût edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.”
Külliyata aşina olanlar bilirler; Risale-i Nur mesleği, sözden ziyade yazıya, sohbetten ziyade metinler üzerinden kurgulanmış bir ilişkiye dikkat çeker. Bediüzzaman’ın, kendisini ziyaret etmek isteyen talebelerine önerdiği, yine bu şekilde, metinler üzerinden bir ilişkidir. Mektupları içinde mükerrer, Risale-i Nur’dan birkaç sayfanın okunmasını, kendisiyle yapılmış sohbetlere tercih ettiğini belirtmesi, bu kanaatimize ayrıca destek veriyor. (Ama illa o okuma, gazete okuması gibi yüzeysel olmaya.)
Tekrar eden bu vurgu, Bediüzzaman’ın, oluşturmak istediği takipçi kitlesinin bir dinleyici değil, okuyucu kitlesi olduğunu da gösteriyor bizlere. Bu yüzden, kanaatimce, lahikalar içinde verdiği her nasihat, ideal bir nur talebesini tarif ettiği kadar, “İdeal bir okur nasıl olmalı?” sorusunun cevabını da veriyor. Risale metinleri bu gözle de tetkik edildiğinde alınacak çok güzel dersler var. Ben, bunlardan birkaçını, bugünlerde anlamaya çalıştığım Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda buldum sanırım. Özellikle şu paragrafta:
“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
Dikkat ederseniz, bu paragrafta Bediüzzaman Hazretleri; eserlerini yeni keşfetmiş bir okuruna, bir nüans öğretiyor ‘verimli ve müdakkik okur olma’ hususunda: “Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et...” diyor. Burada, bir taraftan hidayetin asıl adresinin vahy-i ilahî olduğunun altını çizmekle birlikte, ikinci bir taraftan da şu dersi veriyor: “Metinleri, yazarına bağlama. Yazılış amaçlarını ve neyi anlatmaya çalıştıklarını konsantre ol. Böylece metin sana asıl yüzünü ve tesirini gösterecektir.”
Bu metni her okuyuşumda farklı pencereler açılıyor zihnimde. Mesela şimdi de yazar, okur ve kitap ilişkisinde, yazarın yerine hakikatin geçtiği; hakikat, okur ve kitap üçlüsünün vurgulandığı bir düzlem düşünüyorum. Burada, belki, Risale metinlerini ve Bediüzzaman misal yazarları ele aldığımda örneklemem anlamlı gelmiyor. Ama tüm yazarlar böyle falsosuz yaşamış insanlar mıdır? Ve daha önemlisi; yazarın falsosu, anlattığı hakikati etkilemeli midir?
Şimdi, yukarıda anlattığım 'Bediüzzaman ve oluşturmaya çalıştığı okur sınıfı' penceresinden meseleyi ele aldığımda, onun öğretmek istediklerinden birisinin de sağlıklı bir okur olma anlamında yazarla metninin arasını açmak olduğunu düşünüyorum. Her kim okunursa okunsun, her kimin metnine bakılırsa bakılsın, müelliften ötede, hakikatin özüne bakılması, metnin mana-yı harfî haline gelmesi, mizana vurulması, altınsa alınması ve değilse atılması sanki burada da ders veriliyor. (Yığınla anonim bilginin her gün zihinlerimize aktığı bir dünyada, en çok muhtaç olunan bir meziyet bu.)
Kişilerin kutsiyeti üzerine inşa edilmiş kazıye-yi makbule tarzı derslerin vakti geçmiş, gidiyor. Bilgi kirliliği, genel kültür maskesi altında, her yerde. (Alanında otorite sayılanların/dayatılanların kırdığı potları okuyoruz her gün.) Öyleyse bunun yerine burhan-ı yakiniyi nasıl koyacak ve nasıl böyle metinleri tanıyacağız? Cevabı sanıyorum bu mektubun satırları arasında gizli: "Yazarını, metinden ayır. Sohbeti, söyleyenden ayır. İçinden yine bal akıyorsa, o burhandır. Yazarı gaybında kalsa da, hakikatle her zaman hazırane muhatap olabilirsin.”
Okumanın bazı insanlar üzerindeki etkisi, hakikaten dinlemekten fazla. Aslında okumayı bu denli cazibedar kılan biraz da yazardan kopmuş ve kendi başına bir hakikati ifade eder hale gelmiş hali.
Metnin kendinde başlayan ve biten sorumluluk alanı, sizi, onu daha savunabilir, izah edebilir veya yanlışını gösterebilir hale getiriyor. Ama kişiler hep böyle değil. Kişilerin bütün hayatını kuşatamazsınız. Onların her an’ına şahit olmanız ve bu an’ların tamamını savunmanız mümkün değildir. (İlla ismetle korunuyor olmasın.) Bu yüzden kişiler yerine metinlerle etkileşime girmek, metinlerin rehberliğinde yürümek, talebelik açısından daha sağlıklı.
“Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur'ân'ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukût edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.”
Külliyata aşina olanlar bilirler; Risale-i Nur mesleği, sözden ziyade yazıya, sohbetten ziyade metinler üzerinden kurgulanmış bir ilişkiye dikkat çeker. Bediüzzaman’ın, kendisini ziyaret etmek isteyen talebelerine önerdiği, yine bu şekilde, metinler üzerinden bir ilişkidir. Mektupları içinde mükerrer, Risale-i Nur’dan birkaç sayfanın okunmasını, kendisiyle yapılmış sohbetlere tercih ettiğini belirtmesi, bu kanaatimize ayrıca destek veriyor. (Ama illa o okuma, gazete okuması gibi yüzeysel olmaya.)
Tekrar eden bu vurgu, Bediüzzaman’ın, oluşturmak istediği takipçi kitlesinin bir dinleyici değil, okuyucu kitlesi olduğunu da gösteriyor bizlere. Bu yüzden, kanaatimce, lahikalar içinde verdiği her nasihat, ideal bir nur talebesini tarif ettiği kadar, “İdeal bir okur nasıl olmalı?” sorusunun cevabını da veriyor. Risale metinleri bu gözle de tetkik edildiğinde alınacak çok güzel dersler var. Ben, bunlardan birkaçını, bugünlerde anlamaya çalıştığım Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda buldum sanırım. Özellikle şu paragrafta:
“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
Dikkat ederseniz, bu paragrafta Bediüzzaman Hazretleri; eserlerini yeni keşfetmiş bir okuruna, bir nüans öğretiyor ‘verimli ve müdakkik okur olma’ hususunda: “Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et...” diyor. Burada, bir taraftan hidayetin asıl adresinin vahy-i ilahî olduğunun altını çizmekle birlikte, ikinci bir taraftan da şu dersi veriyor: “Metinleri, yazarına bağlama. Yazılış amaçlarını ve neyi anlatmaya çalıştıklarını konsantre ol. Böylece metin sana asıl yüzünü ve tesirini gösterecektir.”
Bu metni her okuyuşumda farklı pencereler açılıyor zihnimde. Mesela şimdi de yazar, okur ve kitap ilişkisinde, yazarın yerine hakikatin geçtiği; hakikat, okur ve kitap üçlüsünün vurgulandığı bir düzlem düşünüyorum. Burada, belki, Risale metinlerini ve Bediüzzaman misal yazarları ele aldığımda örneklemem anlamlı gelmiyor. Ama tüm yazarlar böyle falsosuz yaşamış insanlar mıdır? Ve daha önemlisi; yazarın falsosu, anlattığı hakikati etkilemeli midir?
Şimdi, yukarıda anlattığım 'Bediüzzaman ve oluşturmaya çalıştığı okur sınıfı' penceresinden meseleyi ele aldığımda, onun öğretmek istediklerinden birisinin de sağlıklı bir okur olma anlamında yazarla metninin arasını açmak olduğunu düşünüyorum. Her kim okunursa okunsun, her kimin metnine bakılırsa bakılsın, müelliften ötede, hakikatin özüne bakılması, metnin mana-yı harfî haline gelmesi, mizana vurulması, altınsa alınması ve değilse atılması sanki burada da ders veriliyor. (Yığınla anonim bilginin her gün zihinlerimize aktığı bir dünyada, en çok muhtaç olunan bir meziyet bu.)
Kişilerin kutsiyeti üzerine inşa edilmiş kazıye-yi makbule tarzı derslerin vakti geçmiş, gidiyor. Bilgi kirliliği, genel kültür maskesi altında, her yerde. (Alanında otorite sayılanların/dayatılanların kırdığı potları okuyoruz her gün.) Öyleyse bunun yerine burhan-ı yakiniyi nasıl koyacak ve nasıl böyle metinleri tanıyacağız? Cevabı sanıyorum bu mektubun satırları arasında gizli: "Yazarını, metinden ayır. Sohbeti, söyleyenden ayır. İçinden yine bal akıyorsa, o burhandır. Yazarı gaybında kalsa da, hakikatle her zaman hazırane muhatap olabilirsin.”
7 Eylül 2013 Cumartesi
Firavun'dan günümüze ulusçuluk...
Efendim, malumunuz; hain ilan edilmenin çok kolay olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hatta öyle ki; birazcık ezber bozan şeyler söylemeniz yetiyor hain ilan edilmeniz için. Çok yolu var: Mesela cemaati/hocaefendiyi eleştirirseniz cemaatin haini; devletçiliği, laikliği, Mustafa Kemal'i veya herhangi bir inkılabı eleştirirseniz vatan haini; abileri ve uygulamalarını eleştirirseniz nurculuğun haini sayılabilirsiniz.
Bunun yanında Türk olup da milliyetçilikle bir sorununuz varsa, kanınıza ihanet etmiş olmakla suçlanmanız da mümkün. (Aynısı diğer milletler için de geçerli.) Osmanlı'ya ve sistemine dair eleştirileriniz varsa, yine bir tür hainlikle yaftalanabilirsiniz. Çeşitler bol. Seç, beğen, al. Diyorum ya; kolay bu ülkede hain ilan edilmek. Özellikle de azınlık haklarına dair birşeyler söylüyorsanız. O zaman hemen yakanıza yapıştırılıyor hain damgası. Daha hiçbir lafınıza da güven olmuyor. Hainsiniz ya. Hainin sözünüze itibar edilir mi?
Kürtler, Ermeniler, Araplar, Arnavutlar, Rumlar, vs... Hangi azınlık yahut kurucu millet hakkında siteminiz varsa sisteme; hangi yakın tarih olayı sorgulanıyorsa, işiniz bitti, sizinle konuşulmasına gerek yok artık. Vatan adına ne yapmışsınız, nasıl bir hayat yaşamışsınız artık bunlar hiç mühim değil. Düpedüz hainsiniz. Ezber bozuyorsanız, sınıyorsanız, hainsiniz. Başka şık yok.
Ben bu hastalığın bir günümüz hastalığı olduğunu sanırdım. Ulus-devletçiliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle başımıza açılmış bir bela olduğunu düşünürdüm. Fakat değilmiş. Bugün okuduğum Tâhâ sûresi, meselenin böyle olmadığını bana gösterdi.
Malumunuz, Hz. Musa zamanında, Mısır'da Kıptîler ve İsrailoğulları beraber yaşamaktaydılar. Kıptîler iktidarda ve çoğunluktaydılar. İsrailoğulları da genelde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Tamamı köle olmasa da Mısır'daki toplumsal hiyerarşide yerlerinin aşağıda olduğu çok belli. Ve içlerinden Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberler çıktı. İki peygamber, beraberce Firavun'un sarayına vardılar ve onu hakikate çağırdılar. Firavun, kabul etmediği gibi, nasıl bir suçlamada bulundu biliyor musunuz? Tâhâ 57, şöyle naklediyor bizlere: "Dedi ki (Firavun): Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?"
Buraya dikkatinizi istirham edeceğim. Firavun, tehlikeyi nasıl algılıyor? Doğrudan ulus (bizi) ve ülke (yurdumuzdan) bazlı değil mi? Rejim ve toprak tehlikesi gibi görüyor olayı. Onun bu hali, ne kadar da bu zamanın cadı avcılarının haline benziyor. Bugünlerde de siz ezilen/ezilmiş bir azınlık için konuşmuş olsanız, (mesela 6-7 Eylül olaylarını, Dersim'i, Maraş hadisesini hatırlatsanız) sözlerinizin insafına bakılmadan ağzınıza aynı şey yapıştırılıyor: "Bu adam bölücülük yapıyor!" O zaman Firavuncuları veya bu zamanın farklı versiyonları. Tepkiler o kadar aynı ki...
İlerlemeye devam edelim. Birkaç ayet sonra sihirbazlar da fısıldaşırken aynı telkinde bulunuyorlar içlerinden Hz. Musa'ya meyledenlere: "Şöyle dediler: 'Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.'"
Bakınız, argüman aynı. Demek ki, ne o devrin ne de bu zamanın ulusçularında mantık farkı var. Her iki taraf da karşısındakinin sözlerini değerlendirmeden, onların vatan için tehlike oluşturduğu tezi üzerinden çalışıyorlar. İçlerinden meyledebilecekleri bu korkuyla vazgeçiriyorlar. Halbuki Hz. Musa, bir kez bile onları vatanlarıyla ilgili tehdit etmiyor.
Vahyi indiren Rabbe şükürler olsun ki, böyle kıssalarla yalnızlığımızı alıyor. Bu zamandan ta o zamana, haksız ve yalnız olmadığımızı, peygamber kıssalarıyla hatırlatıyor. Başkalarının dediği de artık umurunuzda olmuyor. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de dediğine geliyorsunuz en nihayet: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." İşte Hz. Musa'nın kıssasından bir düstur-u küllî: "Bir ulusçuluğun tağutuna ve sistem anlayışına eleştiri geliştirirseniz, alacağınız ilk tepki 'vatan hainliği' olacaktır."
Not: Burada 30. Söz'ün haşiyelerinden birisini anımsayalım. Sihir ile kastedilenin ne olduğuna dair bakışımızı değiştirebilir: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafındasihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."
Bunun yanında Türk olup da milliyetçilikle bir sorununuz varsa, kanınıza ihanet etmiş olmakla suçlanmanız da mümkün. (Aynısı diğer milletler için de geçerli.) Osmanlı'ya ve sistemine dair eleştirileriniz varsa, yine bir tür hainlikle yaftalanabilirsiniz. Çeşitler bol. Seç, beğen, al. Diyorum ya; kolay bu ülkede hain ilan edilmek. Özellikle de azınlık haklarına dair birşeyler söylüyorsanız. O zaman hemen yakanıza yapıştırılıyor hain damgası. Daha hiçbir lafınıza da güven olmuyor. Hainsiniz ya. Hainin sözünüze itibar edilir mi?
Kürtler, Ermeniler, Araplar, Arnavutlar, Rumlar, vs... Hangi azınlık yahut kurucu millet hakkında siteminiz varsa sisteme; hangi yakın tarih olayı sorgulanıyorsa, işiniz bitti, sizinle konuşulmasına gerek yok artık. Vatan adına ne yapmışsınız, nasıl bir hayat yaşamışsınız artık bunlar hiç mühim değil. Düpedüz hainsiniz. Ezber bozuyorsanız, sınıyorsanız, hainsiniz. Başka şık yok.
Ben bu hastalığın bir günümüz hastalığı olduğunu sanırdım. Ulus-devletçiliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle başımıza açılmış bir bela olduğunu düşünürdüm. Fakat değilmiş. Bugün okuduğum Tâhâ sûresi, meselenin böyle olmadığını bana gösterdi.
Malumunuz, Hz. Musa zamanında, Mısır'da Kıptîler ve İsrailoğulları beraber yaşamaktaydılar. Kıptîler iktidarda ve çoğunluktaydılar. İsrailoğulları da genelde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Tamamı köle olmasa da Mısır'daki toplumsal hiyerarşide yerlerinin aşağıda olduğu çok belli. Ve içlerinden Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberler çıktı. İki peygamber, beraberce Firavun'un sarayına vardılar ve onu hakikate çağırdılar. Firavun, kabul etmediği gibi, nasıl bir suçlamada bulundu biliyor musunuz? Tâhâ 57, şöyle naklediyor bizlere: "Dedi ki (Firavun): Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?"
Buraya dikkatinizi istirham edeceğim. Firavun, tehlikeyi nasıl algılıyor? Doğrudan ulus (bizi) ve ülke (yurdumuzdan) bazlı değil mi? Rejim ve toprak tehlikesi gibi görüyor olayı. Onun bu hali, ne kadar da bu zamanın cadı avcılarının haline benziyor. Bugünlerde de siz ezilen/ezilmiş bir azınlık için konuşmuş olsanız, (mesela 6-7 Eylül olaylarını, Dersim'i, Maraş hadisesini hatırlatsanız) sözlerinizin insafına bakılmadan ağzınıza aynı şey yapıştırılıyor: "Bu adam bölücülük yapıyor!" O zaman Firavuncuları veya bu zamanın farklı versiyonları. Tepkiler o kadar aynı ki...
İlerlemeye devam edelim. Birkaç ayet sonra sihirbazlar da fısıldaşırken aynı telkinde bulunuyorlar içlerinden Hz. Musa'ya meyledenlere: "Şöyle dediler: 'Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.'"
Bakınız, argüman aynı. Demek ki, ne o devrin ne de bu zamanın ulusçularında mantık farkı var. Her iki taraf da karşısındakinin sözlerini değerlendirmeden, onların vatan için tehlike oluşturduğu tezi üzerinden çalışıyorlar. İçlerinden meyledebilecekleri bu korkuyla vazgeçiriyorlar. Halbuki Hz. Musa, bir kez bile onları vatanlarıyla ilgili tehdit etmiyor.
Vahyi indiren Rabbe şükürler olsun ki, böyle kıssalarla yalnızlığımızı alıyor. Bu zamandan ta o zamana, haksız ve yalnız olmadığımızı, peygamber kıssalarıyla hatırlatıyor. Başkalarının dediği de artık umurunuzda olmuyor. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de dediğine geliyorsunuz en nihayet: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." İşte Hz. Musa'nın kıssasından bir düstur-u küllî: "Bir ulusçuluğun tağutuna ve sistem anlayışına eleştiri geliştirirseniz, alacağınız ilk tepki 'vatan hainliği' olacaktır."
Not: Burada 30. Söz'ün haşiyelerinden birisini anımsayalım. Sihir ile kastedilenin ne olduğuna dair bakışımızı değiştirebilir: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafındasihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."
5 Eylül 2013 Perşembe
Felsefe ‘öcü’ mü?
Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi’ni okuyorum şu günlerde. Kendi adıma konuşayım: Çok öğretici bir kitap... N.Ş.A.'da (normal şartlar altında demenin milli eğitimce pek makbul kısayolu) bir nur talebesinin, felsefeseye dair metinler okumasına abileri/ablaları tarafından pek sıcak bakılmaz. Fazla uzaklaşmaya gerek yok. Kendi öğrencilik yıllarıma döneyim delil sunmak için: O zamanlar böyle bir kitapla dersanede olmayı ancak 'hayal' edebilirdik. Elimizde yakalanırsa, uyarı alırdık. Felsefeyle ilgili bir metine, ancak ders kitabının içinde olursa veya yine milli eğitimle ilgili mecburiyetiniz varsa, müsaade vardı. Onun dışında, serbest felsefe okumalarına, sıcak bakılmazdı.
Aslında bunun çekincesi daha eskilerde saklı. Nedeni: Felsefe geleneğinden gelenlerin; İbn-i Sinalar, Farabîler devrinden beri, ümmet içinde bir kırılmayı temsil etmesi. Onların vahye sathî, akla esas/dakik bakmalarından dolayı tıkandıkları/sapıttıkları noktalar, İmam Gazalî gibi ehl-i sünnet âlimleri gözünde o kadar kerih görülmüş ki, üzerlerine eser telif edilerek (Tehavüt el-Felasife gibi) masaya yatırılmışlar, mizana vurulmuşlar. Dalalete koşmak ve insanları da peşlerinden sürüklemekle suçlanmışlar.
Ehl-i sünnet içindeki bu felsefe eleştirisinin zamanımızdaki yükünü omuzlayanlardan birisi de Bediüzzaman Hazretleri. O da külliyatının içinde, modern zamanların sarsılmaz sanılan felsefî argümanlarını masaya yatırıyor; hatta bazı yerlerde hepsine birden meydan okuyor, haklarında sert ifadeler kullanıyor. Külliyata aşina olanlar zaten bu noktada yeterli bilgiye sahipler. Üstadın, ‘Kur’an hikmeti’ ve ‘felsefenin hikmeti’ arasında nasıl kıyaslamalar yaptığını iyi biliyorlar.
Sanıyorum, Bediüzzaman’ın felsefeye yönelik bu eleştirel yaklaşımı, şu zamandaki takipçileri üzerinde o kadar etkili olmuş ki; en nihayet, benim yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, elinde felsefe kitabıyla dersanelerle gelenlere bile hoş bakılmayacak bir hale gelmiş. Ve yine belki, şu günlerde çokça tartışılan, ‘ilahiyat fakültelerinin ders programından felsefe tarihi derslerinin kaldırılması’ meselesinin de bu kadim endişeyle bir ilgisi var.
Felsefenin ve ilahiyatın arasında bir ters orantı olduğu, birisinde ilerlemenin diğerisinden uzaklaşma gerektirdiği genelin/avamın sahip olduğu bir kanaat. (‘Boş konuşma’ya yakın bir anlamda, halk arasında kullanılan ‘felsefe yapma’ tabiri, bu noktada ne kadar da manidar.) En azından nur talebeleri için durumun böyle olduğunu yakinen biliyorum. Fakat beni tanırsınız, kırk kere kulağıma cevabı söylenmiş olsa da yine külliyata sormadan edemem: “Bediüzzaman için durum gerçekten böyle mi?”
Zira ben biliyorum ki; Bediüzzaman, üzerine okumalar yapmadığı, bilmediği hiçbir şeyi eleştirmez. Onun felsefe eleştirisi, aynı zamanda iyi bir felsefe bilgisine sahip olmasını gerektirir. Tıpkı, Tehavüt’ten önce Makasıd el-Felasife’yi yazan İmam Gazalî’nin, yapılan eleştirilere verdiği yanıtta olduğu gibi: “İnsan bilmediği birşeyi nasıl eleştirebilir? Ben de evvel bunu yazdım ki, felsefeyi bildiğim anlaşılsın.” (Mesela; 10. Söz, 21. Söz, 11. Şua gibi çok yerde kullanılan “Malumdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar...” mantığının Sokrates’in savunmasında, jürinin yetkinliğini sorgulamada da kullanıldığını kaç kişi bilir?) Kendisi bu denli sağlam felsefe bilgisine sahip bir Bediüzzaman, talebelerinin, felsefeyle hiç ilgilenmemesini mi istiyordur? Yoksa sapmalarına dikkat edilmesini isteyerek, müdakkik bir okumadan geçirilmesini mi arzu ediyordur?
Sanıyorum bunun cevabını, bugünlerde üzerine düşündüğüm, Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda yakaladım. Orada bakınız, Bediüzzaman, fennî ve felsefî malumatının çok olduğunu düşündüğü muhatabına nasıl hitap ediyordu: “İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”
Buradan benim anladığım: Bediüzzaman’a göre özünde kusurlu olan felsefî maarifin kendisi değildi. Onu Hakîm-i Zülcelâl hesabına kullanmamak asıl arızayı yaratıyordu. Yoksa, doğru bir kullanımla; o odunları ateşe, o bilgileri kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne çevirmek mümkündü. Bediüzzaman’ın da karşısında durduğu da felsefenin bilinmesi değil, onun Hakîm-i Zülcelâl hesabına çevrilmemesiydi. Yoksa, böyle bir kullanımla, o bilgiden de hikmet devşirilebilirdi.
Yine bu noktada Ene Risalesi’ndeki şu bölüm ne kadar anlamlıydı: “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.”
Demek ki; iki silsilenin imtizaç ve ittihad etmesi mümkündü ve bu silsile-i felsefenin, silsile-i diyanete itaat/hizmet etmesiyle olabiliyordu. Ve bu ittihad ve imtizaçtan, insaniyet adına parlak bir saadet ortaya çıkıyordu. Sorun; felsefenin bizzat kötü olmasından değil, onun doğru kullanılmamasından veya vahyin ışığında hayatlandırılmamasından kaynaklanıyordu. Felsefe ve ilahiyat üzerine tartışmaların yaşandığı şu günlerde, bu mektuptaki şu nüansı farketmek, gerçekten güzel oldu. Ders almak nazarıyla bakarsanız, lahikaların vereceği dersler hiç bitmiyor. Onlar, her vakit başımızda öğretmenler...
Aslında bunun çekincesi daha eskilerde saklı. Nedeni: Felsefe geleneğinden gelenlerin; İbn-i Sinalar, Farabîler devrinden beri, ümmet içinde bir kırılmayı temsil etmesi. Onların vahye sathî, akla esas/dakik bakmalarından dolayı tıkandıkları/sapıttıkları noktalar, İmam Gazalî gibi ehl-i sünnet âlimleri gözünde o kadar kerih görülmüş ki, üzerlerine eser telif edilerek (Tehavüt el-Felasife gibi) masaya yatırılmışlar, mizana vurulmuşlar. Dalalete koşmak ve insanları da peşlerinden sürüklemekle suçlanmışlar.
Ehl-i sünnet içindeki bu felsefe eleştirisinin zamanımızdaki yükünü omuzlayanlardan birisi de Bediüzzaman Hazretleri. O da külliyatının içinde, modern zamanların sarsılmaz sanılan felsefî argümanlarını masaya yatırıyor; hatta bazı yerlerde hepsine birden meydan okuyor, haklarında sert ifadeler kullanıyor. Külliyata aşina olanlar zaten bu noktada yeterli bilgiye sahipler. Üstadın, ‘Kur’an hikmeti’ ve ‘felsefenin hikmeti’ arasında nasıl kıyaslamalar yaptığını iyi biliyorlar.
Sanıyorum, Bediüzzaman’ın felsefeye yönelik bu eleştirel yaklaşımı, şu zamandaki takipçileri üzerinde o kadar etkili olmuş ki; en nihayet, benim yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, elinde felsefe kitabıyla dersanelerle gelenlere bile hoş bakılmayacak bir hale gelmiş. Ve yine belki, şu günlerde çokça tartışılan, ‘ilahiyat fakültelerinin ders programından felsefe tarihi derslerinin kaldırılması’ meselesinin de bu kadim endişeyle bir ilgisi var.
Felsefenin ve ilahiyatın arasında bir ters orantı olduğu, birisinde ilerlemenin diğerisinden uzaklaşma gerektirdiği genelin/avamın sahip olduğu bir kanaat. (‘Boş konuşma’ya yakın bir anlamda, halk arasında kullanılan ‘felsefe yapma’ tabiri, bu noktada ne kadar da manidar.) En azından nur talebeleri için durumun böyle olduğunu yakinen biliyorum. Fakat beni tanırsınız, kırk kere kulağıma cevabı söylenmiş olsa da yine külliyata sormadan edemem: “Bediüzzaman için durum gerçekten böyle mi?”
Zira ben biliyorum ki; Bediüzzaman, üzerine okumalar yapmadığı, bilmediği hiçbir şeyi eleştirmez. Onun felsefe eleştirisi, aynı zamanda iyi bir felsefe bilgisine sahip olmasını gerektirir. Tıpkı, Tehavüt’ten önce Makasıd el-Felasife’yi yazan İmam Gazalî’nin, yapılan eleştirilere verdiği yanıtta olduğu gibi: “İnsan bilmediği birşeyi nasıl eleştirebilir? Ben de evvel bunu yazdım ki, felsefeyi bildiğim anlaşılsın.” (Mesela; 10. Söz, 21. Söz, 11. Şua gibi çok yerde kullanılan “Malumdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar...” mantığının Sokrates’in savunmasında, jürinin yetkinliğini sorgulamada da kullanıldığını kaç kişi bilir?) Kendisi bu denli sağlam felsefe bilgisine sahip bir Bediüzzaman, talebelerinin, felsefeyle hiç ilgilenmemesini mi istiyordur? Yoksa sapmalarına dikkat edilmesini isteyerek, müdakkik bir okumadan geçirilmesini mi arzu ediyordur?
Sanıyorum bunun cevabını, bugünlerde üzerine düşündüğüm, Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda yakaladım. Orada bakınız, Bediüzzaman, fennî ve felsefî malumatının çok olduğunu düşündüğü muhatabına nasıl hitap ediyordu: “İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”
Buradan benim anladığım: Bediüzzaman’a göre özünde kusurlu olan felsefî maarifin kendisi değildi. Onu Hakîm-i Zülcelâl hesabına kullanmamak asıl arızayı yaratıyordu. Yoksa, doğru bir kullanımla; o odunları ateşe, o bilgileri kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne çevirmek mümkündü. Bediüzzaman’ın da karşısında durduğu da felsefenin bilinmesi değil, onun Hakîm-i Zülcelâl hesabına çevrilmemesiydi. Yoksa, böyle bir kullanımla, o bilgiden de hikmet devşirilebilirdi.
Yine bu noktada Ene Risalesi’ndeki şu bölüm ne kadar anlamlıydı: “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.”
Demek ki; iki silsilenin imtizaç ve ittihad etmesi mümkündü ve bu silsile-i felsefenin, silsile-i diyanete itaat/hizmet etmesiyle olabiliyordu. Ve bu ittihad ve imtizaçtan, insaniyet adına parlak bir saadet ortaya çıkıyordu. Sorun; felsefenin bizzat kötü olmasından değil, onun doğru kullanılmamasından veya vahyin ışığında hayatlandırılmamasından kaynaklanıyordu. Felsefe ve ilahiyat üzerine tartışmaların yaşandığı şu günlerde, bu mektuptaki şu nüansı farketmek, gerçekten güzel oldu. Ders almak nazarıyla bakarsanız, lahikaların vereceği dersler hiç bitmiyor. Onlar, her vakit başımızda öğretmenler...
4 Eylül 2013 Çarşamba
Ama hangi Bediüzzaman?
Yıllar önce, bir hatıra metni hakkında yaşanan tartışmaya şahit olmuştum. Bediüzzaman’ın hayatının son dönemlerine ait bu hatırada, talebelerinden birisi, DP’nin, ona baskı uygulamaya başlamasıyla Ankara’ya gidişinin engellendiğini anlatıyordu. Bizzat yaşayıp nakledenin sözlerine göre; Üstad, o an hiddete gelmiş ve yollarını kesen polise apaçık bir şekilde “Hass…” diye küfür etmişti. Hadisenin böyle yaşandığı hakkında hiç şüphe yoktu. Ancak benim şahit olduğum tartışma neticesinde metinden bu ifade çıkarıldı ve anlatım yumuşatıldı. Gerekçesi ise şuydu: “Bu hadiseyi olduğu gibi aktarırsak tepki alırız.”
Benzer hadiseyi, yine Üstadın hayatıyla ilgili, başka bir metinde yaşamıştık. O metinde, Ruslarla savaş hengâmesinde Bediüzzaman’la yaşadıklarını anlatan Ali Çavuş’un hatıralarında bir sahne vardı: Cephede, talebeleri silah doldurup Üstada veriyorlar ve o da düşmana ateş ediyordu. (Orada yaşanan gerilimi ve telaşı hayal edin.) Her nasıl olmuşsa, bir seferinde verdikleri silahın emniyetini açmayı unutmuşlardı. Bunun üzerine Üstad, Kürtçe çok ağır bir söz söylüyor (bu söz aynen metinde geçiyordu) ve silahı kayaya çarpıp kırıyordu ki, Ali Çavuş hadiseyi naklederken; “Şimdiye kadar böyle şetm işitmemiştim” diyordu. Yıllar sonra bu hatırayı okuyan bir okur, bizi aramıştı ve şöyle demişti: “Bu sözü Üstad söylemiş olamaz. Bu, Kürtçe çok ağır bir hakarettir. Kitaba koymamak lazımdı.
Niye koydunuz?”
Size ikisini naklettim, ama benim böyle şahit olduklarım inanın ondan fazladır. Elinizden çıkan metinlerdeki ifadelere delil de bulsanız, burhan da gösterseniz; bir kısım insanlar (ki bunlar hiç az sayıda değildir) Bediüzzaman’ı bu yönüyle görmekten rahatsız olurlar. Onların gözünde Üstad, her zaman şefkatlidir. Celali alınmıştır. Kalmışsa da, birazcık Eski Said’de kalmıştır. Yeni Said tamamen cemaldedir. O cemal de tek başına olmaz, itaatin içindedir. Hatta böylelerine Üstadın bu yönüne dair hangi hatırayı hatırlatsanız, “Herkesin hatası olur” kabilinden konuşurlar. İyi de, sizin hata dediklerinizi, acaba Bediüzzaman hata olarak görüyor mudur? İşin bu kısmını kesinlikle masaya yatırmazlar.
Buna en net örnekleri, şimdilerde, Mısır’da yaşananlar ekseninde giriştiğimiz ‘müsbet hareket’ tartışmalarında yaşıyoruz. Malumunuzdur; Batı’da bir düşünür, bir kavram ortaya koyduğunda, takipçileri bu kavramı tartışmaya ve geliştirmeye devam ederler. Örneğin; “sivil itaatsizlik,” Thoreau tarafından ilk kez ortaya konmuş bir kavram olsa da Gahdhi ve Tolstoy gibi düşünürlerin onu yorumlayışı ve uygulayışı birbirinden farklı olmuş ve her biri kendi modelini oluşturmuştur.
Ancak ne zaman yönünüz biraz İslam dünyasına dönse, işin rengi değişir. Kavramı ortaya koyan düşünürün dinî kimliği kuvvet kazandıkça, geliştirdiği kavramlar da kutsiyetle bağlanır. Hatta bu da yetmez, kavramın eli ve kolu, o düşünürün hayatıyla bağlanır. Sözleriyle zenginleştirilmek yerine, sözleriyle kısıtlanır. Hatta bu da yetmez, son minvalde iş, benim yukarıda verdiğim örneklerdekine döner. Eğer kavramın genel kabul görmüş şekli, o düşünürün hayatıyla uyuşmuyorsa, hayatı rötuşlanmaya başlanır. Ya red, ya tahrif, ya inkâr edilir.
Mesela müsbet hareket ekseninde yaşanan tartışmalara ne zaman Eski Said’in hayatından, her biri birer izzet tablosu olan hatıralarla yaklaşsanız, muhatabınız o Said’in ‘eskiliğini’ hatırlatır. Rus komutanın karşısında ayağa kalkmayışı, Divan-ı Harb-i Örfî öncesi kendisini sorgulamaya gelen subaylara zindanda hücum edişi, Divan-ı Harbi Örfî’den çıkarken “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırarak yürüyüşü, meydanlarda nutuklar atışı, Zaptiye Nazırı’na posta koyuşu, Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’ya “Seni öldürmeye geldim” deyişi, Mustafa Kemal’e mecliste parmağını uzatarak onu tehdit edişi, Suriye topraklarında eşkıyalarla çatışmaya girişi, bütün bunlar Eski Said’e ait şeylerdir. Bediüzzaman da zaten o döneminin yanlışlarla alude olduğunu söylemiştir. Onlardan örnekler vererek müsbet hareketi yorumlamaya gerek yoktur.
Fakat burada, eleştirel bir parantez açmaz ne yazık ki muhatabınız kendi fikrine. Çünkü hatırlamaz: Bediüzzaman, Eski Said’in bu gibi izzetli davranışlarından pişman değildir. Onun pişman olduğu şey, siyasetle hizmet edeceğini sanmasıyla ilgilidir. (Bunu özeleştiri yaparken bizzat söyler.) Yoksa Bediüzzaman, Eski Said’in menfi hareket yaptığını, Yeni Said’in bunu müsbete çevirdiğini düşünmemektedir. Hatta Şualar’da yaptığı savunmalar esnasında zaman zaman mahkemeye kızıp Eski Said kafasını taktığını söyleyerek sert sözler savurması, onun Eski Said’den o kadar da ırakta/pişman olmadığını gösterir. Bediüzzaman, Eski Said’in izzetini bırakmamıştır, siyasetle alude sıkletini bırakmıştır.
Ama kafalarda yaşatılmak istenen Said, Yeni Said olduğu için ve Yeni Said’i taşımak kolay geldiği için, bazı Nur talebeleri de pek üzerine gitmezler bu işin. Eski Said’in o izzetli duruşunu (ki bence Yeni Said’de aynen devam etmiştir) takınmaya pek özenmezler. (Eski Said’in metinlerine de ilgi azdır her zaman.) Barla’ya sürüldüğü zamanlar ispat-ı vücut için imzaya gitmeyişini bir hükümeti tanımama hareketi olarak yorumlayıp buradan Mısır’dakilerin hükümeti tanımayışına bir ders çıkarmazlar. Onların takıldıkları meydan korkusudur çünkü. Meydanlarda onlarca nutuk atmış bir Üstadın, meydana çıkmaya çekinen öğrencileridir onlar. Hâlbuki bu dinin şartlarından birisi de milyonlarca Müslüman, hep beraber Mescid-i Haram’ın meydanlarına dökülmek değil midir?
Dedim ya işte: İki türlü yontma vardır bu işte. 1) Öncelikle kafalardaki itaatkâr, devletçi, dirençsiz ve sokaksız müsbet hareket kavramını sarsacak Bediüzzaman’ı ayıklarlar tarihçe-i hayatından. 2) Sonra da kalanların dışında bir tarifini yasaklarlar müsbet hareketin… Bu ikisiyle işleri bitince de mevcut metinlere el atarlar. Sadeleştirirken güdükleştirir, açıklarken iyice yumuşatırlar. Bu kısırlık içinde kendilerine bir yol açılır çünkü. Tarifin kısır olduğu yerde eylemler kolay eğilir bükülür. Kimse de nedenini sorgulayamaz. Gün gelir, birisi, kardeşlerine yardım etmek için gemide şehid olan masumlara, müsbet hareket içinde bir değerlendirme yaparak; “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” der. Fakat yine gün gelir, aynı kişi, halkın seçtiği otoriteye karşı girişilmiş ‘hakaretli hareketleri’ yine ‘müsbet hareket’ kavramı içinde değerlendirip hoş görür.
Peki, her şey iyi hoş da, bu tutarsızlık içinde müsbet harekete ne olur? Ne olacak? Küser. Kaybolur… Üzerinizden tanklar geçer. Darbeler yaşanır. Sesiniz çıkmaz. Başörtünüze uzanırlar. Demokrasinize sataşırlar. Sesiniz çıkmaz. Bediüzzaman’ın, üzerinde resmi var diye kâğıt para taşımadığı aynı kişiyi bayramlarda dev posterlerle anan gazeteleriniz, okullarınız olur. Sesiniz çıkmaz. Ta ki, Mısır’ın ‘sarıklı gençleri’ geriden gelip, ona sahip çıkıp, ‘sizinle omuz omuza verip’ yahut ‘sizi geçinceye’ kadar… O zaman ürpertiyle karışık fark edersiniz: Belki de emanet sizin bu halinize küsmüş, el değiştirmiştir.
NOT:
Bu yazıyı yazdıktan sonra Barla Lahikası’nı okurken (bence) biri diğerine cevap olan iki mektubu farkettim ki, evvel farketseydim tam da yazının içinde incelenmesi gereken metinlermiş. Söz Basım’ın baskısına göre 118 ve 247. numaralı bu mektuplar Hulusi ağabey ile Bediüzzaman arasındaki yazışmalar. 118. mektupta Hulusi ağabey aynı zamanda Üstadın kardeşi olan Abdülmecid ağabeyle aralarında geçen bir muhavereden bahsediyor. Şöyle ki:
“Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: ‘Seydâ’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâ’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Hâlbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenâb-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir.’
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zâtı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır.”
Bediüzzaman’ın bu mektuba cevabında şöyle diyor:
“Aziz kardeşim,
“(…) Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.
‘Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?’ (En’âm Sûresi, 6:81.) diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına mükellef olduğumuza işaret eden ‘Bâtıl dinlerden uzak, İbrahim’in İslâm dinine uy!’ sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.”
Demek ki; Üstadın metinlerini Eski Said-Yeni Said ekseninde ele alarak ve eskisinin ‘eskiliğini’ vurgulayarak metinleri sansürleme temayülü ta Abdülmecid abiden beri varmış.
Hadi, bu mektuplar, benim tahmin ettiğim gibi birbirinin cevabı olmayıversin. O zaman olay sayısı birden ikiye çıkıyor ki, bu da Bediüzzaman’ın daha hayatta iken Yeni Said’i yanlış yorumlayanlarca düzeltilmeye/yumuşatılmaya çalışıldığını ‘iki kere’ gösteriyor. “Ama Hangi Bediüzzaman?” diye sormakta haksız değiliz.
Benzer hadiseyi, yine Üstadın hayatıyla ilgili, başka bir metinde yaşamıştık. O metinde, Ruslarla savaş hengâmesinde Bediüzzaman’la yaşadıklarını anlatan Ali Çavuş’un hatıralarında bir sahne vardı: Cephede, talebeleri silah doldurup Üstada veriyorlar ve o da düşmana ateş ediyordu. (Orada yaşanan gerilimi ve telaşı hayal edin.) Her nasıl olmuşsa, bir seferinde verdikleri silahın emniyetini açmayı unutmuşlardı. Bunun üzerine Üstad, Kürtçe çok ağır bir söz söylüyor (bu söz aynen metinde geçiyordu) ve silahı kayaya çarpıp kırıyordu ki, Ali Çavuş hadiseyi naklederken; “Şimdiye kadar böyle şetm işitmemiştim” diyordu. Yıllar sonra bu hatırayı okuyan bir okur, bizi aramıştı ve şöyle demişti: “Bu sözü Üstad söylemiş olamaz. Bu, Kürtçe çok ağır bir hakarettir. Kitaba koymamak lazımdı.
Niye koydunuz?”
Size ikisini naklettim, ama benim böyle şahit olduklarım inanın ondan fazladır. Elinizden çıkan metinlerdeki ifadelere delil de bulsanız, burhan da gösterseniz; bir kısım insanlar (ki bunlar hiç az sayıda değildir) Bediüzzaman’ı bu yönüyle görmekten rahatsız olurlar. Onların gözünde Üstad, her zaman şefkatlidir. Celali alınmıştır. Kalmışsa da, birazcık Eski Said’de kalmıştır. Yeni Said tamamen cemaldedir. O cemal de tek başına olmaz, itaatin içindedir. Hatta böylelerine Üstadın bu yönüne dair hangi hatırayı hatırlatsanız, “Herkesin hatası olur” kabilinden konuşurlar. İyi de, sizin hata dediklerinizi, acaba Bediüzzaman hata olarak görüyor mudur? İşin bu kısmını kesinlikle masaya yatırmazlar.
Buna en net örnekleri, şimdilerde, Mısır’da yaşananlar ekseninde giriştiğimiz ‘müsbet hareket’ tartışmalarında yaşıyoruz. Malumunuzdur; Batı’da bir düşünür, bir kavram ortaya koyduğunda, takipçileri bu kavramı tartışmaya ve geliştirmeye devam ederler. Örneğin; “sivil itaatsizlik,” Thoreau tarafından ilk kez ortaya konmuş bir kavram olsa da Gahdhi ve Tolstoy gibi düşünürlerin onu yorumlayışı ve uygulayışı birbirinden farklı olmuş ve her biri kendi modelini oluşturmuştur.
Ancak ne zaman yönünüz biraz İslam dünyasına dönse, işin rengi değişir. Kavramı ortaya koyan düşünürün dinî kimliği kuvvet kazandıkça, geliştirdiği kavramlar da kutsiyetle bağlanır. Hatta bu da yetmez, kavramın eli ve kolu, o düşünürün hayatıyla bağlanır. Sözleriyle zenginleştirilmek yerine, sözleriyle kısıtlanır. Hatta bu da yetmez, son minvalde iş, benim yukarıda verdiğim örneklerdekine döner. Eğer kavramın genel kabul görmüş şekli, o düşünürün hayatıyla uyuşmuyorsa, hayatı rötuşlanmaya başlanır. Ya red, ya tahrif, ya inkâr edilir.
Mesela müsbet hareket ekseninde yaşanan tartışmalara ne zaman Eski Said’in hayatından, her biri birer izzet tablosu olan hatıralarla yaklaşsanız, muhatabınız o Said’in ‘eskiliğini’ hatırlatır. Rus komutanın karşısında ayağa kalkmayışı, Divan-ı Harb-i Örfî öncesi kendisini sorgulamaya gelen subaylara zindanda hücum edişi, Divan-ı Harbi Örfî’den çıkarken “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırarak yürüyüşü, meydanlarda nutuklar atışı, Zaptiye Nazırı’na posta koyuşu, Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’ya “Seni öldürmeye geldim” deyişi, Mustafa Kemal’e mecliste parmağını uzatarak onu tehdit edişi, Suriye topraklarında eşkıyalarla çatışmaya girişi, bütün bunlar Eski Said’e ait şeylerdir. Bediüzzaman da zaten o döneminin yanlışlarla alude olduğunu söylemiştir. Onlardan örnekler vererek müsbet hareketi yorumlamaya gerek yoktur.
Fakat burada, eleştirel bir parantez açmaz ne yazık ki muhatabınız kendi fikrine. Çünkü hatırlamaz: Bediüzzaman, Eski Said’in bu gibi izzetli davranışlarından pişman değildir. Onun pişman olduğu şey, siyasetle hizmet edeceğini sanmasıyla ilgilidir. (Bunu özeleştiri yaparken bizzat söyler.) Yoksa Bediüzzaman, Eski Said’in menfi hareket yaptığını, Yeni Said’in bunu müsbete çevirdiğini düşünmemektedir. Hatta Şualar’da yaptığı savunmalar esnasında zaman zaman mahkemeye kızıp Eski Said kafasını taktığını söyleyerek sert sözler savurması, onun Eski Said’den o kadar da ırakta/pişman olmadığını gösterir. Bediüzzaman, Eski Said’in izzetini bırakmamıştır, siyasetle alude sıkletini bırakmıştır.
Ama kafalarda yaşatılmak istenen Said, Yeni Said olduğu için ve Yeni Said’i taşımak kolay geldiği için, bazı Nur talebeleri de pek üzerine gitmezler bu işin. Eski Said’in o izzetli duruşunu (ki bence Yeni Said’de aynen devam etmiştir) takınmaya pek özenmezler. (Eski Said’in metinlerine de ilgi azdır her zaman.) Barla’ya sürüldüğü zamanlar ispat-ı vücut için imzaya gitmeyişini bir hükümeti tanımama hareketi olarak yorumlayıp buradan Mısır’dakilerin hükümeti tanımayışına bir ders çıkarmazlar. Onların takıldıkları meydan korkusudur çünkü. Meydanlarda onlarca nutuk atmış bir Üstadın, meydana çıkmaya çekinen öğrencileridir onlar. Hâlbuki bu dinin şartlarından birisi de milyonlarca Müslüman, hep beraber Mescid-i Haram’ın meydanlarına dökülmek değil midir?
Dedim ya işte: İki türlü yontma vardır bu işte. 1) Öncelikle kafalardaki itaatkâr, devletçi, dirençsiz ve sokaksız müsbet hareket kavramını sarsacak Bediüzzaman’ı ayıklarlar tarihçe-i hayatından. 2) Sonra da kalanların dışında bir tarifini yasaklarlar müsbet hareketin… Bu ikisiyle işleri bitince de mevcut metinlere el atarlar. Sadeleştirirken güdükleştirir, açıklarken iyice yumuşatırlar. Bu kısırlık içinde kendilerine bir yol açılır çünkü. Tarifin kısır olduğu yerde eylemler kolay eğilir bükülür. Kimse de nedenini sorgulayamaz. Gün gelir, birisi, kardeşlerine yardım etmek için gemide şehid olan masumlara, müsbet hareket içinde bir değerlendirme yaparak; “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” der. Fakat yine gün gelir, aynı kişi, halkın seçtiği otoriteye karşı girişilmiş ‘hakaretli hareketleri’ yine ‘müsbet hareket’ kavramı içinde değerlendirip hoş görür.
Peki, her şey iyi hoş da, bu tutarsızlık içinde müsbet harekete ne olur? Ne olacak? Küser. Kaybolur… Üzerinizden tanklar geçer. Darbeler yaşanır. Sesiniz çıkmaz. Başörtünüze uzanırlar. Demokrasinize sataşırlar. Sesiniz çıkmaz. Bediüzzaman’ın, üzerinde resmi var diye kâğıt para taşımadığı aynı kişiyi bayramlarda dev posterlerle anan gazeteleriniz, okullarınız olur. Sesiniz çıkmaz. Ta ki, Mısır’ın ‘sarıklı gençleri’ geriden gelip, ona sahip çıkıp, ‘sizinle omuz omuza verip’ yahut ‘sizi geçinceye’ kadar… O zaman ürpertiyle karışık fark edersiniz: Belki de emanet sizin bu halinize küsmüş, el değiştirmiştir.
NOT:
Bu yazıyı yazdıktan sonra Barla Lahikası’nı okurken (bence) biri diğerine cevap olan iki mektubu farkettim ki, evvel farketseydim tam da yazının içinde incelenmesi gereken metinlermiş. Söz Basım’ın baskısına göre 118 ve 247. numaralı bu mektuplar Hulusi ağabey ile Bediüzzaman arasındaki yazışmalar. 118. mektupta Hulusi ağabey aynı zamanda Üstadın kardeşi olan Abdülmecid ağabeyle aralarında geçen bir muhavereden bahsediyor. Şöyle ki:
“Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: ‘Seydâ’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâ’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Hâlbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenâb-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir.’
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zâtı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır.”
Bediüzzaman’ın bu mektuba cevabında şöyle diyor:
“Aziz kardeşim,
“(…) Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.
‘Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?’ (En’âm Sûresi, 6:81.) diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına mükellef olduğumuza işaret eden ‘Bâtıl dinlerden uzak, İbrahim’in İslâm dinine uy!’ sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.”
Demek ki; Üstadın metinlerini Eski Said-Yeni Said ekseninde ele alarak ve eskisinin ‘eskiliğini’ vurgulayarak metinleri sansürleme temayülü ta Abdülmecid abiden beri varmış.
Hadi, bu mektuplar, benim tahmin ettiğim gibi birbirinin cevabı olmayıversin. O zaman olay sayısı birden ikiye çıkıyor ki, bu da Bediüzzaman’ın daha hayatta iken Yeni Said’i yanlış yorumlayanlarca düzeltilmeye/yumuşatılmaya çalışıldığını ‘iki kere’ gösteriyor. “Ama Hangi Bediüzzaman?” diye sormakta haksız değiliz.
31 Ağustos 2013 Cumartesi
O tefekküründen, Sen tefekkürüne...
Risale okurken çok yaşarım: Bazen "Ne demek acaba bu?" diye peşine takıldığım bir cümle, bir kelime, bir kavram beni alır, Kur'anî düzlemde bambaşka bir yere bırakır. Karabataklar gibi suya dalarım, ama daldığım yerin çok uzağında tekrar asumanla buluşurum. (Bu yüzden Bediüzzaman'ın hakikat arayıcılarını tarif ederken kullandığı gavvas/dalgıç benzetmesi anlamlı gelir bana.)
Tuhaf yolculuğumun sırrını da ben, müellif-i muhteremin Muhakemat'ta altını çizdiği 'nazm-ı maanide' ararım. Kanaatimce; Bediüzzaman gibiler, yazdıkları metinlerin kafiyelerini lafızlara değil, manalara koymuşlardır. Manaların peşine düşüldüğünde ancak o bitimsiz ahenk yakalanır. Zira mananın nazmı, 13. Söz'de geçen misalden faydalanırsak, lafzın nazmına benzemez. Yıldızların semadaki düzeni gibidir düzeni. Sathî bakan karışık sanır, hikmetle bakıp özüne inen sistemine, ölçüsüne, dengesine hayran olur.
İşte bu yolculuklarımdan birisi de Barla Lahikası'nda geçen bir mektup sayesinde oldu. Bediüzzaman'ın, Dr. Yusuf Kemal'e yazdığı, “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” ifadesiyle başlıyan o mektubu, içindeki bir cümleyle beni saatlerimden (dağılımı da hesaba katarsam eğer günlerimden) etti. Orada, sonlara doğru sarfedilen; “Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç" ifadesindeki; "Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe..." vurgusu, vurgunun ardındaki öğüdü, öğüdün ardındaki sırrı aramaya yönlendirdi beni. Ve nihayet, külliyat metinleri içinde bu kelimelerin izlerini sürmeye başladım. 11. Söz'de ve 23. Söz'de benzer ifadelere rastladım.
23. Söz'deki 5. Nükte, muhtemelen 11. Söz'de bu mesele daha geniş ele alındığı için şöyle başlıyordu: "Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz." O yüzden bu iki sözü birden karşıma alıp Barla Lahikası'ndaki mektup kıyısından denizlerine daldım. Gördüm ki, 'gaibane' ve 'hazırane' kelimeleri arkasında devasa bir sistem var.
Detayları geçeyim... Vahdaniyet ve Ehadiyet denkleminde, afakî tefekkür ve enfüsî tefekkür düzleminde birçok teori geliştirdim o sıralar. Baktım, altından çıkamıyorum. Bu sefer meseleyi bir yolculuk esnasında Kenan Demirtaş abiye de açtım. Kenan abi, 23. Söz'de de altı çizilen, Fatiha'daki ayetlerdeki geçişten hareketle harika birşey söyledi bana: "Kainata bakarak Allah'ı 'O' diye ararsan bu gaibane tefekkür olur. Eğer arayışı 'Sen' diye yaparsan, bu, Allah'ı 'Sen' düzleminde aramak olur ki, hazırane tefekkürdür."
Bu ışıkla tekrar okumalarımı yaparken şunu farkettim: Hakikaten de gaibane tefekkür yapılırken Cenab-ı Hak, bir 'O' olarak, biraz da (tabir-i caizse) etkileşimden ötelenmiş olarak tefekkür ediliyordu. Bu tefekkürde Allah'ı bulmak vardı, tanımak da vardı, fakat bir adım ötesinde şuunatına uzanmak yoktu. Yani gaibane tefekkür, esma dairesinde yapılan tefekkürde kalıyordu. Fakat ne zaman ki, hazırane eşiğine atlanılıyordu, artık marifetin elleri şuunata da uzanıyordu. Etkileşim başlıyordu.
Burada, belki bir parantez içinde şuunatın da tarifini yapmamız gerek. Bediüzzaman tarafından izahı 32. Söz'ün 2. Mevkıfı'nda yapılan şuunat, çok kusurlu bir temsille anlatacak olursak; bizdeki duyguların, bizdeki kusurlardan çok çok uzak bir şekilde Cenab-ı Hak'ta bulunan manalarıdır. Bediüzzaman, kelimelerin kifayetsizliğinden dolayı şöyle ifadeler kullanır şuunatı anlatırken:
"... Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi; Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yadedemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
İşte hem 23. Söz'de, hem 11. Söz'de altı çizilen eşik; kulun, Allah'ı tefekkür ederken bu tefekkürün nihayetinde şuunatının farkına varmasıdır. Bediüzzaman o eşikleri de şu cümlelerle ifade eder:
"Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir..."
Burada geçen 'kendini tanıttırmak ve bildirmek ister' ve 'kendini sevdirmek ister' gibi ifadeler de gösterir ki; artık tefekkürde veya muhatabiyette bir aşama atlanmış, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ötesindeki şuunatı, yani mukaddes ve münezzeh istekleri anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu farkeden kul, artık 'O tefekkürü'nü bırakır ve Cenab-ı Hakkı 'Sen ve ben tefekkürü' ile temaşa etmeye başlar. Onun kendisini sevdirmek istediğini farkedince, kendisini sevdirmeye daha çok çalışır. Tanınmak istediğini farkedince, daha çok tanıyarak Onun bu arzu-yu mukaddesine mukabele eder. Burada artık kulluk, bir açıdan, Vahdaniyet dairesinden Ehadiyet dairesine de çekilmiştir. Özelleşmiştir. Belki bu aynı zamanda afakî tefekkürden enfüse de geçiştir.
Bunun daha da üstündeki farkındalık, tabirimde hata olmasın, Cenab-ı Hakkın 'sevgisinin, rahmetinin, şefkatinin' kulun yapabileceği fiillerle üzerine çekilebiliyor oluşudur. Cenab-ı Hakkın tanınmak istemesine mukabil, onu daha fazla tanımaya çalışan kul, bu noktada Rabbini kendisine daha çok teveccüh etmiş bulur. Hem rızası kazanılır, hem kapalı sandığı kapılar da ona açılır. İnsanın yaptıklarıyla Allah'ın şuunat dairesinde aks-i sada bulması, hakikaten insanlık adına büyük bir keşiftir. Ki bu da Bediüzzaman 11. Söz'de şu şekilde ifade eder:
"Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde..." Yani tabir-i caizse, kul, kâinat tefekkürünü tam yaptığı zaman, ikinci bir tefekkür dairesi 'Allah'ın muamelesi ve ef'âline bakmak' yönünde önünde açılıyordu. Ve bu dairede artık hazırane Onunla muhatap olup, Fatiha'da geçtiği gibi "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" düzeyine geliyordu. 'O tefekkürü veya ibadeti' artık 'Sen ve ben' çizgisine çıkıyordu. Belki Vahdaniyet içindeki Ehadiyet de, afakî tefekkürle enfüsî tefekkür arasındaki fark da, esma dairesi ile şuunat dairesi arasındaki nüans da burada aranmalıydı: Gaibane ve hazırane muhatabiyetler...
Görüyorsunuz, nereden çıktık da nereye geldik. Halbuki başladığımız yerde Barla Lahikası'ndan bir mektup vardı. Birşey daha söyleyeyim burada: Gariptir ki; Beidüzzaman, 23. Söz ve 11. Söz'de de gaibaneden hazıraneye geçişte mektup temsilleri kullanıyor. Her iki metinde de gaibaneden hazırane geçişten hemen önceki basamaklardan birisini şöyle ifade ediyor: "Kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür."
Bana öyle geliyor ki: O tefekküründen Sen tefekkürüne geçiş, nesnelerdeki 'bana özel'lliği farketmekle oluyor. Ki bu da her neyle karşılaşırsak, onun bize yazılmış bir mektup olduğunu düşünmekle, yani üzerimize alınmakla mümkün gibi. Belki de bu yüzden Bediüzzaman, Dr. Yusuf Kemal'e, Risale-i Nur'a bakarken kuşanması gereken zihin yapısını tarif ederken böyle diyor: "Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et."
Buradaki iki temsil aracının da 'kişiye özel' şeyler olduğuna özellikle dikkatinizi çekerim. Ne reçete, ne de mektup bir başkası tarafından okunması ve uygulanması hoş karşılanan şeyler değildir. Kişiye özeldirler. Bediüzzaman da adeta, Yusuf Kemal'in nazarını hazırane muhatabiyete kaldırmak için 'kişiye özel'liği farketmesini istemektedir... Ben ne demiştim? Nihayetinde bakınız, vardığımız yer, hiç de suya daldığımız yer değildir. Risale-i Nur'da daha böyle neler neler var. Yeter ki, dalmaya vakit ayırın. Metni sadeleştirmek yerine kendinizi zenginleştirin. Çünkü metni sadeleştirdikçe bu bağlantılar kaybolacak. "Fetebarek Allahu ahsenü'l-Halıkîn."
Tuhaf yolculuğumun sırrını da ben, müellif-i muhteremin Muhakemat'ta altını çizdiği 'nazm-ı maanide' ararım. Kanaatimce; Bediüzzaman gibiler, yazdıkları metinlerin kafiyelerini lafızlara değil, manalara koymuşlardır. Manaların peşine düşüldüğünde ancak o bitimsiz ahenk yakalanır. Zira mananın nazmı, 13. Söz'de geçen misalden faydalanırsak, lafzın nazmına benzemez. Yıldızların semadaki düzeni gibidir düzeni. Sathî bakan karışık sanır, hikmetle bakıp özüne inen sistemine, ölçüsüne, dengesine hayran olur.
İşte bu yolculuklarımdan birisi de Barla Lahikası'nda geçen bir mektup sayesinde oldu. Bediüzzaman'ın, Dr. Yusuf Kemal'e yazdığı, “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” ifadesiyle başlıyan o mektubu, içindeki bir cümleyle beni saatlerimden (dağılımı da hesaba katarsam eğer günlerimden) etti. Orada, sonlara doğru sarfedilen; “Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç" ifadesindeki; "Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe..." vurgusu, vurgunun ardındaki öğüdü, öğüdün ardındaki sırrı aramaya yönlendirdi beni. Ve nihayet, külliyat metinleri içinde bu kelimelerin izlerini sürmeye başladım. 11. Söz'de ve 23. Söz'de benzer ifadelere rastladım.
23. Söz'deki 5. Nükte, muhtemelen 11. Söz'de bu mesele daha geniş ele alındığı için şöyle başlıyordu: "Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz." O yüzden bu iki sözü birden karşıma alıp Barla Lahikası'ndaki mektup kıyısından denizlerine daldım. Gördüm ki, 'gaibane' ve 'hazırane' kelimeleri arkasında devasa bir sistem var.
Detayları geçeyim... Vahdaniyet ve Ehadiyet denkleminde, afakî tefekkür ve enfüsî tefekkür düzleminde birçok teori geliştirdim o sıralar. Baktım, altından çıkamıyorum. Bu sefer meseleyi bir yolculuk esnasında Kenan Demirtaş abiye de açtım. Kenan abi, 23. Söz'de de altı çizilen, Fatiha'daki ayetlerdeki geçişten hareketle harika birşey söyledi bana: "Kainata bakarak Allah'ı 'O' diye ararsan bu gaibane tefekkür olur. Eğer arayışı 'Sen' diye yaparsan, bu, Allah'ı 'Sen' düzleminde aramak olur ki, hazırane tefekkürdür."
Bu ışıkla tekrar okumalarımı yaparken şunu farkettim: Hakikaten de gaibane tefekkür yapılırken Cenab-ı Hak, bir 'O' olarak, biraz da (tabir-i caizse) etkileşimden ötelenmiş olarak tefekkür ediliyordu. Bu tefekkürde Allah'ı bulmak vardı, tanımak da vardı, fakat bir adım ötesinde şuunatına uzanmak yoktu. Yani gaibane tefekkür, esma dairesinde yapılan tefekkürde kalıyordu. Fakat ne zaman ki, hazırane eşiğine atlanılıyordu, artık marifetin elleri şuunata da uzanıyordu. Etkileşim başlıyordu.
Burada, belki bir parantez içinde şuunatın da tarifini yapmamız gerek. Bediüzzaman tarafından izahı 32. Söz'ün 2. Mevkıfı'nda yapılan şuunat, çok kusurlu bir temsille anlatacak olursak; bizdeki duyguların, bizdeki kusurlardan çok çok uzak bir şekilde Cenab-ı Hak'ta bulunan manalarıdır. Bediüzzaman, kelimelerin kifayetsizliğinden dolayı şöyle ifadeler kullanır şuunatı anlatırken:
"... Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi; Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yadedemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
İşte hem 23. Söz'de, hem 11. Söz'de altı çizilen eşik; kulun, Allah'ı tefekkür ederken bu tefekkürün nihayetinde şuunatının farkına varmasıdır. Bediüzzaman o eşikleri de şu cümlelerle ifade eder:
"Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir..."
Burada geçen 'kendini tanıttırmak ve bildirmek ister' ve 'kendini sevdirmek ister' gibi ifadeler de gösterir ki; artık tefekkürde veya muhatabiyette bir aşama atlanmış, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ötesindeki şuunatı, yani mukaddes ve münezzeh istekleri anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu farkeden kul, artık 'O tefekkürü'nü bırakır ve Cenab-ı Hakkı 'Sen ve ben tefekkürü' ile temaşa etmeye başlar. Onun kendisini sevdirmek istediğini farkedince, kendisini sevdirmeye daha çok çalışır. Tanınmak istediğini farkedince, daha çok tanıyarak Onun bu arzu-yu mukaddesine mukabele eder. Burada artık kulluk, bir açıdan, Vahdaniyet dairesinden Ehadiyet dairesine de çekilmiştir. Özelleşmiştir. Belki bu aynı zamanda afakî tefekkürden enfüse de geçiştir.
Bunun daha da üstündeki farkındalık, tabirimde hata olmasın, Cenab-ı Hakkın 'sevgisinin, rahmetinin, şefkatinin' kulun yapabileceği fiillerle üzerine çekilebiliyor oluşudur. Cenab-ı Hakkın tanınmak istemesine mukabil, onu daha fazla tanımaya çalışan kul, bu noktada Rabbini kendisine daha çok teveccüh etmiş bulur. Hem rızası kazanılır, hem kapalı sandığı kapılar da ona açılır. İnsanın yaptıklarıyla Allah'ın şuunat dairesinde aks-i sada bulması, hakikaten insanlık adına büyük bir keşiftir. Ki bu da Bediüzzaman 11. Söz'de şu şekilde ifade eder:
"Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde..." Yani tabir-i caizse, kul, kâinat tefekkürünü tam yaptığı zaman, ikinci bir tefekkür dairesi 'Allah'ın muamelesi ve ef'âline bakmak' yönünde önünde açılıyordu. Ve bu dairede artık hazırane Onunla muhatap olup, Fatiha'da geçtiği gibi "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" düzeyine geliyordu. 'O tefekkürü veya ibadeti' artık 'Sen ve ben' çizgisine çıkıyordu. Belki Vahdaniyet içindeki Ehadiyet de, afakî tefekkürle enfüsî tefekkür arasındaki fark da, esma dairesi ile şuunat dairesi arasındaki nüans da burada aranmalıydı: Gaibane ve hazırane muhatabiyetler...
Görüyorsunuz, nereden çıktık da nereye geldik. Halbuki başladığımız yerde Barla Lahikası'ndan bir mektup vardı. Birşey daha söyleyeyim burada: Gariptir ki; Beidüzzaman, 23. Söz ve 11. Söz'de de gaibaneden hazıraneye geçişte mektup temsilleri kullanıyor. Her iki metinde de gaibaneden hazırane geçişten hemen önceki basamaklardan birisini şöyle ifade ediyor: "Kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür."
Bana öyle geliyor ki: O tefekküründen Sen tefekkürüne geçiş, nesnelerdeki 'bana özel'lliği farketmekle oluyor. Ki bu da her neyle karşılaşırsak, onun bize yazılmış bir mektup olduğunu düşünmekle, yani üzerimize alınmakla mümkün gibi. Belki de bu yüzden Bediüzzaman, Dr. Yusuf Kemal'e, Risale-i Nur'a bakarken kuşanması gereken zihin yapısını tarif ederken böyle diyor: "Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et."
Buradaki iki temsil aracının da 'kişiye özel' şeyler olduğuna özellikle dikkatinizi çekerim. Ne reçete, ne de mektup bir başkası tarafından okunması ve uygulanması hoş karşılanan şeyler değildir. Kişiye özeldirler. Bediüzzaman da adeta, Yusuf Kemal'in nazarını hazırane muhatabiyete kaldırmak için 'kişiye özel'liği farketmesini istemektedir... Ben ne demiştim? Nihayetinde bakınız, vardığımız yer, hiç de suya daldığımız yer değildir. Risale-i Nur'da daha böyle neler neler var. Yeter ki, dalmaya vakit ayırın. Metni sadeleştirmek yerine kendinizi zenginleştirin. Çünkü metni sadeleştirdikçe bu bağlantılar kaybolacak. "Fetebarek Allahu ahsenü'l-Halıkîn."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Kaderin varsayımlarla işi olmaz
Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...