Bana öyle geliyor ki; şirke kapı açan, Allah’ın varlığını bilmemek değil, Allah’ın isimlerini bilmemek de değil; o isimlerin aynı Zat’ın isimleri olduğunu farketmemek. Şirkin asıl membaı bu. Yoksa her insan, her alanda, kendisinden daha üst bir gücün varlığını az/çok hissediyor ve kabul ediyor. Belki farklı isimler veriyor kendince, ama nihayetinde ötesinde/gaybında başka bir iradenin varlığının farkında insanoğlu.
Fakat bir sorunu var: Varolduğunu hissettiği/aklettiği şeylerin aslında bir hakikatin farklı renkleri olduğunu yakalayamıyor çoğu zaman. Kuşatamıyor. Bu nedenle, bence, vahyin hayatımıza kattığı en büyük uyanış: tevhid’dir. (Ve bu uyanışın kıymetinden dolayıdır ki, Kur’an, tevhide çok vurgu yapar.) Yani o hissettiğimiz veya aklettiğimiz ‘görünenden öte güçlerin’ tamamının aynı Zat’ın farklı tecellileri olduğunu bize öğretmesidir. Bu öyle kıymetli bir uyanıştır ki; ben, sırf bunun için bile, bize vahyi indiren Zat’a (c.c.) çatlayıncaya şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Eş’arî itikadına gönlümü yakın kılan biraz da bu: Onun, vahyin kıymetini ve beşerin ‘hakikat arayışında’ aklıyla düşebileceği çaresizliği daha güçlü hissettirmesi. İnzalsiz, kitapsız nasıl bir körlüğe maruz kalacağımızı daha iyi okuması.
Katılır mısınız bilmem, fakat Eş’arî ekolünde Bediüzzaman’ın ‘acz mesleği’ dediği şeye de bir yakınlık hissediyorum. Çünkü ben de vahiysiz akıldan emin değilim. Aczimi, yalnızca kalbimde değil, aklımda da hissederim. Bu yönüyle; meleklerin talim-i esma sırrı karşısında ettiği itiraf ne kadar da yakın gelir bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.”
Belki de bu öneminden dolayı Bediüzzaman da sık sık isimden isme geçiş dersleri verir eserlerinde. Külliyatın üzerinde yoğunlaştığı bir öğe, esmanın talimi ise; diğeri, isimden isme geçişin talimidir. Hatta 24. Söz gibi yerlerde “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var…” derken, dikkatimizi asıl çekmek istediği şey de tevhidin talimidir gibi gelir bana.
Bir insan, ancak isimden isme geçebilmeyi ve o isimlerin tamamının aynı Zat’ın isimleri olduğunu farkedebilmeyi başarırsa (her isim bir fiilin failidir çünkü) ancak tevhidin huzuruna erer. Yoksa tevhid, esmanın her bir parçasının tek tek fethedildiği ve birbiriyle bağlantılarının yatsındığını bir bilme şekli değildir. Kur’an’daki fezlekelerde bile Cenab-ı Hakkın kendisini tek isimle değil, genelde terkiplerle zikretmesi (bir tanesi yukarıda geçti: Alîm-i Hakîm) bu geçişlerin hatırlatılması noktasında kıymetlidir.
Daha fazla alıntı yapmayacağım. Külliyatı biraz karıştırsanız her yerinde bu ‘geçiş tedrisini’ ders alırsınız. Kanaatimce bu tedrisin en özet tanımı da iki şahid-i sâdık formülünde saklıdır. İki şahid-i sâdık, Bediüzzaman’ın farklı eserlerinde tekrar be tekrar kullandığı bir delildir. Ben buraya 30. Söz’deki şeklini alarak düşünmeye devam etmek istiyorum:
"Her bir zerrede, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır. Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kanaatimce; şahidlerden birisinin nesnelerin kendilerine, diğerinin ise nesneler arası bağıntılara dikkat çekiyor oluşudur. Yani birinci şahid dikkatimizi zerrenin ‘kendisindeki acze rağmen büyük işler yapmasına’ verirken, diğer şahid zerrenin bu başarısının ‘büyük bir tablonun da parçası olduğunu, yani büyük düzenin içinde uygun adım hareket eden bir parçaya zerre dediğimizi’ bize ders verir. Birincisi kudret dersiyse, ikincisi kontrol/irade dersidir. Metin Karabaşoğlu abinin temsiliyle anlatmam gerekirse: Varlık, bir anda, kontrolsüz bir güç patlaması yaşayan sel değil; kontrollü bir akış yaşayan nehirdir. Ayete’l-Kürsi’de geçen havl ve kuvvet birlikteliği de bunun dersidir. Kuvvet, evet ama iradenin kontrolünde bir kuvvet. Havl’lı bir kuvvet.
Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı eserinde bu nesneler ve nesneler arası bağıntılar üzerine şöyle bir ayrım dersi veriyor bizlere: “(…) Kur’an’ı açıp Keşfu’l-Kelimat’tan (Kur’an Terimleri Sözlüğü) yararlanarak gayb, şehadet, ayet ve sünnet kelimelerini bularak bu kelimeleri inceleyebilir ve böylece Kur’an’ın nelere ayet, nelere sünnet dediğini anlayabilirsiniz. O zaman Kur’an’ın nesneler arasındaki bağıntılara ‘sünnet’ nesnelerin kendisine de ‘ayet’ dediğini anlamış olacaksınız.” Bediüzzaman da sünnettullah’ı, Ali Şeriatî’nin bu tarifine benzer bir şekilde şöyle anlatıyor Mesnevisinde:
"Tabiat, alem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki; ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir."
Şimdi, bütün bunları neden anlattım? Aslında baştaki şeye dikkatinizi çekmek istiyordum sadece; ama bunlarla değil, bir ayetle. Bakara sûresinde geçen bir ayetle. Buyuruyor ki orada Cenab-ı Hakk: “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”
Ben burada, işte tam da bu ayetin içinde yukarıda konuştuğumuz herşeyin bir özetini görüyorum. Önce nesnelerden birer birer bahsetmek (ayet), farklı farklı özellikleriyle bahsetmek, sonra da onların arasındaki bağlantıya/ilişkiye/dengeye dikkat çekmek (sünnet). Ayetin bize yaptığı tam olarak bu.
Yer yaratılıyor farklı özelliklerle, gök yaratılıyor farklı niteliklerle… Ama nihayetinde ikisi birbiriyle bağlantılı çalışırsa (yağmur ve toprak) oradan hayat varoluyor. İşte bence ayetin bize verdiği özet ders bu arkadaşım: Nesnelerin ayrı ayrı meziyetlerini takdir edip, onların ‘ilah eseri’ olduğunu farkettikten sonra; sakın aralarındaki rabıtayı ve beraberce çalışarak başardıklarını ıskalama! Çünkü asıl tevhid dersini oradan alırsın. Parçaları bir bütünün parçaları olarak görmekten, mana-yı harfî’den. “Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.” Ve böyle bitiyor ayet: “Artık bunu (bu birlikteliği) bile bile Allah’a şirk koşmayın…”
22 Mart 2014 Cumartesi
13 Mart 2014 Perşembe
Kast, şirkin kardeşidir
İman, hayatın neresindedir? İman, hayatın her yerindedir. Nasıl inandığınız, nasıl yaşadığınızla (siz farketmeseniz bile) yakından ilintilidir. 32 farz ekseninde düşünmeyin bunu. Bakış açınız bile imanınızın ellerindedir. Ali Şeriatî, İslam Bilim isimli eserinde (Nehir Yayınları, 1992) arzettiğim şeyi 'dünya görüşü' ve 'dünya bilgisi' ikilisiyle açıklar. Ona göre fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler 'dünya bilgisi' içerirler sadece. Bakış açısı/hikmet vermezler. Ama 'İslam' ve özünde 'tevhid' bir bakış açısıdır. (İdeolojiler de öyle.) Onları kuşandığınız zaman her neye bakarsanız bakın, nazarınıza göre şekil alır. Zaten 'dünya bilgisi' dahi 'dünya görüşüne' bağlı ilerler. Dünya görüşü tevhid olan bir dinle şirk kokan bir teolojinin bilime, topluma, hayata bakışı farklıdır. Bu farklılık, bilim ilerledikçe veya toplum incelendikçe ortaya çıkar:
"Ama ben tevhidi, bir 'dünya görüşü' olarak anlıyorum ve İslam'ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyorum. Şu anlam da şirk de bir dünya görüşüdür: Dünyanın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, birbirine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünyayı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm olarak..."
Ali Şeriatî, bu 'dünya görüşlerinin' sosyolojik düzlemde bireylerin toplum algısını nasıl etkilediğini ise şöyle izah eder:
"Tehvidî altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. (...) Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bakmak demektir. Fizik ile fizikötesi, (...) siyaset ile din, takva ile yükümlülük, efendi ile raiyet, (...) Arap ile Acem (...) sermayedar ile proleter (...) vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görüşüyle, yani ikicilik (iki parça görmek), teslis (üç parça görmek) ve çok parça görmekle uyumludur; tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden 'şirk dünya görüşü' toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin altyapısını oluşturmuştur hep."
Hakikaten de dikkat ettiğinizde farkedersiniz ki; teolojisinde şirk olan toplumların sosyolojileri de çok farklı sınıflara, hiyerarşik yapılanmalara, üstlere ve altlara ayrılmış durumdadır. (Günümüzde putperestliğin en hâkim olduğu coğrafyalardan birisi olan Hindistan'da, hâlâ kast sisteminin işliyor oluşu, buna delil sayılabilir.) Yani, tabir-i caizse, teolojik seviyede bir kast varsa, sosyolojik zeminde de bir kast sistemi vardır.
Hatta cahiliye dönemi şirk teolojisindeki çok ilahlılık, toplumsal zeminde de üstün soylar/daha aşağı soylar ayrımının doğmasına sebep olmuştur. Belki bu noktada ehl-i küfrü, şirkten dönmekte en çok zorlayan, sahte ilahların terki değil; onlarla birlikte bu ırksal/sınıfsal üstünlüğün de terkediliyor oluşudur. Hatta Kur'an ayetlerinde de ehl-i şirkin saldırgan söylemi, hak dini, 'aşağı insanların tâbi olduğu şey' olarak tanımlamak ve tezyif etmeye çalışmak şeklindedir:
"Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.'" (Hûd, 27) "Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" (Mü'minûn, 47)
Tevhid ve şirk arasında sosyolojik düzlemdeki bu bakış farklılığına Bediüzzaman da Ali Şeriatî'ye yakın bir düzlemde şöyle dikkat çeker:
"İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, 'velediyet' fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. 'Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah'tan başka rab edindiler.' (Tevbe, 31) âyetine mâsadak olmuşlar.
Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar."
Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman, tevhid akidesinin 'üstünlük veya seçginlik' algısını nasıl kırdığını ifade ediyor. Ancak şirk içeren dinlerde teolojik alanda bu üst/alt ilişkisi reddedilmediği için (Hıristiyanlık düzeyinde baba-oğul-kutsal ruh hiyerarşisi mesela) toplumsal düzeyde de ikinci bir hiyerarşi varolabiliyor. Teolojik düzeydeki sapma, toplumsal zeminde de yerleşebiliyor. Bu yüzden şirk içeren dinlerde milliyetçiliğin veya bireysel kibirlerin yükselmesi garip karşılanmıyor. Çünkü şirk, zaten bir üstünlük algısının oluşmasına kurgulu.
Bunun İslam içre örnekleri de yok değil. Türk-İslam veya Arap-İslam veya Acem-İslam anlayışları, ister istemez, diğer milletleri kendi altında ve kendisine tâbi, en güzel İslam'ı da kendi İslam'ı olarak düşleyerek çıkıyor yola. Ve kurgusunun devamı, İslam'ın bugün ulaştığı bütün zirvelerin biraz da kendisi (milleti) sayesinde olduğunun altını çizmesiyle son buluyor. Fakat bu noktada, dikkat: İslam itikadına göre Vacibü'l-Vücud, yani olmazsa olmaz olan yalnız Allah'tır. Geri kalansa sadece sebeptir. Böyle şeyleri savunanlar, aslında kendilerini sadece sebep olarak görmediklerini ortaya koyuyorlar. Biraz daha fazlası olduklarını düşünüyorlar. Şirk kokulu ifadeleri bir sürü...
Bunun daha küçük boyutu, grupsal asabiyetler ölçüsünde. Mesela bir cemaat, dünyaya baharı getirecek olanın sadece kendileri olduğunu iddia etmekle, grubunu sebepten daha öte, yani bir olmazsa olmaz olarak düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu yüzden kendisine yapılan eleştirileri de normal insan-insan, toplum-toplum eleştirisi olarak değil; alt sınıf-üst sınıf eleştirisi gibi algılıyor ve tepkisi de ona göre şiddetli oluyor. Böylelerinin kendi cemaatinin veya grubunun asabiyetini terketmesi de zor oluyor. Çünkü o asabiyete aslında kendi üstünlüklerini de yüklemiş oluyorlar. "Ben üstünüm!" diyemiyorlar da "Biz üstünüz!" diyorlar.
"Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer..."
Benim böyle grupsal yapılanmalarda en çok dikkatimi çeken içlerinde yine bir kast sisteminin, bir hiyerarşinin olmasıdır. Lider tektir ve bellidir. Sonra onun altında yine kastın gerektirdiği şekilde yerleşmiş isimler (abiler, ablalar, dailer, dervişler, imamlar, reisler vs.) bulunur. Bu sistem ta en alt seviyeye kadar herkesin yerini belirler.
Bir grubun içinde eğer böyle bir hiyerarşi varsa, bilin ki; teolojisinde de mutlaka bir sapma vardır. (Dünyevî işleri kastetmiyorum. Dünyevî olanın hayata bakış açısına da dönüşmesini kastediyorum.) Böylelerde altın, üstü sorgulaması da güçtür. Yukarıdan gelenler, geldiği noktanın hiyerarşideki yerine göre giderek kutsallaşır. Söyledikleri alt kesimi bağlar. Herkesin bir makam sahibi olduğu böyle yapılanmalarda, o makamın verdiği enaniyeti terk edip "Hepimiz eşit-kardeşiz!" diye haykırmak zordur. Ümmet bilincinde birleşmek bu yapılarda güçleşir. Çünkü ümmet, bu 'tasavvur üstünlüklerin' tanınmadığı/kaybedildiği bir alandır.
Bu noktada, bana, Bakara sûresinin 21. ayeti de manidar gelir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz." Acaba Cenab-ı Hak neden burada takva için uygun zemini 'siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbe kulluk etmeye' bağlamıştır? Hatta biraz daha sorgulama alanımızı küçültürsek, Rab neden 'sizi ve sizden öncekileri yaratan' olarak anmıştır kendisini burada? Bununla takva arasında ne bağlantı vardır?
İşte ayette Cenab-ı Hakkın kendisini böyle tarif edişinin ve Onun bu yönüne iman etmemizi istemesindeki saklı hikmetin yukarıda bahsettiğim şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Birey, topluluk veya sınıf... Tasavvufî, ırksal veya coğrafi aidiyetler... Bunların tamamında insan 'kendisinden sonrası' için 'benim sayemde' şerhi düşebilir. Ve yapılanların onun grubu, cemaati, ırkı, coğrafyası sayesinde başarıldığını mütekebbirane söyleyebilir. Fakat kendisinden önceki dönem için ne yapar? Kendisinden (veya kendi grubundan) öncesi için böyle iddialı sözler söyleyebilir mi? Mesela bir cemaati düşünelim ki, ömrü otuz sene olsun. Otuz senedir varolan bir cemaat, 1400 yıllık bir mirasın tek sahibi olarak kendini görebilir mi? "Olmasaydık, olmazdı!" diyebilir mi?
Bence; geçmişe dönük okumalar, insanın kibrini en şiddetli şekilde sarsan şeyler. Bakıyorsun ki; dünya için o kadar da önemli değilsin. Yani Allah, sen yokken de herşeyi gayet güzel idare etmiş ve belki senin varlığınla birşey de katılmamış onlara. Sıradansın yani. Bildiğin sıradansın. Olmazsa olmaz değilsin Allah için. Olmazsa olmaz, Vacibü'l-Vücud olan yalnız O (c.c.). Onu böyle tanıyınca; yani senden bağımsız, senin varlığın Ona bağımlı olarak bilince Onu (sırr-ı Kayyumiyet), bu sefer ister istemez kibirden uzaklaşıyorsun. "Şimdiye kadar bu düzeni devam ettiren Allah, elbette benim gitmemle de bu düzeni devam ettirir; benim bende sandıklarım aslında Onundur!" diyorsun.
Ve ancak bu telakki ile insan takvasını koruyor. Çünkü takva ehli olmak için, insanın kendisini önemsememesi, gurura kapılmaması gerek. Bunu "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." ayeti çerçevesinde söylüyorum. Ona bakan yüzün dışında, önemsizsin. Senden öncekiler ve senden sonrakiler arasında bir nesnesin sadece. Kanaatimce; onların terkiyle, yani hamdedilecek şeylerin Allah'a bırakılmasıyla insan soyunuk kalıyor ve o zaman üşümemek için üstüne takvasını alıyor. İşte benim 'sizi ve sizden öncekileri...' bahsinden birazcık anladığım bu arkadaşım. Senin fikrini de dinlemek isterim.
"Ama ben tevhidi, bir 'dünya görüşü' olarak anlıyorum ve İslam'ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyorum. Şu anlam da şirk de bir dünya görüşüdür: Dünyanın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, birbirine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünyayı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm olarak..."
Ali Şeriatî, bu 'dünya görüşlerinin' sosyolojik düzlemde bireylerin toplum algısını nasıl etkilediğini ise şöyle izah eder:
"Tehvidî altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. (...) Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bakmak demektir. Fizik ile fizikötesi, (...) siyaset ile din, takva ile yükümlülük, efendi ile raiyet, (...) Arap ile Acem (...) sermayedar ile proleter (...) vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görüşüyle, yani ikicilik (iki parça görmek), teslis (üç parça görmek) ve çok parça görmekle uyumludur; tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden 'şirk dünya görüşü' toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin altyapısını oluşturmuştur hep."
Hakikaten de dikkat ettiğinizde farkedersiniz ki; teolojisinde şirk olan toplumların sosyolojileri de çok farklı sınıflara, hiyerarşik yapılanmalara, üstlere ve altlara ayrılmış durumdadır. (Günümüzde putperestliğin en hâkim olduğu coğrafyalardan birisi olan Hindistan'da, hâlâ kast sisteminin işliyor oluşu, buna delil sayılabilir.) Yani, tabir-i caizse, teolojik seviyede bir kast varsa, sosyolojik zeminde de bir kast sistemi vardır.
Hatta cahiliye dönemi şirk teolojisindeki çok ilahlılık, toplumsal zeminde de üstün soylar/daha aşağı soylar ayrımının doğmasına sebep olmuştur. Belki bu noktada ehl-i küfrü, şirkten dönmekte en çok zorlayan, sahte ilahların terki değil; onlarla birlikte bu ırksal/sınıfsal üstünlüğün de terkediliyor oluşudur. Hatta Kur'an ayetlerinde de ehl-i şirkin saldırgan söylemi, hak dini, 'aşağı insanların tâbi olduğu şey' olarak tanımlamak ve tezyif etmeye çalışmak şeklindedir:
"Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.'" (Hûd, 27) "Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" (Mü'minûn, 47)
Tevhid ve şirk arasında sosyolojik düzlemdeki bu bakış farklılığına Bediüzzaman da Ali Şeriatî'ye yakın bir düzlemde şöyle dikkat çeker:
"İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, 'velediyet' fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. 'Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah'tan başka rab edindiler.' (Tevbe, 31) âyetine mâsadak olmuşlar.
Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar."
Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman, tevhid akidesinin 'üstünlük veya seçginlik' algısını nasıl kırdığını ifade ediyor. Ancak şirk içeren dinlerde teolojik alanda bu üst/alt ilişkisi reddedilmediği için (Hıristiyanlık düzeyinde baba-oğul-kutsal ruh hiyerarşisi mesela) toplumsal düzeyde de ikinci bir hiyerarşi varolabiliyor. Teolojik düzeydeki sapma, toplumsal zeminde de yerleşebiliyor. Bu yüzden şirk içeren dinlerde milliyetçiliğin veya bireysel kibirlerin yükselmesi garip karşılanmıyor. Çünkü şirk, zaten bir üstünlük algısının oluşmasına kurgulu.
Bunun İslam içre örnekleri de yok değil. Türk-İslam veya Arap-İslam veya Acem-İslam anlayışları, ister istemez, diğer milletleri kendi altında ve kendisine tâbi, en güzel İslam'ı da kendi İslam'ı olarak düşleyerek çıkıyor yola. Ve kurgusunun devamı, İslam'ın bugün ulaştığı bütün zirvelerin biraz da kendisi (milleti) sayesinde olduğunun altını çizmesiyle son buluyor. Fakat bu noktada, dikkat: İslam itikadına göre Vacibü'l-Vücud, yani olmazsa olmaz olan yalnız Allah'tır. Geri kalansa sadece sebeptir. Böyle şeyleri savunanlar, aslında kendilerini sadece sebep olarak görmediklerini ortaya koyuyorlar. Biraz daha fazlası olduklarını düşünüyorlar. Şirk kokulu ifadeleri bir sürü...
Bunun daha küçük boyutu, grupsal asabiyetler ölçüsünde. Mesela bir cemaat, dünyaya baharı getirecek olanın sadece kendileri olduğunu iddia etmekle, grubunu sebepten daha öte, yani bir olmazsa olmaz olarak düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu yüzden kendisine yapılan eleştirileri de normal insan-insan, toplum-toplum eleştirisi olarak değil; alt sınıf-üst sınıf eleştirisi gibi algılıyor ve tepkisi de ona göre şiddetli oluyor. Böylelerinin kendi cemaatinin veya grubunun asabiyetini terketmesi de zor oluyor. Çünkü o asabiyete aslında kendi üstünlüklerini de yüklemiş oluyorlar. "Ben üstünüm!" diyemiyorlar da "Biz üstünüz!" diyorlar.
"Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer..."
Benim böyle grupsal yapılanmalarda en çok dikkatimi çeken içlerinde yine bir kast sisteminin, bir hiyerarşinin olmasıdır. Lider tektir ve bellidir. Sonra onun altında yine kastın gerektirdiği şekilde yerleşmiş isimler (abiler, ablalar, dailer, dervişler, imamlar, reisler vs.) bulunur. Bu sistem ta en alt seviyeye kadar herkesin yerini belirler.
Bir grubun içinde eğer böyle bir hiyerarşi varsa, bilin ki; teolojisinde de mutlaka bir sapma vardır. (Dünyevî işleri kastetmiyorum. Dünyevî olanın hayata bakış açısına da dönüşmesini kastediyorum.) Böylelerde altın, üstü sorgulaması da güçtür. Yukarıdan gelenler, geldiği noktanın hiyerarşideki yerine göre giderek kutsallaşır. Söyledikleri alt kesimi bağlar. Herkesin bir makam sahibi olduğu böyle yapılanmalarda, o makamın verdiği enaniyeti terk edip "Hepimiz eşit-kardeşiz!" diye haykırmak zordur. Ümmet bilincinde birleşmek bu yapılarda güçleşir. Çünkü ümmet, bu 'tasavvur üstünlüklerin' tanınmadığı/kaybedildiği bir alandır.
Bu noktada, bana, Bakara sûresinin 21. ayeti de manidar gelir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz." Acaba Cenab-ı Hak neden burada takva için uygun zemini 'siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbe kulluk etmeye' bağlamıştır? Hatta biraz daha sorgulama alanımızı küçültürsek, Rab neden 'sizi ve sizden öncekileri yaratan' olarak anmıştır kendisini burada? Bununla takva arasında ne bağlantı vardır?
İşte ayette Cenab-ı Hakkın kendisini böyle tarif edişinin ve Onun bu yönüne iman etmemizi istemesindeki saklı hikmetin yukarıda bahsettiğim şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Birey, topluluk veya sınıf... Tasavvufî, ırksal veya coğrafi aidiyetler... Bunların tamamında insan 'kendisinden sonrası' için 'benim sayemde' şerhi düşebilir. Ve yapılanların onun grubu, cemaati, ırkı, coğrafyası sayesinde başarıldığını mütekebbirane söyleyebilir. Fakat kendisinden önceki dönem için ne yapar? Kendisinden (veya kendi grubundan) öncesi için böyle iddialı sözler söyleyebilir mi? Mesela bir cemaati düşünelim ki, ömrü otuz sene olsun. Otuz senedir varolan bir cemaat, 1400 yıllık bir mirasın tek sahibi olarak kendini görebilir mi? "Olmasaydık, olmazdı!" diyebilir mi?
Bence; geçmişe dönük okumalar, insanın kibrini en şiddetli şekilde sarsan şeyler. Bakıyorsun ki; dünya için o kadar da önemli değilsin. Yani Allah, sen yokken de herşeyi gayet güzel idare etmiş ve belki senin varlığınla birşey de katılmamış onlara. Sıradansın yani. Bildiğin sıradansın. Olmazsa olmaz değilsin Allah için. Olmazsa olmaz, Vacibü'l-Vücud olan yalnız O (c.c.). Onu böyle tanıyınca; yani senden bağımsız, senin varlığın Ona bağımlı olarak bilince Onu (sırr-ı Kayyumiyet), bu sefer ister istemez kibirden uzaklaşıyorsun. "Şimdiye kadar bu düzeni devam ettiren Allah, elbette benim gitmemle de bu düzeni devam ettirir; benim bende sandıklarım aslında Onundur!" diyorsun.
Ve ancak bu telakki ile insan takvasını koruyor. Çünkü takva ehli olmak için, insanın kendisini önemsememesi, gurura kapılmaması gerek. Bunu "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." ayeti çerçevesinde söylüyorum. Ona bakan yüzün dışında, önemsizsin. Senden öncekiler ve senden sonrakiler arasında bir nesnesin sadece. Kanaatimce; onların terkiyle, yani hamdedilecek şeylerin Allah'a bırakılmasıyla insan soyunuk kalıyor ve o zaman üşümemek için üstüne takvasını alıyor. İşte benim 'sizi ve sizden öncekileri...' bahsinden birazcık anladığım bu arkadaşım. Senin fikrini de dinlemek isterim.
11 Mart 2014 Salı
Münafığın 'gizlisi' olur mu?
"Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakarlık fiilî bir nevî yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir."
B. Said Nursî
Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:
"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."
Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.
Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.
Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...
Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.
Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:
"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."
İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."
Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”
Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.
Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.
Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.
B. Said Nursî
Yıllar önce, ilmine itimat ettiğim bir hocama, Bediüzzaman'ın Risalelerde sıklıkla 'gizli münafık' demesinden mülhem sormuştum: "İnsan münafık olur da, kendisi münafık olduğunu bilmez; böyle birşey mümkün olabilir mi?" Cevabını, aklımda kaldığı gibi, ama kendi cümlelerimle nakledeceğim:
"Olabilir" demişti. "Eğer imanın akaidini yeterince içselleştirmemişse, yani yaşadığı ilk sarsılmada hemen bırakıp kaçmaya meyyalse inandıklarını; o da, bu zayıflığının farkında olmayan bir münafık adayıdır. Çünkü Kur'an'da münafığın ahlakı ikircikli oluşa bağlanır. Kafirlerle beraberken de 'Ben sizdenim!' der, müminlerle beraberken de. Aslında münafıklık, arada kalmak değildir, menfaatinin icabettiği her yerde olmaktır. Kişinin, menfaatinden başka, safını tuttuğu sabit bir doğrusunun (yani hakikatinin) olmamasıdır. Kafirin yanlış da olsa bir duruşu vardır, ama münafıkta o da yoktur. İman noktasında 'duruşsuz' her insan—kendisi şuurunda olsun veya olmasın—münafıklığa adaydır. İzzet, sıdk ve sebatkârlık bulunmaz onda. Bu yüzden rivayet edilen alametlerine dikkat etmek, sakınmak gerek."
Aslında 'münafık' kelimesinin kökeni de bu cevabı doğrular nitelikte. n-f-k kökü, aynı zamanda, 'tünel' kelimesinin de kendisinden türetildiği bir kök Arapçada. (Hacca veya umreye gidenler orada gördükleri tünel tabelalarından hatırlayacaklardır.) Köstebek veya tarla faresi tünelleri de bu kökten gelen bir kelimeyle isimlendiriyor. Hatta denir ki; tarla faresi iki yuva edinir. Birini saklar, diğerini gösterir. Birisine 'nafika' ötekine 'kasia' denir. Bir yuvasından gelen olursa, öbürüne kaçar. Bence bundan daha da ilginç olanı, köstebek tabiatı ile münafık tabiatı arasındaki bağlantı.
Malumunuz, köstebeği tam bir deliğin başında yakaladığınızı sanırsınız; hop, bir diğerinden çıkıverir karşınıza. Ona koşarsınız, hop; ötekinden çıkar karşınıza. (Çocukluğumda yakalamaya çok uğraştığımdan bilirim.) Münafığın kimliği de aslında böyle teşhis edilmezdir. Yakalanması müşküldür. Tam bir söyleminde yakalarsınız, "Hah, şimdi ne olduğunu ortaya koydu!" dersiniz, hop; bir demagojiyle tamamen farklı bir duruş ortaya koyar ileride. "Busun, o zaman böyle kal!" dersiniz, hop; en sıkıntılı anınızda başka bir delikten şaşırtıcı bir hızda fırlayıverir. Çok hızlı renk, söylem, karakter değiştirir. Değiştirdiği her söylemde de fanatiklik derecesine çıkar. Menfaatine olmadığını görürse de, hızla vazgeçer.
Asr-ı Saadet'te, (hassaten Uhud ve Hendek bu yönden değerli bilgiler içerir) müslüman ordularıyla beraber sefere çıkıp, yolda onları ortada bıraktıkları çok olmuştur. Geri döndüklerinde ise, kaçtıkları savaşa rağmen; "Biz de sizdendik!" demekten de hiç çekinmemişlerdir. Yani temelde münafıklık problemi 'kimliksizlik'ten kaynaklı bir 'çok kimliklilik' problemidir. Konjontüre, menfaate göre söylem/eylem değiştirmek, onların en önemli hasletidir. Müslüman karakterinden, hadislerce anlatılan, ayırılık noktaları da bunlardır: Sözünden dönme, konuştuğunda yalan söyleme, cemaati terk etme...
Cemaati terk etme kısmını ayrıca vurgulamak istiyorum. Çünkü hakikaten münafık ahlakına sahip zümreler, her zaman, ümmetin beraberce teveccüh ettiği şeylerde aykırı duruşlara sahip oluyorlar. (Yahut da 'ikindi namazını akşama yakın kılar' hadisi mucibince, en geç ittifakı onlar sağlıyorlar.) Katılmadıkları gibi, onları da bu duruşlarından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bu, Asr-ı Saadet döneminde de böyle, bugün de.
Fakat bugün size, tam olarak bunlardan değil, Bakara sûresinde münafık psikolojisine dair tasvirler içeren ayetlerden bahsetmek istiyorum. Cenab-ı Hakkın iki benzetmesi ve hal tasviri var bu ayetlerde. Birisi; karanlıkta kalan insan ve ateşle ilgili. Diğeri; yine karanlıkla ilintili, ama bu sefer ateş yerine şimşek imgesi kullanılıyor teşbihte. Peşpeşe gelen ayetleri mealen olduğu gibi alıntılayayım önce:
"Onların hali, ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş parlayıp da çevresini aydınlatınca, Allah onların nurunu alıp onları karanlıkta bırakmış, birşey göremez olmuşlardır. Artık sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; geri de dönemezler. Yahut gökten boşanan karanlık, gökgürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş kimse gibidirler. Ölüm korkusuyla, yıldırımdan kulaklarını tıkarlar. Allah ise kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşeğin parıltısı gözlerini alacak gibidir. Şimşek etrafı aydınlatınca, o ışıkta biraz yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Zira Allah'ın kudreti herşeye yeter."
İşte ben bu ayetlerin tam anlamıyla yukarıda üstüne konuştuğumuz 'kimliksizliğin' psikolojik tasviri olduğunu düşünüyorum. Çünkü dikkat ederseniz, ikisinde de misal getirilen kimseler karanlıktalar. Gidecekleri veya geri dönmek için arkalarında kalan yolu aydınlatacak nurları yok. (Bu noktada hemen Bediüzzaman'ın; "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir..." ifadesini hatırlayalım.) Bu nursuzluk aslında Fatiha'da her gün dilediğimiz sırat-ı müstakim'in yokluğuna işaret ediyor. Çünkü karanlıkta kalan ve nereye gideceğini bilemeyen insanın yoksunluğudur sırat-ı müstakim. Yani istikametsizlik. Yani duruş sahibi olamama. Fakat bunların müminane bir arayışları da yok doğruyu. "Sağırlar, dilsizler ve körler..."
Ama mealin devamında diyor ki: "Allah dileseydi, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi." Demek ki; körlükten, dilsizlikten ve sağırlıktan kastedilen bedensel bir arıza değil. Onların bakışlarında bir problem var. Daha önceki yazılarda konuştuğumuz üzere; dışakapalılık, hakikate kapalılık, öğrenmeye kapalılık burada yaşanan sorun. "Acaba ben mi yanlıştayım?" sorusunu soramama sendromu. Demek, münafık ahlakının bir yanı da beyni yıkanmışlığa bakıyor. Hakikati kendi doğrusundan ibaret sanma sapkınlığı. "Hak yalnız benim mesleğimdir!" deme cür'eti. Fakat Bediüzzaman bu noktada nasıl bir uyarıda bulunuyor mümin kalplere: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur.”
Ayetlerden anladığımız, aslında çok korkaklar. Korkarak veya sürekli komplo teorisi/düşman/kaos korkusu üreterek bakıyorlar dünyaya. (Dur durak bilmeyen menfaat arayışının mantığı, bu masiva korkusudur çünkü.) Bu, onları, şimşek önlerini aydınlattığı anda hızla, sonunu kestiremedikleri yönlere koşturmaya neden oluyor. Az düşünüp hızlı hareket ediyorlar. Aksiyonu, tefekkürden fazla önemsiyorlar belki. Karanlıkta ise hareketsizler. Yeni bir fırsat doğuncaya kadar o pozisyonda bekliyorlar. Işık gördüklerini sandıkları anda yeni bir pozisyona doğru hareketleniyorlar. Bir o yana, bir bu yana koşuyorlar.
Fakat başladıkları yere geri dönmeleri mümkün değil. Onlar öyle sansalar da mümkün değil. Kalbinde nur olanların gözünde halleri böyle tuhaf görünüyor. Bir öyleler, bir böyle. Bir şurdalar, bir burada. Ne yapacaklarını bilemez gibi bir haldeler. İnsan bu ayetle beraber düşününce; fitne zamanı, duranın hareket edenden daha hayırlı olmasını bir nebze anlıyor. Çünkü fitne, münafığın gözünde çakan şimşektir. Mümin, o anlık ışıkta (anlık ışık benzetmesi nefsî düzlemdeki menfaate nasıl da cuk oturuyor) pozisyonunu değiştirmez. Sırat-ı müstakimde sebat eder.
Şimdi sen söyle arkadaşım: Birisi, bir âlim, her mektubunun başına; "Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim..." gibi ifadeler yazıyorsa, kardeşlerinden ne istiyor? Duruş sahibi olmalarını mı, yoksa sonuç sahibi olmalarını mı? Bence izzetin de, sıdkın da, sebatın da sonuçla bir ilintisi yok. Emredildiğin gibi olmakla ve öyle kalmakla bir ilgisi var. O zaman öyle ol arkadaşım. İzzetli, sadık ve sebatkâr ol. Çok yer değiştirip kazanıyor gibi duranların haline aldanma. "Akıbet takva sahiplerinindir!" Çok yer, tavır, renk, karakter, söylem, eylem değiştirenlerin değil.
9 Mart 2014 Pazar
Adanmış robotlar...
"Senin en harika yanın: Sıradansın, her ne yapsan aşırıya kaçmadan yapıyorsun."
Ek Main Aur Ekk Tu filminden...
Bize yanlış öğretiyorlar! Mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir. Aksine; âlî olan hakkın hatırı için, gerekirse hakikatsizin hatırını kırandır. Kur'an da onu böyle tarif eder: "Ey iman edenler! Kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir."
Kur'an'da şefkat ve rahmetten bahsedilir; ama azap ve cihaddan da bahsedilir. Cennetten bahsedilir, ama arkasından cehennem de zikredilir. Kur'an 'dengedir' arkadaşım en öz deyişiyle. Celal ve cemal arasında dengedir. Mümin de o dengede hadd-i vasatı (ortayolu) bulmuş insan modelidir. Ne celalde sekrolmuştur, ne cemalde mestolmuştur. Ama ikisinden de hissedar olmuştur. Ve Allah, onu, ikisinden de hissedar haliyle sever. Birisinde garkolmuş şekliyle değil. Uçlarda değildir Kur'an'ın model insanı. Sıradandır, fakat harikadır.
Allah Resulü aleyhissalatu vesselam misal olsun sana. Onun ahlakı, uçların ahlakı değil, denge ahlakıdır. Ne şiddet-i cesaretten (tehevvür denir ona) aklı başından gitmişlik görürsün onda, ne korkaklığına şahit olursun. Ne merhametin ziyadeliği ile haktan sapar, ne de öfkesi adaletine engel olur. Yeri gelir, "Hırsızlık yapan kızım olsa, cezasını veririm!" der; yeri gelir, en büyük zulümleri etmiş düşmanlarını bile affeder. Bu yüzden Bediüzzaman, Şuaat'da der: "Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed'dir." İzah sadedinde ekler:
"(...) Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemalde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Meselâ; kemal-i hilm ile kemal-i şecaat; hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet; hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet-i hayâ; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillâh; hem gayet afüv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet ictihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta ictimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir."
Hakikaten ne enteresan! Bir insan; hem çok yumuşak huylu olsun hem çok dik duruşlu; hem alçakgönüllü olsun hem haşmetli; hem adil olsun hem pek merhametli; hem çok cömert olsun hem iktisatlı... Bunların bir insanda beraber bulunması zor arkadaşım. Güzel ahlakın bir yönünde inkişaf eden, biliyorsun ki, zıttı gibi olanda eksik kalır. Yumuşak huylu olanımız, gerektiğinde sert olmayı beceremez mesela. Adalete hasr-ı nazar edenimiz, lüzumunda merhamet gösteremez. Cömert olanımız, iktisatlı kalamaz. Hangisinde bir uca yükselsek, farkederiz ki, diğerinden taviz vermişiz.
Bu 'süper denge'yi ancak Allah Resulünün ahlakında bulursun. Ondan sonra artık bir kişide bulunmaz bu denge. Ümmet taşıyabilir ancak bu yükü. Ebu Bekir (r.a.) misallerde cemal ağır basar, Ömer (r.a.) misallerde celal. Osman (r.a.) misallerde yumuşaklık ağır basar, haktan tavizsizlik Alilerde (r.a.)... Ama onlar yine de çok büyük ölçüde bu ahlakı miras almışlardır. Sen kendi zamanına baksan, o salih seleflerin zekatının zekatını da bulamazsın.
İdeali bulamıyoruz diye optimumdan vazgeçmek olmaz. Mümkünü başarmak, imkansız görünene ulaşmak için edilmiş duadır. Vazgeçmemek gerek. Hem ne demişti Metin Karabaşoğlu abi geçen bir sohbet sırasında:
"Ilımlı İslam ve Radikal İslam ayrımı yapanlar oyun çeviriyorlar. İki uca savrulmuş müslüman modellerini dayatarak seçmeye zorluyorlar bizi. Ya Ilımlı İslam kılıfı altında celalimizi törpüleyecekler yahut da Radikal İslam dedikleri şeyle cemalimizi alacaklar. İstiyorlar ki; ya o, ya öteki olalım. Ama asla ikisinin ortasında/dengede durmayalım. Çünkü dengemizi bulduğumuz zaman onlar için 'kullanılabilir' olmuyoruz."
Anlasana arkadaşım: Bizden ya küçük bir dere yahut sel olmamızı istiyorlar. Dingin, ama güçlü bir nehir olmamızı istemiyorlar. Hakikatsizler çünkü. Hakikati, ifrat ve tefritle boğdurup kendilerine benzetmeye çalışıyorlar.
Başta demiştik ya; mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir diye. Gel, o dersi, Bakara sûresindeki şu ayetlerden al:
"İnananlarla karşılaştıkları zaman, 'İnandık' derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinleyiz' derler. 'Onlarla sadece eğleniyoruz.' Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir."
Bu ayetten anladın mı şimdi, neden 'Radikal İslam' dedikleri şey kadar 'Ilımlı İslam' dedikleri şey de tehlikelidir bize?
Ah arkadaşım, mümin, onun yanına gidince ocu, bunun yanına gidince bucu olacak kadar istikametsiz olmamalı. Mavi boncukçu olamaz salih müslüman. Herkese öpücük dağıtamaz. Dünyaya kazanmaya geldiği teveccüh-ü nas değildir çünkü. Hakkın rızasıdır. Hassaten haksızla iyi geçinemez. Bu onun yanlışı değil, normalidir. Silik durmak haddi değildir.
Fakat burada da Bediüzzaman'ın ders verdiği şu güzel ayrımı yap: "(...) her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"
O zaman kâfirin içinde kalmış mümin tarafın hakkını savunmayı da, müminin içinde kalmış kâfir noktayı uyarmayı da ihmal etmemelisin.
Özenme; çabuk duruş değiştiren ve böylece herkese kendisini sevdirdiğini sanan münafık ahlakına. Robota dönüşürsün. Rüzgarda yaprak olursun. Şekil değiştirmekten asl-ı şeklini unutursun gitgide. Hidayetini, 'insanlara tatlı görüneceğim' diye satıp dalalet alma. İlkeli olsun hem muhabbetin/adavetin. Unutma ki; "Akıbet takva sahiplerinindir!" kazananların değil. Ki takva, duruşunu, kazanmaktan daha çok önemseyenlerin ahlakıdır.
Ek Main Aur Ekk Tu filminden...
Bize yanlış öğretiyorlar! Mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir. Aksine; âlî olan hakkın hatırı için, gerekirse hakikatsizin hatırını kırandır. Kur'an da onu böyle tarif eder: "Ey iman edenler! Kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir."
Kur'an'da şefkat ve rahmetten bahsedilir; ama azap ve cihaddan da bahsedilir. Cennetten bahsedilir, ama arkasından cehennem de zikredilir. Kur'an 'dengedir' arkadaşım en öz deyişiyle. Celal ve cemal arasında dengedir. Mümin de o dengede hadd-i vasatı (ortayolu) bulmuş insan modelidir. Ne celalde sekrolmuştur, ne cemalde mestolmuştur. Ama ikisinden de hissedar olmuştur. Ve Allah, onu, ikisinden de hissedar haliyle sever. Birisinde garkolmuş şekliyle değil. Uçlarda değildir Kur'an'ın model insanı. Sıradandır, fakat harikadır.
Allah Resulü aleyhissalatu vesselam misal olsun sana. Onun ahlakı, uçların ahlakı değil, denge ahlakıdır. Ne şiddet-i cesaretten (tehevvür denir ona) aklı başından gitmişlik görürsün onda, ne korkaklığına şahit olursun. Ne merhametin ziyadeliği ile haktan sapar, ne de öfkesi adaletine engel olur. Yeri gelir, "Hırsızlık yapan kızım olsa, cezasını veririm!" der; yeri gelir, en büyük zulümleri etmiş düşmanlarını bile affeder. Bu yüzden Bediüzzaman, Şuaat'da der: "Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed'dir." İzah sadedinde ekler:
"(...) Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemalde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Meselâ; kemal-i hilm ile kemal-i şecaat; hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet; hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet-i hayâ; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillâh; hem gayet afüv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet ictihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta ictimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir."
Hakikaten ne enteresan! Bir insan; hem çok yumuşak huylu olsun hem çok dik duruşlu; hem alçakgönüllü olsun hem haşmetli; hem adil olsun hem pek merhametli; hem çok cömert olsun hem iktisatlı... Bunların bir insanda beraber bulunması zor arkadaşım. Güzel ahlakın bir yönünde inkişaf eden, biliyorsun ki, zıttı gibi olanda eksik kalır. Yumuşak huylu olanımız, gerektiğinde sert olmayı beceremez mesela. Adalete hasr-ı nazar edenimiz, lüzumunda merhamet gösteremez. Cömert olanımız, iktisatlı kalamaz. Hangisinde bir uca yükselsek, farkederiz ki, diğerinden taviz vermişiz.
Bu 'süper denge'yi ancak Allah Resulünün ahlakında bulursun. Ondan sonra artık bir kişide bulunmaz bu denge. Ümmet taşıyabilir ancak bu yükü. Ebu Bekir (r.a.) misallerde cemal ağır basar, Ömer (r.a.) misallerde celal. Osman (r.a.) misallerde yumuşaklık ağır basar, haktan tavizsizlik Alilerde (r.a.)... Ama onlar yine de çok büyük ölçüde bu ahlakı miras almışlardır. Sen kendi zamanına baksan, o salih seleflerin zekatının zekatını da bulamazsın.
İdeali bulamıyoruz diye optimumdan vazgeçmek olmaz. Mümkünü başarmak, imkansız görünene ulaşmak için edilmiş duadır. Vazgeçmemek gerek. Hem ne demişti Metin Karabaşoğlu abi geçen bir sohbet sırasında:
"Ilımlı İslam ve Radikal İslam ayrımı yapanlar oyun çeviriyorlar. İki uca savrulmuş müslüman modellerini dayatarak seçmeye zorluyorlar bizi. Ya Ilımlı İslam kılıfı altında celalimizi törpüleyecekler yahut da Radikal İslam dedikleri şeyle cemalimizi alacaklar. İstiyorlar ki; ya o, ya öteki olalım. Ama asla ikisinin ortasında/dengede durmayalım. Çünkü dengemizi bulduğumuz zaman onlar için 'kullanılabilir' olmuyoruz."
Anlasana arkadaşım: Bizden ya küçük bir dere yahut sel olmamızı istiyorlar. Dingin, ama güçlü bir nehir olmamızı istemiyorlar. Hakikatsizler çünkü. Hakikati, ifrat ve tefritle boğdurup kendilerine benzetmeye çalışıyorlar.
Başta demiştik ya; mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir diye. Gel, o dersi, Bakara sûresindeki şu ayetlerden al:
"İnananlarla karşılaştıkları zaman, 'İnandık' derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinleyiz' derler. 'Onlarla sadece eğleniyoruz.' Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir."
Bu ayetten anladın mı şimdi, neden 'Radikal İslam' dedikleri şey kadar 'Ilımlı İslam' dedikleri şey de tehlikelidir bize?
Ah arkadaşım, mümin, onun yanına gidince ocu, bunun yanına gidince bucu olacak kadar istikametsiz olmamalı. Mavi boncukçu olamaz salih müslüman. Herkese öpücük dağıtamaz. Dünyaya kazanmaya geldiği teveccüh-ü nas değildir çünkü. Hakkın rızasıdır. Hassaten haksızla iyi geçinemez. Bu onun yanlışı değil, normalidir. Silik durmak haddi değildir.
Fakat burada da Bediüzzaman'ın ders verdiği şu güzel ayrımı yap: "(...) her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"
O zaman kâfirin içinde kalmış mümin tarafın hakkını savunmayı da, müminin içinde kalmış kâfir noktayı uyarmayı da ihmal etmemelisin.
Özenme; çabuk duruş değiştiren ve böylece herkese kendisini sevdirdiğini sanan münafık ahlakına. Robota dönüşürsün. Rüzgarda yaprak olursun. Şekil değiştirmekten asl-ı şeklini unutursun gitgide. Hidayetini, 'insanlara tatlı görüneceğim' diye satıp dalalet alma. İlkeli olsun hem muhabbetin/adavetin. Unutma ki; "Akıbet takva sahiplerinindir!" kazananların değil. Ki takva, duruşunu, kazanmaktan daha çok önemseyenlerin ahlakıdır.
7 Mart 2014 Cuma
İnsanî bir ‘tereddüt’ olmalı
Taberanî'de nakledildiğine göre; İbn Sa’d es-Saidî (r.a.), Resulullah aleyhissalatu vesselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. Münafığınsa; ameli, niyetinden daha hayırlıdır.” Abdurrahim b. Yahya el-Esved, bu hadisi izah sadedinde der ki: “Müminin ameldeki ihlası, amelinden daha hayırlıdır.” Ebu Talib el-Mekkî aynı hadisi şöyle yorumlar: “Niyetler gizlidir ve gizli amellerin sevabı kat kat verilir. (...) Aynı zamanda Allah Teala, bir kula niyeti bahşettiği zaman ihlası da bahşeder ve o kişiyi niyetine gelebilecek afetlerden korur.”
Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından, insanların muhtemel iltifatları karşısında (kendi nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela; Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam; niyeti, amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.
Bütün bu insanî endişelerin yanısıra arkadaşım, 'kusur' insanın imzasıdır. Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir, vesaire...
İnsan olduğunu hiç unutmamasından dolayı, bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde 'daha hayırlı olanın' niyet olduğunu bilir.
Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. "Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum" demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i nebeviden güzelce ders almıştır.
Mümin, evet, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. "Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!" der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüdür. "Ya ben yanlıştaysam?" sağlıklı endişesidir. Bu endişe onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.
Buharî'deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen 'koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan... ' müminane tereddüt budur. "Hatalı olan ben miyim?" sorgulamasıdır.
Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, "Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan..." insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:
"Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. 'Siz de herkesin inandığı gibi inanın' dendiğinde, 'O beyinsizler gibi mi inanalım?' derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır; lakin bunu da bilmezler."
Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.
"Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!" denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? "Yahu acaba biz mi yanlıştayız?" diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: "O beyinsizler gibi mi inanalım?"
Halbuki aslında bu 'seçilmişlik algısıyla' aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı otobanda ters yönde giden Temel gibi: Radyoda "Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!" diye duyduğunda "Kardeşum ne bir tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!" diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: "Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat." Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları, onları en nihayet hezimete götürüyor.
O yüzden sen sen ol arkadaşım. Amellerinden o kadar da emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. "Ya ben yanlışsam?" de. "Ya ben yanılıyorsam?"
Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, insanî bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez" buyuruyor Allah Resulü. Sen küçük grupların, cemaatlerin değil; ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.
Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından, insanların muhtemel iltifatları karşısında (kendi nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela; Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam; niyeti, amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.
Bütün bu insanî endişelerin yanısıra arkadaşım, 'kusur' insanın imzasıdır. Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir, vesaire...
İnsan olduğunu hiç unutmamasından dolayı, bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde 'daha hayırlı olanın' niyet olduğunu bilir.
Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. "Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum" demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i nebeviden güzelce ders almıştır.
Mümin, evet, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. "Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!" der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüdür. "Ya ben yanlıştaysam?" sağlıklı endişesidir. Bu endişe onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.
Buharî'deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen 'koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan... ' müminane tereddüt budur. "Hatalı olan ben miyim?" sorgulamasıdır.
Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, "Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan..." insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:
"Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. 'Siz de herkesin inandığı gibi inanın' dendiğinde, 'O beyinsizler gibi mi inanalım?' derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır; lakin bunu da bilmezler."
Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.
"Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!" denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? "Yahu acaba biz mi yanlıştayız?" diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: "O beyinsizler gibi mi inanalım?"
Halbuki aslında bu 'seçilmişlik algısıyla' aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı otobanda ters yönde giden Temel gibi: Radyoda "Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!" diye duyduğunda "Kardeşum ne bir tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!" diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: "Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat." Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları, onları en nihayet hezimete götürüyor.
O yüzden sen sen ol arkadaşım. Amellerinden o kadar da emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. "Ya ben yanlışsam?" de. "Ya ben yanılıyorsam?"
Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, insanî bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez" buyuruyor Allah Resulü. Sen küçük grupların, cemaatlerin değil; ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.
5 Mart 2014 Çarşamba
Ruh ağrısı
"Bizi doğru yola ilet!" cümlesiyle her dua edişimde, "Allahım, beni 'duruş' sahibi yap!" manasını da murad etmişim gibi gelir. 'Sırat-ı müstakim' ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an'ların değil, duruşun temsilidir.
Nasıl tarif etsem? Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali daha çok münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: "Kimi insanlar var ki; 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler, ama aslında inanmamışlardır."
Ayetteki 've ma hûm bi mu'minîn' ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada 'müminlerden değiller' diyor aslında. Meallerde 'iman edenlerden değiller' diye çeviriyorlar genelde. Fakat ben 'müminlerden değiller' olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; "Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir..." hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum.
Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret, bir tür ümittir... Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın, bütün insanlara. "Ümidinizi kesmeyin!" diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.
Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda 'duruş sahibi kimse' değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde, tavırları kestirilebilir; söyleyecekleri tahmin edilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi; ahlakıdır, şânıdır. Ahlak da dolaylı yoldan duruş demektir.
"Allahın ahlakıyla ahlaklanınız..." hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı, esmasıdır. Yaratışında gözettiği esma ahenk ve nizamıdır. Aç'ı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse, tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir; haşa, esmayı omuzlamak değil. "Ahlak, Allah'a nisbet edilmez" diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı, duruş'a yaklaştırarak.
Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer fıtratıyla Ebu Bekir fıtratını bir yaratmamıştır. (Allah hepsinden razı olsun.) Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere, farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir 'duruşa/istikamete' sahiptirler.
Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. "Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü" dendiğinde "Bu kesin Hz. Ömer efendimdir!" dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda "Filanca filancadır belki" dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. İkisini birbirine karıştırma. Tektipçilik değil bu. Allah, haşa, tektipçi değildir. Varlıkta 'farklılığa yüklenmiş zenginlik' buna delildir.
İlk Lemaat'ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam'ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha'yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: "Der ikincisinde: ' (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?' Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet..."
Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi... Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Herşey göreceliydi, herşey hayali. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.
O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov'un bir öyküsünde dediği gibi: "Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu."
Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: "Bunlar, Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır."
Yıllar önce birisi de bana: "Her zaman doğruyu söylersen, 'Daha önce ne demiştim?' diye düşünmek zorunda kalmazsın" demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde 'duruş'undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.
Buradan "Cesaretin membaı imandır" cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.
Bu arada, al sana Bediüzzaman'dan bir istikamette kalma formülü: "Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır." Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: "Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder."
Nasıl tarif etsem? Sanki orada dilediğim; imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Kararsız kalmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali daha çok münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: "Kimi insanlar var ki; 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler, ama aslında inanmamışlardır."
Ayetteki 've ma hûm bi mu'minîn' ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada 'müminlerden değiller' diyor aslında. Meallerde 'iman edenlerden değiller' diye çeviriyorlar genelde. Fakat ben 'müminlerden değiller' olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; "Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir..." hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum.
Söyleyenin değeri, sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret, bir tür ümittir... Bütün zamanlarla konuşanın, elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın, bütün insanlara. "Ümidinizi kesmeyin!" diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.
Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda 'duruş sahibi kimse' değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde, tavırları kestirilebilir; söyleyecekleri tahmin edilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi; ahlakıdır, şânıdır. Ahlak da dolaylı yoldan duruş demektir.
"Allahın ahlakıyla ahlaklanınız..." hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı, esmasıdır. Yaratışında gözettiği esma ahenk ve nizamıdır. Aç'ı yaratmışsa, doyurur. Vaad etmişse, tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir; haşa, esmayı omuzlamak değil. "Ahlak, Allah'a nisbet edilmez" diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı, duruş'a yaklaştırarak.
Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru; ama Allah, Ömer fıtratıyla Ebu Bekir fıtratını bir yaratmamıştır. (Allah hepsinden razı olsun.) Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere, farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir 'duruşa/istikamete' sahiptirler.
Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. "Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü" dendiğinde "Bu kesin Hz. Ömer efendimdir!" dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda "Filanca filancadır belki" dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. İkisini birbirine karıştırma. Tektipçilik değil bu. Allah, haşa, tektipçi değildir. Varlıkta 'farklılığa yüklenmiş zenginlik' buna delildir.
İlk Lemaat'ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam'ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha'yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman: "Der ikincisinde: ' (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?' Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet..."
Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi... Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Herşey göreceliydi, herşey hayali. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa, hayatı yaşamaya değer buluyorsunuz. Bizzat şahidiyim.
O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye, menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle, bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov'un bir öyküsünde dediği gibi: "Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu."
Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: "Bunlar, Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır."
Yıllar önce birisi de bana: "Her zaman doğruyu söylersen, 'Daha önce ne demiştim?' diye düşünmek zorunda kalmazsın" demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde 'duruş'undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.
Buradan "Cesaretin membaı imandır" cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.
Bu arada, al sana Bediüzzaman'dan bir istikamette kalma formülü: "Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır." Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: "Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder."
1 Mart 2014 Cumartesi
Herkesin talihi Ömer...
Metin Karabaşoğlu abi güzel bir bereket tarifi yaptı geçenlerde. Kaldığı kadarıyla aklımda, nakledeyim: "İki veya daha fazla şey biraraya geldiğinde, 'onların üstünde' veya 'onlardan zengin/başka' birşeyin yaratılması..." Peygamber sofrası gibi mesela. Konulanla kaldırılan eşit değil. Kâf-Nûn fabrikası: Kâf geliyor, Nûn çıkıyor. Kâf geliyor, ama Nûn çıkıyor. Allah; bazı, çok şeyden birşey, bazı da birşeyden çok şey yaratıyor. Fakat halıkıyeti nasıl tezahür ederse etsin; sonuç, sebepten üst oluyor.
Şimdi, bereket nedir, bir nebze bilmiş gibiyim. 'Tekrar' ile 'tefekkürü' birbirinden ayırmış gibiyim. Bana öyle geliyor ki; tefekkür, bilme'nin bereketidir. Azımızı çok kılan, yeni bilgiler/yorumlar üretmemizi sağlayandır. Farzet ki; Efendimiz aleyhissalatu vesselamın ol mübarek ağız suyudur. Onu, hangi 'done' kuyusuna bıraksak, o done olduğu gibi kalmaz, hareketlenir. Belki de bu nedenle bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten evladır. Zira içinde, az'ı çok kılan bereket vardır.
Bereket, müzakere ile daha şiddetleniyor. Seferde aç kalmış bir ordu gibi. Herkes yanında getirdiği azı(ğı) koyuyor ortaya. İsm-i Hakîm penceresinden bakmakla veyahut kuvve-i akliyenin kutbu Resulullahın (Ene Risalesi'nde 'kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi...' denilerek, nübüvvet akla bağlanmaz mı?) ism-i şerifini yâd edip salavat getirmekle; fikrî sünneti olan tefekküre niyet etmekle belki; tıpkı dua buyurduğu hurmalar gibi artıyor bilgimiz. Herkes bıraktığından fazlasıyla dönüyor.
Mucizeleri, Asr-ı Saadette yaşanmış bitmiş, bir daha olmaz şeyler zannetme. İşte tefekkür ve işte Allah Resulünün ümmetine emanet ettiği azları çok kılan bereketi. Bu arada, yıllar önce İhsan Kasım Salihî abiden dinlediğin; "Risale-i Nur mesleğinde tefekkür, tezekkürden öncedir..." sözünün de bir yanını anlamış oldun. Azı çok kılma sırrının peşinde koşmak, elbette aynı azı tekrar etmekten efdaldir. Belki de bu yüzden bizzat Üstadın ifadesiyle Nur yolu: "Acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür..."
Aynı mecliste şöyle de birşey anlattı Metin abi: "Ben" dedi, "seminere gittiğim yerlerde kendim de birşeyler öğrenmiyorsam, o semineri—kendi adıma—eksik görüyorum. Sırr-ı bereket hasıl olmamış gibi geliyor bana. Müzakereli ortamları daha çok seviyorum."
Dersin ardından bunları kafamda çevirirken, nedense aklıma Bakara sûresindeki o ayet geldi. Hani kâfirlerin 'marifete bakışını' ve 'ona kapalılığını' anlatan: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır." İlginçtir, bundan birkaç ayet önce iman edenleri de şöyle tarif ediyordu vahiy: "Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler."
Hatırlarsınız, o zaman 'gayba iman edenler'i biraz tefekkür etmiş ve insanın gıyabında birşeyler olduğunu kabul etmesi, yani dünyaya öğrenecek şeyleri olduğunu düşünerek ve bunun açlığını çekerek bakması ile anlamaya çalışmıştık. ("Son'u Olmayan Yol, Yolların En Güzeli" yazısı.) Burada da sanki iman edenlerin/takva sahiplerinin zıttı olarak tam tersi modelde bir insan profili tarif ediliyordu: Yani kalpleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli.
Peki mühür neden vurulur? Zarflara mühür vurulur bazen. Metnin, muhatap dışında bir başkası tarafından açılmasını, okunmasını veya ilaveler yapılmasını engellemek için. Bazen de kapılara mühür vurulur ki, giren/çıkan olmasın diye. Yani genelde mühür, tasarrufa engeldir. "Belgelere de mühür vuruyoruz, hangi makama ait olduğu anlaşılsın diye" diyeceksin. Evet, öylesi de var. Fakat o bile aslında evrakın üzerinde başkası kalem oynatmasın diye alınan bir önlemdir.
Benim 'bereket' bahsiyle birlikte düşününce anladığım; küfrün ilk adımı, yeni birşey öğrenmeye kapalılıkla/mühürlenmeyle başlıyor. Bir nevi bilgi (veya bilmediğini bilmeyen bilgisizlik) kibri. Bu kibir, dışarıdan gelen bilgiyi de malumun üstünde saymamakla etkiliyor. Yani gaybın reddi. Kafandakinin mutlak doğru olduğunu düşünüyorsan, dışarıdan gelen bilgiyi de elbette ona göre evriltiyorsun. Üstüne birşey koymuyorsun, aynıyı tekrar ediyorsun. Hatta kafandaki 'aynıya' karşılık gelmiyorsa, o bilgiyi reddediyorsun. Kameri bölünürken görsen, haşa, "Muhammed'in sihri göklere tesir etti!" diyorsun.
Bu noktada kafirin yaptığı, eşyayı örtmek değil aslında. Kendi idrakini örtüyor kafir. Kalbinin mühürlenmesi, kulaklarının mühürlenmesi, gözüne perde asılması aslında üstü örtülenin o olduğunu gösteriyor. Küfür 'örtmek' demek değil mi? Demek kafir, dışarıyı örten değil, kendini dışarıya örtendir. Eşya örtülemez zaten. "Gözünü kapayan kendine gece yapar."
Hakîm-i Alîm adeta bu ayetle bize küfrün sorununu gösteriyor ve şöyle diyor: "Sizin söyledikleriniz onlara fayda etmiyorsa, bu ürettiğiniz marifetteki sorundan kaynaklanmayabilir. Bazen muhatap öyle kapalı olur ki, fikir onda bereket bulmaz. Yeni şeylere kapalı olmak, bereketsizlik vesilesidir. Eğer öyle birileriyle muhatapsanız, değişmemeleri 'Ben yanlış yolda mıyım?' düşüncesine kaptırmasın sizi. Algı, bilgiyi yönetir. Ve sorun onların algılarındadır."
İşte iki Ömer'i, yani Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab'ı (r.a.) birbirinden ayıran sır. Cesaret değil, zeka değil, asalet değil. Bu fark, gaybında birşeyler olacağına iman etme. Kız kardeşine; "Ne okuyordunuz?" diye sorabilme iradesi. Yani bilmediğin birşeyler olabileceği fikrine açık olma.
İşte bu sır, cahiliyenin Ebu'l-Hikem'ini, saadette Ebu Cehil'e çeviriyor. Ömer bin Hattab'ından da bir Ömerü'l-Faruk (r.a.) ortaya çıkarıyor. Bu yüzden Fethi Gemuhluoğlu gibi yap arkadaşım. O dememiş mi: "Herkese bir Hz. Ömer talihi tanıyın..." diye. Bence de tanımak lazım. Yeni bilgilere açık mı, değil mi, bir bakmak lazım. Açlığı olmayanla ne müzakere edeceksin! Yorgunluğunu arttırır ancak. Bu arada, ayetin sonunda zikredilen azabın nedenini anlayabildin mi? Yanlışına 'yanlış' diyemeyen, başta şeytan olmak üzere, tüm inatçıların çektiklerine ve sonsuza kadar çekeceklerine bak, anlarsın. Ki bence asl-ı azap da budur: Yanlışına 'yanlış' diyememek.
Şimdi, bereket nedir, bir nebze bilmiş gibiyim. 'Tekrar' ile 'tefekkürü' birbirinden ayırmış gibiyim. Bana öyle geliyor ki; tefekkür, bilme'nin bereketidir. Azımızı çok kılan, yeni bilgiler/yorumlar üretmemizi sağlayandır. Farzet ki; Efendimiz aleyhissalatu vesselamın ol mübarek ağız suyudur. Onu, hangi 'done' kuyusuna bıraksak, o done olduğu gibi kalmaz, hareketlenir. Belki de bu nedenle bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten evladır. Zira içinde, az'ı çok kılan bereket vardır.
Bereket, müzakere ile daha şiddetleniyor. Seferde aç kalmış bir ordu gibi. Herkes yanında getirdiği azı(ğı) koyuyor ortaya. İsm-i Hakîm penceresinden bakmakla veyahut kuvve-i akliyenin kutbu Resulullahın (Ene Risalesi'nde 'kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi...' denilerek, nübüvvet akla bağlanmaz mı?) ism-i şerifini yâd edip salavat getirmekle; fikrî sünneti olan tefekküre niyet etmekle belki; tıpkı dua buyurduğu hurmalar gibi artıyor bilgimiz. Herkes bıraktığından fazlasıyla dönüyor.
Mucizeleri, Asr-ı Saadette yaşanmış bitmiş, bir daha olmaz şeyler zannetme. İşte tefekkür ve işte Allah Resulünün ümmetine emanet ettiği azları çok kılan bereketi. Bu arada, yıllar önce İhsan Kasım Salihî abiden dinlediğin; "Risale-i Nur mesleğinde tefekkür, tezekkürden öncedir..." sözünün de bir yanını anlamış oldun. Azı çok kılma sırrının peşinde koşmak, elbette aynı azı tekrar etmekten efdaldir. Belki de bu yüzden bizzat Üstadın ifadesiyle Nur yolu: "Acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür..."
Aynı mecliste şöyle de birşey anlattı Metin abi: "Ben" dedi, "seminere gittiğim yerlerde kendim de birşeyler öğrenmiyorsam, o semineri—kendi adıma—eksik görüyorum. Sırr-ı bereket hasıl olmamış gibi geliyor bana. Müzakereli ortamları daha çok seviyorum."
Dersin ardından bunları kafamda çevirirken, nedense aklıma Bakara sûresindeki o ayet geldi. Hani kâfirlerin 'marifete bakışını' ve 'ona kapalılığını' anlatan: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır." İlginçtir, bundan birkaç ayet önce iman edenleri de şöyle tarif ediyordu vahiy: "Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler."
Hatırlarsınız, o zaman 'gayba iman edenler'i biraz tefekkür etmiş ve insanın gıyabında birşeyler olduğunu kabul etmesi, yani dünyaya öğrenecek şeyleri olduğunu düşünerek ve bunun açlığını çekerek bakması ile anlamaya çalışmıştık. ("Son'u Olmayan Yol, Yolların En Güzeli" yazısı.) Burada da sanki iman edenlerin/takva sahiplerinin zıttı olarak tam tersi modelde bir insan profili tarif ediliyordu: Yani kalpleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli.
Peki mühür neden vurulur? Zarflara mühür vurulur bazen. Metnin, muhatap dışında bir başkası tarafından açılmasını, okunmasını veya ilaveler yapılmasını engellemek için. Bazen de kapılara mühür vurulur ki, giren/çıkan olmasın diye. Yani genelde mühür, tasarrufa engeldir. "Belgelere de mühür vuruyoruz, hangi makama ait olduğu anlaşılsın diye" diyeceksin. Evet, öylesi de var. Fakat o bile aslında evrakın üzerinde başkası kalem oynatmasın diye alınan bir önlemdir.
Benim 'bereket' bahsiyle birlikte düşününce anladığım; küfrün ilk adımı, yeni birşey öğrenmeye kapalılıkla/mühürlenmeyle başlıyor. Bir nevi bilgi (veya bilmediğini bilmeyen bilgisizlik) kibri. Bu kibir, dışarıdan gelen bilgiyi de malumun üstünde saymamakla etkiliyor. Yani gaybın reddi. Kafandakinin mutlak doğru olduğunu düşünüyorsan, dışarıdan gelen bilgiyi de elbette ona göre evriltiyorsun. Üstüne birşey koymuyorsun, aynıyı tekrar ediyorsun. Hatta kafandaki 'aynıya' karşılık gelmiyorsa, o bilgiyi reddediyorsun. Kameri bölünürken görsen, haşa, "Muhammed'in sihri göklere tesir etti!" diyorsun.
Bu noktada kafirin yaptığı, eşyayı örtmek değil aslında. Kendi idrakini örtüyor kafir. Kalbinin mühürlenmesi, kulaklarının mühürlenmesi, gözüne perde asılması aslında üstü örtülenin o olduğunu gösteriyor. Küfür 'örtmek' demek değil mi? Demek kafir, dışarıyı örten değil, kendini dışarıya örtendir. Eşya örtülemez zaten. "Gözünü kapayan kendine gece yapar."
Hakîm-i Alîm adeta bu ayetle bize küfrün sorununu gösteriyor ve şöyle diyor: "Sizin söyledikleriniz onlara fayda etmiyorsa, bu ürettiğiniz marifetteki sorundan kaynaklanmayabilir. Bazen muhatap öyle kapalı olur ki, fikir onda bereket bulmaz. Yeni şeylere kapalı olmak, bereketsizlik vesilesidir. Eğer öyle birileriyle muhatapsanız, değişmemeleri 'Ben yanlış yolda mıyım?' düşüncesine kaptırmasın sizi. Algı, bilgiyi yönetir. Ve sorun onların algılarındadır."
İşte iki Ömer'i, yani Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab'ı (r.a.) birbirinden ayıran sır. Cesaret değil, zeka değil, asalet değil. Bu fark, gaybında birşeyler olacağına iman etme. Kız kardeşine; "Ne okuyordunuz?" diye sorabilme iradesi. Yani bilmediğin birşeyler olabileceği fikrine açık olma.
İşte bu sır, cahiliyenin Ebu'l-Hikem'ini, saadette Ebu Cehil'e çeviriyor. Ömer bin Hattab'ından da bir Ömerü'l-Faruk (r.a.) ortaya çıkarıyor. Bu yüzden Fethi Gemuhluoğlu gibi yap arkadaşım. O dememiş mi: "Herkese bir Hz. Ömer talihi tanıyın..." diye. Bence de tanımak lazım. Yeni bilgilere açık mı, değil mi, bir bakmak lazım. Açlığı olmayanla ne müzakere edeceksin! Yorgunluğunu arttırır ancak. Bu arada, ayetin sonunda zikredilen azabın nedenini anlayabildin mi? Yanlışına 'yanlış' diyemeyen, başta şeytan olmak üzere, tüm inatçıların çektiklerine ve sonsuza kadar çekeceklerine bak, anlarsın. Ki bence asl-ı azap da budur: Yanlışına 'yanlış' diyememek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...