“İlhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun içinde birşey şekilleniyordu.” Virginia Woolf, Deniz Feneri’nden.
Biliyorsun arkadaşım: Mürşidim, sepeplerin yalnızca birer perde, hakikî tesirinse Allah’tan olduğunu sıkça vurgular. Çünkü tevhidin gereği budur. İşte onlardan birisi şöyle: “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Eh, evet, buradaki ‘perde’ tâbirini de biz genelde ‘pencere perdesi’ şeklinde düşünüyoruz. Ve oradan hareketle diyoruz ki: Esbap asıl yaratıcı olan Allah’ın tevhid ve celalini örten bir perdedir. Doğrudur da bu aslında. Fakat bu yazıda seni Bediüzzaman’ın bir başka kullanımına da uyandırmak istiyorum: “Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.”
Sinema perdeleri. Mürşidimin metinlerinde o kadar sık kullanılır ki bu ifade bir kavramlaştırma yapıldığını düşünmeden edemezsiniz. Peki ‘sinema perdesi’ diğer perdeyle, hani şu pencerelerimizi örtenle, ne nüanslar içeriyor olabilir? Yahut da şöyle bir sualle başlayalım: Biz pencerelerde perdeyi ne için kullanıyoruz? Göstermesi için mi? Saklaması için mi?
Cevabınızın ikincisine hakverir olduğu tahmin ederim. Evet, biz, evlerimizdeki perdeleri bir gizleme aracı olarak kullanıyoruz. Ve onu engelleyici olarak düşünüyoruz. Peki ya sinema perdesi? O da öyle mi? İşte aynı kelimede ters takla atılan yer. Sinema perdesi, adaşının aksine, daha iyi gösterebilmek için kullanılıyor. Yani yansıtılanın görünebilmesi perdenin fonksiyonunu iyi icra etmesine bağlı.
Burada esbabın perdeliğini, yani aklın nazarındaki perdeliğini, bir ‘engelleyici/saklayıcı’ olarak düşünürseniz şöyle bir durum çıkar ortaya: Allah kendisini hem saklamış hem bilinmek istemiştir. Arayana buldurur bu düzeni imtihanın vesilesi kılmıştır. Denilmiyor mu: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim.” Elhamdülillah. Peki bilinmek isteyen saklanmayı da neden istesin? Neden esbabı bir perde olarak araya çeksin?
Üstelik ne izzetin ne de azametin şanı ‘görünmemek’tir. Yüce olanın daha şiddetli bir görünürlük seviyesine de sahip olduğunu Bediüzzaman “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl...” gibi ifadelerinde beyan ediyor. Demek buradaki gizleniş görünmemekten değil çok görünmekten. Varlığının mutlaklığından dolayı belki de algılayamaz duruma geliyoruz Onu. Aczimizden, sınırlılığımızdan, mahlukiyetimizden dolayı başaramıyoruz. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle olmadığı hiçbir yer görmüyoruz ki, kıyaslayalım da, “Burada yok da şurada var!” diyebilelim. Hâşâ. “Dalalet vehmîdir!” derken yine altı çizilen birşey bu: İnkâr edenler Allah’ı yoketmiyorlar. Hâşâ. Yokolduğunu vehmediyorlar.
İşte “Allahu’l-alem!” kaydıyla derim ki arkadaşım: Aklın nazarındaki bu perdelik, örtü germek değil, sınırlılığından dolayı bir kolaylık serpiştirmektir. Çünkü akıl parçalayacıdır. Ufaklığından dolayı meraklandığını parçalara ayırmaya bayılır. Küçük küçük lokmalarla yutar herşeyi. Gıdım gıdım ilerler. Parçalarda boğulmayı da o kadar sever ki. Nihayetinde bütüne körleşmesi de mümkündür. Bu ikircikli yanıyla da imtihana muhatap kılınmıştır. Perdesi kendisidir. Allah’ın Esmaü’l-Hüsna’sını kuşatamayışıdır. Dikkatince ilerleyip gafletince geri kalmasıdır.
Hem şunu da diyeyim mi: Labratuvara sokamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söyleyenler aslında parçalayamadıkları bir Allah’a inanmayacaklarını söylemiş oluyorlar arkadaşım. Yani kuşatılamayanın reddi sözkonusu. Zaten böylesi bir inkar özünde kuşatamamaktır. “Nazarımda yoktur!” demektir. Yokluğunu isbat değildir. Çünkü mutlak bir yokluk isbat edilebilir birşey değildir. Mutlağı kuşatamayan insan, mutlak bir yokluğu nasıl görebilir/kuşatabilir de, görmediğinin olmadığını iddia eder? Mutlak yokluk da labratuvara sokulabilir birşey değildir ki.
Özetle: Esbap perdesinin sırf bir ‘örtücü’ olarak değil bir ‘gösterici’ olarak da görevlendirildiğini düşünüyorum. Perde ama aklın yavaş yavaş ilerleyebilmesi için bir perde. Bütünü kuşatamayan beşere parçalardan bulabilmesi için serpiştirilmiş kolaylıklar onlar. Elbette vazifelerini yaparken parçalara âşık nefse bir kurtarıcı(!) körlük de sağlıyorlar. Bahane oluyorlar. Say ki arkadaşım: Hak Teala iki daire arasına geçişin şiddetini yumuşatacak bir sistem koymuş. Çünkü insanın perdenin önüyle de arkasıyla da bir ilişkisi var. İkisinden de hisseli bir varlığı var. Hem bedeni hem ruhu var. Hem kalbi hem nefsi var. Soğuyan sütün kaymağı gibi bir berzah esbab. Görmek istemeyene körlük oluyor. Görmeyi arzulayana ayna.
“İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir.”
Oradan oraya okumalar yapabilmemizi sağlayacak bir perde. Hatta bizzat bu okumaları daha yapabilmemiz için konulmuş bir perde. Özünde bir gösterici. Saklayıcı değil. “Hiçbirşey yoktur ki, Onu övüp tesbih etmesin!” sırrı. Zaten böyle bir perdede kesafet/karanlık engelleyici değil göstericidir. Sinema perdesi ne kadar kesif olursa üstünde yansıyan ışığı/görüntüyü o kadar güzel gösterir. Bediüzzaman bu kesafet-aynalık arasındaki ilişkiye de cennetle ilgili bir metninde şöyle dikkat çekiyor:
“(...) nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir.”
İşte, arkadaşım, ‘Karanlık yazdırır’ diyenler belki bu yüzden böyle söylüyor. Yarasına bakmayan devayı anlayamaz. Canı acımayan teselliyi bilmez. Gecesine bakmayan gündüzü farkedemez. Zıttın aynalığı böyle birşey. Varlık gelsin, şereflendirsin, kalsın diye kurulmuş yokluk konakları. Birşeyler birşeylere perde olduğu zaman illa engel olmak zorunda değil. Sen de günah işlediğin zaman hata ediyorsun, ama evet, o hatalardan kaçışların, Allah’a sığınışların, tevbelerin içinde güzel isimler, aklının nazarında ‘gösterici bir perde’ olacak şekilde, yansıyor. Kesif olsan da sende hakikat görünüyor. Ne yücedir Rabbimizin bağışı. Bizzat güzel olmayanlar bile ‘neticesi itibariyle güzel’ olabiliyor. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı...” hadisini bir de böyle düşün isterim arkadaşım. Fakat, ah, biz de parçayız. En doğrusunu bütünün sahibi bilir. İyisi mi, el-Hâdi ismine sığınalım da, kendi karanlığımızda kaybolmayalım.
7 Mart 2015 Cumartesi
5 Mart 2015 Perşembe
Aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit
"(...) ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma..." Âl-i İmran, 188.
Yazarı, okurunu aradan çıkardıkça, metinleri okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Çünkü kendinle yetinmek de bir tuzaktır, İblisin düştüğü. Erke dönergeci değildir hilkatimiz. Bu bir kayboluş ki, kurtaracak bir diğeri de kalmıyor. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Dışımızda bir kıyas/beğeni arayışıdır şu. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi...
Okunmak istiyorsan, okurunu kendinden daha aşağıda düşüneceksin. Aşağılık değil, aşağı. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine ve lisanına tenezzül etmesi, beşerin cümleleriyle (ama elbette yine beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet tecellisi olduğu kadar da bir ders. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde bu bayrağa talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okurunun dimağını tahmin edip ona göre konuşacaksın, yazacaksın. Hidayet, fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Onların lisanına ve fehmine karışmakla olur. Peygamberlerin Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir. "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."
Fakat bu faydacılık bir noktadan sonra ayağına taş koymaya da başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. Yine bir tereddüt sarıyor bedenini. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, okurundan ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Geniş bakanlardan ol. Belki bu, sorunumuza bir kurtuluştur. Bir nevi müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı yerler ve ancak ehlinin anlayacağı şeyler...
Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil, kitapları tercih ederim. İnsanlar; güzel sözlerin nakli sırasında da, o sözlerin temsilini yaparken de sorunlu varlıklardır. (İlla takva veya ismet ile korunmuş olsun.) Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı kötü bir hale gelebilir. Buna benzer bir şekilde; kem bir söz de; söyleyenin, söylerken takındığı tavır nedeniyle hakettiğinden fazla tesirli olabilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse, izzetine yediremez, mesafe koyar.
Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, onun ardında el-Hadî olanın kokusunu duymak gerekiyor. (Makam-ı reşha bu.) Önemli olan söylenen sözün kıymetiymiş ve söz kıymetini hakikatinden, hakikat kıymetine Cenab-ı Hakk'tan alırmış gibi düşünmek gerekiyor. Elbette sözün kıymetini etkileyecek söyleyenler var. Ama bunların sayısı az. Çok azdır söylediğinin veya yazdığının ağırlığını değiştirebilecek kadar güçlü bir isim/irade taşıyan. Çoğu tam tersi bir etki yapıyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Neden onları merak edelim? Sözdeki hakikat kavranmadığında belki onlara da bakılmalı. Benim düşüncemse şöyle: Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hakverdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler, 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit nal izleriyiz biz.
Yazarı, okurunu aradan çıkardıkça, metinleri okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Çünkü kendinle yetinmek de bir tuzaktır, İblisin düştüğü. Erke dönergeci değildir hilkatimiz. Bu bir kayboluş ki, kurtaracak bir diğeri de kalmıyor. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Dışımızda bir kıyas/beğeni arayışıdır şu. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi...
"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir."
Okunmak istiyorsan, okurunu kendinden daha aşağıda düşüneceksin. Aşağılık değil, aşağı. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine ve lisanına tenezzül etmesi, beşerin cümleleriyle (ama elbette yine beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet tecellisi olduğu kadar da bir ders. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde bu bayrağa talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okurunun dimağını tahmin edip ona göre konuşacaksın, yazacaksın. Hidayet, fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Onların lisanına ve fehmine karışmakla olur. Peygamberlerin Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir. "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."
Fakat bu faydacılık bir noktadan sonra ayağına taş koymaya da başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. Yine bir tereddüt sarıyor bedenini. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, okurundan ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Geniş bakanlardan ol. Belki bu, sorunumuza bir kurtuluştur. Bir nevi müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı yerler ve ancak ehlinin anlayacağı şeyler...
Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil, kitapları tercih ederim. İnsanlar; güzel sözlerin nakli sırasında da, o sözlerin temsilini yaparken de sorunlu varlıklardır. (İlla takva veya ismet ile korunmuş olsun.) Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı kötü bir hale gelebilir. Buna benzer bir şekilde; kem bir söz de; söyleyenin, söylerken takındığı tavır nedeniyle hakettiğinden fazla tesirli olabilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse, izzetine yediremez, mesafe koyar.
"Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. "
Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, onun ardında el-Hadî olanın kokusunu duymak gerekiyor. (Makam-ı reşha bu.) Önemli olan söylenen sözün kıymetiymiş ve söz kıymetini hakikatinden, hakikat kıymetine Cenab-ı Hakk'tan alırmış gibi düşünmek gerekiyor. Elbette sözün kıymetini etkileyecek söyleyenler var. Ama bunların sayısı az. Çok azdır söylediğinin veya yazdığının ağırlığını değiştirebilecek kadar güçlü bir isim/irade taşıyan. Çoğu tam tersi bir etki yapıyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Neden onları merak edelim? Sözdeki hakikat kavranmadığında belki onlara da bakılmalı. Benim düşüncemse şöyle: Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hakverdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler, 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit nal izleriyiz biz.
1 Mart 2015 Pazar
Dönecek bir yerimiz olması ne güzel!
“Onlar kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını, döneceklerini düşünen ve kabullenen kimselerdir.” (Bakara sûresi, 46.)
Dönecek bir yerimiz olması ne güzel arkadaşım! Elhamdülillah. Bu ehlullaha tehdit değil müjdedir. Şeb-i arus için yapılan ilandır. Davettir. Müjdelerse hayatı daha yaşanılır kılıyor. Kuşlar bile yuvasıyla mutlu oluyor biliyorsun. Bir yerlere/şeylere ait olma, kaybolduğunda tekrar oraya varma, hafızanda bir adres, kulağında tanıdık ses, unutamadığın yüz, sırtını aynı duvara verme, aynı minareyi arama meraklı gözlerle, aynı ezanı işitme günde beş vakit, aynı Rable yapılan beş akit, savrulup gitmediği ve gitmeyeceği hissi veriyor insana.
Dönecek bir yerimiz olması ne güzel arkadaşım! Elhamdülillah. Bu ehlullaha tehdit değil müjdedir. Şeb-i arus için yapılan ilandır. Davettir. Müjdelerse hayatı daha yaşanılır kılıyor. Kuşlar bile yuvasıyla mutlu oluyor biliyorsun. Bir yerlere/şeylere ait olma, kaybolduğunda tekrar oraya varma, hafızanda bir adres, kulağında tanıdık ses, unutamadığın yüz, sırtını aynı duvara verme, aynı minareyi arama meraklı gözlerle, aynı ezanı işitme günde beş vakit, aynı Rable yapılan beş akit, savrulup gitmediği ve gitmeyeceği hissi veriyor insana.
Tutunamayanlar’dan değilsin yani. Bir yere aitsin. Bağlısın. Boşlukta değil yörüngedesin. Evet. Ait olmak bağlı olmaktır. Bir kulp var sapasağlam belli ki. Belki kopmayacak bir halat. Urvetü’l-vüska. Zaman, mekan, madde ve hareket aynı özden besleniyorsa; yani ki Einstein haklıysa eğer; bu sevinilmesi gereken birşey. ‘Batıp gidenlerden’ değilsin demek ki arkadaşım. Çok şükür. Kelebek ömürlü değilsin. Bir beka kokusu var âleminde.
Savrulmak fenadır. Faniliği hatırlattığından can yakar. İçe oturur. Azap olur vicdanda. Sancır. Ağrır. Tutunmaksa iyidir. Huşû verir. Sükûnet sağlar. Rahatlatır. Yoksa pek bir kararsızız. Ben öyleyim en azından arkadaşım. Nerede durduğumdan emin olamıyorum her zaman. O kadar sık boşluğa düşüyorum ki. Yağmurlu havalar, mezarlık ziyaretleri, uzun otobüs yolculukları, kaybolduğum sokaklar, kaybolmayan anılar. İster vehim değin ister delilik. Okumayı, dinlemeyi, yazmayı kararsız olduğum zamanlarda “Hâlâ çemberin içinde miyim?” sağlamasını yaptırdığı için severim. Bir çeşit sağlamadır bu. Evet. Doğrudur. Kendine kalmanın sevinilesi bir güvensizliği vardır. İsim aratır. ‘Bismillah’ söyletir. Bireyken insan hataya daha müsaittir. Fakat ümmet, nass-ı hadisle bildirilmiştir ki, dalâlet üzere birleşmez. Müstakim başkaları zincir değildir bu açıdan bakarsan. Ben’i sınama araçlarıdır.
Dönecek bir yerimiz olması ne güzel! Yolun başı tanıdık. Sıcacık. Ana kucağı gibi şefkatli. Sıla diyorlar ona. Sıla-yı Rahîm. Rahîmiyetle bağlanması ayrıca manidar değil mi? Demek aidiyetin de sana özel/Rahimî bir bağış. Rahman içre Rahîmiyet tecellisi. Iskalanmadığını hissettiren bir dikkat. Seviyorum birşeylere ait olmayı. Yolumu ne zaman kaybetsem tekrar oraya dönüyorum. Hatırlıyorum. Tutunuyorum. Aksaray’a sırtını vermek gibi İstanbul’da. İstasyon caddesini ezberlemek gibi Sivas’ta. Tanıdıklık da bir aidiyet yani. Oralı yapıyor seni. Ülfetsiz sevilmez nimet. Hatta cennet. Mürşidim de diyor ki bu sadedde:
“Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.”
Bir vakit seninle olmuş. Aşinalık buradan. Tıpkı Vezir Ayaz’ın elbisesi gibi. Ve giyip aynanın karşısında dediği gibi: “Ey Ayaz, bir zamanlar bunları giyen bir köleydin, ne olduğunu unutma!” Aranızda bir irtibat/intisap var. “İman bir intisaptır!” diyor ya Bediüzzaman. Bence yine bundan. Aidiyetine göre değeri var insanın. Menzilin yolunun kıymetini belirliyor. Döneceğin yer kadar saadetlidir yolculuğun. Bedenin dünyalı olabilir. Tamam. Ama ruhun fanilik toprağından yaratılmadı. Yüzyıl da dolaşsan sırf eve döneceğin için seyahat güzeldir. Bana sorarsan namaz da öyle. Ki Kur’an kendini bize iki şekilde de tarif ediyor: ‘Sapasağlam kulp’ ve ‘kopmayacak halat.’ İkisi de aidiyet. İkisi de intisap.
Dönülecek olan güzelleştikçe güzelleşiyor bekleyiş. Vahiyde o kadar çok ve sık vurgulanıyor ki bu dönüş! Namaz güniçi kayboluşlarda döndüğün yolbaşı. Kur’an fikrin duracağı yeri şaşırdığında döndüğün yer. Acz insanlığının başlama noktası. Fakr yola çıkarken omzuna vurduğun yük. Hac ilk dedenin (a.s.) bastığı toprak. Oruç ilk açlığına dönüş. Dikkat ediyor musun: Değerli ne varsa hayatında yolunun başına bağlanmış. Sanki bir noktadan bir noktaya gitmiyor da daire çiziyorsun. Ve ne kadar letafetle Kur’an diyor: “Onlar ki, kendilerinin gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O’na döneceklerine inanırlar.” Mü’minleri bahtiyar kılan sahi bu mu sahi arkadaşım? İçimizdeki cennetin özü bu mu?
“Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor.”
Savrulmak fenadır. Faniliği hatırlattığından can yakar. İçe oturur. Azap olur vicdanda. Sancır. Ağrır. Tutunmaksa iyidir. Huşû verir. Sükûnet sağlar. Rahatlatır. Yoksa pek bir kararsızız. Ben öyleyim en azından arkadaşım. Nerede durduğumdan emin olamıyorum her zaman. O kadar sık boşluğa düşüyorum ki. Yağmurlu havalar, mezarlık ziyaretleri, uzun otobüs yolculukları, kaybolduğum sokaklar, kaybolmayan anılar. İster vehim değin ister delilik. Okumayı, dinlemeyi, yazmayı kararsız olduğum zamanlarda “Hâlâ çemberin içinde miyim?” sağlamasını yaptırdığı için severim. Bir çeşit sağlamadır bu. Evet. Doğrudur. Kendine kalmanın sevinilesi bir güvensizliği vardır. İsim aratır. ‘Bismillah’ söyletir. Bireyken insan hataya daha müsaittir. Fakat ümmet, nass-ı hadisle bildirilmiştir ki, dalâlet üzere birleşmez. Müstakim başkaları zincir değildir bu açıdan bakarsan. Ben’i sınama araçlarıdır.
Dönecek bir yerimiz olması ne güzel! Yolun başı tanıdık. Sıcacık. Ana kucağı gibi şefkatli. Sıla diyorlar ona. Sıla-yı Rahîm. Rahîmiyetle bağlanması ayrıca manidar değil mi? Demek aidiyetin de sana özel/Rahimî bir bağış. Rahman içre Rahîmiyet tecellisi. Iskalanmadığını hissettiren bir dikkat. Seviyorum birşeylere ait olmayı. Yolumu ne zaman kaybetsem tekrar oraya dönüyorum. Hatırlıyorum. Tutunuyorum. Aksaray’a sırtını vermek gibi İstanbul’da. İstasyon caddesini ezberlemek gibi Sivas’ta. Tanıdıklık da bir aidiyet yani. Oralı yapıyor seni. Ülfetsiz sevilmez nimet. Hatta cennet. Mürşidim de diyor ki bu sadedde:
“Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.”
Bir vakit seninle olmuş. Aşinalık buradan. Tıpkı Vezir Ayaz’ın elbisesi gibi. Ve giyip aynanın karşısında dediği gibi: “Ey Ayaz, bir zamanlar bunları giyen bir köleydin, ne olduğunu unutma!” Aranızda bir irtibat/intisap var. “İman bir intisaptır!” diyor ya Bediüzzaman. Bence yine bundan. Aidiyetine göre değeri var insanın. Menzilin yolunun kıymetini belirliyor. Döneceğin yer kadar saadetlidir yolculuğun. Bedenin dünyalı olabilir. Tamam. Ama ruhun fanilik toprağından yaratılmadı. Yüzyıl da dolaşsan sırf eve döneceğin için seyahat güzeldir. Bana sorarsan namaz da öyle. Ki Kur’an kendini bize iki şekilde de tarif ediyor: ‘Sapasağlam kulp’ ve ‘kopmayacak halat.’ İkisi de aidiyet. İkisi de intisap.
Dönülecek olan güzelleştikçe güzelleşiyor bekleyiş. Vahiyde o kadar çok ve sık vurgulanıyor ki bu dönüş! Namaz güniçi kayboluşlarda döndüğün yolbaşı. Kur’an fikrin duracağı yeri şaşırdığında döndüğün yer. Acz insanlığının başlama noktası. Fakr yola çıkarken omzuna vurduğun yük. Hac ilk dedenin (a.s.) bastığı toprak. Oruç ilk açlığına dönüş. Dikkat ediyor musun: Değerli ne varsa hayatında yolunun başına bağlanmış. Sanki bir noktadan bir noktaya gitmiyor da daire çiziyorsun. Ve ne kadar letafetle Kur’an diyor: “Onlar ki, kendilerinin gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O’na döneceklerine inanırlar.” Mü’minleri bahtiyar kılan sahi bu mu sahi arkadaşım? İçimizdeki cennetin özü bu mu?
“Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor.”
O vakit sen de dinle bu satırlara nazar eden arkadaşım: Terhis olan gideceği yeri bilmez mi? Ayrılıktan mutlu olması varacağı yeri bilmesinden ileri gelmez mi? Evet. Elhamdülillah. Bu gidiş meçhule değil. Memlekete. Sevdiklerine. Aslına. Hem tezkerende yaptıkların da kaydoldu. Kaybolmayacak. Avuçlarını sıkmana gerek yok. Dişlerin gıcırdamasın. Göğsün daralmasın. Gözlerin her gidende buğulanmasın. Unutulmayacak yerde varlığın artık. Hem bunu anlatırken şunu da hatırladım: Askerlik dönüşünde musırrane sormuştu birisi: “Üstadın ‘terhis’ demekle neyi kastettiğini anladın mı şimdi?” Biraz anlamıştım. Şimdi biraz daha anladım. Fakat bu anlamak da acayip birşey arkadaşım. Hiç bitmiyor ki!
27 Şubat 2015 Cuma
Aşk da bir tutunma şeklidir
"Bir ismim olduğunu anladıktan sonra herşeyin bir ismi olduğunu anlamam çok da zor olmadı." Daniel Quinn, İsmail'den...
Arkadaşım, hakikaten 'bilme'yle 'tutunma' arasında ilgi olduğunu düşünüyorum, şaka değil. Üstelik bilmenin aracı olan herşeyle de bağlantılı bu tefekkürüm. Mesela duyma da bir tutunma şeklidir bana göre. Okuma da, yazma da, tatma da, hatırlama da, bakma da... Tutunma nasıl olur? İnsan kendisine tutunamaz. İlla dışınızda birşeylere tutunmak zorundasınız. Çünkü tutunma boşluğa-yokluğa kayıştan, dengesizlikten, kayboluştan korunmak içindir. Peki dışımızdaki dünya sırf bedenen tutunabileceğimiz şeylerden mi ibaret?
Fazlası mana yönünde var. ‘Anlama tutunma’sı insanın elinden çok daha fazladır. Ki o da ancak tutunulacak şeyleri 'anlamlandırmayla' olur. Yani hikmetini bilmekle. Şeyleri zihnimizde dosyalayarak, bir işaret bırakarak belki üzerlerine, belki de isim takarak sîretlerine, tuttuğumuzu sanırız. ‘Bilmek’ bir tutunma şeklidir bu yönüyle. Meraklandığını tanımlarla hapsetmek ister insan. Ebediyyen saklamak ister. Çünkü bu da onun açısından bir ‘varlık artımı’dır. Bir yeni vücuddur. Evet, arkadaşım, bilmek de bir tür beka arayışıdır. Düşerken kalmaya çalışmaktır.
"Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir, 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"
Evet. Kaybolmak huzursuzluktur. Merakımız tutunma arzumuzdur. Âdemoğlu kayboluşunu merakıyla tedavi eder. "Hadi!" der mesela, "Nedenleri-niçinleri çöz bakalım! Çözemezsen huzur yok. Nerede olduğumuzu bilmiyorum çünkü. Çöz ki bir yere koyayım. Yerini bilerek yerimi bileyim. Yerimi tarif için başka şeylerin de nerede durduğunu bilmem lazım."
Âdem aleyhisselamın ‘talim-i esma’ sınavından beri insan ilmi 'ismini bulmakla' başarıyor. Merakını giderişi o şeyin ismini bilmekle, tekrar gördüğünde çağırmakla ve çağrıştırdıklarını hatırlamakla oluyor. Her ilim dalının isimlendirmesi ayrı. Matematik formülleriyle başarmaya çalışır. Ressam sûretleriyle. Edebiyat tasvirleriyle.
Ancak isimler meselesinde bir de paradigma ayrımı var. Merkezde kimin olduğu ile ilgili birşey. Biraz da varlığa 'manidar mektup' nazarıyla bakıp-bakmadığınızla ilintili son durum. Eşyanın zaten sahip olduğu (veya üzerine yaratıldığı) isimleri mi 'bulup' öğreneceğiz? yoksa kendimiz mi ona isimler takacağız? Yol ayrımı burada eleveriyor kendisini.
Birincisinde bizler sadece okuyucuyuz. İsimleri koyan Allah'tır. Ki varlığı da esmasının tecellisi olarak yaratmıştır. İkincisinde merkezde biz oluyoruz. Eşya karşımıza (güya) isimlendirilmemiş olarak çıkıyor. Anlamsızı anlamlı kılan biziz(!) sanrılıyoruz. "Bu bana ilmimle verildi!" diyoruz mesela. Bu alanda 'fennî bir nam' takmakta serbestiz. Çünkü varlık boş kutucuklardan ibaret. 'Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı' sanıyoruz. Kutucuklar dolmuş oluyor. Bu da yalancı bir mutluluk veriyor. Yanlışla da olsa 'bilmek' bir çeşit tutunma çünkü. Hayale bile olsun tutunmaya çalışır insan. Çölde seyahat eden için serap da bir tür ferahtır.
"Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine; ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: 'Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir.'"
İşte bu boşluk, tutunma, bilme, merak etme bahsinde ism-i Kayyum'un hakikatine doğru gittiğimizi düşünüyorum. Allah'ın varettikten sonra başıboş bıraktığını düşünmek ism-i Kayyum'u anlamadığımızın delilidir. Hatta varlığımızın devamı için nasıl bir 'zatî vücud' sahibine muhtaç olduğumuzu da anlamadığımızı gösterir. Birgün atomaltı parçacıkların da altına insek, yokluğun varlığımızdan galip olduğunu farketsek, hatta enerji dalgasından ibaret kalsak, o zaman arızînin nasıl rüzgar önünde yaprak, nasıl Kayyum olan Allah'a muhtaç olduğunu anlayacağız. Hatta anlayacağız ki: Bütün açlıklar aslında bu isme duyulan açlığın sızıntılarıdır. Belki bizdeki boşluk hissi de en çok bu açlıktan besleniyor.
"Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat olasın."
Var edilişimizin bir kereye mahsus değil, her kereye muhit, her anımıza yayılmış tekrar be tekrar bir varediliş olduğunu anlasak, o zaman bu Hayy'dan Hû'ya gidişler ve Hû'dan Hayy'a dönüşler içinde, semada gözkırpan yıldızlar gibi, bir varolup bir yok olduğumuzu, varlığımızın bir sinema şeridi gibi akan karelerden ibaret olduğunu, fakat şerit hızla dönerken bu varlığı kare kare değil, akan bir şerit gibi bir bütün olarak gördüğümüzü; buna önce varlık, sonra mekan, sonra zaman dediğimizi; her ne kadar böyle yaşıyor olsak da içten içe bu karelerin arasındaki kopukluğa, yani boşluğa dair bir altşuura vakıf olduğumuzu; kopuşları ve kayboluşları hissettiğimizi ve tutunmak istediğimizi... Anlarız. Bence, depresyondan tutun intihara kadar, bizi karanlıktan karanlığa sürükleyen bütün kayboluşların beslendiği ana kayboluş, bu fena korkusudur.
Yıldızlararası/Interstellar (2014) filminde Brand’in (Anne Hathaway) kalbindeki aşkla kainattaki çekim kuvvetini ilişkilendirdiği bir yer vardı. Ve Cooper (Matthew McConaughey) çekim kuvveti yoluyla üst bir boyuttan kızına mesaj gönderiyordu. İman gözüyle te’vil edersek sanki şunu söylüyordu film: "Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler, ezelî bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir."
Yani 2014'te bir film diyordu ki: "Bence kalbindeki çekim gücü/aşk; aslında yerçekiminin, hatta evreni kapsayan kütle çekim yasasının bir parçası olabilir. O çekim gücü vasıtasıyla daha üst boyutta birisi seni doğruya doğru yönlendirmeye çalışıyor olabilir. Bu çekim güçleri varlığını devam ettirmene yönelik bir görevi, evrenin en makro sahnesinden kalbindeki en mikro alana kadar, sağlıyor olabilir." Biz de diyoruz ki: Eee, ism-i Vedûd var ya: "İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler."
Yine yukarıdaki ism-i Kayyum bahsine dönersem: Yaratılmışlığın arızî vücudunun, devamı için muhtaç olduğu zatî vücud sahibine, yani Vacibü'l-Vücud'a, tutunmak istemesinden daha doğal ne var? Var olan, varlığını devam ettirmek istemesinden ötürü, varlığını muhtaç olduğu Samed'e tutunmak istiyor. Kur'an'ın tarifiyle hepsi biliyor: "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna."
Herşey yüzünü Ona dönmek istiyor. Herşey birşeye tutunmaya çalışıyor. Herşey düşüyor. Evet. Bu açıdan bakınca: Kalbimizde yanan aşk da, ayağımızı tutan yerçekimi de, evreni ayakta tutan çekim yasası da varolanların var edene doğru hissettikleri bir kavuşma isteğinin yansıması olamaz mı? Fakat, arkadaşım, herkes neyin üzerinde varolduysa önce ona doğru çekiliyor. Ben toprağın üzerinde yaratıldım. Toprak çekiyor. Dünya güneşin sinesinden koptu. Güneşe doğru çekiliyor. Güneş sinesinden koptuğu şeye cezbe içinde. Furkan da buyuruyor: "O halde kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır."
Arkadaşım, hakikaten 'bilme'yle 'tutunma' arasında ilgi olduğunu düşünüyorum, şaka değil. Üstelik bilmenin aracı olan herşeyle de bağlantılı bu tefekkürüm. Mesela duyma da bir tutunma şeklidir bana göre. Okuma da, yazma da, tatma da, hatırlama da, bakma da... Tutunma nasıl olur? İnsan kendisine tutunamaz. İlla dışınızda birşeylere tutunmak zorundasınız. Çünkü tutunma boşluğa-yokluğa kayıştan, dengesizlikten, kayboluştan korunmak içindir. Peki dışımızdaki dünya sırf bedenen tutunabileceğimiz şeylerden mi ibaret?
Fazlası mana yönünde var. ‘Anlama tutunma’sı insanın elinden çok daha fazladır. Ki o da ancak tutunulacak şeyleri 'anlamlandırmayla' olur. Yani hikmetini bilmekle. Şeyleri zihnimizde dosyalayarak, bir işaret bırakarak belki üzerlerine, belki de isim takarak sîretlerine, tuttuğumuzu sanırız. ‘Bilmek’ bir tutunma şeklidir bu yönüyle. Meraklandığını tanımlarla hapsetmek ister insan. Ebediyyen saklamak ister. Çünkü bu da onun açısından bir ‘varlık artımı’dır. Bir yeni vücuddur. Evet, arkadaşım, bilmek de bir tür beka arayışıdır. Düşerken kalmaya çalışmaktır.
"Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir, 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"
Evet. Kaybolmak huzursuzluktur. Merakımız tutunma arzumuzdur. Âdemoğlu kayboluşunu merakıyla tedavi eder. "Hadi!" der mesela, "Nedenleri-niçinleri çöz bakalım! Çözemezsen huzur yok. Nerede olduğumuzu bilmiyorum çünkü. Çöz ki bir yere koyayım. Yerini bilerek yerimi bileyim. Yerimi tarif için başka şeylerin de nerede durduğunu bilmem lazım."
Âdem aleyhisselamın ‘talim-i esma’ sınavından beri insan ilmi 'ismini bulmakla' başarıyor. Merakını giderişi o şeyin ismini bilmekle, tekrar gördüğünde çağırmakla ve çağrıştırdıklarını hatırlamakla oluyor. Her ilim dalının isimlendirmesi ayrı. Matematik formülleriyle başarmaya çalışır. Ressam sûretleriyle. Edebiyat tasvirleriyle.
Ancak isimler meselesinde bir de paradigma ayrımı var. Merkezde kimin olduğu ile ilgili birşey. Biraz da varlığa 'manidar mektup' nazarıyla bakıp-bakmadığınızla ilintili son durum. Eşyanın zaten sahip olduğu (veya üzerine yaratıldığı) isimleri mi 'bulup' öğreneceğiz? yoksa kendimiz mi ona isimler takacağız? Yol ayrımı burada eleveriyor kendisini.
Birincisinde bizler sadece okuyucuyuz. İsimleri koyan Allah'tır. Ki varlığı da esmasının tecellisi olarak yaratmıştır. İkincisinde merkezde biz oluyoruz. Eşya karşımıza (güya) isimlendirilmemiş olarak çıkıyor. Anlamsızı anlamlı kılan biziz(!) sanrılıyoruz. "Bu bana ilmimle verildi!" diyoruz mesela. Bu alanda 'fennî bir nam' takmakta serbestiz. Çünkü varlık boş kutucuklardan ibaret. 'Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı' sanıyoruz. Kutucuklar dolmuş oluyor. Bu da yalancı bir mutluluk veriyor. Yanlışla da olsa 'bilmek' bir çeşit tutunma çünkü. Hayale bile olsun tutunmaya çalışır insan. Çölde seyahat eden için serap da bir tür ferahtır.
"Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine; ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: 'Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir.'"
İşte bu boşluk, tutunma, bilme, merak etme bahsinde ism-i Kayyum'un hakikatine doğru gittiğimizi düşünüyorum. Allah'ın varettikten sonra başıboş bıraktığını düşünmek ism-i Kayyum'u anlamadığımızın delilidir. Hatta varlığımızın devamı için nasıl bir 'zatî vücud' sahibine muhtaç olduğumuzu da anlamadığımızı gösterir. Birgün atomaltı parçacıkların da altına insek, yokluğun varlığımızdan galip olduğunu farketsek, hatta enerji dalgasından ibaret kalsak, o zaman arızînin nasıl rüzgar önünde yaprak, nasıl Kayyum olan Allah'a muhtaç olduğunu anlayacağız. Hatta anlayacağız ki: Bütün açlıklar aslında bu isme duyulan açlığın sızıntılarıdır. Belki bizdeki boşluk hissi de en çok bu açlıktan besleniyor.
"Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat olasın."
Var edilişimizin bir kereye mahsus değil, her kereye muhit, her anımıza yayılmış tekrar be tekrar bir varediliş olduğunu anlasak, o zaman bu Hayy'dan Hû'ya gidişler ve Hû'dan Hayy'a dönüşler içinde, semada gözkırpan yıldızlar gibi, bir varolup bir yok olduğumuzu, varlığımızın bir sinema şeridi gibi akan karelerden ibaret olduğunu, fakat şerit hızla dönerken bu varlığı kare kare değil, akan bir şerit gibi bir bütün olarak gördüğümüzü; buna önce varlık, sonra mekan, sonra zaman dediğimizi; her ne kadar böyle yaşıyor olsak da içten içe bu karelerin arasındaki kopukluğa, yani boşluğa dair bir altşuura vakıf olduğumuzu; kopuşları ve kayboluşları hissettiğimizi ve tutunmak istediğimizi... Anlarız. Bence, depresyondan tutun intihara kadar, bizi karanlıktan karanlığa sürükleyen bütün kayboluşların beslendiği ana kayboluş, bu fena korkusudur.
Yıldızlararası/Interstellar (2014) filminde Brand’in (Anne Hathaway) kalbindeki aşkla kainattaki çekim kuvvetini ilişkilendirdiği bir yer vardı. Ve Cooper (Matthew McConaughey) çekim kuvveti yoluyla üst bir boyuttan kızına mesaj gönderiyordu. İman gözüyle te’vil edersek sanki şunu söylüyordu film: "Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler, ezelî bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir."
Yani 2014'te bir film diyordu ki: "Bence kalbindeki çekim gücü/aşk; aslında yerçekiminin, hatta evreni kapsayan kütle çekim yasasının bir parçası olabilir. O çekim gücü vasıtasıyla daha üst boyutta birisi seni doğruya doğru yönlendirmeye çalışıyor olabilir. Bu çekim güçleri varlığını devam ettirmene yönelik bir görevi, evrenin en makro sahnesinden kalbindeki en mikro alana kadar, sağlıyor olabilir." Biz de diyoruz ki: Eee, ism-i Vedûd var ya: "İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler."
Yine yukarıdaki ism-i Kayyum bahsine dönersem: Yaratılmışlığın arızî vücudunun, devamı için muhtaç olduğu zatî vücud sahibine, yani Vacibü'l-Vücud'a, tutunmak istemesinden daha doğal ne var? Var olan, varlığını devam ettirmek istemesinden ötürü, varlığını muhtaç olduğu Samed'e tutunmak istiyor. Kur'an'ın tarifiyle hepsi biliyor: "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna."
Herşey yüzünü Ona dönmek istiyor. Herşey birşeye tutunmaya çalışıyor. Herşey düşüyor. Evet. Bu açıdan bakınca: Kalbimizde yanan aşk da, ayağımızı tutan yerçekimi de, evreni ayakta tutan çekim yasası da varolanların var edene doğru hissettikleri bir kavuşma isteğinin yansıması olamaz mı? Fakat, arkadaşım, herkes neyin üzerinde varolduysa önce ona doğru çekiliyor. Ben toprağın üzerinde yaratıldım. Toprak çekiyor. Dünya güneşin sinesinden koptu. Güneşe doğru çekiliyor. Güneş sinesinden koptuğu şeye cezbe içinde. Furkan da buyuruyor: "O halde kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır."
24 Şubat 2015 Salı
'Depresyondan saklanmak' üzerine...
"Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!" Hac sûresi, 2.
Bir sarhoşu, ayık birisinden nasıl ayırırsınız? Konuşmasından, yürüyüşünden, mimiklerinden? Hepsinden biraz var aslında. Fakat bunların içinde ve özünde, ben, sarhoşluğun bir 'dikkatini toplayamama' hali olduğunu düşünüyorum. Yani odaklanamama.
Sarhoşluk bir odaklanamama halidir. Muhabbet ettiğiniz zaman; onu bir tema, bir halet-i ruhiye, düz bir çizgi üzerinde tutmakta zorlanırsınız. Cümlesinin sonunda, başladığı yerden farklı bir amaca varan; sorduğu soruların cevaplarını bile merak edemeyen (edecek kadar ardında kalamamış) bulanık bir zihin vardır karşınızda. Ağlamaları ve gülmeleri arasında keskin geçişlere rastlanır. İkna edilmesi güçtür, fakat inadından veya kötülüğünden değil. İkna için, cümleleri birbirine ekleyip birikmiş manayı kafasında tutması gerektiğinden. Bunu yapamayacak bir halde olduğu için ikna edilemez. Siz ikinci cümleyi kurduğunuzda birinci cümle çoktan başını alıp bir meçhule gitmiştir.
Bu açıdan sarhoş, ne kadar hareketsiz görünürse görünsün, içinde yoğun bir hareketin yaşandığı; bir nevi dikkat kanseri, temadan temaya sıçramalarla faal bir haldedir. Bu trafikten dolayı çabuk yorulur ve sızar. Sarhoşluğun sere verdiği hoşluğun böylesi bir hoşluk olduğunu düşünüyorum. Bir gezgin hoşluğu. Ah, hayır, hiç sarhoş olmadım. Bu açıdan tefekkürüm zannidir. Ama evet, sarhoş arkadaşlarım olmuştur. Bu noktada bilişimin somut dayanakları var. Büsbütün spesifik sayılmaz. Hepsinde farkettiklerim birbirine benzer. Şöyle birşey olmadı asla: Birisi sarhoş olunca dikkatinin açıldığını ve daha net düşünebildiğini görmedim. Bunu 'düşünmemek için içiyorlar' şeklinde de bulmadım. Hayır, düşünmemek için içmiyorlar, düşündükleri şeyler üzerinde uzun süre kalmamak için, kaçış hızını arttırabilmek için içiyorlar. Yani dikkat etmemek için, odaklanmamak için, bağlanmamak için. Bu tıpkı közler üzerinde yalınayak yürümeye benziyor. Ne kadar hızlı yürürseniz, ateşi o kadar az hissedersiniz. Aldığınız mesafe aynı olsa da hızınızın fazlalığı duyarlılığınızı azaltır. Hislerin de anlamak/yaşamak için zamana ihtiyacı vardır çünkü. Lokmanın bile tadını tam anlamak için ağzınızda biraz dolaştırırsınız. Olmadı, birkaç lokma daha yersiniz, eksik/fazla olan şeyi yakalayabilmek için.
Üstelik hız, nesnelerin üzerinizde bıraktığı tesiri de değiştirir. Saniyede onbeş adım atabilseydiniz suyun üzerinde koşabilirdiniz. Yani suyun kaldırma kuvvetini, daha farklı bir şiddette 'tatmış' olurdunuz. Közün sıcaklığı size dokunmadığı gibi, suyun batırıcılığı da size dokunmazdı. Bu noktada hızın, bir şekilde eşya ile muhatabiyetimizi etkilediğini biliyoruz. Bunu hiç denemedim, ama ortaokuldaki fizik öğretmenim anlattığı için inanmayı seçiyorum. Hızla dönen bir topaca su sıksanız, durduğunda hiç ıslanmadığını görürsünüz. Kendisi bu örneği güneşe en çok yaklaştığımız ayların neden kış ayları olduğunu açıklamak için kullanmıştı. "Güneşe yaklaştıkça hızımız artıyor çocuklar, bu yüzden daha az ışıkla temas ediyoruz!" Umarım kandırılmadım.
Peki, gelmek istediğim noktaya biraz daha yaklaşalım: Közde neler olduğunu gördük, suyu da öğrendik, ya insan? İnsanlarla muhatabiyetimiz de hızlı ve 'alışmadan' olsaydı daha az canımız yanmaz mıydı? Örneğin; merhum bir yakınımız, onunla yıllarımızı geçirdiğimiz bir dinginlikte değil de, birkaç andan ibaret bir hızla hayatımıza girip çıksaydı, ölümüyle bu denli yıkılır mıydık? Bence hayır. Neden mi? Çünkü önemsediği kadar canı acır insanın. Ve paylaştığınız zaman dilimi miktarınca tesiri vardır ayrılığın. Zaman bir varlık konaklamasıdır. Uzaktaki akrabalarımızın ölümüyle yakınımızda olan dostlarımızın ölümü arasındaki 'acı vericilik' farkı bize bundan haber veriyor. Nihayetinde insan şahit olmak için yaratılmış. Şahit olduğu kadar bağ kurabiliyor. Bu da bir zaman ve varlık paylaşımı. Kelime-i şahadet getirmeden müslüman olmak yok.
Francesco 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu bana nedense az evvel sarhoşlukla hareket arasında kurduğum bağlantıyı hatırlatıyor. İnsan sadece içerek mi sarhoş olur? Bence yukarıda konuştuklarımızdan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsanı odaklanamayacak hale getiren herşey sarhoş eder. Odaklanmamak, hızlanmak, acıların tesirini azaltır çünkü. Sizi dokunulamaz yapar. Hissizleştirir. Közde koşanlar gibi olursunuz yahut suda batmayanlar gibi. Varlıkla temasınız, onu hissedecek, onda dinlenecek, onu dinleyecek, ona bağlanacak veya ona şahit olacak kadar uzun olmadığı için yanmazsınız. Dokunur geçersiniz, tüketir gidersiniz, unutur (veya hatırda kalmayacak kadar onunla olur) ve yolunuza devam edersiniz. 'Bağlanma korkusu' da buradan beslenir. Hayatınız tek gecelik bir aşk gibidir. Sabah neler olduğunu bile hatırlamazsınız. Sarhoşluk, o gezginlik içindeki ilgisizliğiyle size böyle bir mutluluk(!) sağlar. Eğer asıl mutluluğun bu olduğunu düşünüyorsanız. Neyse, Allah'tan Volo bize Francesco'nun nasıl ayıldığını da tarif ediyor:
Hayatın kendisiyle yüzleşmek ve onu dingince yaşamak, Francesco mutluluğu burada buldu. Uyuşturucu olarak tarif etmesinden alınmayın, hakikatin teskin ediciliği elbette sarhoşluktan/odaklanamaz bir hareketten ziyadedir. Bu yazıyı neden yazdığıma gelirsem: Bu sıralar biraz daha televizyonculuğa yakın bir iş yapıyorum. Elim yine metinlerde olsa da yüzüm daha fazla ekrana dönük. Şöyle bir tabir var, sık kullanılıyor: 'Hareket katmak.' Kamera açıları değiştirilerek, görseller/görüntüler eklenerek, programcıya hareket katılarak, sürekli akan yazılar/reklamlar konularak ölü ekran daha canlı bir hale getirilmeye çalışılıyor sürekli. Her bir anın bir öncekinden daha çok farkla ayrılması sağlanmaya çalışılıyor. Bunun ifade edilişi de daha çok böyle: 'Ekrana hareket katmak.'
Daha özel terimleri varsa da bilmiyorum. Dediğim gibi, sektörde yeniyim. Ama bunun ne için yapıldığını anlayabiliyorum. Seyircinin ilgisi daha fazla tutulmaya çalışılıyor ekranda. Eskiden bu kadar harekete gerek yoktu. İnsanlar, daha durağan ekranları saatlerce seyredebiliyorlardı. Sabırlıydılar. Suyu üç yudumda içerlerdi. Daha az/yavaş değişime razıydılar.
Fakat sinema sektörü ve ona bağlı olarak bütün görsel alanlar gelişti. Artık birkaç saniyeden fazla hiçbir açıda veya kadrajda kalmıyor filmler/diziler. Sürekli ve hızlı bir şekilde değişen açılardan, seslerden, tepkilerden tanıyoruz aksiyon filmlerini. En sevdiklerimiz de onlar. Öyle alıştık ki bu hızlı değişime, daha yavaş değişenler üzerinde dikkatimizi toplamakta(!) zorlanıyoruz. Mesela yönetmen sinemasında, sanatsal yapıtlarda, sıkılıyoruz. Bir mürşidin oturduğu yerden size anlattığı bir irşadı düşünün mesela. Nasıl katlanılır hiç açısı değişmeden böylesi bir tedrise? (On sayfa bir oturuşta nasıl okunur?) Söyledikleri mi? Onların ehemmiyeti yok. Onlarla ilgili değilsiniz ki, artık. Çünkü odaklanamıyorsunuz. Sarhoşsunuz. Birkaç saniyede bir kadrajın değişmesi gerekli. Kadraj değiştikçe tatmin oluyorsunuz. Kalmamak, daha az acı veriyor. İhtiyarlardan sıkılmamız da biraz bundan galiba. Yavaşlıklarından.
Haydi, koşun! Damarlarımıza biraz daha sefahet sûretinde hareket enjekte edelim. Bu hayat, bu kadar dikkatle ve dinginlikle yaşanmaz. Odaklanmak bir cesaret işidir çünkü. Herkes birşeylerden kaçarken "Neden kaçıyoruz?" diye sormak, durmayı gerektirir. Herkesi bu kadar 'kaçışır' halde kılan, anneye çocuğunu unutturan, kaçtığımız o şey, yani o azap, ne?
Bir sarhoşu, ayık birisinden nasıl ayırırsınız? Konuşmasından, yürüyüşünden, mimiklerinden? Hepsinden biraz var aslında. Fakat bunların içinde ve özünde, ben, sarhoşluğun bir 'dikkatini toplayamama' hali olduğunu düşünüyorum. Yani odaklanamama.
Sarhoşluk bir odaklanamama halidir. Muhabbet ettiğiniz zaman; onu bir tema, bir halet-i ruhiye, düz bir çizgi üzerinde tutmakta zorlanırsınız. Cümlesinin sonunda, başladığı yerden farklı bir amaca varan; sorduğu soruların cevaplarını bile merak edemeyen (edecek kadar ardında kalamamış) bulanık bir zihin vardır karşınızda. Ağlamaları ve gülmeleri arasında keskin geçişlere rastlanır. İkna edilmesi güçtür, fakat inadından veya kötülüğünden değil. İkna için, cümleleri birbirine ekleyip birikmiş manayı kafasında tutması gerektiğinden. Bunu yapamayacak bir halde olduğu için ikna edilemez. Siz ikinci cümleyi kurduğunuzda birinci cümle çoktan başını alıp bir meçhule gitmiştir.
Bu açıdan sarhoş, ne kadar hareketsiz görünürse görünsün, içinde yoğun bir hareketin yaşandığı; bir nevi dikkat kanseri, temadan temaya sıçramalarla faal bir haldedir. Bu trafikten dolayı çabuk yorulur ve sızar. Sarhoşluğun sere verdiği hoşluğun böylesi bir hoşluk olduğunu düşünüyorum. Bir gezgin hoşluğu. Ah, hayır, hiç sarhoş olmadım. Bu açıdan tefekkürüm zannidir. Ama evet, sarhoş arkadaşlarım olmuştur. Bu noktada bilişimin somut dayanakları var. Büsbütün spesifik sayılmaz. Hepsinde farkettiklerim birbirine benzer. Şöyle birşey olmadı asla: Birisi sarhoş olunca dikkatinin açıldığını ve daha net düşünebildiğini görmedim. Bunu 'düşünmemek için içiyorlar' şeklinde de bulmadım. Hayır, düşünmemek için içmiyorlar, düşündükleri şeyler üzerinde uzun süre kalmamak için, kaçış hızını arttırabilmek için içiyorlar. Yani dikkat etmemek için, odaklanmamak için, bağlanmamak için. Bu tıpkı közler üzerinde yalınayak yürümeye benziyor. Ne kadar hızlı yürürseniz, ateşi o kadar az hissedersiniz. Aldığınız mesafe aynı olsa da hızınızın fazlalığı duyarlılığınızı azaltır. Hislerin de anlamak/yaşamak için zamana ihtiyacı vardır çünkü. Lokmanın bile tadını tam anlamak için ağzınızda biraz dolaştırırsınız. Olmadı, birkaç lokma daha yersiniz, eksik/fazla olan şeyi yakalayabilmek için.
Üstelik hız, nesnelerin üzerinizde bıraktığı tesiri de değiştirir. Saniyede onbeş adım atabilseydiniz suyun üzerinde koşabilirdiniz. Yani suyun kaldırma kuvvetini, daha farklı bir şiddette 'tatmış' olurdunuz. Közün sıcaklığı size dokunmadığı gibi, suyun batırıcılığı da size dokunmazdı. Bu noktada hızın, bir şekilde eşya ile muhatabiyetimizi etkilediğini biliyoruz. Bunu hiç denemedim, ama ortaokuldaki fizik öğretmenim anlattığı için inanmayı seçiyorum. Hızla dönen bir topaca su sıksanız, durduğunda hiç ıslanmadığını görürsünüz. Kendisi bu örneği güneşe en çok yaklaştığımız ayların neden kış ayları olduğunu açıklamak için kullanmıştı. "Güneşe yaklaştıkça hızımız artıyor çocuklar, bu yüzden daha az ışıkla temas ediyoruz!" Umarım kandırılmadım.
Peki, gelmek istediğim noktaya biraz daha yaklaşalım: Közde neler olduğunu gördük, suyu da öğrendik, ya insan? İnsanlarla muhatabiyetimiz de hızlı ve 'alışmadan' olsaydı daha az canımız yanmaz mıydı? Örneğin; merhum bir yakınımız, onunla yıllarımızı geçirdiğimiz bir dinginlikte değil de, birkaç andan ibaret bir hızla hayatımıza girip çıksaydı, ölümüyle bu denli yıkılır mıydık? Bence hayır. Neden mi? Çünkü önemsediği kadar canı acır insanın. Ve paylaştığınız zaman dilimi miktarınca tesiri vardır ayrılığın. Zaman bir varlık konaklamasıdır. Uzaktaki akrabalarımızın ölümüyle yakınımızda olan dostlarımızın ölümü arasındaki 'acı vericilik' farkı bize bundan haber veriyor. Nihayetinde insan şahit olmak için yaratılmış. Şahit olduğu kadar bağ kurabiliyor. Bu da bir zaman ve varlık paylaşımı. Kelime-i şahadet getirmeden müslüman olmak yok.
"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."
Francesco 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu bana nedense az evvel sarhoşlukla hareket arasında kurduğum bağlantıyı hatırlatıyor. İnsan sadece içerek mi sarhoş olur? Bence yukarıda konuştuklarımızdan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsanı odaklanamayacak hale getiren herşey sarhoş eder. Odaklanmamak, hızlanmak, acıların tesirini azaltır çünkü. Sizi dokunulamaz yapar. Hissizleştirir. Közde koşanlar gibi olursunuz yahut suda batmayanlar gibi. Varlıkla temasınız, onu hissedecek, onda dinlenecek, onu dinleyecek, ona bağlanacak veya ona şahit olacak kadar uzun olmadığı için yanmazsınız. Dokunur geçersiniz, tüketir gidersiniz, unutur (veya hatırda kalmayacak kadar onunla olur) ve yolunuza devam edersiniz. 'Bağlanma korkusu' da buradan beslenir. Hayatınız tek gecelik bir aşk gibidir. Sabah neler olduğunu bile hatırlamazsınız. Sarhoşluk, o gezginlik içindeki ilgisizliğiyle size böyle bir mutluluk(!) sağlar. Eğer asıl mutluluğun bu olduğunu düşünüyorsanız. Neyse, Allah'tan Volo bize Francesco'nun nasıl ayıldığını da tarif ediyor:
"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."
Hayatın kendisiyle yüzleşmek ve onu dingince yaşamak, Francesco mutluluğu burada buldu. Uyuşturucu olarak tarif etmesinden alınmayın, hakikatin teskin ediciliği elbette sarhoşluktan/odaklanamaz bir hareketten ziyadedir. Bu yazıyı neden yazdığıma gelirsem: Bu sıralar biraz daha televizyonculuğa yakın bir iş yapıyorum. Elim yine metinlerde olsa da yüzüm daha fazla ekrana dönük. Şöyle bir tabir var, sık kullanılıyor: 'Hareket katmak.' Kamera açıları değiştirilerek, görseller/görüntüler eklenerek, programcıya hareket katılarak, sürekli akan yazılar/reklamlar konularak ölü ekran daha canlı bir hale getirilmeye çalışılıyor sürekli. Her bir anın bir öncekinden daha çok farkla ayrılması sağlanmaya çalışılıyor. Bunun ifade edilişi de daha çok böyle: 'Ekrana hareket katmak.'
Daha özel terimleri varsa da bilmiyorum. Dediğim gibi, sektörde yeniyim. Ama bunun ne için yapıldığını anlayabiliyorum. Seyircinin ilgisi daha fazla tutulmaya çalışılıyor ekranda. Eskiden bu kadar harekete gerek yoktu. İnsanlar, daha durağan ekranları saatlerce seyredebiliyorlardı. Sabırlıydılar. Suyu üç yudumda içerlerdi. Daha az/yavaş değişime razıydılar.
Fakat sinema sektörü ve ona bağlı olarak bütün görsel alanlar gelişti. Artık birkaç saniyeden fazla hiçbir açıda veya kadrajda kalmıyor filmler/diziler. Sürekli ve hızlı bir şekilde değişen açılardan, seslerden, tepkilerden tanıyoruz aksiyon filmlerini. En sevdiklerimiz de onlar. Öyle alıştık ki bu hızlı değişime, daha yavaş değişenler üzerinde dikkatimizi toplamakta(!) zorlanıyoruz. Mesela yönetmen sinemasında, sanatsal yapıtlarda, sıkılıyoruz. Bir mürşidin oturduğu yerden size anlattığı bir irşadı düşünün mesela. Nasıl katlanılır hiç açısı değişmeden böylesi bir tedrise? (On sayfa bir oturuşta nasıl okunur?) Söyledikleri mi? Onların ehemmiyeti yok. Onlarla ilgili değilsiniz ki, artık. Çünkü odaklanamıyorsunuz. Sarhoşsunuz. Birkaç saniyede bir kadrajın değişmesi gerekli. Kadraj değiştikçe tatmin oluyorsunuz. Kalmamak, daha az acı veriyor. İhtiyarlardan sıkılmamız da biraz bundan galiba. Yavaşlıklarından.
"Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız iptal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor."
Haydi, koşun! Damarlarımıza biraz daha sefahet sûretinde hareket enjekte edelim. Bu hayat, bu kadar dikkatle ve dinginlikle yaşanmaz. Odaklanmak bir cesaret işidir çünkü. Herkes birşeylerden kaçarken "Neden kaçıyoruz?" diye sormak, durmayı gerektirir. Herkesi bu kadar 'kaçışır' halde kılan, anneye çocuğunu unutturan, kaçtığımız o şey, yani o azap, ne?
22 Şubat 2015 Pazar
Fazla NLP itikadı bozar mı hocam?
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara ‘İnsanlar size karşı toplandı, onlardan korkun!’ dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: ‘Bize Allah yeter, ne güzel vekildir O.’“ Âl-i İmran sûresi, 173.
Mü’minin varlık algısı ister istemez iyimserdir. Ayrıca bir gerekçe gerekmez. Allah’ın marifetinden gelen bir sezgi; yani esma, sıfat ve şuunat bilgisi; o marifet içindeki muhabbetullah; Yaradanın güzelliğinden gelen güzel düşünüş; algısını iyimser kılar. Ali Şeriatî’nin İslam Bilim’de söylediği gibi: Tevhid sadece kulun Allah’a bakışını değil eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Rabbü’l-Âlemîn’in tasarrufunda olduğuna iman edenler için âlemlerden hiçbirisi artık düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı kudret elinden çıkmış olmaları hasebiyle, çatışık ve çelişik olamaz.
Şirkin bölünmüş teolojisiyse çatışmaya ve çelişmeye müsaade eder. “Hayat bir cidaldir!” mottosunun itikadında şirk barındıran coğrafyalardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Evet. Enbiya sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi:“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu.” Doğrudur. İlah sayısının birden fazla olduğunu sanrıladığınız bir âlemde sonsuzların sınır kavgası kaçınılmazdır. Ha, âlemde hakikati yoktur bunun, ama müşriğin varlık tasavvurunda vardır.
“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.”
Dikkat ederseniz: Bediüzzaman’ın ‘cesaret’ ve ‘iman’ arasında kurduğu ilgi bir ‘bastırış’ değil. Hayır. Korkunun vesilesi olan şeyleri ‘doğru şekilde anlamlandırmaktan’ kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir o. Eski Said döneminde de bunu ‘tren ve çocuk’ misaliyle şöyle izah eder:
“Bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rastgelenlerin vay haline!’ dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’ (...) Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!”
23. Söz’ün 2. Nokta’sında ise bu analizi geleceği-geçmişi de içine alacak şekilde daha geniş uygular: “İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı muzır birer canavar hükmünde bildirir...”
Acılar nasıl açıklanmalıdır o zaman peki? el-Cevap: “Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda görülmemelidir. Allah varlığı esmasının, sıfatlarının ve şuunatının gereği olarak ‘hayır’ üzere yaratmıştır. Bizim suistimalimiz onu ‘bizim adımıza’ şer yapar. Hatta bunun rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki: ‘Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak’ pek fena bir memlekete düşmez. Ya? ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir. Nazardandır. Yani bakıştaki arızadandır.
Peki ben bütün bunları neden yazdım? Çünkü bakış açımızdaki sorunların zamanla itikadı da etkileyen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yakılacak nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyelim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf’ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir ‘nazar’ var.
Bir de ahirzamanın dayattığı bir vehmî açı var. Haklılığı kuvvette bilen, varlığı düşman olarak gören, hayatı mücadeleden ibaret sayan, hedefini menfaat düşünen, muvaffakiyeti takvayla değil kazançla ölçen bir nazar bu. Bir nümunesine de meşhur bir ‘NLP Uzmanı’nın twitinde gördüm. Şöyle diyordu: “Gelecek düşmanınızdır! Çabalayıp dostunuz yapamazsanız sizi kölesi yapar!” Doğrusu buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı biz gibi Allah’ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?
İşte payımıza düşen bireysel tecdid arkadaşım: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil sünnete dönük olması lazım. Çünkü kainat seküler düşünceye göre yaratılmadı. Allah geleceğimizi düşmanımız kılmadı. Çabalayıp küfürle, gafletle, fıskla onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mü’min varlığa böyle bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle kadere suizan da barındıran mezkûr sözün itikadî anlamda iyi çağrışımlar içermediğini düşünüyorum.
NLP gibi tastamam dünyevî bilgi alanlarının böylesi aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Evet. Ebubekir Sifil Hoca’nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi: “Dikkat edilecek nokta: Kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak, kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden ‘aykırı’ görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek...” Asıl meselemiz budur. Buna sahip olduğumuzda gündemimize sokulanları tahlil edebilme yeteneği de kazanacağız. Demek ki: İtikadımız kalbimize girecekler için seçici geçirgen bir hücre zarı mesabesindedir. Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın. Âmin.
Mü’minin varlık algısı ister istemez iyimserdir. Ayrıca bir gerekçe gerekmez. Allah’ın marifetinden gelen bir sezgi; yani esma, sıfat ve şuunat bilgisi; o marifet içindeki muhabbetullah; Yaradanın güzelliğinden gelen güzel düşünüş; algısını iyimser kılar. Ali Şeriatî’nin İslam Bilim’de söylediği gibi: Tevhid sadece kulun Allah’a bakışını değil eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Rabbü’l-Âlemîn’in tasarrufunda olduğuna iman edenler için âlemlerden hiçbirisi artık düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı kudret elinden çıkmış olmaları hasebiyle, çatışık ve çelişik olamaz.
Şirkin bölünmüş teolojisiyse çatışmaya ve çelişmeye müsaade eder. “Hayat bir cidaldir!” mottosunun itikadında şirk barındıran coğrafyalardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Evet. Enbiya sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi:“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu.” Doğrudur. İlah sayısının birden fazla olduğunu sanrıladığınız bir âlemde sonsuzların sınır kavgası kaçınılmazdır. Ha, âlemde hakikati yoktur bunun, ama müşriğin varlık tasavvurunda vardır.
“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.”
Dikkat ederseniz: Bediüzzaman’ın ‘cesaret’ ve ‘iman’ arasında kurduğu ilgi bir ‘bastırış’ değil. Hayır. Korkunun vesilesi olan şeyleri ‘doğru şekilde anlamlandırmaktan’ kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir o. Eski Said döneminde de bunu ‘tren ve çocuk’ misaliyle şöyle izah eder:
“Bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rastgelenlerin vay haline!’ dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’ (...) Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!”
23. Söz’ün 2. Nokta’sında ise bu analizi geleceği-geçmişi de içine alacak şekilde daha geniş uygular: “İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı muzır birer canavar hükmünde bildirir...”
Acılar nasıl açıklanmalıdır o zaman peki? el-Cevap: “Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda görülmemelidir. Allah varlığı esmasının, sıfatlarının ve şuunatının gereği olarak ‘hayır’ üzere yaratmıştır. Bizim suistimalimiz onu ‘bizim adımıza’ şer yapar. Hatta bunun rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki: ‘Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak’ pek fena bir memlekete düşmez. Ya? ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir. Nazardandır. Yani bakıştaki arızadandır.
Peki ben bütün bunları neden yazdım? Çünkü bakış açımızdaki sorunların zamanla itikadı da etkileyen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yakılacak nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyelim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf’ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir ‘nazar’ var.
Bir de ahirzamanın dayattığı bir vehmî açı var. Haklılığı kuvvette bilen, varlığı düşman olarak gören, hayatı mücadeleden ibaret sayan, hedefini menfaat düşünen, muvaffakiyeti takvayla değil kazançla ölçen bir nazar bu. Bir nümunesine de meşhur bir ‘NLP Uzmanı’nın twitinde gördüm. Şöyle diyordu: “Gelecek düşmanınızdır! Çabalayıp dostunuz yapamazsanız sizi kölesi yapar!” Doğrusu buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı biz gibi Allah’ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?
İşte payımıza düşen bireysel tecdid arkadaşım: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil sünnete dönük olması lazım. Çünkü kainat seküler düşünceye göre yaratılmadı. Allah geleceğimizi düşmanımız kılmadı. Çabalayıp küfürle, gafletle, fıskla onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mü’min varlığa böyle bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle kadere suizan da barındıran mezkûr sözün itikadî anlamda iyi çağrışımlar içermediğini düşünüyorum.
NLP gibi tastamam dünyevî bilgi alanlarının böylesi aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Evet. Ebubekir Sifil Hoca’nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi: “Dikkat edilecek nokta: Kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak, kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden ‘aykırı’ görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek...” Asıl meselemiz budur. Buna sahip olduğumuzda gündemimize sokulanları tahlil edebilme yeteneği de kazanacağız. Demek ki: İtikadımız kalbimize girecekler için seçici geçirgen bir hücre zarı mesabesindedir. Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın. Âmin.
17 Şubat 2015 Salı
Peygamberimiz gurme değildi
“Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” A’râf sûresi, 31.
“En kısa yol bildiğin yoldur!” derler eskiler. ‘Kendimden başlamak’ bu nedenle benim için en kısa yoldan yürümek gibi. Elhamdülillah. Yazarken de böyle yapmayı seviyorum. Çünkü ilk adımı kolaylıyorum. Sahi: Ünsiyet yol kestiren bir nimettir. Varlıkla ilişkinize bir öncelik-sonralık katar. Bir teşrifat hukuku oluşturur. Emeğinizi formüle döker. Şablon sahibi yapar. Hem de daha kesin konuşabilmeyi sağlar arkadaşım. İnsan kendisi kadar bilmez başkasını. Yazarken ‘enfüs’ün bu kolaylığından istifade etmek gerek. ‘Nefsini ıslah etmek’ bu anlamda da kullanılası bir metod. Sende işe yarayan ‘sen gibi olanda da’ işe yarar. Allah herbirimizin içine aynı özden bir labratuvar kurmuş. Kalp labratuvarı. Ruh labratuvarı. Can labratuvarı. Deneysel bilgiye ulaşabilmek manevî meselelerde de mümkün.
Fakat an şartla ki: “İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.” Yani: Tasannu yapmayacaksın. Kurgusal (yani ‘mış gibi’) davranmayacaksın. Neysen o olacaksın. İnsanda kendine dönüş, içini döküş, kaşıkla öz suyunu karıştırmak, çakıyla can kuyunu kazmak... Bütün bunlar en çok ‘hatalarını görmekle’ olur. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’da dediği gibi: “Kusur insanın imzasıdır.” İmzasız iş yapan sorumluluk almaz. İmajı için devasını satar. Salt dışardan nasıl gözükeceğini önemseyerek içinde bir yere varamazsın halbuki. Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda söylediğini de hatırla: “Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.”
O halde ‘Bismillah’ diyeyim: Yemekten anlamam. Yalnız yapmasından değil yemesinden de. Bunu elbette ‘İştahım yok’ bağlamında demiyorum. Çünkü göbeğimin şahitliğinde, maşaallah, iştahım var. Fakat buna rağmen yukarıdaki cümlemin arkasında duruyorum: Yemekten anlamam. Bir ‘entelektüel meşgale’ olarak bana çok yabancı. Benim için yemek ‘keyif alınası’ ama ‘hedef alınası’ değil. Hatta çoğu zaman ‘aradan çıkarma’ niyetiyle yiyorum. Çünkü açlık kafamı meşgul ediyor. Vücudumun, ilgisizlikten yakınan bir eş gibi bitimsiz “Neden halimi sormuyorsun?” demesi, gayrıyı düşünmeyi güçleştiriyor. Yılıyorum.
Tanıyanlar da bilirler ki: “Şuranın kurufasulyesi çok iyidir. Buranın iskenderine doyum olmaz. Filan yerin kebabı meşhurdur...” gibi şeyleri kulağımın ancak beştebiriyle dinlerim. Ağzımın yirmidebiriyle de konuşurum. O muhabbetten yarım saat sonra aynı kişi “Ne anlattım ben?” diye soracak olsa söylediklerini pekaz hatırlarım. Çünkü yemek ‘karşılanması gereken bir ihtiyaç’tır kafamda. Peşinde mekan mekan koşulan birşey değildir. Bu anlamda hep köylüyüm.
‘Köylülük yapmak’ tabirini ilk kez dünyama lise arkadaşım Azmi sokmuştu. Kulakları çınlasın. Yatılı okulların can sıkıntısı başkadır. Batak oynadığımız zamanlar, ki hiç iddialı değilimdir, kartların önem sırasını ve oyunun stratejisini pek anlayamadığımdan sık sık bana “Köylülük yapma oğlum!” derdi. Bunun anlamı önemli kartlarını hiç olmadık yerlerde kullanmaktı. Yani doğru anda kullansam çok kazandıracak kartları daha az kazandırdığı yerlerde kullanıyordum. Kafam basmıyordu yani. Azmi de, işte böylesi şeyler yaptığımda, bazen espriyle bazen de stratejisini bozduğum için, öfkelenerek “Köyülülük yapma oğlum!” derdi.
Köylülük yapmayı şimdilerde ‘aptallık’ olarak değil ‘vurgu farklılığı’ olarak anlıyorum. Hâkim olan medeniyetin önemsediği şeyleri önemsemezseniz köylü kalırsınız. Bu zekanızın ne kadar olduğuyla ilgili değildir. Yaygın olanın gücüyle ilgilidir. Yaygın olana kapılmamış ve hiyerarşisinde yukarı bir yeri hedeflememişseniz köylülük yaparsınız. (Hatta 23. Söz’deki karşılığıyla ‘antika’ kalırsınız demirciler çarşısında.) “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar...” sözünde de bu kapılmışlığın izleri vardır. Sistem ille-i gaye olarak gösterdiği şeye koşmayanları kastının altına iter. Eğer kastta daha yukarıları istiyorsanız da ‘mış gibi’ yaparak veya hakikaten kendinizi o hedeflere kaptırarak yukarı çıkabilmeniz mümkün olur. Ki bizim Batılılaşma serüvenimiz biraz da budur: Önemsediklerini taklid ederek önemli olmaya çalışma. Papağan itibarı. ‘Mış gibi’nin saltanatı.
Mürşidim bu sadedde diyor: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”
Bediüzzaman’ın ‘millet’ kelimesinden kastı millet-i İslamiye olmuştur. Daha özelde kastı ise Ehl-i Sünnet dairesidir. Evet. Söylediği doğrudur: ‘Geldiğimiz yer’ ve ‘olmak istediğimiz yer’ arasında bocaladığımız her yerde kökümüze karşı istihfaf ve istihzadan kaçamıyoruz. ‘Geleneği küçümsemeden gelecek olunmayacağına’ dair yaygın bir inancımız var. Hele ki modern zamanlarda. Özellikle önemsediklerimizin çoğunu ‘saçmalık’ olarak görmeleriyle ceddimiz çok alay edilesi, hafife alınası, gerilerde şeyler. Yani elitik kibrin iki alametini ders alıyoruz burada. Nedir? ‘Geldiğin yeri hafife alma’ ve ‘geçtiğin yerle alay etme.’ Ama aslında ‘kendini hafife alma’ ve ‘kendinle alay etme.’ Size birşey söyleyeyim mi? Müslümanların Asr-ı Saadet’e, selefe, İslam geleneğine hürmeti bu elitik kibre saldıran birşeydir. Naslarımızda bu nedenle mevzu hakkında tahşidat bulunur. Bu tahşidat bir şifadır. Fakat ancak ahirzaman fitnesiyle sarhoş olmayana.
Zirvesini gelecekte değil geçmişte (Asr-ı Saadet’te) gören bir millet elbette kimliğinin parçalarını protestanca yadırgamaz. Ama bunun yerine ibresi yalnız sonrayı gösteren modern tarih anlayışını benimserseniz, ki bir nevi tarihsel/sosyal darwinizmdir bu, o zaman Asr-ı Saadet, hadis, gelenek, icma, mezhep kelimeleri bilincinizde alerji yapar. Dininizin/kalbinizin içinde ‘bu kibrin yanlış olduğunu’ söyleyen bir ses vardır. O sesle savaşırsınız. Modernistlerin İslam’ın geçmişiyle kavgası şu yüzdendir. Kabul edelim: Yerde oturan, azıklarını mübarek elleriyle yiyen, develerde yolculuk eden insanların first-class uçan, gümüş kaşıkla yiyen, Mercedes’e binen sizden-bizden yukarıda olduğunu-olacağını ve onların ‘şefaati’ için mahşerde dilenci olacağınızı düşünmek kibre büyük bir darbedir. Ve mü’min bu eğitimi çocukluğundan itibaren içinde duyar. Dinlediği-okuduğu her kıssa, her menkıbe, her hadis ona bu nasihati verir. Bu ‘had bilme eğitimini’ her yaşta alır. Ehl-i Sünnet ekseninde bakınca tarih bile mü’mine haddini bildirir. Elhamdülillah.
Çok dağıttım. Yemek konusuna geri dönelim. Çevremdeki insanların çoğunluğu dindar kimseler. (Maşaallah onlara.) Ancak arkadaşım muhabbetler hep böyle şeyler üzerine dönüyor: Sarıyer’de kebapçı, Fatih’te köfteci, Antep’te bilmem neci, vs... “Günahtır!” diye demiyorum ama özümde sıkılıyorum. Özetle virdimiz şu gibi: “Bir yerlerde birşeyleri yemek diğer yerlerde yemekten başka!” Tuhaf geliyor. Çünkü burada da aranan yalancı bir iştiha gibi. ‘Yalancı bir iştiha’ derken neyi kastediyorum? Mürşidimden yardım alayım:
“Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün’ dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. tenevvüü etimeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
İnsan, eğer gerçek iştihasını israfla kaybetmişse, yani çok yemekten, koklamaktan, tatmaktan, kullanmaktan dolayı o nimete duyarlılığını yitirmişse, yeniden duyarlı hale gelebilmek için yapması gereken şey ‘dozu arttırmak’ değil ‘daha az tüketmek’tir. Duyarlılık yitimi israftan dolayı yaşanır. İsrafa düştüğümüzü anlatmak için bir sinyaldir. Bir hikmettir. İçimize konulmuştur. Yani ki israfın delilidir. Hakeza: Oruç, kanaat, riyazet, iktisat vs. de nimete olan farkındalığımızı ‘başlangıç ayarlarına’ döndüren şeylerdir. Farkındalık ayarıdır tümü bu anlamda.
Fakat genelde bu yolu takip etmeyiz de nefsimize uyarız. Nimeti çeşitlendirerek (yani tenevvü-ü etime ile) bir iştah ararız. Nasıl? Yani: Kebap iştahımızı açmaz olduysa üstüne bir de künefe yeriz. O da sıktıysa yerine/üzerine kaymaklı kadayıf. “Bunları yemek günahtır!” demek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir hakikate işaret etmek için kullanıyorum. İşte, arkadaşım, bence bu tenevvünün/çeşitlendirmenin bir çeşidi de ‘yenilecek yerlerin çeşitlendirilmesi’dir. Yani köfte yerine kebap yemek, kebap yerine kavurma yemek, kavurma yerine sucuk yemek artık tatmin etmez olduğunda devreye ‘mekanlar’ ve ‘gurmeler’ girer. Bir de yenilecek yerlerin sayısı çoğaltılır. Böylece yeniden yalancı-sunî bir iştiha sahibi olursunuz. Vedat Milor’e selam olsun.
Yine zirvemize dönelim: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin yemekler üzerine yorum yaptığına dair bir nakil işiten var mı? Bazı nimetlerin güzelliğini andığını anımsıyorum. Mesela ‘sirke’ye dair “Ne güzel katıktır!” dediği vaki. Bazıları sirkeyi ikram eden fakir sahabiyi sevindirmek için de böyle buyurmuş olabileceğini de söylüyorlar. Allahu’l-a’lem! Onun dili yalandan beridir. Her dediği haktır. Ama bundan ötede düşünelim: Sirkeyle bile mutlu olabilen bir Peygamberimiz var. Ve sevdiği/sevmediği yemeklere dair övücü/kötüleyici ifadeler kullanmadığını Hz. Aişe annemiz ve Ebu Hureyre radyallahu anhum ecmain naklediyorlar bizlere. Şimdi, o ışıltılı halleri alıyorum bir elime, bir de bizim bu Milorcuk Milorcuk hallerimize bakıyorum. Kendime kızıyorum. Sahi yemek üzerine konuşmakla kemalat sahibi olacağımızı bize kim söyledi? Cevap vermek yerine bir dua ile bağlıyorum: Cenab-ı Hak hidayetini refikimiz eylesin. Âmin.
“En kısa yol bildiğin yoldur!” derler eskiler. ‘Kendimden başlamak’ bu nedenle benim için en kısa yoldan yürümek gibi. Elhamdülillah. Yazarken de böyle yapmayı seviyorum. Çünkü ilk adımı kolaylıyorum. Sahi: Ünsiyet yol kestiren bir nimettir. Varlıkla ilişkinize bir öncelik-sonralık katar. Bir teşrifat hukuku oluşturur. Emeğinizi formüle döker. Şablon sahibi yapar. Hem de daha kesin konuşabilmeyi sağlar arkadaşım. İnsan kendisi kadar bilmez başkasını. Yazarken ‘enfüs’ün bu kolaylığından istifade etmek gerek. ‘Nefsini ıslah etmek’ bu anlamda da kullanılası bir metod. Sende işe yarayan ‘sen gibi olanda da’ işe yarar. Allah herbirimizin içine aynı özden bir labratuvar kurmuş. Kalp labratuvarı. Ruh labratuvarı. Can labratuvarı. Deneysel bilgiye ulaşabilmek manevî meselelerde de mümkün.
Fakat an şartla ki: “İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.” Yani: Tasannu yapmayacaksın. Kurgusal (yani ‘mış gibi’) davranmayacaksın. Neysen o olacaksın. İnsanda kendine dönüş, içini döküş, kaşıkla öz suyunu karıştırmak, çakıyla can kuyunu kazmak... Bütün bunlar en çok ‘hatalarını görmekle’ olur. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’da dediği gibi: “Kusur insanın imzasıdır.” İmzasız iş yapan sorumluluk almaz. İmajı için devasını satar. Salt dışardan nasıl gözükeceğini önemseyerek içinde bir yere varamazsın halbuki. Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda söylediğini de hatırla: “Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.”
O halde ‘Bismillah’ diyeyim: Yemekten anlamam. Yalnız yapmasından değil yemesinden de. Bunu elbette ‘İştahım yok’ bağlamında demiyorum. Çünkü göbeğimin şahitliğinde, maşaallah, iştahım var. Fakat buna rağmen yukarıdaki cümlemin arkasında duruyorum: Yemekten anlamam. Bir ‘entelektüel meşgale’ olarak bana çok yabancı. Benim için yemek ‘keyif alınası’ ama ‘hedef alınası’ değil. Hatta çoğu zaman ‘aradan çıkarma’ niyetiyle yiyorum. Çünkü açlık kafamı meşgul ediyor. Vücudumun, ilgisizlikten yakınan bir eş gibi bitimsiz “Neden halimi sormuyorsun?” demesi, gayrıyı düşünmeyi güçleştiriyor. Yılıyorum.
Tanıyanlar da bilirler ki: “Şuranın kurufasulyesi çok iyidir. Buranın iskenderine doyum olmaz. Filan yerin kebabı meşhurdur...” gibi şeyleri kulağımın ancak beştebiriyle dinlerim. Ağzımın yirmidebiriyle de konuşurum. O muhabbetten yarım saat sonra aynı kişi “Ne anlattım ben?” diye soracak olsa söylediklerini pekaz hatırlarım. Çünkü yemek ‘karşılanması gereken bir ihtiyaç’tır kafamda. Peşinde mekan mekan koşulan birşey değildir. Bu anlamda hep köylüyüm.
‘Köylülük yapmak’ tabirini ilk kez dünyama lise arkadaşım Azmi sokmuştu. Kulakları çınlasın. Yatılı okulların can sıkıntısı başkadır. Batak oynadığımız zamanlar, ki hiç iddialı değilimdir, kartların önem sırasını ve oyunun stratejisini pek anlayamadığımdan sık sık bana “Köylülük yapma oğlum!” derdi. Bunun anlamı önemli kartlarını hiç olmadık yerlerde kullanmaktı. Yani doğru anda kullansam çok kazandıracak kartları daha az kazandırdığı yerlerde kullanıyordum. Kafam basmıyordu yani. Azmi de, işte böylesi şeyler yaptığımda, bazen espriyle bazen de stratejisini bozduğum için, öfkelenerek “Köyülülük yapma oğlum!” derdi.
Köylülük yapmayı şimdilerde ‘aptallık’ olarak değil ‘vurgu farklılığı’ olarak anlıyorum. Hâkim olan medeniyetin önemsediği şeyleri önemsemezseniz köylü kalırsınız. Bu zekanızın ne kadar olduğuyla ilgili değildir. Yaygın olanın gücüyle ilgilidir. Yaygın olana kapılmamış ve hiyerarşisinde yukarı bir yeri hedeflememişseniz köylülük yaparsınız. (Hatta 23. Söz’deki karşılığıyla ‘antika’ kalırsınız demirciler çarşısında.) “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar...” sözünde de bu kapılmışlığın izleri vardır. Sistem ille-i gaye olarak gösterdiği şeye koşmayanları kastının altına iter. Eğer kastta daha yukarıları istiyorsanız da ‘mış gibi’ yaparak veya hakikaten kendinizi o hedeflere kaptırarak yukarı çıkabilmeniz mümkün olur. Ki bizim Batılılaşma serüvenimiz biraz da budur: Önemsediklerini taklid ederek önemli olmaya çalışma. Papağan itibarı. ‘Mış gibi’nin saltanatı.
Mürşidim bu sadedde diyor: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”
Bediüzzaman’ın ‘millet’ kelimesinden kastı millet-i İslamiye olmuştur. Daha özelde kastı ise Ehl-i Sünnet dairesidir. Evet. Söylediği doğrudur: ‘Geldiğimiz yer’ ve ‘olmak istediğimiz yer’ arasında bocaladığımız her yerde kökümüze karşı istihfaf ve istihzadan kaçamıyoruz. ‘Geleneği küçümsemeden gelecek olunmayacağına’ dair yaygın bir inancımız var. Hele ki modern zamanlarda. Özellikle önemsediklerimizin çoğunu ‘saçmalık’ olarak görmeleriyle ceddimiz çok alay edilesi, hafife alınası, gerilerde şeyler. Yani elitik kibrin iki alametini ders alıyoruz burada. Nedir? ‘Geldiğin yeri hafife alma’ ve ‘geçtiğin yerle alay etme.’ Ama aslında ‘kendini hafife alma’ ve ‘kendinle alay etme.’ Size birşey söyleyeyim mi? Müslümanların Asr-ı Saadet’e, selefe, İslam geleneğine hürmeti bu elitik kibre saldıran birşeydir. Naslarımızda bu nedenle mevzu hakkında tahşidat bulunur. Bu tahşidat bir şifadır. Fakat ancak ahirzaman fitnesiyle sarhoş olmayana.
Zirvesini gelecekte değil geçmişte (Asr-ı Saadet’te) gören bir millet elbette kimliğinin parçalarını protestanca yadırgamaz. Ama bunun yerine ibresi yalnız sonrayı gösteren modern tarih anlayışını benimserseniz, ki bir nevi tarihsel/sosyal darwinizmdir bu, o zaman Asr-ı Saadet, hadis, gelenek, icma, mezhep kelimeleri bilincinizde alerji yapar. Dininizin/kalbinizin içinde ‘bu kibrin yanlış olduğunu’ söyleyen bir ses vardır. O sesle savaşırsınız. Modernistlerin İslam’ın geçmişiyle kavgası şu yüzdendir. Kabul edelim: Yerde oturan, azıklarını mübarek elleriyle yiyen, develerde yolculuk eden insanların first-class uçan, gümüş kaşıkla yiyen, Mercedes’e binen sizden-bizden yukarıda olduğunu-olacağını ve onların ‘şefaati’ için mahşerde dilenci olacağınızı düşünmek kibre büyük bir darbedir. Ve mü’min bu eğitimi çocukluğundan itibaren içinde duyar. Dinlediği-okuduğu her kıssa, her menkıbe, her hadis ona bu nasihati verir. Bu ‘had bilme eğitimini’ her yaşta alır. Ehl-i Sünnet ekseninde bakınca tarih bile mü’mine haddini bildirir. Elhamdülillah.
Çok dağıttım. Yemek konusuna geri dönelim. Çevremdeki insanların çoğunluğu dindar kimseler. (Maşaallah onlara.) Ancak arkadaşım muhabbetler hep böyle şeyler üzerine dönüyor: Sarıyer’de kebapçı, Fatih’te köfteci, Antep’te bilmem neci, vs... “Günahtır!” diye demiyorum ama özümde sıkılıyorum. Özetle virdimiz şu gibi: “Bir yerlerde birşeyleri yemek diğer yerlerde yemekten başka!” Tuhaf geliyor. Çünkü burada da aranan yalancı bir iştiha gibi. ‘Yalancı bir iştiha’ derken neyi kastediyorum? Mürşidimden yardım alayım:
“Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün’ dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. tenevvüü etimeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
İnsan, eğer gerçek iştihasını israfla kaybetmişse, yani çok yemekten, koklamaktan, tatmaktan, kullanmaktan dolayı o nimete duyarlılığını yitirmişse, yeniden duyarlı hale gelebilmek için yapması gereken şey ‘dozu arttırmak’ değil ‘daha az tüketmek’tir. Duyarlılık yitimi israftan dolayı yaşanır. İsrafa düştüğümüzü anlatmak için bir sinyaldir. Bir hikmettir. İçimize konulmuştur. Yani ki israfın delilidir. Hakeza: Oruç, kanaat, riyazet, iktisat vs. de nimete olan farkındalığımızı ‘başlangıç ayarlarına’ döndüren şeylerdir. Farkındalık ayarıdır tümü bu anlamda.
Fakat genelde bu yolu takip etmeyiz de nefsimize uyarız. Nimeti çeşitlendirerek (yani tenevvü-ü etime ile) bir iştah ararız. Nasıl? Yani: Kebap iştahımızı açmaz olduysa üstüne bir de künefe yeriz. O da sıktıysa yerine/üzerine kaymaklı kadayıf. “Bunları yemek günahtır!” demek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir hakikate işaret etmek için kullanıyorum. İşte, arkadaşım, bence bu tenevvünün/çeşitlendirmenin bir çeşidi de ‘yenilecek yerlerin çeşitlendirilmesi’dir. Yani köfte yerine kebap yemek, kebap yerine kavurma yemek, kavurma yerine sucuk yemek artık tatmin etmez olduğunda devreye ‘mekanlar’ ve ‘gurmeler’ girer. Bir de yenilecek yerlerin sayısı çoğaltılır. Böylece yeniden yalancı-sunî bir iştiha sahibi olursunuz. Vedat Milor’e selam olsun.
Yine zirvemize dönelim: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin yemekler üzerine yorum yaptığına dair bir nakil işiten var mı? Bazı nimetlerin güzelliğini andığını anımsıyorum. Mesela ‘sirke’ye dair “Ne güzel katıktır!” dediği vaki. Bazıları sirkeyi ikram eden fakir sahabiyi sevindirmek için de böyle buyurmuş olabileceğini de söylüyorlar. Allahu’l-a’lem! Onun dili yalandan beridir. Her dediği haktır. Ama bundan ötede düşünelim: Sirkeyle bile mutlu olabilen bir Peygamberimiz var. Ve sevdiği/sevmediği yemeklere dair övücü/kötüleyici ifadeler kullanmadığını Hz. Aişe annemiz ve Ebu Hureyre radyallahu anhum ecmain naklediyorlar bizlere. Şimdi, o ışıltılı halleri alıyorum bir elime, bir de bizim bu Milorcuk Milorcuk hallerimize bakıyorum. Kendime kızıyorum. Sahi yemek üzerine konuşmakla kemalat sahibi olacağımızı bize kim söyledi? Cevap vermek yerine bir dua ile bağlıyorum: Cenab-ı Hak hidayetini refikimiz eylesin. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...