“İçimden ona şöyle bağırmak geldi: Beni fark etsene! Ben de senin gibi uyanığım. Ben de acı çekiyorum. Duy beni! Duy beni!” Stefan Zweig, Kadın ve Doğa öyküsünden.
Herşeye karşı o kadar telaşlıyız ki arkadaşım. Delik kovada kar tanesi biriktirmeye çalışanlar gibi. Hatta daha da beteri: Avuçlarıyla güneşten ışık toplayanlar gibi. Geçiciler aklımızı başımızdan almış. Uğraşmaktan dikkat etmeye zaman kalmamış. Yok, hâşâ, zaman var da şuur kalmamış. Rahmet/hikmet izlerine farketmeden yaşıyoruz. Bu hastalık insanlardan, insanlar kim yahu, kendimden nasıl giderilir bilmiyorum. Karamsar değilim. Hak Subhanehu’yu tanıyan karamsar olamaz. Ama endişeliyim. Baharı getiremiyorum. Bu sonuncu kış olmasın sakın?
Merakımız kalmamış. O olsa herşeyin çaresi var. Aç olan elbet rızkına gelecek. Fakat şimdilerde açlık da hissedilmiyor ki. Şeylerin varlığıyla değil ötesinin gerekliliğiyle sorunları var. ‘Mana-i İsmî’ sanki yetiyor. ‘Mana-i Harfî’ aranmıyor. Hakkında konuşmak bile başlarını çevirmelerine, daralmalarına, yanlış yerde oldukları hissine kapılmalarına sebep oluyor. Arayan birisine cevapları sunabilmek, bir ‘acaba’ bırakmak en azından, kolay. Fakat önemsemeyenlerle nasıl başedeceğiz? İlgiyi doğru adrese nasıl çevireceğiz? Nehrin yüzeyindeki süprüntüleri bırakıp gözlerini nasıl güneşe çevirecekler? Küçük şeylere karşı bu yoğun alaka, tantana, baştançıkma, sarhoşluk en büyük hakikate karşı kopkoyu bir ilgisizliği netice veriyor. Geçiciler o kadar cicili-bicili ki sonsuzluğu unutturuyor.
Bunun diğer adı arkadaşım bela çağırmaktır. Çünkü bela ilgiyi süprüntülerden alır. Bela fabrika ayarlarına dönüştür. Bela asl-ı insanı çağırıştır. Ama o zaman da yalnız kötüler zarar görmez ki! Sırr-ı imtihan gereği musibetler herkese isabet ederler. Böylece hakeden de haketmeyene karşı “Bana geldiği ne belli?” deyip kaçabilir. Böyle böyle seçimlerle cehennemi hakettiğini isbat edebilir. Sınavımız böyle. Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz.
Yahu Allah âdemoğluna her zaman lazım değil mi? Değil gibi. Öyle olduğunu düşünmeden düşünüyorlar. Kastetmeden kastediyorlar. Düşünmemeleri içinden düşündükleri çıkıyor. Nihayetinde şer yokluksaldır. Mürşidim de diyor: “Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir.” İlgisizlikleri ‘öyle düşündükleri düşüncesine’ vücud veriyor işte. Bir emr-i itibari gibi. Varlığının yokluğundan yokluğunun varlığı çıkıyor.
Herşey o kadar çok ve çabuk olup bitiyor ve o kadar sebep sebep içinde ki arkadaşım. Hepsinin ardında Müsebbibü’l-Esbab olanı aramak cidden bir dikkat işi. Bir durmak işi. Odaklanma işi. Zaten dikkat önce ‘zaman ayırma’dır. Yani dikkat edeceğin şeye zamanının birazını ayırmak zorundasın. Zaman ayırmadığın anlar ki ona dikkat etmiyorsun. (Bu hep böyle değil midir?) Zamanı anlara bölebildiğin gibi ilgini/yönelişlerini de dikkatlere bölebilirsin. “Uyandım. Önce şuna dikkat ettim. Sonra şuna dikkat ettim. Sonra şuna...” İbadetler de aslında bizden böylesi bir dikkatli zamanlar istiyor. Allah kulluğumuzu onlarla ölçüyor.
Eşler arasındaki ilişkiyi ele alalım. Bazen boşanmaya kadar giden ‘ilgisizliği’ nasıl farkediyorlar? Zaman ayıramamaktan değil mi? Yalnızlık, eğer dikkatli bir yöneliş yoksa, beraberken de yaşanılan değil midir? İnsanın bir başınalığı cismen öyle olduğu anlamına gelmez her zaman. Kendisine dair ‘dikkatli bir yönelişin olmadığını düşündüğü’ anlamına gelir. Dikkatli bir yöneliş ve ancak bunun sonucu olabilecek bir ‘anlaşılma ve önemsenme hissi’ yoktur onun hayatında yani. Söylenmek istenen budur. Başını yastığa koyup ağlayan eş de okul sıralarına “Çok yalnızım!” cümlesini karalayan genç de aslında bunun altını çizer: “Bana kimse dikkatle yönelmiyor.” Bu dikkatin ölçüsü başka başka olabilir. Ancak şu kesindir: İkinci birşey arada olmayacak. Dikkatte asgarî bunu arıyoruz.
Eşini dinlerken televizyon izleyen birisinin “Senin için çalışıyorum” demesinin neden inandırıcı gelmediğini buradan anlayabiliriz. Onlar, yaratılmış olmanın açlığı olarak, ‘dikkatli bir yöneliş’ bekliyorlar. Bir detay farkındalığı, belki bir değişikliğin farkedilmesi, o gün alınan bir giysinin ayrımına varılması, neşelerinin-hüzünlerinin yüzlerinden okunması, bu onlara hayatın bir köşesine atılmadıklarını/unutulmadıklarını ve hep dikkate değer bulunduklarını düşündürüyor.
Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, içimize Allah’ın koyduğu bir açlık bu. Aleyhissalatuvesselamın dahi Duha sûresinde “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da...” şeklinde teselli edilmesi manidar değil mi? Kur’an’da Allah’ın ‘unutmaz’ oluşu, yani dikkatten ıskalamaz oluşu, hatta herşeyi en ince detayına kadar bilir oluşu, sık aktarılan bir bilgidir. Bence bu da bir devadır kalbimize. Evet. Öyle. Dikkat çekmek istiyoruz hepimiz. Farklı biçimleriyle dikkat çektikçe içten içe tatmin yaşayan açlarla dolu sokaklar. Saçlar, giysiler, tavırlar. İnsanın inkârı hiçbir olguyu hayatından çıkarmaya yetmemiştir. Ancak şekli değişmiştir.
Ve yine alıntılamadan geçemeyeceğim bir ayet bu konuya dokunan: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.” Kocası hakkında şikayette bulunan bir kadının zikri geçen ayette ‘işitilmenin’ hususiyetle ve hikmetle zikri, kadınların işitilmeye/dikkate hassasiyetleri de düşünülünce, daha bir manidar değil mi? Allahu’l-a’lem kaydıyla ekleyelim bunu da.
Aslında hepimiz bir Ehadiyet açlığı yaşıyoruz. Bir Allah’ın, tüm isimleri ve sıfatlarıyla, birebir muhatap olunabilecek bir dikkatle (kelimelerin kifayet etmediği bir alanda tereddütle kullanıyorum) bizimle muhatap olduğunu bilmek zorundayız. Buna açız. “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder...” derken Bediüzzaman’ın da altını çizdiği şey bu bence.
Birisinin dikkat ettiğini, dinlediğini, sızılarımızı işittiğini ve dolayısıyla bize değer verdiğini bilmeye ihtiyacımız var arkadaşım. Fakat bu ihtiyacı nasıl tekrar hatırlayacağız? Dikkat çekici felaketlerin gelmesini mi bekleyeceğiz? Ki aile meselelerinde de süreç böyledir. Dikkatsizlik her işte felaketi getirir. Varlık dikkat üzere kurulmuş gibi. Bir ism-i Kayyum sırrı sanki bu. İnsan-insan ilişkilerini de dikkat ayakta tutuyor. Varlık-varlık ilişkilerini de. Allah da kainattaki düzeni bize anlatırken ‘zatına uyuklama arız olmadığını’ vurgulamıyor mu Bakara sûresinde? “O’ndan başka ilah yoktur; O, Hayydir, Kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama...” Aleyhissalatuvesselamın hayatın hiçbir anını ıskalamayan dualarına dikkat et arkadaşım. Yine böyle bir teenni dersini barındırmıyor mu? Allah’ı hatırladığın, rızasını aradığın, rahmetini dilediğin her dakika sonsuzca varoluyor. Çünkü dikkat neyin adına gösterilirse ondan tereşşuh etmiş bir varlık katıyor.