Rockstar filminin üzerine kurulu olduğu bir sahne vardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ranbir Kapoor, müzikte kariyer yapmak isteyen, fakat yeterince yetenekli olmayan bir gençti. Arkadaşına 'unutulmaz besteler' yapabilmeyi dilediğini söylüyordu. Arkadaşı ise dualarına dikkat etmesini tavsiye etti. Çünkü her duanın bir bedeli vardı. Unutulmaz besteler yapanlar ancak unutulmaz acılar yaşamışlar olabilirdi. Nasihate aldırmadı. Film de zaten aldırmadığı nasihati yaşayarak ders almasıyla şekillendi.
Tirmizî'nin Daavat bölümünde geçen kısa bir hadis var. Bu sahne hatırıma gelince bazen o hadis-i şerif de hatırıma geliyor. Muaz b. Cebel radyallahu anhın rivayet ettiği bu hadis şöyle: "Peygamber aleyhissalatuvesselam bir adamın: 'Allahım senden sabır isterim' dediğini duydu ve 'Sen Allah’tan bela (sıkıntı) istemiş oldun. Ondan afiyet dile!' buyurdu."
Neden böyle buyurdu? Neden sırf sabır istemenin 'sıkıntı istemek' anlamına geleceğini söyledi? Bence bu sırrın anlaşılmasında yukarıdaki perspektifin faydası var. Sabır ancak bir miktar zorlu tecrübenin ardından veya karşısında gösterilebilecek birşey. Bu noktadan hareketle afiyetteyken dilenmesi elbette isabetli durmuyor. Zaten Tirmizî şerhlerinde yapılan yorumlar da bu minvalde. Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesi afiyetteyken sabır dileyenlere dair.
Yine bir keresinde "Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin!" buyuran Allah Resülünün sabır duası konusunda da bu temkini göstermesi tuhaf gelmemeli. Çünkü ‘sabrı’ dilediğiniz zaman ‘gösterilecek durumu’ da dilemiş oluyorsunuz. Adresi belirsiz bir imtihanı/sınanmayı çağrılamış oluyorsunuz. Dualarımız bazı bütünlüklere (beraber yaratılacak şeylere) tekabül ediyorlar. Allah onlara kevnî şeriatı gereği bir tür ‘mukarenet’ vermiş oluyor. Yani sebep ile müsebbep bir ‘yanyanalık’ ile yaratılıyor. Yağmur isteyen bulut da istiyor.
Evet. 'Sabır' ve 'zorluk' iktiran ederler. Yani beraber yaratılırlar. Halbuki kula yakışan aczine bakıp afiyet dilemektir. Afiyetle iktiran edecek şeyler istemektir. Allah'ın, imtihanı kolay kılmaya da, zor kılmaya da gücü yeter. Kolayı seçmek aczle yoğrulmuş insanın şanına daha çok yakışan değil midir? Yine din için 'kolaylıktır' buyuran Aleyhissalatuvesselamın duanın hikmetini yanlış anladığını düşündüğü bir talebesine, ki ümmetinin her ferdi onun aynı zamanda öğrencisidir, durup iktiran dersi vermesi tuhaf gelmiyor. Aksine hikmetli geliyor. Yani sanki buyuruyor: "Dualara iktiran dikkati göstermek gerek. Ne istediğine dikkat et. Çünkü tek başına yaratılmayacak." Allahu’l-a’lem kaydıyla söyleyelim.
Birşeyi dilerken 'hayırlısını' dilemek bu açıdan önemli. Bediüzzaman'ın hayrın külli ve vücudî, şerrinse cüzî ve ademî olduğuna dair yaptığı analiz burada da hikmetle göz kırpıyor. Öyle ya. Dilediğinin bütüne ne kadar uyumlu olduğunu sen bilemezsin. Uyumunu ancak tevhid bütünlüğünün sahibi Vahid ü Ehad bilir. Bu nedenle, lazım görüneni açıklıkla beyan ettikten sonra, kader bütünlüğünde hayır mıdır şer midir sorgulamasında, Allah'ın ilminden yardım istemek en doğrusudur. 'Hayırlısını' dilerken biz de aslında bunu yapıyoruz biraz.
Fakat, bugünlerde farkettiğim, sizinle de paylaşmak istediğim, belki bunun bir ileri aşamasıdır: Bütüne daha vakıf ve bütünün sahibine daha yakın kişilerin dualarını okumanın, hatta vird haline getirmenin faydası ve hikmetidir. Malumunuzdur: Kur'an'da öğretilenlerden ve Aleyhissalatuvesselamın dualarından başlamak üzere İslam mirası biraz da dua mirasıdır. Sahabeden, selef-i salihînden, asfiyadan, evliyadan kalan pahabiçilmez devasa bir miras var.
Bu miras neden var? Biz istemeyi bilmediğimiz için mi? Hayır. Değil. Ya? Bu dualar aynı zamanda güvenlikli dualar. Bütüne sizden daha vakıf ve sahibine sizden daha yakın insanların ettikleri dualar. Bu dualarla yalvardığınız zaman yanlış birşeyi istemiş olma ihtimaliniz yok. Çünkü her ne istenmişse, her nasıl istenmesi gerekiyorsa, o şekilde isteniyor o dualarda. Kur'an'daki dualardan başlayarak aldığımız bir ders bu: 'Bütüne uygun adım dilemeyi' öğreniyoruz.
Bir tür doğru arzulama eğitimi alıyoruz. Nasıl ki şeriat hilkatin bütünlüğüne uygun adım yürümeyi öğretiyor bize, aynen öyle de, böyle mübarek dualar da 'kader bütünlüğüne uygun şeyler dilemeyi' öğretiyor. Elhamdülillah. Yani arkadaşlar dua da bir eğitim aslında. Cevşen, Sekine, Münacaat-ı Veysel Karanî, Sahife-i Seccadiye... hepsi birer eğitim. Zulmetmeden isteme eğitimi...
İşte bu eğitimi alanlar ne/nasıl arzulanır, kimden/nasıl istenir iyi öğreniyorlar. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der." Demek duanın sadece istemekle değil terbiyemizle de bir ilişkisi var. Ne diyelim? Cenab-ı Hak kalbimizi/dualarımızı bu sır ile sırlayabilmeyi nasib eylesin. Âmin.
4 Şubat 2016 Perşembe
2 Şubat 2016 Salı
Sünnet meşruiyetini pedagojiye mi sormalı?
Hastalık insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, senin etrafında döndüğün...' bu ritüel aynı zamanda içerde bir yerde kabul etmek istemediğin birşeyi davranışsal olarak kabul ettiğini gösteriyor. "Evet, ben acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle!" Şuuruna bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi/mecbur bırakıldığın bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç (nefes almak, yemek, içmek...) bir acizlik tavafı.
Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.
İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.
Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...
Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:
Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:
Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.
Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.
İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.
Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...
Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:
"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"
Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:
"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."
Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.
27 Ocak 2016 Çarşamba
İnsan dertleriyle uzaklaştıkça barışır
Yazmak, üzerinde oyalanmaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan, yazdığı şeyi daha sanatlı hale getirmez/getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz/sanal bir düzeyde dahi yaratamaz. Üzerinde oyalanmasıyla onda derinleşir. Oyalanmak dua yerine geçer. Dua eğleşmeyi dikkate dönüştürür. Toprak, kaşıkla bile olsun, kazmaya müsaittir. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Gün gelir insanı da bağrına basar. İnsan, zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olan malum olan değildir her zaman.
Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.
Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.
Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...
Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"
Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.
Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.
Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.
İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.
Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?
Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.
Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.
Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...
Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"
Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.
Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.
Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.
İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.
Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?
23 Ocak 2016 Cumartesi
Bediüzzaman meşrutiyeti neden savundu?
"Hakikatli bir lâtife: Sultan Süleyman Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: 'Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.'" Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.
'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.
Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?
Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.
Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.
İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:
Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.
Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.
Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.
Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:
Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.
Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.
'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.
Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?
Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.
Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.
İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:
"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ...
İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.
Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş."
Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.
Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.
Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.
Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:
"Meşrutiyeti meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki ağrazına siber etmekle lekedâr etsin. Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. (...) Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola."
Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.
Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.
19 Ocak 2016 Salı
Kalp neden arş gibidir?
"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.
Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:
Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.
İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.
İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.
İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."
Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.
Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.
Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?
Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:
"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."
Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.
İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.
İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.
İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."
Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.
Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.
Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?
15 Ocak 2016 Cuma
Allah ilgisiz olur mu?
Bugün biraz daha örnekli bir şekilde ‘şuunat marifeti’nin ‘esma marifeti’nden daha üst ne gibi kazanımlar sağladığını konuşmak istiyorum. Ancak, üzerinden güç ve meşruiyet alabilmem için, serinin bir önceki yazısının kilit cümlesini hatırlatmaya ihtiyacım var: "Kanaatimce; şuunat tefekkürü/marifeti isimler ve fiiler arasında daha kolay geçiş yapabilmemizi ve onları tevhid bayrağı altında daha kolay toplayabilmemizi sağlıyor."
Bu iddiaya Risale metinlerinden bulduğum dayanakları ve onlardan yaptığım çıkarımları “Şuunat tefekkürü neden önemli?” başlıklı yazımda paylaşmıştım. Merak edenleri mezkûr yazıya havale ediyor ve yenisinde şuunatın bize farkındalığını kazandırdığı ‘ilgi’nin sorunlarımızı nasıl çözdüğünü konuşmak istiyorum. Tevfik Allah’tan. Teşebbüsüm sırasında konu mankeni olarak da deizmin sorunlu/eksikli ilah tasavvurunu kullanacağım.
Mevzua şuradan girelim: Biz kişoğlunun/kızının birşeyde ‘kaliteli’ olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi baba/anne olmuş kişiler var karşımızda. Bu kişilerin fiilin sahibi olması sırf meselenin biyolojik yanıyla ilgilidir. Peki ruhi boyutuyla? İnsaniyetimizi oluşturan diğer parçalar açısından? Kalbimiz açısından? Bu insanları iyi birer ebeveyn olduklarını bize ne söyler? Öncelikle ‘ilgileri’ öyle değil mi? Yani bu insanlar biyolojik varoluşundan öte/aşkın bir ilgiyle çocuklarına bağlılarsa, bakıyorlarsa, koruyorlarsa, ilgileniyorlarsa hakikaten gözümüzde anne/baba olurlar. Yoksa sadece ‘anne/baba’ ismine sahip olmak hakkıyla ‘anne/baba’ olunduğunu söylemez. Garanti etmez. Ebeveynliğin şanına yakışır bir ilgi mutlaka eylemin devamı olmalıdır. Ötekisi zalimlik olur. Ebeveynlik de durum böyle olduğu gibi evlilik de böyledir. Evliliğin ömrü ilgidir.
Deizm, bildiğiniz gibi, bir ilahın varlığıyla sorun yaşamayan ancak vahiy/nübüvvet gibi alanlarda sorunları olan bir inanç biçimidir. Wikipedia tanımını da şuracığa yapıştırayım ki daha entelektüel gözüksün: "Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu, dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır."
Peki deizm bu sorunu neden yaşıyor? Kanaatimce problem biraz da deizmin ‘şuunat tefekkürü yoksunluğu’ndan. Akıl merkezli olduğu için insanın diğer parçalarını ve bu parçaların marifet türlerini inkâr ediyor veya hiç sezmiyor deizm. Mesela: Kalp genişliğinde bir marifet deizme yabancı. Tefekkürüne duygularını katık edemediğinden Allah’ın şuunatını da sezemiyor. Halbuki insanın duyguları Allah’ın şuunatını anlamak için bahşedilmiş eşiklerdir.
Yani deizmin aklı şuunata çıkabilecek kadar yüksek bir marifet açısına sahip olmadığından dolayı 'yaratış' ile 'konuşma' arasındaki ilgiyi göremiyor. Helalleri/haramları gerektirir bir Rububiyet alakadarlığını derkedemiyor. Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin başında vurgu yaptığı: "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." hakikati deizmin kestirebileceği bir sonuç değil. Peki Bediüzzaman bu ilgiyi nasıl kuruyor? Önce küçük bir alıntı:
"Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır..."
Yolun taşlarını tek tek döşeyelim: Eserdeki ‘hikmet’ bize ‘hikmet gözeten’ ve dolayısıyla 'ne yaptığını bilen' bir ilahın varlığından haber veriyor. Nasıl? Herşey bilinmeden yapılan birşeyin herşeyle böylesine uyumlu olması mümkün değil. Uyum olmazsa hikmet de olmaz. Zaten hikmet çoğu zaman aklın sezdiği bir yerliyerindeliktir. Yani, eylenenin diğer eylenenler ile, içinde yeraldığı büyük resimle yakaladığı uyumdur. Bu uyum bir bilgiden gelir. Hayırla bu açıdan bir kardeşliği vardır hikmetin. Hayırlı olan aynı zamanda hikmetli olandır. Hikmetli olan da hayırlıdır. "Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." buyuran Bakara sûresi bize kardeşliği fısıldar.
Bu noktaya kadar deizmin de bir sorunu yok. Herşeyi yaratanın bir olduğunu ve epey de bilgili olduğunu 'akıllı tasarım' gibi başlıklar altında deizm de savunuyor. (‘Herşeyi bilen’ demiyor ama buraya dikkat!) Hem de modern bilimin verilerini kullanarak yapıyor bu işi. Fakat İslam’ın şuunat tefekkürüyle başardığı bir geçişi deizm başaramıyor. ‘Yapmanın bilmekle’ olan ilgisini kuruyor da ‘bilmenin konuşmakla’ olan ilgisini kuramıyor. ‘Bilmeksiz bir yapma’nın ‘ilgisizlik’ anlamına gelmesi gibi ‘konuşmasız bir bilme’nin de ‘ilgisizlik’ manasını kastettiğini çözemiyor. Evet. Eşine ‘neyi sevdiğini bilmeden hediye almak’ bir parça ilgisizlikten haber verdiği gibi ‘neyi sevdiğini bildiği halde almamak’ da bir tür ilgisizlikten haber verir. İnsansa kendisiyle konuşulmasını sever.
Bu kuramayıştan dolayı da vahyi ve nübüvveti inkâr ediyor. İbn-i Arabî kuddise sirruhun Fahrüddin-i Razî rahimehumullaha mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesi tam da bugün deizmin yüzüne çarpılmaya hazır bekliyor.
Yalnız, es geçmeyelim, tembellere tatlı gelen bir yanı var deizmin: İnsana yüklediği sorumluluk yok. (Vahiy olmadan nasıl sorumluluk olabilir ki?) Böylece deistlerin dünyasında entelektüel bir uğraş olarak Allah varolabiliyor ama onun emrine ve nehyine müteallik olan 'helal' ve 'haram' veya 'ibadet' gibi kavramlar huzurlarını kaçırmıyor(!)
Lakin, unutmayalım, nefis nerede haramzade bir özgürlük elde etse Allah tasavvurumuz orada bir yara alır. Çünkü fasıkane özgürlük kalbimizdeki Allah tasavvurunun sınırlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Yani insan kalbindeki Allah'ı ne kadar Allahlıktan çıkarırsa, kendince sınırlara hapsederse, o kadar nefsine alan açar. Fıskın ruha ödettiği meşruiyet bedeli budur. Alan açmanın en nihayeti büsbütün Allah'ı dünyanızdan silip yerine kendinizi geçirmenizle olur. Fakat onun küçüğü şekillerde alan açmalar her türlü sapkınlıkta vardır.
Deizm de mensuplarının hevasına bir özgürlük alanı açabilmek için bedel olarak Allah'ın kelam sıfatını seçmiştir. Evet. Yaptığı aslında bir sınırlandırmadır. Allah'ın mahlukatiyle kurduğu 'yaratma' ve 'bilme' türünden ilgileri kabul ederken, bu ilginin farklı bir şekli/rengi olan 'konuşma' ilgisini reddetmektedir. Deizmin Allah'ı, hâşâ, mahlukatına ilgisiz bir Allah'tır. Halbuki bu deizmin çelişkisidir. Yaratış bir ilgi belirtisidir çünkü. Yaratmak aslında bir ilgidir. O yaratışın gerektirdiği bilgi bir ilgidir.
Böylesine sonsuz bir yaratmak/bilmek ilgisiyle mahlukatına, yine tabir-i caizse, 'duyarlı' olan Allah neden 'konuşmamakla' bu duyarlılığın Ehadî sonsuzluğuna bir sınır koysundur? Haydi, insan aciz olduğundan, ilgi duyduğu şeylerle münasebeti ister istemez sınırlıdır. Ancak, hâşâ, Allah için böyle bir acizlik sözkonusu değildir ki. Allah bir noktada ‘sonsuz’ diğer bir noktada ‘sınırlı’ olursa Allah olabilir mi? Neden 'yaratmakla/bilmekle' bu derece ilgilendiği varlıklarla 'konuşmak' ilgisini terketmiştir? Doğruyu bulmak bu kadar zorken göstermeyi terketmiştir? Bu durum o sonsuz ilgiye bir nakise, bir sınırlandırış, bir problem alanı oluşturmaz mı? İşte bence mürşidimin şuradaki izahları şuunat tefekkürünün Allah marifetine yaptığı katkıdır:
"Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."
Bu yazıya sonuna kadar sabreden arkadaş, madem bu denli sabırlısın, okumakla elde ettiğini şunlarla da pekiştir:
"Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (...) Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak. (...) Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. (...) İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (...) En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır."
Evet. Elhamdülillah. Bunlardan herbirisi bize Allahlığın şanının bir parçasını öğretir. Ve Allah olana ilgisizlik değil ilgi yakışır. Çünkü Allahlık ‘kalitesizlik’ kaldırmaz.
Bu iddiaya Risale metinlerinden bulduğum dayanakları ve onlardan yaptığım çıkarımları “Şuunat tefekkürü neden önemli?” başlıklı yazımda paylaşmıştım. Merak edenleri mezkûr yazıya havale ediyor ve yenisinde şuunatın bize farkındalığını kazandırdığı ‘ilgi’nin sorunlarımızı nasıl çözdüğünü konuşmak istiyorum. Tevfik Allah’tan. Teşebbüsüm sırasında konu mankeni olarak da deizmin sorunlu/eksikli ilah tasavvurunu kullanacağım.
Mevzua şuradan girelim: Biz kişoğlunun/kızının birşeyde ‘kaliteli’ olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi baba/anne olmuş kişiler var karşımızda. Bu kişilerin fiilin sahibi olması sırf meselenin biyolojik yanıyla ilgilidir. Peki ruhi boyutuyla? İnsaniyetimizi oluşturan diğer parçalar açısından? Kalbimiz açısından? Bu insanları iyi birer ebeveyn olduklarını bize ne söyler? Öncelikle ‘ilgileri’ öyle değil mi? Yani bu insanlar biyolojik varoluşundan öte/aşkın bir ilgiyle çocuklarına bağlılarsa, bakıyorlarsa, koruyorlarsa, ilgileniyorlarsa hakikaten gözümüzde anne/baba olurlar. Yoksa sadece ‘anne/baba’ ismine sahip olmak hakkıyla ‘anne/baba’ olunduğunu söylemez. Garanti etmez. Ebeveynliğin şanına yakışır bir ilgi mutlaka eylemin devamı olmalıdır. Ötekisi zalimlik olur. Ebeveynlik de durum böyle olduğu gibi evlilik de böyledir. Evliliğin ömrü ilgidir.
Deizm, bildiğiniz gibi, bir ilahın varlığıyla sorun yaşamayan ancak vahiy/nübüvvet gibi alanlarda sorunları olan bir inanç biçimidir. Wikipedia tanımını da şuracığa yapıştırayım ki daha entelektüel gözüksün: "Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu, dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır."
Peki deizm bu sorunu neden yaşıyor? Kanaatimce problem biraz da deizmin ‘şuunat tefekkürü yoksunluğu’ndan. Akıl merkezli olduğu için insanın diğer parçalarını ve bu parçaların marifet türlerini inkâr ediyor veya hiç sezmiyor deizm. Mesela: Kalp genişliğinde bir marifet deizme yabancı. Tefekkürüne duygularını katık edemediğinden Allah’ın şuunatını da sezemiyor. Halbuki insanın duyguları Allah’ın şuunatını anlamak için bahşedilmiş eşiklerdir.
Yani deizmin aklı şuunata çıkabilecek kadar yüksek bir marifet açısına sahip olmadığından dolayı 'yaratış' ile 'konuşma' arasındaki ilgiyi göremiyor. Helalleri/haramları gerektirir bir Rububiyet alakadarlığını derkedemiyor. Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin başında vurgu yaptığı: "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." hakikati deizmin kestirebileceği bir sonuç değil. Peki Bediüzzaman bu ilgiyi nasıl kuruyor? Önce küçük bir alıntı:
"Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır..."
Yolun taşlarını tek tek döşeyelim: Eserdeki ‘hikmet’ bize ‘hikmet gözeten’ ve dolayısıyla 'ne yaptığını bilen' bir ilahın varlığından haber veriyor. Nasıl? Herşey bilinmeden yapılan birşeyin herşeyle böylesine uyumlu olması mümkün değil. Uyum olmazsa hikmet de olmaz. Zaten hikmet çoğu zaman aklın sezdiği bir yerliyerindeliktir. Yani, eylenenin diğer eylenenler ile, içinde yeraldığı büyük resimle yakaladığı uyumdur. Bu uyum bir bilgiden gelir. Hayırla bu açıdan bir kardeşliği vardır hikmetin. Hayırlı olan aynı zamanda hikmetli olandır. Hikmetli olan da hayırlıdır. "Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." buyuran Bakara sûresi bize kardeşliği fısıldar.
Bu noktaya kadar deizmin de bir sorunu yok. Herşeyi yaratanın bir olduğunu ve epey de bilgili olduğunu 'akıllı tasarım' gibi başlıklar altında deizm de savunuyor. (‘Herşeyi bilen’ demiyor ama buraya dikkat!) Hem de modern bilimin verilerini kullanarak yapıyor bu işi. Fakat İslam’ın şuunat tefekkürüyle başardığı bir geçişi deizm başaramıyor. ‘Yapmanın bilmekle’ olan ilgisini kuruyor da ‘bilmenin konuşmakla’ olan ilgisini kuramıyor. ‘Bilmeksiz bir yapma’nın ‘ilgisizlik’ anlamına gelmesi gibi ‘konuşmasız bir bilme’nin de ‘ilgisizlik’ manasını kastettiğini çözemiyor. Evet. Eşine ‘neyi sevdiğini bilmeden hediye almak’ bir parça ilgisizlikten haber verdiği gibi ‘neyi sevdiğini bildiği halde almamak’ da bir tür ilgisizlikten haber verir. İnsansa kendisiyle konuşulmasını sever.
Bu kuramayıştan dolayı da vahyi ve nübüvveti inkâr ediyor. İbn-i Arabî kuddise sirruhun Fahrüddin-i Razî rahimehumullaha mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesi tam da bugün deizmin yüzüne çarpılmaya hazır bekliyor.
Yalnız, es geçmeyelim, tembellere tatlı gelen bir yanı var deizmin: İnsana yüklediği sorumluluk yok. (Vahiy olmadan nasıl sorumluluk olabilir ki?) Böylece deistlerin dünyasında entelektüel bir uğraş olarak Allah varolabiliyor ama onun emrine ve nehyine müteallik olan 'helal' ve 'haram' veya 'ibadet' gibi kavramlar huzurlarını kaçırmıyor(!)
Lakin, unutmayalım, nefis nerede haramzade bir özgürlük elde etse Allah tasavvurumuz orada bir yara alır. Çünkü fasıkane özgürlük kalbimizdeki Allah tasavvurunun sınırlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Yani insan kalbindeki Allah'ı ne kadar Allahlıktan çıkarırsa, kendince sınırlara hapsederse, o kadar nefsine alan açar. Fıskın ruha ödettiği meşruiyet bedeli budur. Alan açmanın en nihayeti büsbütün Allah'ı dünyanızdan silip yerine kendinizi geçirmenizle olur. Fakat onun küçüğü şekillerde alan açmalar her türlü sapkınlıkta vardır.
Deizm de mensuplarının hevasına bir özgürlük alanı açabilmek için bedel olarak Allah'ın kelam sıfatını seçmiştir. Evet. Yaptığı aslında bir sınırlandırmadır. Allah'ın mahlukatiyle kurduğu 'yaratma' ve 'bilme' türünden ilgileri kabul ederken, bu ilginin farklı bir şekli/rengi olan 'konuşma' ilgisini reddetmektedir. Deizmin Allah'ı, hâşâ, mahlukatına ilgisiz bir Allah'tır. Halbuki bu deizmin çelişkisidir. Yaratış bir ilgi belirtisidir çünkü. Yaratmak aslında bir ilgidir. O yaratışın gerektirdiği bilgi bir ilgidir.
Böylesine sonsuz bir yaratmak/bilmek ilgisiyle mahlukatına, yine tabir-i caizse, 'duyarlı' olan Allah neden 'konuşmamakla' bu duyarlılığın Ehadî sonsuzluğuna bir sınır koysundur? Haydi, insan aciz olduğundan, ilgi duyduğu şeylerle münasebeti ister istemez sınırlıdır. Ancak, hâşâ, Allah için böyle bir acizlik sözkonusu değildir ki. Allah bir noktada ‘sonsuz’ diğer bir noktada ‘sınırlı’ olursa Allah olabilir mi? Neden 'yaratmakla/bilmekle' bu derece ilgilendiği varlıklarla 'konuşmak' ilgisini terketmiştir? Doğruyu bulmak bu kadar zorken göstermeyi terketmiştir? Bu durum o sonsuz ilgiye bir nakise, bir sınırlandırış, bir problem alanı oluşturmaz mı? İşte bence mürşidimin şuradaki izahları şuunat tefekkürünün Allah marifetine yaptığı katkıdır:
"Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."
Bu yazıya sonuna kadar sabreden arkadaş, madem bu denli sabırlısın, okumakla elde ettiğini şunlarla da pekiştir:
"Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (...) Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak. (...) Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. (...) İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (...) En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır."
Evet. Elhamdülillah. Bunlardan herbirisi bize Allahlığın şanının bir parçasını öğretir. Ve Allah olana ilgisizlik değil ilgi yakışır. Çünkü Allahlık ‘kalitesizlik’ kaldırmaz.
13 Ocak 2016 Çarşamba
Şuunat tefekkürü neden önemli?
Yine ‘bana öyle gelen’ birşey. Elbette hiçbirinizi zannım ile esir alamam. Mürşidimin ‘şuunat’ marifetini ‘esma’ marifetinden iki mertebe yukarıda görmesine dair birşeyler karalayacağım. Becerebilirsem. Tevfik refikim olursa. Öncelikle bu çıkarımı nereden yaptığımı alıntılayayım:
"Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir."
Bu, çoğunuzun zaten bildiği, Risalelerde birçok kez karşımıza çıkan 'eser, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat ve zat' formülasyonu. Bir tefekkür pratiğinin özeti. Önce ‘eseri’ sonuç verecek ‘fiilin’ farkındalığını yaşıyorsunuz. (Nedensiz sonuç olmaz.) Sonra fiile bakıp fiili sonuç verecek failin farkındalığına uyanıyorsunuz. (Failsiz fiil olmaz.) Faili gördükten sonra da, ona, fiilin işlevi üzerinden bir isim koymak gerekiyor. (İsimsiz fail olmaz.) Çünkü bilmenin bir aşaması da tanıyıcı/tanıtıcı isimler koymaktır. Bu aynı zamanda kategorizasyonu sağlar.
İsimlere uyandıktan sonra o isimlerin tecelli niteliği ‘isimden öte’ bir farkındalık daha yaşatıyor. Nedir o? Yansıması ismin yanına sıfat konulmasını hakedecek şekilde mükemmel. Detaylı. Derin. Yani eyleyişini daha yakından tanımak için nitelik tarifine de muhtaçsınız. Burayı biraz daha açmaya çalışalım:
Kainattaki hiçbir fiil müstakil değil. Varoldukları her yerde mükemmel bir ‘eyleme zinciri’ de var. Bu zincir nedir? Kanundur. İşte bu kanun farkındalığından sıfat bilinci tetikleniyor. (Sıfat, fiile ve isme nitelik katar çünkü.) Sıfatlar zatı tanımaya bir adım daha yaklaştırıyor. Yani onlardan hareketle zata dair ilk farkındalıklarınız oluşuyor. İbn-i Arabî’nin (k.s.) tabiriyle ‘varlığını bilmekten gayrısı’ başlıyor. Çünkü o fail, yani isim sahibi, 'hep öyle eyliyor.' Hep öyle eylemek elbette eylemekten daha ötesidir. Görmezden gelinemeyecek kasıttır. "Bu kasıtların kaynağı nedir?" diye sorduğunuzda ‘şuunat’ kapınızı çalıyor:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır."
Bahsettiğim ‘iki mertebe yukarılık’ böyle birşey. Peki bu yukarılık neden? Esma tefekküründen daha üst ne var şuunatta? Bencileyin cevabım şu kârilerim: Şuunat; fiil, fail ve isim arasındaki tevhidî ilişkiyi görmemizi sağlıyor. Yani: Teşhis ettiğimiz fiillerden hareketle keşfettiğimiz faillerin ve o fiillerin türlerinden dolayı faillere koyduğumuz isimlerin arkasında, fiil-fail-isim sayısınca ayrı ayrı ipleri tevhid kiliminde buluşturuyor şuunat.
Elbette birleştirici olan aslında zattır. Yani o fiilerin tamamını aynı zatın yapmasıdır tevhidin birleştiriciliği. Fakat biz bu kadar farklı fiilerden, faillerden ve isimlerden tek zata geçişi keskin bir şekilde yapamadığımız için araya ‘şuunat’ girer. Şuunat bizim eyleyişler arasında benzerlikler kurmamızı sağlar. İsimleri birbirleriyle barıştırır. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 1. Dalı'nda dikkatimizi çektiği 'birbirine bakar şe'n ve namlar' hakikatidir bu.
"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var."
Şe'n 'bakar,' isim 'görünür,' icraat 'benzer,' tasarruf 'ihsas eder.' Bediüzzaman hiçbir kelimeyi öylesine kullanmıyor. Bu durumu şöyle bir misalle biraz daha açmak istiyorum. Sözgelimi: Birer oğlunuz/kızınız var. (Allah bağışlasın.) Oğlunuz yemek pişirmekten hoşlanmıyor. Kızınız seviyor. (Genelde böyle olur zaten.) İkisi de birşeyler pişirip önünüze getirdiğinde, fiilden değil, fakat fiilin niteliğinden sahibini tanıyabilirsiniz. Eğer sırf fiil üzerinden gitseniz 'yemek pişirmek' fiili sizi 'yemek pişiren' failine, 'yemek pişiren' faili de sizi 'aşçı' ismine götürür. İyi de aşçıları nasıl ayıracaksınız?
Zahiren ikisi de aşçıdır. Ancak nesnede görünür haliyle sıfat, zata bakan tarafıyla ise şuunat, iki fiilin sahibini birbirinden ayırmanızı sağlar. Güzel yapan elbette kızınızdır. Masadaki on yemekten beşini kızınız yapsa, siz, o beş yemeği kızınızın şanından hareketle bayrağı altında toplayabilirsiniz. Çünkü o yemeği özenli yapar. Çünkü yemek yapmayı sever. Özen sıfatıdır. Sevgisi şuunatıdır.
Sıfat/şuunat tefekkürünün fiil/isim tefekküründen üstün yanı budur. Fiillerle ancak isimleri teşhis edersiniz. O fiillere ihtiyaç duyduğunuzda o isimlerle dualar edersiniz. Fakat o birbirinden bambaşka fiilerin/isimlerin aynı zatın fiileri/isimleri olduğunu nasıl bileceksiniz? Fiillerin benzer şartlarda tekrarı (yani bir açıdan failin şuunatını gösterir kastı) olan kanun boyutuna çıkmadan bunu nasıl yapacaksınız? Mesela: Hayatı da ölümü de yaratanın o olduğunu nasıl bileceksiniz? Sırf fiilden/failden hareketle bu teşhis mümkün müdür? Sanki zordur. İsimlerdeki tecelli farkı kafa karıştırıcı olabilir. İşte tam da bu noktada şuunat marifetine ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum ben:
"Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. (…) Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır."
Evet. Hayatı da ölümü de yaratan odur. Çünkü ikisi de muntazamdır. İkisi de mizanlıdır. İkisinde de aynı özen vardır. Bediüzzaman fiilerin arasındaki sıfat bağlantılarıyla veya bazen de isimlerin arasındaki şuunat bağlantılarıyla bizi her daim tevhidin bayrağı altına çağırır. Birincisine misal yukarıdaki metinse ikincisine örnek de aşağıdaki metindir:
"Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı."
Rahman ismi Rezzak burcunda/manasında nasıl tulû eder? İki ayrı fiilin isimleri değil midir onlar? Bu bağlantı nasıl kurulur? Kurulur, çünkü Bediüzzaman o iki ismin/fiilin (kelime bulamadığım için kullanacağım) 'ahlakında/şânında' bir benzerlik görmüştür. Rahman nasıl zayıflara merhamet etmek isterse Rezzak da ona benzer şekilde (yine zayıflığın bir türü olan) açları doyurmak ister. Aynı ziyanın parıltılarıdır onlar.
Bu Allah'ın (yine başka kelime bulamadığım için kullanmaya mecburum) yaratış ahlakıdır. Şânıdır. Şe’nidir. Şuunatıdır. Allah'ın şanını bildiğiniz zaman o şândan ışık alan fiilleri/isimleri birbirleriyle hem daha kolay bağlar hem de tevhid bayrağı altında daha rahat toplarsınız. Çünkü bunlar aynı şuunatın gerektirdiği sıfatlardan (tekrar eden isimler) ve kanunlardan (tekrar eden fiiller) gelen isimler ve fiillerdir.
İşte, arkadaşım, mürşidimin metinlerinde böyle bir derinlik gördüm gibi geldi. Hata ettimse Rabb-i Rahim'imden bağışlanmak dilerim. Acizim. Rahman ismini Rezzak burcunda gördüğüm gibi, Rezzak ismini de Gafur burcunda görmek isterim. Çünkü günahkârın en muhtaç olduğu rızık affediştir. Rahman kimse Rezzak odur, Rezzak kimse Gafur da odur. Bunlar 'birbirine bakar şe'n ve namlar'dır. Aynı şe'nlerin isimler/fiiler sûretinde tezahürleridir. Amenna.
"Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir."
Bu, çoğunuzun zaten bildiği, Risalelerde birçok kez karşımıza çıkan 'eser, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat ve zat' formülasyonu. Bir tefekkür pratiğinin özeti. Önce ‘eseri’ sonuç verecek ‘fiilin’ farkındalığını yaşıyorsunuz. (Nedensiz sonuç olmaz.) Sonra fiile bakıp fiili sonuç verecek failin farkındalığına uyanıyorsunuz. (Failsiz fiil olmaz.) Faili gördükten sonra da, ona, fiilin işlevi üzerinden bir isim koymak gerekiyor. (İsimsiz fail olmaz.) Çünkü bilmenin bir aşaması da tanıyıcı/tanıtıcı isimler koymaktır. Bu aynı zamanda kategorizasyonu sağlar.
İsimlere uyandıktan sonra o isimlerin tecelli niteliği ‘isimden öte’ bir farkındalık daha yaşatıyor. Nedir o? Yansıması ismin yanına sıfat konulmasını hakedecek şekilde mükemmel. Detaylı. Derin. Yani eyleyişini daha yakından tanımak için nitelik tarifine de muhtaçsınız. Burayı biraz daha açmaya çalışalım:
Kainattaki hiçbir fiil müstakil değil. Varoldukları her yerde mükemmel bir ‘eyleme zinciri’ de var. Bu zincir nedir? Kanundur. İşte bu kanun farkındalığından sıfat bilinci tetikleniyor. (Sıfat, fiile ve isme nitelik katar çünkü.) Sıfatlar zatı tanımaya bir adım daha yaklaştırıyor. Yani onlardan hareketle zata dair ilk farkındalıklarınız oluşuyor. İbn-i Arabî’nin (k.s.) tabiriyle ‘varlığını bilmekten gayrısı’ başlıyor. Çünkü o fail, yani isim sahibi, 'hep öyle eyliyor.' Hep öyle eylemek elbette eylemekten daha ötesidir. Görmezden gelinemeyecek kasıttır. "Bu kasıtların kaynağı nedir?" diye sorduğunuzda ‘şuunat’ kapınızı çalıyor:
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır."
Bahsettiğim ‘iki mertebe yukarılık’ böyle birşey. Peki bu yukarılık neden? Esma tefekküründen daha üst ne var şuunatta? Bencileyin cevabım şu kârilerim: Şuunat; fiil, fail ve isim arasındaki tevhidî ilişkiyi görmemizi sağlıyor. Yani: Teşhis ettiğimiz fiillerden hareketle keşfettiğimiz faillerin ve o fiillerin türlerinden dolayı faillere koyduğumuz isimlerin arkasında, fiil-fail-isim sayısınca ayrı ayrı ipleri tevhid kiliminde buluşturuyor şuunat.
Elbette birleştirici olan aslında zattır. Yani o fiilerin tamamını aynı zatın yapmasıdır tevhidin birleştiriciliği. Fakat biz bu kadar farklı fiilerden, faillerden ve isimlerden tek zata geçişi keskin bir şekilde yapamadığımız için araya ‘şuunat’ girer. Şuunat bizim eyleyişler arasında benzerlikler kurmamızı sağlar. İsimleri birbirleriyle barıştırır. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 1. Dalı'nda dikkatimizi çektiği 'birbirine bakar şe'n ve namlar' hakikatidir bu.
"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var."
Şe'n 'bakar,' isim 'görünür,' icraat 'benzer,' tasarruf 'ihsas eder.' Bediüzzaman hiçbir kelimeyi öylesine kullanmıyor. Bu durumu şöyle bir misalle biraz daha açmak istiyorum. Sözgelimi: Birer oğlunuz/kızınız var. (Allah bağışlasın.) Oğlunuz yemek pişirmekten hoşlanmıyor. Kızınız seviyor. (Genelde böyle olur zaten.) İkisi de birşeyler pişirip önünüze getirdiğinde, fiilden değil, fakat fiilin niteliğinden sahibini tanıyabilirsiniz. Eğer sırf fiil üzerinden gitseniz 'yemek pişirmek' fiili sizi 'yemek pişiren' failine, 'yemek pişiren' faili de sizi 'aşçı' ismine götürür. İyi de aşçıları nasıl ayıracaksınız?
Zahiren ikisi de aşçıdır. Ancak nesnede görünür haliyle sıfat, zata bakan tarafıyla ise şuunat, iki fiilin sahibini birbirinden ayırmanızı sağlar. Güzel yapan elbette kızınızdır. Masadaki on yemekten beşini kızınız yapsa, siz, o beş yemeği kızınızın şanından hareketle bayrağı altında toplayabilirsiniz. Çünkü o yemeği özenli yapar. Çünkü yemek yapmayı sever. Özen sıfatıdır. Sevgisi şuunatıdır.
Sıfat/şuunat tefekkürünün fiil/isim tefekküründen üstün yanı budur. Fiillerle ancak isimleri teşhis edersiniz. O fiillere ihtiyaç duyduğunuzda o isimlerle dualar edersiniz. Fakat o birbirinden bambaşka fiilerin/isimlerin aynı zatın fiileri/isimleri olduğunu nasıl bileceksiniz? Fiillerin benzer şartlarda tekrarı (yani bir açıdan failin şuunatını gösterir kastı) olan kanun boyutuna çıkmadan bunu nasıl yapacaksınız? Mesela: Hayatı da ölümü de yaratanın o olduğunu nasıl bileceksiniz? Sırf fiilden/failden hareketle bu teşhis mümkün müdür? Sanki zordur. İsimlerdeki tecelli farkı kafa karıştırıcı olabilir. İşte tam da bu noktada şuunat marifetine ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum ben:
"Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. (…) Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır."
Evet. Hayatı da ölümü de yaratan odur. Çünkü ikisi de muntazamdır. İkisi de mizanlıdır. İkisinde de aynı özen vardır. Bediüzzaman fiilerin arasındaki sıfat bağlantılarıyla veya bazen de isimlerin arasındaki şuunat bağlantılarıyla bizi her daim tevhidin bayrağı altına çağırır. Birincisine misal yukarıdaki metinse ikincisine örnek de aşağıdaki metindir:
"Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı."
Rahman ismi Rezzak burcunda/manasında nasıl tulû eder? İki ayrı fiilin isimleri değil midir onlar? Bu bağlantı nasıl kurulur? Kurulur, çünkü Bediüzzaman o iki ismin/fiilin (kelime bulamadığım için kullanacağım) 'ahlakında/şânında' bir benzerlik görmüştür. Rahman nasıl zayıflara merhamet etmek isterse Rezzak da ona benzer şekilde (yine zayıflığın bir türü olan) açları doyurmak ister. Aynı ziyanın parıltılarıdır onlar.
Bu Allah'ın (yine başka kelime bulamadığım için kullanmaya mecburum) yaratış ahlakıdır. Şânıdır. Şe’nidir. Şuunatıdır. Allah'ın şanını bildiğiniz zaman o şândan ışık alan fiilleri/isimleri birbirleriyle hem daha kolay bağlar hem de tevhid bayrağı altında daha rahat toplarsınız. Çünkü bunlar aynı şuunatın gerektirdiği sıfatlardan (tekrar eden isimler) ve kanunlardan (tekrar eden fiiller) gelen isimler ve fiillerdir.
İşte, arkadaşım, mürşidimin metinlerinde böyle bir derinlik gördüm gibi geldi. Hata ettimse Rabb-i Rahim'imden bağışlanmak dilerim. Acizim. Rahman ismini Rezzak burcunda gördüğüm gibi, Rezzak ismini de Gafur burcunda görmek isterim. Çünkü günahkârın en muhtaç olduğu rızık affediştir. Rahman kimse Rezzak odur, Rezzak kimse Gafur da odur. Bunlar 'birbirine bakar şe'n ve namlar'dır. Aynı şe'nlerin isimler/fiiler sûretinde tezahürleridir. Amenna.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...