4 Mart 2016 Cuma

Din sünnetsiz olur mu?

Kur'an-ı Hakîm kitabımızdır. Sünnet ise pratiğimizdir. Mürşidimin Mirkatu's-Sünne ve Tiryak-u Marazı'l-Bid'a ismini verdiği 11. Lem'a'da sünnet-bid'a arasında kurduğu zıtlık, aslında ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bu meseleye bakışının da bir özetini oluşturur. Evet. Küfür doğrudan Kur'an'la mücadeleye tutuşmasından tanınabilecek birşeyken bid'a daha çok sünnetle girdiği kavgadan tanınır. Bu noktada Bediüzzaman'ın aynı bahiste yaptığı şu tanımını aktarmış olalım: "Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır."

İlginçtir: Mürşidim o bahiste farzları da sünnetlerden ayırmaz. Ya? Sünnetin içerisine dahil eder. Muhalefetlerini bid'a olarak görür. Çünkü bunlar sünnetin 'tek doğru' olduğu bölgeyi temsil eder. Nafilelerin bir kısmıysa sünnetin 'tek doğru' değil fakat 'en doğru' olduğu yerlerdir. Onları seçmek ahsendir. "Bugün dininizi kemale erdirdim..." ayetini de sünnet ve Kur'an birlikteliği içinde ele alan Bediüzzaman; "(...) kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir!" der. Yani ‘kemale eren’in içine sünneti de katar. Çok önemli bir uyarıştır bu bizler için. 'Âdâb' tabir ettiği kısım içinse daha yumuşak bir dil kullanır:

"Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, 'âdâb' tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir."

Görülüyor ki: Bid’a ehli bedbahtların arızası miras-ı nebevîyi 'beğenmemek' veya 'nakıs görmek'le başlar. Bir müslüman Aleyhissalatuvesselamın her sünnetine tastamam ittiba edemeyebilir. (Ki Bediüzzaman da aynı eserde bunun ancak ehass-ı havassa nasip olacak birşey olduğunu ifade eder.) Fakat onların 'en doğru seçim' veya 'olması gereken' olduğundan şüphesi yoktur. Olmamalıdır. Din ‘sünnetle’ tamamlanmıştır. Modernistlerin/ehl-i bid'anın bu ayet üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini iddia etmelerinin altı boştur. Eğer böyle anlaşılırsa, hâşâ, bizzat Kur'an bu ayetten sonra nüzulüne devam ederek abes işlemiş olacaktır.

7. Nükte'ye "Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın..." diyerek başlayan Bediüzzaman; 9. Nükte'de ise "Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak..." diye tarif ettiği hissedişle/inanışla mü'minin itikad ve muamelat dairelerindeki istikametli duruşlarını tayin eder. Tamam. Muamelatta tastamam sünnete ittiba edemeyebilirsin. Ama itikadda onlara taraftar olmak, onların doğruluğuna iman etmek, 'olması gerekenin o olduğunu düşünmek' İslam akaidinin bir parçasıdır. Bundan asla taviz vermemelisin. Gerilememelisin. Taraftarlığını yitirmemelisin.

Kanaatimce 'tarihselci okuma'nın hatası da tam bu noktada başlıyor. Bunlar öncelikle sünnet için 'en doğruluğu' tartışmaya açıyorlar. Sonra ‘tek doğru’ alanını da bu tartışmaya katıyorlar. ‘En doğru' dediğimiz kısmı 'kişisel sünnet' diye işaretleyip, Aleyhissalatuvesselamın şahsına hapsetme gayretindeki bu zümreler, mezkûr alanla ‘evrensel sünnet’ dedikleri diğer bölgenin nasıl ayrılacağını ise söylemiyorlar. Onlar söyleyemese de biz ‘heva’larını seziyoruz.

Sözgelimi: Haccedişi, kişisel sünneti midir, yoksa evrensel sünneti mi? Yarın birisi de çıkıp 'tavafın aslında Aleyhissalatuvesselamın kişisel bir seçimi olduğunu' söylese, onlara ('bana öyle geliyor/gelmiyor' dışında) hangi ilmî kaidelerle cevap verilecektir? Veremezler. Çünkü açtıkları kategoriler sakattır. Doğrusu ise şudur: Sünnetin farz/vacip olmayan bir kısmından bahsedilebilir ama ümmeti için de 'en doğru' olmayan (yani rehberlik fonksiyonu bulunmayan) bir sünnetten bahsedilemez. 11. Lem’a daha bunun gibi nice inci dersler içerir.

2 Mart 2016 Çarşamba

Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'e neden 'selefim' dedi?

Bu defa hakkında vaktinizi almak istediğim konu Bediüzzaman'ın Yavuz Sultan Selim Han’a 'selefi' olarak işaret etmesi meselesi. Hatta 'işaret' kelimesi zayıf kalır. Bunu açıkça ifade ediyor:

"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."

Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.

Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.

Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."

Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.

Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)

Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.

Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)

Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.

Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

1 Mart 2016 Salı

Altan Tan'ın 'gör' dediği...

Altan Tan'a cevap olarak değil, bu mesele benim de zihnimi bir süredir meşgul ettiği için yazacağım. Hatta tevafuk, bundan birkaç hafta önce, bir kahvaltıda, orada hazır bulunan abi ve kardeşlerime de düşüncelerimi açmıştım. Ben, Bediüzzaman'ın, vefat hastalığı üzerinde iken Urfa'ya gidişini tesadüf olarak görmüyorum. Hiçbir nur talebesinin de böyle görmediği kanaatindeyim. Hatta nur talebesi olmasın, fakat Bediüzzaman'ın işlerinde hikmetle hareket ettiğine inansın, o da bunun bir tesadüf olduğuna ihtimal vermez. Bediüzzaman, Urfa'ya, orada ruhunu Rahman'a teslim etmeye gitti. Ve dolayısıyla diyebiliriz ki: Defni için Urfa'nın mübarek toprağını ihtiyar etti. Peki, neden orayı seçti?

Ben bu seçimi Türk-Kürt-Arap kardeşliğine atılmış bir dikiş gibi görüyorum. İttihad-ı İslam'a yapılmış bir hizmetti Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı ve defni. Neden ve nasıl? Bediüzzaman'ın mübarek kabri orada olduğu sürece, ömrünün büyük bir kısmında aralarında yaşadığı vefakâr Türkler, onu akrabaları ve kahramanları sayan dindar Kürtler ve dine hizmetini takdir eden mübarek Araplar Urfa'ya akın akın gidecektiler, tıpkı bugün onunla ilgili diğer mekanlara gittikleri gibi. Ve bu gidiş-gelişler Türkler-Kürtler-Araplar arasında bir etkileşim oluşturacaktı. Hatta kardeşi Abdulmecid ağabeyi bu zulme mecbur edenlerin dahi "Suriye'den ziyaret için kaçak girişler olduğunu" bahane etmeleri, onun 'büyük bir birleştirici' olduğunu gösteriyor.

Kanaatimce; Bediüzzaman, Urfa'ya defnini böyle bir etkileşime sebep olacağı için de tercih etti. Hayatını ittihad-ı İslam'a adamış birisinin vefatını da bu yola hizmetkâr etmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Hatta öyle geliyor ki bana; eğer Üstad Hazretlerinin kabri Urfa'dan zorla taşınıp kaybettirilmeseydi; Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki diyalog da bugünkünden çok daha iyi bir seviyede olurdu. Belki coğrafyamız iletişimsizlikten kangren haline gelmiş sorunlarla uğraşmayacaktı bu kadar. Birbirimize karşı daha toleranslı ve anlayışlı olacaktık. Birbirimizi bilecektik. Etkileşim bunu sağlar. Bu meselenin bencileyin tarafı. Gelelim şimdi Altan Tan'ın söylediklerine...

Doğrusu; Altan Tan'ın, Nurcuların düşünce dünyasını anlamadan çok uzak birisi olduğunu düşünüyorum. Kendisi dindar olabilir. Fakat ruhu ruhumuzdan uzaktır. Çünkü kaderi ve hayatı okuyuş biçimi bizim gibi değildir. Nur talebeleri Allah'ın takdiriyle gerçekleşen her işte bir hikmet ararlar. Bu, bizzat Kur'an'ın, hadislerin ve Bediüzzaman'ın hikmet arayışlarının onlara verdiği bir derstir. Birşeyi 'irade etmek' ellerinde değilse, şartlar olgunlaşıncaya kadar 'müsbet hareket' diye tarif ettikleri metod içerisinde gayret etmeye devam ederler.

Silahlı bir örgütün siyasi kanadında milletvekili olan Altan Tan, müsbet hareketi anlayamadığı gibi, 'masum canı yanmasın' diye sabretmeyi de anlayamaz. Bu yüzden ruhu ruhumuzdan uzaktır. Kürt olması birşeyi değiştirmez. Kürt bir nur talebesi olarak, onun dilini Türk bir nur talebesinden çok daha uzak buluyorum. Bu kültür işi değil tedris işidir. Ve biz tedrisimizi Bediüzzaman'ın dizinin dibinde sürdürüyoruz. Kendisi gibi düşünmeyeni 'mutlak haklılığın fildişi kulesinden' serbestçe aşağılayan Altan Tan bizi nasıl anlasın? Onu, o meftun olduğu zirvelerde, öfkesiyle başbaşa bırakmak lazım.

Ben, nur talebelerinin, gerçekleşmesine engel olamadıkları bu tasarrufun ardında kaderin elini görüp, ona Bediüzzaman'ın metinlerinden ve vasiyetlerinden beslenmiş bir okuma ile bakmalarında beis görmüyorum. Hatta okumalarının hiç de haksız olmadığı kanaatindeyim. Daha hatta, bu okumanın, Urfa için de önemli olduğunu; topraklarında gerçekleşmiş bu zulme engel olamamaktan kaynaklanan öfkeden onları koruduğunu düşünüyorum. Ki, bu pencereden bakınca, Altan Tan'ın hakareti aslında Urfa halkına (en çok da Kürtlere) yapılmış bir hakarettir. Haşa, Urfa halkı asla korkak değildir; fakat öyle zamanlar olur ki, işler daha kötü olmasın diye dişinizi sıkarsınız. Bence hem Urfalılar, hem Nurcular, hem Türkler, hem Kürtler, hem Araplar... Bediüzzaman'ın kabrinin taşınması meselesinde dişlerini sıkıp kadere tevekkül etmişlerdir.

Ancak sorgulamayla karışık bir özeleştirim de var. Özü şu: Bediüzzaman'ın Emirdağ Lahikası'nda geçen; "Benim kabrim gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor..." ifadelerinin onun son vasiyeti olduğuna emin miyiz? Eğer Bediüzzaman, bu vasiyetinin kesin ve son kararı/kanaati olduğunu düşünüyorsa, neden Urfa'da vefat etmeyi seçmiştir?

Emirdağ'dan hiç hareket etmeyerek, hatta belki daha da ıssız bir yerde vefat etmeyi seçerek (bunu istese talebeleri elbette emrine uyarlardı), mübarek bedeninin gizli bir yere defnedilmesini sağlayamaz mıydı? Zira neshe dair hükümlerde olsun, sünnete dair uygulamalarda olsun, fıkha dair içtihadlarda olsun, 'son olan esas alınır' diye biliyorum ben.

Bu açıdan, nur talebelerinin yaptıkları kaderî okumayı çok mutlaklaştırmasında da hata var bence. Şartlar olgunlaştığında Bediüzzaman'ın kabrinin tekrar Urfa'ya nakledilmesi tartışma alanından uzak tutulmamalı gibi geliyor bana. Bu, topraklarındaki emanete yapılan saygısızlığın telafisi anlamında, hem özelde Nurculara ve Urfalılara, hem de genelde Kürtlere ve Araplara doğru hoş bir adım olmaz mı? Bediüzzaman'ın ahir ömründe orada vefat etmeyi seçmesiyle son vasiyetinin Urfa'da medfun bulunmak olduğu düşünülemez mi? Ki taşınmasa, hâlâ orada olacaktı. Nur talebeleri "Vasiyeti böyle değildir" deyip kabri taşımayacaktı. Hasılı: Bu konuya dair sorularım/sorgulamalarım var. Altan Tan'ın haksızlığı içinde bir dane-i hakikat sanki göz kırpıyor. Görmezden gelmemek lazım. İnsafla düşüncemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.

28 Şubat 2016 Pazar

GİMDES ve 'gönüllüleri' üzerine bir eleştiri...

Allah'tan fikrime istikamet vermesini ve ifrata/tefrite düşmekten korumasını dilerim. Öncelikle: Bir mü'minin salabet-i diniyesinden gelen takva endişesine/gayretine hürmet ve hayranlık duymaktan başka birşey diyemem ve duyamam. Bu 'eleştirilesi' değil 'özenilesi' birşeydir benim için. Fakat ehl-i takva şunu asla unutmamalıdır: Takva 'dayatılan' değil 'seçilen' birşeydir.

Din, dört mezhebin fetva dairesi kadar geniştir. Bu noktada bir mü'min, Allah'tan duyduğu haşyet ve Ona duyduğu muhabbet çerçevesinde sakınmanın zirvelerine çıkabilir; fakat başka birisini, eğer ameli fetva dairesinde bir yere isabet ediyorsa, kendi takvasına zorlayamaz. Ancak aksü'l-ameli/ters tepkiyi netice vermeyecek ve mürşidimin ifadesiyle 'damara dokundurmayacak' şekilde teşvik edebilir. Takva en temel anlamda 'haramdan kaçınmayı' ifade etse de, herkes de bilir ki, helal dairesi içindeki bazı şeylere karşı da daha duyarlı olur ehl-i takva. Tıpkı İmam-ı Azam Hazretlerinin borç verdiği kişinin ağacının altında 'riba olur' endişesiyle gölgelenmemesi gibi. Fakat fıkıh kitaplarına baktığınızda "Borç verdiğiniz kişinin ağacında gölgelenmeyin! Yoksa faize girer!" diye bir başlık yoktur. Bu, İmam-ı Azam'ın (r.a.) hususi dünyasındaki zirvesidir. Her babayiğidin de harcı değildir.

GİMDES'le ve daha çok 'gönüllüleriyle' ilgili endişelerim de tam bu noktada başlıyor. Onlar takvayı nasıl anlıyorlar? Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'keyfe kâfi gelen' helal dairesinin etrafını mı çeviriyorlar onla? Yoksa her keyfe kâfi gelmeyecek, belki dindeki salabetinde ve Allah'a muhabbetinde genelden bir adım öne çıkabilmiş insanların gönlünü edecek bir dairenin etrafını mı çiziyorlar? Bu sorunun cevabı önemli. Çünkü bizi 'dayatılabilir' veya 'özendirilebilir' dediğimiz iki farklı faaliyet alanına ve eyleme türüne götürecek tarifimiz. Eğer 'takva'dan anladıkları helal dairesinin sınırları ise, pekala, doğrularını nehy-i ani'l-münker olarak dayatabilirler bize. Fakat ya ötekiyse? O zaman borç verdiğimiz insanların ağaçları altında gölgelenmeyi de yasak edebilirler mi?

Bediüzzaman'ın hayatını okuyanlar onun hediye ve sadaka kabul etmediğini, hatta yemek ikramlarını bile pek nadir kabul ettiğini bilirler. Fakat Bediüzzaman takvasından kaynaklanan bu istiğnayı nasıl bir zemine oturtur? Kendisine sunulan hediye ve sadakalarda artniyet olduğuyla veya getirilen yemeklere haram karışmış olabileceğiyle mi, yoksa kendi duruşunun ve bireysel hassasiyetlerinin altını çizerek mi?

Ben hiçbir metninde Bediüzzaman'ın bu hassasiyetini anlatırken birilerini itham ettiğine şahit olmadım. Hatta genelde bu davranışını izah ederken muhataplarının kalplerini de kırmamaya çalışır, bu durumun özel halinden kaynaklandığını tekrar tekrar ifade eder. Ona ikram eden kişi de emin olur ki, kendi getirdiğinde veya pişirdiğinde bir sorun yoktur. Bu, ikramda bulunmak istediği kişinin takva seçimidir. Hatta çok yakınında olan talebeleri haricinde bu ahlakını emir olarak uygulattığı da görülmez Bediüzzaman'ın. Ancak hizmetinde bulunanları, kendisiyle yakınlıklarından dolayı, bu davranış şeklinden sorumlu tutar.

Peki, GİMDES gönüllülerinde bu işler nasıl yürümektedir? Elbette genelleme yaparsam hatalıyım ve kul hakkına girerim, fakat yaşadığım birkaç olay ve bana nakledilen diğer birkaçında gördüm ki; bu kardeşler hayırlı bir niyetle fakat muvazene-i şeriatı gözetmeden bu işi yapıyorlar. Yine tekrar ediyorum. Ben bu arkadaşların 'helal gıda' ve 'takva' endişelerine karşı değilim ve olamam da. Fakat bu endişelerini sunuş şekillerine (rastladığım örnekleri kadarıyla) karşıyım. Çünkü yaptıkları şeyin fitne oluşturduğunu düşünüyorum.

Örneğin: Sosyalmedyada öylesine paylaştığım birkaç gıdadan dolayı uğradığım muamelenin 'haram yemiş' gibi olduğu kanaatindeyim. Yüzlerine söyleyince kabul etmiyorlar. "Kastettiğimiz şüpheli!" diyorlar ama ne söyleyiş ne de kabulleniş tarzları 'şüphe'ye benzemiyor. Çünkü bu bir şüpheye dayansaydı haramlığı kesin olmadığından 'seçim' mesabesinde kalmalıydı. Benim seçimim de seçimlerden bir seçim olurdu. Fakat onlar bu seçimlerini bir şekilde dayatıyorlar. Seçmeyenleri de rahatsız ediyorlar. Yanlışta olduklarını hissettiriyorlar. Gönüllülükle yürüttükleri faaliyet bu sanırım.

Üstelik 'haram' veya 'şüphe'ye dair tanımları da net değil. Bence bu arkadaşlar vehmi şüpheyle, şüpheyi de haramla ayırmada sorunlular. Paylaştığım bir gıda maddesi hakkında "Onu yeme!" diyen kardeşime soruyorum: "Haram mı?" Olmadığını, fakat şüpheli olduğunu söylüyor. "Peki" diyorum, "şüphenin dayandığı delil ne?" Çünkü bir delilden neşet etmeyen şüphe bâtıldır. Yani o şüphe değil vehimdir. "GİMDES'ten sertifikası yok!" diyorlar. Bu şaşılacak bir iştir. Çünkü fıkıhta 'sertifika yokluğu' diye bir delil yok. Ki zaten GİMDES yetkilileri de sertifika yokluğunun hiçbir hüküm ifade etmediğini söylüyorlar. Nitekim bugün bir kez daha twitter'dan Süleyman Yerlikaya isminde bir kardeş (GİMDES'te yetkili olduğunu sanıyorum) aynen bu cümleyi bana yazdı. Peki, hakkında bir hüküm olmayan meselede ben neden günah işlemişim gibi muamele görüyorum?

Açıkça ifade etmeyen, ama alttan alta da 'haram' sopasını gösteren tavır istikametli bir tavır mı? Daha kötüsü, geçenlerde, meşhur bir firma hakkında GİMDES'in kendi sosyalmedya hesabında paylaştığı bir bilgide yaşandı. O markanın aldığı helal sertifikasının TSE'den olduğu ve TSE'nin sertifika verirken kendilerinin gösterdiği kadar hassasiyet göstermediği gibi/benzeri ifadeler kullanıldı. Şimdi sertifikasızlık, kendi ifadeleriyle, bir hüküm ifade etmezken bu şüpheyi uyandırmak doğru birşey mi? TSE'nin helal sertifikasını almış ürünler hakkında ve özelde o marka hakkında oluşan bu sis bir mesuliyet oluşturmaz mı? Üstelik oluşturulan bu sisin delilleri nelerdir? Bunlar apaçık ortaya konup TSE'yle daha hukuki bir zeminde yüzleşmek varken bu 'söylenti' dilini hortlatmak niye? Burada da takva endişesi gerekmez mi?

Bakın ben endişeliyim. Bu iş iyi bir yere gitmiyor. Niyet hayır olabilir. Başlanırken hayır hedeflenmiş olabilir, ama fıkhî meselelerde avamı sahaya davet edip değnekçi yapmak, muvazene-i şeriatı korumakta zorlanacaklarından, kötü neticeler doğuracak. Ki duyuyuyorum, doğuruyor da. Dindar bir okulda öğrencilerine pasta ikram eden dindar bir öğretmen, velilerin pasta fotoğraflarını görmesinin ardından kabus yaşayabiliyor. Neden biliyor musunuz? Pastanın içine kattığı şeylerin velilerin bilgisi dahilinde olmamasından. Çocuklarının ne yediklerini bilmemelerinden... GİMDES gibi kurumlar darulharp tabir ettiğimiz gayrimüslim memleketlerinde elbette çok önemli bir görev görüyor. Fakat yakında darulislamda müslüman müslümanın evinde birşey yiyemez hale gelecek bu vehimler yüzünden.

Zaten bu GİMDES meselesi erkeklerden ziyade hanımlarda zirve yapmış durumda. Adeta bütün hayatlarını sertifikalı gıdalar üzerine kurguluyorlar. Bana 'sertifikasız gıdanın şüpheli olduğunu' söyleyen bir hanım kardeşime mesela şunu sordum: "Siz hiç komşunuza gidip birşey yiyip içmiyor musunuz?" Rahat bir şeklide "Elbette yiyip içiyorum" dedi. "Peki, hiç yediklerinizde/içtiklerinizde sertifika aradınız mı şimdiye kadar?" dedim. "Hayır!" dedi. Yani anlaşılır gibi değil. Beni uyarırken sertifikasızlık gıdayı şüpheli kılıyor, ama kendisi komşusundan birşey yerken aynı endişeyi gütmüyor. Sanki 'helal gıda' başkasını dürtmek için ucu iğneli bir sopa.

Tepkimi abarttığımı düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Bakınız, yaşı otuzdan büyük olup Gülen Cemaati içinde bulunanlar varsa, hatırlarlar. Bu konularda GİMDES vb. kurumlar yokken en hassaslar onlardı. Gün geçmiyordu ki, birşey hakkında söylenti çıkmasın. Söylenti, söylenti, söylenti... Delil melil yok. Şunda şu varmış. Bunda bu varmış... (Patronunun Nurcu olduğunu bildiğim firma hakkında bile "Domuz eti katıyorlarmış" diye söylenti çıkarmışlardı. Oğluyla Risale derslerinde hep karşılaşırdık. Sonra öğrendik ki, destek bulmadıkları firmaları karalarlarmış böyle.) Rahmetli babam, ömründe bize kızmış/el kaldırmış değildir, bir gün vehmimizden ötürü bize öfkelendi. Çünkü çalışıp getirdiği herşeyden şüphe ediyorduk. Abdestini alıp cuma namazını beklerken vefat etmiş ve dürüstlüğüyle şöhret bulmuş bir adamdır babam. Vallahi yıldı bizim bu vehmimizden.

Ve bugün ona hak veriyorum. Çünkü bu takva endişesi, diğer bir takva endişesini gözetmiyor. Ayet demez mi? "Fitne katldan eşeddir." Metin Karabaşoğlu abinin Hucurat sûresinden yaptığı harika bir tesbittir. "Takva en çok insan-insan ilişkilerinde sınanır." Şapkamızı önümüze koyup düşünelim: İnsanlar birbirlerinin evinde birşey yemekten sakınıyorlarmış artık bu endişelerle. Sizce bu fitne değil de nedir?

Karşındaki de müslüman kardeşindir. Hüsnüzanna memursun. Eskiden bazı sünniler alevilerin kestikleri eti yemezlerdi. Alevilerin en çok kanına dokunan meseledir. Ve keskin bir fay hattıdır. Şu an bu arkadaşlar da iyi niyetle fakat kötü sonuçlanacak bir iş yapıyorlar. Bunlar da aynı endişelerle sünnilerin içinde ikinci bir fay hattı açıyorlar. Deliliniz varsa hep beraber 'haram' diyelim yemeyelim. Ama vehme vücut vermeyin, hortlatmayın. Kardeşliği yaralıyorsunuz. Mabeynimizdeki hüsnüzannı baltalıyorsunuz. Takva sadece yemek içmekteki hassasiyetle olmaz. Kalp kırmamak da takvaya dahildir. Hasılıkelam: İyi niyetle endişemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.

27 Şubat 2016 Cumartesi

Yazmak kuyudan konuşmaktır

"Lasiyyema, kalb bazan meselenin derin yerlerinden, kuyu dibinde gibi bir tıntın ederse, lisan işitemez; nasıl tercümanlık edecektir?" Muhakemat'tan.

Evet, çok yalnızdım. Şükür ki, kelimeler içinde kaybolmayı öğrendim. Orada kayboldukça kendimi buluyordum. Bu yazmak meselesi, bir kıssa-i Yusuf gibi, kuyu hikayesi. Yüreğinde bir yer var. Orada sesler daha berraklaşıyor. Kesretin gürültüsü uzaklaşıyor. Yazarken oraya çekiliyorsun. Rahatlıyorsun. Bir anlamda da yükselmek gibi bu geriye çekiliş. Herşey daha net görünmeye başlıyor gözüne. Herşey sadece şey...

Kuyuya atmışlar seni. Kardeşin kardeş olmadığı bir dipte uyanıyorsun. Sırtında gömlek bile yok. Bu bir boşluk yaratıyor. Kardeşsiz kalmanın boşluğu. Gömleksiz kalmanın boşluğu. Kuyudaki boşluk. Yarın ne olacağını bilmemenin ve kestirememenin boşluğu. Boşluk boğucudur. Bir şekilde doldurmamız gerek. Yoksa biteriz. Ve yazıyorsun.

Yazmak aslında kuyudan konuşmaktır. Çığlık atarak o boşluğu doldurmaya çalışmaktır. Çığlık atmakla dolar mı boşluk? Asla! Fakat sesinin yankılanıp gelmesinden bir ülfet gelir sana. Konuştuğun kendindir. Yankı sesinindir. Fakat yalnızlığını alır. Yazmak yalnızlığını alır. Ama boşluğunu almaz. Bu yüzden bir yazan, hep yazar. Yazmayı bırakmışsa, ölmüştür.

Yazmak, ama birşeylere varmak için onu araç kılarak değil, bizzat onu severek yazmak. Bu kurtarıyor bizi. Çünkü amelin içinde saklı olan lezzetin keşfidir ancak yazdıran. Eğer yazmak sizin aracınızsa, bu kuyunun kolay kuruyacağını söyleyebilirim size. Çabuk bıkarsınız. Sonuçları elde etmekteki aceleciliğiniz, bazı bazı kaleminizin istikametini yitirmesine de neden olur. Yahut da hırsla yazarsınız. Sonuçlar elinize geçmiştir. Sonuçlar elinize geçtikçe daha çok sonuç için daha çok üretirsiniz. Sanayi işletmesi olmak gibidir sizin için yazarlık. Hakikat dervişi değil, bant işçisidir kalem. Yani o yerinde durur, önündeki değişir. Konunuzu dahi kendiniz seçmez, başkalarından alırsınız. Böyle yazmakla insan ne olur?

Güzelliğini başkalarını tasdikine muhtaç sananın köleliği bitmez. Kendisini kendisi üzerinden tanımlamayan hiçbir kemalin ömrü uzun değildir. Zira aynalar değişir. Yorumlar değişir. Zaman değişir. Bu kadar değişiklik içinde "İyi birşey yaptım!" demekten başka elinde bir teselli kalmaz. Seni seven çok kişi olabilir bugün. Fakat yarın, yaşlandığında, dilin insanların diline yabancı gelmeye başladığında, dünya ve düzen yerini değiştirdiğinde herşey yerinden oynar.

İhtiyarlıkta konuşan ihtiyar değil, susan ihtiyar makbuldür. Neden? Çünkü senin varlığın bir eskinin varlığıdır. Sen onları aşinası olmadıkları bir dili anlamaya zorlarsın. Bu zorlanmayı istemez gençler. Yüz kere anlattığın hatırayı tekrar dinlemek istemezler. Şimdi gençsin. Söylediğin şeylerin tazeliği ile bir teselli bulabilirsin. Fakat eskidiğinde ne yapacaksın? Bağlamdan uzaklaşıldığında cümlelerini güzel kılan ne olacak?

İşte bu noktada elinde kalacak son şey, kendinin yazmak fiiline verdiğin anlamdır. Sen kendini iyi birşeylere hizmet etmiş ve 'iyice' hizmet etmiş görüyor musun? Yazman bir işe yaradı mı gerçekten? Bunu, gördüğün ilgiden/ilgisizlikten bağımsız olarak 'evet' diye yanıtlayabiliyorsan, senden yazar olman beklenir. Artık kardeşlerin ister seni terketsin, ister seni sevsinler; ne intikam, ne ilgi peşinde olmazsın.

25 Şubat 2016 Perşembe

Mustafa Kemal'i öveyim derken ceddine sövmek

Bu hep karşımıza çıkan bir mesele olduğu için hakkında yazmaya değer. Hem bu vesileyle bir hastalığa da dokunmak mümkün. AK Partili Nurettin Yaşar ile CHP'li Levent Gök arasında geçen bir tartışmada Gök'ün söylediği; “Bilmelidir ki o kişi, eğer Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Cumhuriyet olmasaydı, kendisi acaba doğacak mıydı ya da kimden doğacaktı, nasıl doğacaktı belli değildir..." cümlesi Meclis'in karışmasına neden olmuş. Eh, karışması da anlaşılırdır, zira bu sözün çağrışımları masum şeyler değil. Daha önceleri sosyalmedyada da türevlerine rastladım. Haksızlığın son kalesi olan sinizm ve alaycılık Kemalistlerin arkasından konuşmayı pek sevdikleri bir siper. Peki, bu siper onlara ne sağlıyor? Öncelikle mantığa muhtaç olmuyorlar böylece. Ne de olsa mantık, asgari bir haklılığa, en azından bir dane-i hakikate, ihtiyaç duyar. Bu yüke hiç girmiyorsunuz. Slogancılığın en rahat yanı: Atıp dağılıyorsunuz. Arkasını artık kim toplarsa toplasın. İsterse hiç toplanmasın!

Hep bu ve benzeri şeyleri paylaşan/söyleyen arkadaşlara sormak istemişimdir: Sizi, ailenizin veya atalarınızın namusu konusunda bu kadar güvensiz kılan nedir? Ben de en az sizin kadar bu topraklarda doğmuş büyümüş birisi olarak ne toprağın ne de insanının dokusunda böyle bir yatkınlık görmüyorum. Yani ülkesini işgal edenler olduğunda "Hoşgeldiniz! Buyrun bunlar da kadınlarımız ve kızlarımız. Onlar da sizi bekliyorlardı!" diyecek bir alçaklığın bu topraklarda varolduğunu düşünmek öncelikle insanımızın ve insanlığın tarihine hakarettir. Daha özel dairede, bu tavır, İslam'ın müslümanlarda dem ve damarlara kadar işlediği izzetin tezahürüne zıttır. Doğrusu, bu arkadaşların endişelerinin nereden kaynaklandığını anlayabilmiş değilim. Acaba atalarında bu yönde bir zayıflık mı gördüler? Yani mesela bu sözleri söyleyenlerin dedelerinin veya ninelerinin namus konusundaki duruşunda bir esneklik mi vardı? Hâşâ, ben 'fıtraten mükerrem olan insana' yakıştırmıyorum. Ama ağızlarından çıkan dumanın oluşturduğu siste bunlar vehmoluyor.

Muhakemat'ta Bediüzzaman'ın altını çizdiği birşeydir: "Mübalağa ihtilalcidir." Bir insanı olduğundan daha büyük göstermeye çalışırsanız, yaptığınız ihtilalin acı sonuçları size dönmeye başlar. Yine Muhakemat'ta geçiyor: "Vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar büyük rütbeye girmekle tekebbür ederler. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder." Mustafa Kemal'i olduğundan daha büyük bir noktaya yükseltmek de aynı şekilde hem tekebbüre hem de tenasübün bozulmasına sebep oluyor. Onu süperkahraman yapayım derken yedi ceddinizi zan altında bırakıyorsunuz.

Sanki Mustafa Kemal olmasa herkes namusunu gavurlara peşkeş çekmeye teşne, bekliyor. Kimsenin karşı çıkası yok. Elbette kem söz sahibine yakışır. Ve elbette sözün sahipleri kendi ataları adına bu endişelere sahip olabilirler. Fakat aynı kişilerin bizim ceddimiz hakkında da böyle bir ithamda bulunmasını kabul edemeyiz. Meclis'teki kavganın da sanıyorum bununla bir ilgisi var.

Bediüzzaman'ın altını tekrar tekrar çizdiği bir hastalıktır: "Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse, havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma, taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, 'Hasan Ağa, aferin!' Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!" Ortada bir başarı varsa bu en çok kimin malıdır? Mustafa Kemal tek başına olsaydı neyi başarabilirdi? Fakat işte o zalim 'peşkeş düsturu' der ki: "Hepsini Mustafa Kemal'e ver." Sonra bedeli ne olur bunun? Bedeli, Mustafa Kemal dışındaki milletin 'uçkuruna sahip çıkamayan korkak ve zayıf insanlardan' mürekkep görülmesidir. Gel de bu hale Bediüzzaman gibi 'şerr-i hazin' deme. Adam Mustafa Kemal'i yükselteceğim diye ceddine sövüyor, haberi yok.

24 Şubat 2016 Çarşamba

Hz. Âdem (a.s.) ile Havva'nın çocukları birbirleriyle evlendi mi?

"Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa sûresi, 160)

Şu bir modernist hastalığıdır: Doğruyu veya yanlışı hâkim seküler söylemden ders aldıktan sonra Kur'an'ı ona (hâşâ) yancı kılabilmek için tevile girişir. Hz. Âdem ve Havva'nın çocuklarının birbirleriyle evlenmesi meselesinde de böyle bir durum var. Bunun mümkün olmayacağını söyleyenler Kur'an'ın "Bu olmamıştır!" beyanı olduğu için veya hadislerde "Böyle birşey olmamıştır!" beyanı bulunduğu için yapmıyorlar. Hâkim söylem onların kulağına bir şüphe fısıldıyor ve onlar da bu şüphenin kuyruğunda iddia sahibi oluyorlar.

Ve diyorlar ki: "Kardeşlerin evlenmesi sapkınlıktır. Allah sapkınlığa izin vermekten münezzehtir. O halde böyle birşey yaşanmamıştır!" Halbuki birşeyin sapkınlık olması Allah'ın onu 'sapkınlık' olarak tayinine bağlıdır. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat birşeyin haramlığının onun zatından değil, Allah'ın tayiniyle olduğuna iman eder. Kur'an-ı Kerim'de de beyan buyrulan, 'geçmiş ümmetlere helal olup bize haram olan' veya 'geçmiş ümmetlere haram olup bize helal olan' şeyler ancak böyle anlaşılır. Eğer o şeyler zatlarından dolayı haram olsalardı hep öyle olmaları gerekirdi. Demek ki, o şeylerin haramlığı zatlarından gelen bir özellikten dolayı değil, ancak Allah'ın tayiniyledir. Bediüzzaman çok güzel bir illet-hikmet dersiyle mevzuu özetler:

"Me'mûrât ve menhiyât-ı şer'iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilir. Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir. İşte, bu kaide-i şer'iyeye binâen, ahkâm-ı şer'iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar."

Bu, bildiğim kadarıyla, Mutezile ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat arasındaki en temel ayrımdır. Ve hatta buradan kaynaklanan bir ifrat-ı tenzih ile Mutezile tevhid noktasında dalalete sapmıştır: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

Bu nedenle biz birşeyin haramlığına, zatında bulunan ve Allah'ı dahi (hâşâ) o şeyi haram kılmaya mecbur edecek bir kötülükten dolayı olmuştur gözüyle bakmayız. "Allah'ın nehyinden dolayı haramdır!" deriz. Hikmetler bu noktada, tıpkı Bediüzzaman'ın yukarıdaki örneklemesinde olduğu gibi, bağlayıcı olamaz. Diyelim ki, bir gün, domuz etindeki tüm zararları ortadan kaldırabilecek bir teknoloji icad edilmiş olsun. Bu teknoloji dahi domuz etini bir müslümana helal kılamaz. Çünkü domuz etinin haramlığı Allah'ın onu yasaklamasından dolayıdır. Zararlarından dolayı değildir. Yine diyelim, bir gün, bilim insanları açıklasınlar ki: "Koyun eti domuz etinden daha zararlıdır." Bu yine de koyun etini haram kılamaz. Çünkü Allah'ın, ismiyle kesildikten ve helal yoldan elde edildikten sonra, koyun etinin haramlığına dair bir nehyi yoktur. Hikmetler, helal şıklar arasında tercih ettirici olabilirler. Sığır eti yerine daha hafif diye tavuk eti yiyebilirsiniz. Ama illetin yerine geçemezler. Daha hafif diye domuz eti yiyemezsiniz.

Şeriatın parça parça gelmesi de bize bir delil oluşturabilir. İçkinin haramlığının İslam'ın ilk yıllarında değil daha sonra gerçekleşmesi onun nehyinin ancak nehy-i ilahiyeye matuf olduğunu gösterir. (Eğer sırf zatındaki kötülükten dolayı olsaydı neden içki ilk yıllarda helal sonra haram olsundu?) Yine 'adam öldürmek' fiilinin cihaddayken caiz, masumlar ve müslümanlar mabeyninde haram olması 'öldürme' fiilinin sırf zatındaki bir kötülükten dolayı haram olmadığını gösterir. Onu haram kılan, Allah'ın yasakladığı şartlarda ve kişilere dönük olarak işlenmesidir. Bu noktada Bediüzzaman'ın mezkûr noktayı en güzel özetleyen cümlesi şu metnin içinde yeralmaktadır:

"İşte, şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki, pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, 'Yağmur rahmet değil.' Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine ve istidadına aittir."

Abdin kisbi/kazanması o şeyin yaratılışına değil 'seçiliş yoluna' bakar. Eğer seçiliş yolu Allah'ın öyle seçilmesini haram ettiği şekilde olursa, kul bundan mesul olur. Yok, Allah öyle seçilmesini helal kılmışsa, halkın/yaratılışın tamamı zaten hayır üzerinedir, hayrından istifade etmiş olursun. Afiyet olsun. Fakat senin ondan gördüğün veya görebileceğin zarar Allah'ın nehyine karine olamaz. Dinin koyucusu Allah'tır çünkü. Bizim aklımız, hevamız veya 'göre'miz değildir. Eğer Hak Teala, Hz. Âdem'i (a.s.) ve Havva'yı yarattığı ve imtihan için dünyaya indirdiği dönemde, hikmeti icabı kardeşlerin evlenmesini helal görmüşse, kusura bakma efendi, sana 'kul gibi' durumu kabullenmek düşer.

Yine mürşidimin tam da bu makamda diyor: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit utmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir."

Senin seküler aklınla yarın birisi de "Hz. İsa aleyhisselam nasıl babasız olur?" derse veya "Bir tek Allah bütün evreni nasıl idare eder canım?" diye sorarsa, bu meselede tökezlediğin gibi yarın oralarda da tökezlemeyeceğini kim garanti edebilir? Odak noktasını kaçırma! Mesele 'hendese'yi nereden aldığındır. Eğer modern ve seküler söylemden hendeseler alıp Allah'a o hendeseleri kabul ettirmeye çalışırsan eşekliğinin kulakları burada kalmaz, aya kadar varır. Hasılı: Bence bu 'Hz. Âdem ile Havva'nın çocuklarının evlenmesi meselesi' bir tenzih meselesi değil, takyid meselesidir. Yapılmak istenen de Allah'ı kusurlardan tenzih etmek değil, seküler aklın kıstaslarıyla şeriat koyucusunu sınırlamaktır. Bir gün Batı eşcinselliği büsbütün hayır gibi görmeye başlarsa, bu modern zaman çanak yalayıcılarının Hz. Lut'un (a.s.) kıssasını da akla zarar tevillere uğratmaları işten bile olmayacaktır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...