"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır."
Blind filminden
Osman Sertuğ Çalışkan abinin Elçi isimli kitabını okurken kalbime dokunmuştu şu cümleler: "Resul-i Ekrem (a.s.m.) bugün aramızda değil. Lakin cismaniyetiyle aramızda olmasa da Kur'an ve sünnetiyle o bizi hiç terketmedi." Ben de aynı kanaatteyim. Ve hatta diyebilirim ki: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dediğimiz zamana yayılmış o müstakim topluluk da hep bu kanaate sahip mü'minlerden oluşmuştur. Onların sünnet hususundaki sahiplenici duruşu, 'vazgeçilmez' görüşü, Aleyhissalatuvesselama dair böylesi bir güzel okumaya yaslanır. Elhamdülillah, okuyanlar sayısınca, elhamdülillah.
Tevbe sûresinde haber verilen "Size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir..." hakikatinden de beslenen bir okumadır bu. Evet, biz, Aleyhissalatuvesselamın vefatını haber verene inanırız ama onun bizi terkettiğini söyleyene inanmayız. Binlerce nümunesini işittiğimiz şefkati/ilgisi izin vermez buna. Mürşidim de demez mi Minhacü's-Sünne isimli eserinde şöyle:
"Evet, rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi 'nefsî, nefsî' dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm 'ümmetî, ümmetî' diye refet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından 'ümmetî, ümmetî' işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle."
Evet, nankörlük ve vicdansızlıktır, çünkü şefkati reddeder. Çünkü kendisini kurtarmak isteyen eli ısırır. Çünkü böylesine merhametli bir Peygamberin ümmetini terkettiğine inanır. Yahut da ilgilenmediğine. Yahut da önemsemediğine. Yahut da hesap etmediğine. Yahut da düşünmediğine... Bunlar birbirini kaçınılmaz kılan ilgisizliklerdir. İçindeki 'serserileşme şehveti'ne kapılan bir sapkın, sünnetin tarihin bir köşesinde kalmasını o derece arzu eder ki, bunun bir açıdan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın ümmetiyle şefkat bağını kesme anlamına geldiğini düşünmez. Kendisini esirgeyen nasıl bir himayeye karşı koyduğunu derketmez.
Böylelerinin dünyasında peygamber 'postacı'dan ileriye gidemez. Çünkü elçiyle girilecek 'postacılık' dışında bir ilişki ona karşı başka sorumlulukların da varlığını kabullenmeyi zorunlu kılacaktır. Eğer peygamber 'postacı' değil de ‘alakadar bir öğretmen' kabul edilirse, verdiği ödevler yapılır, dersleri herdaim ayrıca önemsenir, izahları görmezden gelinemez. Örnekliği ister istemez tedrisin bir parçası olur. Postacı getirdiği kitabı izah etmez. Ödev vermez. Not kırmaz. Ama öğretmenin fonksiyonlarından kaçılamaz.
Hadis inkarcısıysa peygamberi ile ilişkisi böyle olsun istemez. Böyle bir alakadarlığı hevasına ‘alan daraltma’ olarak görür. Vefatıyla yetinmez Aleyhissalatuvesselamın. Evet. Yetinemez. Terketmesinin de arzusundadır. İddiasındadır. Halbuki, onun salavat üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişki dahi, bizimle fert fert alakadar olduğunun delili değil midir: "(...) ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle, hadsiz bir şefkatini göstermiş."
Öyle ya: Ümmetini terkeden ümmetinden neden salavat istesin? Bizimle kurduğu bu ilişki, bu temenni, bu ödev, onun hiçbirimizi ıskalamayacak bir alakayla yaşadığını ve halen de manen yaşıyor olduğunu gösterir. Bu ilgiyi kabul ettiğiniz anda sünnetinin hayatımızla kurduğu ilişki değişir. Aşkınlaşır. Evet. Artık onu ne tarihe hapsedebilirsiniz ne de görmezden gelebilirsiniz. Sizi sizden daha çok düşünen bir muallimin rehberliğidir o. Vahyin kalbine indiği Zât’ın izahlarıdır. Yani, arkadaşım, Aleyhissalatuvesselamın şefkatini inkar etmeyen, onun sünnet-i seniyye üzerinden ümmetiyle kurduğu ilişkiyi/ilgisini nasıl inkâr edebilir?
Nasıl ki, deistler, Allah'ın 'yaratmak' noktasında mahlukatıyla kurduğu ilgiyi/ilişkiyi 'konuşmak' noktasında reddediyorlar. Yani vahyi inkar ediyorlar. “Binbir sanatla yaratmıştır ama sonra başıboş bırakmıştır!” diyorlar. Yani, tabir-i caizse, Allah'ın Halıkıyetiyle görünen sonsuz ilgisine sınır çizme hadsizliğini yapıyorlar. Hadis inkârcıları da benzer şekilde Fahr-i Kainat Efendimizin ümmetiyle olan bağını dönemine hapsedip/hasredip sonrakilerle bağını koparmaya çalışıyorlar. Sevda, aynı sınır sevdası, görebilene.
Arkadaşım, dikkat buyur, böylelerinin sünnetin meşruiyetiyle beraber salavatı da tartışmaya açmaları tesadüf değil. Öyle ya: Şu ilgiyi kesmeden sünnetin meşruiyetini nasıl reddedebilirler? Fakat biz bu vesileyle bir kez daha imanımızı tazeleriz. Ve deriz: 'Vefat etti' diyen yalan söylemiyor ama 'terketti' diyen vallahi yalancıdır.
5 Mayıs 2016 Perşembe
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Kerbela Hz. Hasansız anlaşılır mı?
Şuradan başlayayım. Etyen Mahçupyan Yüzyıllık Parantez’de mürşidime dair şöyle bir analizde bulunuyor: "Bediüzzaman kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.
Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."
Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.
Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.
İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.
Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.
Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."
Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.
Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.
İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.
Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
30 Nisan 2016 Cumartesi
20. Söz tarihselciliğe de şifa olabilir mi?
“Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.
Mürşidimin 20. Söz’de Kur’an kıssalarının zaman üstü boyutlarını anlattığı bölüm, sırf bir Kur’an savunusu değil, aynı zamanda bir sünnet müdafaasıdır bence. Muhtemel “Neden?” sualiniyse şöyle göğüsleyebilirim: Orada “Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor...” şeklinde aşılanan okuma biçimi sadece kıssaları ‘bütün zamanlarla konuşur’ kılmıyor. Ya? Bir bütün olarak peygamberlerin hayatlarını da ‘bütün zamanlarla konuşabilir’ hale getiriyor. (Onlar zaten konuşuyor da arkadaşım biz görmesini yeni öğreniyoruz.) Çünkü en nihayetinde o kıssaların teması peygamberlerin hayatlarıdır. Furkan’ın onları zamanlarında bırakmayıp ahirzamana taşımasıysa ‘sadece kendi çağlarıyla konuşmadıklarına’ delildir.
Evet. Elhamdülillah. Buradan kıssaların Kur’an’daki varlığına dair bir hikmet okuması daha yapılabilir: Yani belki de onlar ‘peygamber hayatlarına dönük daha zengin okuma biçimleri öğretmek için’dirler. Anmakla kıymetlerini sezdirmektedirler. Eğer o kıssaları tarihselci Mustafa Öztürk ve avanesi gibi mitoloji çamuruna bulamazsanız, bakmayacağınız bir yere kaldırmazsanız, cümle zamanlarla ilgilerini farkedebilirsiniz. Ve oradan da vahyin içinde sünnete bir delil oluşturduklarına uyanabilirsiniz. Uyanışlar peşpeşe arkadaşım. Öyle ya: Kur’an, peygamber kıssalarını böylesi ‘eskimez bir ders kaynağı’ olarak zikrediyorsa, o halde Hatemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da böylesi bir muallimlikten dışlanamaz. Onun tecrübesi de nübüvvetten gelen eskimez renkten hissesiz değildir. Minhacü’s-Sünne’sinde Bediüzzaman Hazretleri şunun bir misalini ‘ehl-i beytine duyduğu muhabbet’ üzerinden ortaya koyar:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.”
Yani, arkadaşım, anladığımca mürşidim diyor ki burada: Efendimiz aleyhissalatuvesselam elbette Hasan ve Hüseyin’in (radyallahu anhum ecmain) dedesidir. Dedeninse torunlarını sevmesi doğaldır. Fakat sakın ıskalama! Onlara duyduğu muhabbet dahi nübüvvetinin hikmetinden hariçte değildir. Büsbütün beşerî değildir. Eğer bu sevgiyi sırf bir dede-torun muhabbeti olarak görüp tarihselci bir hapsedişe maruz bırakırsanız, o zaman Kur’an’da geçen “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor...” sırrını anlayamazsınız. Bunu sadece ‘bir aile reisinin yavruları için beslediği sevgi’ sanırsınız. Halbuki bu öyle birşey değildir. Aşkın tarafları da vardır:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. (...) Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: ‘Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.’ Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”
Tekrar başa dönerek toparlarsak. Kur’an ve peygamberler tarihi ilişkisi bize gösteriyor ki: Nebilerin hayatlarıyla Kur’an’ın hakikatleri arasında kopmaz bir bağ var. Tarihselcilikle vahyin aşkınlığına körleşmeden kıssaları mitoloji haline getiremeyeceğiniz gibi, aynı mitçi körleşmeyi yaşamadan sünneti de gözden düşüremezsiniz. Çağlarına hapsedemezsiniz. Hepsi birbiriyle bağlıdır. Birbirinin parçasıdır. Delilidir. Burhanıdır. Bu yüzden tarihselciler hem ‘Furkan’a hem ‘kıssalarına’ hem de ‘sünnete’ bakışlarında kendilerini tekrarlıyorlar. Aynı sığlaştırıcı tutumun etrafında dönüyorlar. Dokunduklarını güdükleştiriyorlar. Halbuki 20. Söz öğretiyor ki: Peygamber hayatları umumî kanunların uçlarıdırlar. O halde nübüvvet tesbihinin imamesi Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın tecrübesi nasıl bu kanuniyetten hariçte kalabilir? Hiç mümkün müdür yani? Neyse arkadaşım, 20. Söz ve 4. Lem’a, tarihselciliğe bir reddiye olarak da okunmayı bekliyor. Tabii becerebilirsek. Cenab-ı Hak lütfuyla yollarını kolaylaştırsın. Âmin.
27 Nisan 2016 Çarşamba
İslam akıl dinidir, ama şefkatli bir aklın dinidir
Bediüzzaman'ın mesleğini 'hatve'leri olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkür aslında birbirinden ayrı yapılması gereken şeyler değil, birbirini tetiklemesi, dokuması ve bulaması gereken şeyler. Örneğin: Aczin bilincine varılmadan hissedilen bir fakirlik olabileceğini inanmıyorum ben. Yani o insan zatında fakir olabilir, ama fakir olduğunu hissetmez/düşünmez aciz olduğunu idrak etmedikçe. Karşılanması gereken ihtiyaçlarının çokluğu, ona, bilakis 'zenginlik' gibi görünür. Tüketir de tüketir ve hatta bu tüketimi 'ihtiyaçlarının sayısını arttırmaya çalışarak' arttırmaya çalışır.
Zaruri olmayanları bile kendisine zaruri kılar. Bu insan hedonisttir. Zevkleri için yaşar. Her ihtiyacın ucuna iyiliği için Rabb-i Rahim tarafından bir zevk takılmıştır çünkü. Kokusunu kovalar. Zevkler ihtiyaçların davetçisidir aslında. Fakat araç olan amaçlaşır onda. Amaç ise araçlaşır. Zevk kokusuyla ihtiyacına sevkolması gerekirken o zevkolmaya başlar ihtiyaç kokusuyla. Odak noktası başkalaşır. 'Yaşamak için yediği' şeyler değil 'yemek için yaşadığı' şeyleri vardır. Zaruriyat ile israfı birbirinden nasıl ayırırsın? Zaruriyat, yapılırken zevk alınandır. İsraf, zevki için yapılandır. Ben böyle ayırırım.
Ve hakeza, kırmamaya çalışmak kırılganlıktandır. Aczinin ve fakrının farkında olan şefkat eder ancak. Ötekinin de kendisi gibi olabileceğini düşünür. Ötekinin de bir kalbi olduğunu farkeder. Ötekinin de kendi 'merhamet edilesi' halinden birşeyler içerdiğini derketmeye başlar. Yaralar yaralara benzer çünkü. Sancılar sancılara benzer. Şefkat aczin ve fakrın empatisidir. Daha az kırılgan olduğunu düşünen insanın kırırganlığı da artar.
Firavun neden bu kadar zalimdi? Nemrut neden o kadar acımasızdı? Ebu Cehil neden müslümanlara bu denli gadrediyordu? Bütün bunların 'aczin şuurunda olmakla' büyük ilgisi var. İnsan başkasını kendinde olanlara kıyasla/kıyaslayarak tanıyabiliyor. Ene Risalesi'nde aldığımız derslerden birisi de bu. İşte biz de muhatabımızın 'merhamet edilesi' olduğunu kendi 'merhamet edilesi' halimizden anlıyoruz. Yoksa sertleşiyoruz. Zalimleşiyoruz. Kırıyoruz. Canımızın yandığını anladığımızda can yakmaya korkuyoruz. Çünkü çektirdiğimiz çekebileceğimiz oluveriyor. Bir sağır, sesinin yüksek olduğunu 'sesin bir başkasını rahatsız edecek kadar yükselebildiğini' anlamadıkça nasıl anlar? Hayvanat bahçelerini, onların yaşadığı kafeslere benzer kutucuklarda yaşamayı öğrendiğimiz modern zamanlarda akıl etmemiz tesadüfle açıklanabilir mi?
Tefekkür de şefkatle tamam olur. Evet, İslam akıl dinidir, fakat dikkat et: Şefkatli bir aklın dinidir. Bu yüzden atom bombasını müslümanlar yapmamıştır. Müslüman aklı o kadar kişiyi masum/suçlu ayırmadan katledecek bir teknoloji üretemez. Ne mutlu ki, üretmemiştir. Tefekkür de şefkatli olanın şefkatinin tasavvur ettiği dünyayı anlamaya çalışması sonucunda oluşur. Şefkatli tefekkür iyileştirir sahibini ve iyi gelir dünyaya. Aczini bilmemiş, fakrını görmemiş, şefkat etmemiş aklın tefekküründen korkarız biz. Aczimizi hissetmediğimiz yerden korkarız.
"İnsan azgınlaşır" der Kur'an, "kendisini ihtiyaçtan uzak görünce..." İslam'ın aklı yüceleştirdiğini söyleyenler burada eksik kalıyorlar. İslam salt aklı yüceleştirmez, şefkatli bir aklı yüceleştirir. Bu yüzden kalbe vurgusu akla vurgusundan fazladır. Kalp, aklın harici değil, aklın diğerleriyle birlikteliğidir. Kalp bir denge noktasını ifade eder müslüman için. Sair hislerin de alıcıları açık olarak çalıştığı ve aklın yapabileceklerine teennileriyle sınırlar koyduğu veya yönlendirdiği bir düşünüş. Bizim tefekkürümüz budur veya bu olmalıdır veya bunu aramalıdır. Bediüzzaman'ın dört hatvesine bir de böyle bak.
Zaruri olmayanları bile kendisine zaruri kılar. Bu insan hedonisttir. Zevkleri için yaşar. Her ihtiyacın ucuna iyiliği için Rabb-i Rahim tarafından bir zevk takılmıştır çünkü. Kokusunu kovalar. Zevkler ihtiyaçların davetçisidir aslında. Fakat araç olan amaçlaşır onda. Amaç ise araçlaşır. Zevk kokusuyla ihtiyacına sevkolması gerekirken o zevkolmaya başlar ihtiyaç kokusuyla. Odak noktası başkalaşır. 'Yaşamak için yediği' şeyler değil 'yemek için yaşadığı' şeyleri vardır. Zaruriyat ile israfı birbirinden nasıl ayırırsın? Zaruriyat, yapılırken zevk alınandır. İsraf, zevki için yapılandır. Ben böyle ayırırım.
Ve hakeza, kırmamaya çalışmak kırılganlıktandır. Aczinin ve fakrının farkında olan şefkat eder ancak. Ötekinin de kendisi gibi olabileceğini düşünür. Ötekinin de bir kalbi olduğunu farkeder. Ötekinin de kendi 'merhamet edilesi' halinden birşeyler içerdiğini derketmeye başlar. Yaralar yaralara benzer çünkü. Sancılar sancılara benzer. Şefkat aczin ve fakrın empatisidir. Daha az kırılgan olduğunu düşünen insanın kırırganlığı da artar.
Firavun neden bu kadar zalimdi? Nemrut neden o kadar acımasızdı? Ebu Cehil neden müslümanlara bu denli gadrediyordu? Bütün bunların 'aczin şuurunda olmakla' büyük ilgisi var. İnsan başkasını kendinde olanlara kıyasla/kıyaslayarak tanıyabiliyor. Ene Risalesi'nde aldığımız derslerden birisi de bu. İşte biz de muhatabımızın 'merhamet edilesi' olduğunu kendi 'merhamet edilesi' halimizden anlıyoruz. Yoksa sertleşiyoruz. Zalimleşiyoruz. Kırıyoruz. Canımızın yandığını anladığımızda can yakmaya korkuyoruz. Çünkü çektirdiğimiz çekebileceğimiz oluveriyor. Bir sağır, sesinin yüksek olduğunu 'sesin bir başkasını rahatsız edecek kadar yükselebildiğini' anlamadıkça nasıl anlar? Hayvanat bahçelerini, onların yaşadığı kafeslere benzer kutucuklarda yaşamayı öğrendiğimiz modern zamanlarda akıl etmemiz tesadüfle açıklanabilir mi?
Tefekkür de şefkatle tamam olur. Evet, İslam akıl dinidir, fakat dikkat et: Şefkatli bir aklın dinidir. Bu yüzden atom bombasını müslümanlar yapmamıştır. Müslüman aklı o kadar kişiyi masum/suçlu ayırmadan katledecek bir teknoloji üretemez. Ne mutlu ki, üretmemiştir. Tefekkür de şefkatli olanın şefkatinin tasavvur ettiği dünyayı anlamaya çalışması sonucunda oluşur. Şefkatli tefekkür iyileştirir sahibini ve iyi gelir dünyaya. Aczini bilmemiş, fakrını görmemiş, şefkat etmemiş aklın tefekküründen korkarız biz. Aczimizi hissetmediğimiz yerden korkarız.
"İnsan azgınlaşır" der Kur'an, "kendisini ihtiyaçtan uzak görünce..." İslam'ın aklı yüceleştirdiğini söyleyenler burada eksik kalıyorlar. İslam salt aklı yüceleştirmez, şefkatli bir aklı yüceleştirir. Bu yüzden kalbe vurgusu akla vurgusundan fazladır. Kalp, aklın harici değil, aklın diğerleriyle birlikteliğidir. Kalp bir denge noktasını ifade eder müslüman için. Sair hislerin de alıcıları açık olarak çalıştığı ve aklın yapabileceklerine teennileriyle sınırlar koyduğu veya yönlendirdiği bir düşünüş. Bizim tefekkürümüz budur veya bu olmalıdır veya bunu aramalıdır. Bediüzzaman'ın dört hatvesine bir de böyle bak.
26 Nisan 2016 Salı
Kur'an hayata nasıl inzal eder?
“Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin herbir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.
Kur’an üzerine varolduğumuz manaların cemi gibi. Yani toplanması. Rahman bahşı olarak haritamızın avuçlarımıza bırakılması. Elhamdülillah. Sünnetse, bu cemin hayatla şerhi, nüzulü, dersi. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sünnetle bildirilen salih amellerin tamamı ‘vahyî bir hakikate dokunduğu için’ kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde çekildiğimiz Kur’an’daki manalardır. Mesela: Bakara sûresinde Kur’an’ın nüzulüyle Ramazan ayı arasında kurulan ilgi vahyin oruç olup dünyamıza dahlolmasına işaret gibi. Nüzul, öyle bir nüzul, hayata karışıp. Hilkatinin çamuruna yağıp. Yağmur gibi toprağına erer, içersin. Demir gibi, varlığına karılır, kullanırsın. İnzal olan herşeyde bu sır var.
Derece derece oluyor anlamalar. Nüzul bu sebepten süreç işi. Kalp de bir arştır ama arş-ı âlâ başkadır. Arş, bir taht-ı tasarruf ifadesi, tecellinin yoğunlukla hissedildiği yer. Sen de sende olanı kalp arşına değince farkedersin. Kötü söz seni kulağından kırmaz arkadaşım. Kalbinden kırılırsın. Güzellik gözünden âşık etmez. Kalbinden avlanırsın. Hep bir farkediş şu hissedişlerimiz ama farklı mertebelerde. Güneşin doğması başka. Gözünü açman başka.
Mürşidim de bu sadedde şöyle demiyor mu: “Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.”
Besmelenin burada bir yükseliş çağrısı, bir mirac-ı Kur’anî, bir burak-ı hakikat olarak ‘insanî arşa çıkmaya’ yol sayılması ilginç değil mi arkadaşım? Halbuki her zaman dilimizde gezinmektedir. Bilinmektedir. Fakat demek ki sahiden bilinmemektedir.
O ‘satır-ı nuranî’nin/ışıkyolunun izini sürüp âlemleri yaratanın ‘seni de yaratan’ olduğu farketmen (gaibane muhatabiyet) ve âlemleri yaratmasının seni ‘aradan çıkarması’ anlamına gelmediğini bilmen (hazırane muhatabiyet), sır belki burada saklanıyor. Besmele aşama aşama bunu öğretiyor. Vahdetin tefekkürüyle sarılmayan yaralarını Ehadiyetin sıcaklığı gideriyor. Evet. Allah, Allah içre Rahman, Rahman içre Rahîm’dir. Sakın bu üçlüyü birbirinden ayırma. Hepsine ihtiyacın var. Hepsini bilmelisin. Çünkü sen âdemsin.
Âdemiyettensin. Her isimle ayrı ayrı terbiye edilmelisin. Besmele de bu makamda şöyle bir tedris içeriyor: 1) Vahidiyeti bildirmesiyle kendini abartmamanı sağlıyor. Çünkü sair mahlukat gibisin: Yaratılansın, esbabdansın, abdiyette onlarla birsin. Varlığınla kibredemezsin. 2) Ehadiyet, hüzne kapılmamanı, yalnızlık hissetmemeni elveriyor. Çünkü sana özel yaratılan şeyler de var. ‘An’ının eşi yok! Has lütuflar kapısı açık. Dua için kalp ahizesi her zaman elinde ve Rahman u Rahîm’in numarası asla meşgul çalmıyor.
Namazın da yine bu kadar ehemmiyetli olması belki Kur’an’ın talimiyle ilintili arkadaşım. Öyle ya. İlk sûrelerimizi niye ezberledik biz? Namaz olmasaydı pekçoğumuz bir kısacık sûre bile ezber etmeden bitiriverirdik ömrümüzü kanaatimce. İnsan muhtaç olmadığı neyi ezberliyor bu zamanda? “Hafıza yerine internetimiz var!” diyeceksin. Ama namazda internete bakamazsın ki. Zaten içinde Fatiha yoksa namaz da olmuyor. Çünkü hayata Kur’an dahil olmuyor. Demek amellerin tamamı içinde Kur’an’ın manaları geçtiği için kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde aslında dikkat çekilen Kur’an’dır. Fatiha ise Kur’an’ın annesidir. En şefkatli sûresidir. Namaz bir açıdan onun en sık-sıkı talimidir.
Şimdi istersen “Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin...” ayetini bu pencereden de tefekkür et. Belki de namazınla cemaat namazının arasında bir zekatlık mesafe var. Kur’an şefkatli. Uyarıyor seni: “Zekat vermeden cemaat olunmaz. Kalplerinizin birbirine ısınması zekat iledir...” Demem o ki: Sünnet-i seniyyede yeralıp bize miras kalan her amel, isterse küçücük bir âdâb olsun, esasında Kur’an’ın hayata bir dahloluş şeklidir. Ondan hissesiz kalmak, Kur’an’ın, lafızlarından değil belki, ama arkalarındaki mananın hayata iniş şekillerinden mahrum kalmaktır. Bu nedenle sünneti dinden çıkaranın Kur’an da hayatından çıkar. Küser. Terkeder. Kendisi ne kadar aksini başardığını düşünürse düşünsün. Sünnetten hissesiz kalan hayatından Kur’an’ı budamıştır.
Kur’an üzerine varolduğumuz manaların cemi gibi. Yani toplanması. Rahman bahşı olarak haritamızın avuçlarımıza bırakılması. Elhamdülillah. Sünnetse, bu cemin hayatla şerhi, nüzulü, dersi. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sünnetle bildirilen salih amellerin tamamı ‘vahyî bir hakikate dokunduğu için’ kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde çekildiğimiz Kur’an’daki manalardır. Mesela: Bakara sûresinde Kur’an’ın nüzulüyle Ramazan ayı arasında kurulan ilgi vahyin oruç olup dünyamıza dahlolmasına işaret gibi. Nüzul, öyle bir nüzul, hayata karışıp. Hilkatinin çamuruna yağıp. Yağmur gibi toprağına erer, içersin. Demir gibi, varlığına karılır, kullanırsın. İnzal olan herşeyde bu sır var.
Derece derece oluyor anlamalar. Nüzul bu sebepten süreç işi. Kalp de bir arştır ama arş-ı âlâ başkadır. Arş, bir taht-ı tasarruf ifadesi, tecellinin yoğunlukla hissedildiği yer. Sen de sende olanı kalp arşına değince farkedersin. Kötü söz seni kulağından kırmaz arkadaşım. Kalbinden kırılırsın. Güzellik gözünden âşık etmez. Kalbinden avlanırsın. Hep bir farkediş şu hissedişlerimiz ama farklı mertebelerde. Güneşin doğması başka. Gözünü açman başka.
Mürşidim de bu sadedde şöyle demiyor mu: “Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.”
Besmelenin burada bir yükseliş çağrısı, bir mirac-ı Kur’anî, bir burak-ı hakikat olarak ‘insanî arşa çıkmaya’ yol sayılması ilginç değil mi arkadaşım? Halbuki her zaman dilimizde gezinmektedir. Bilinmektedir. Fakat demek ki sahiden bilinmemektedir.
O ‘satır-ı nuranî’nin/ışıkyolunun izini sürüp âlemleri yaratanın ‘seni de yaratan’ olduğu farketmen (gaibane muhatabiyet) ve âlemleri yaratmasının seni ‘aradan çıkarması’ anlamına gelmediğini bilmen (hazırane muhatabiyet), sır belki burada saklanıyor. Besmele aşama aşama bunu öğretiyor. Vahdetin tefekkürüyle sarılmayan yaralarını Ehadiyetin sıcaklığı gideriyor. Evet. Allah, Allah içre Rahman, Rahman içre Rahîm’dir. Sakın bu üçlüyü birbirinden ayırma. Hepsine ihtiyacın var. Hepsini bilmelisin. Çünkü sen âdemsin.
Âdemiyettensin. Her isimle ayrı ayrı terbiye edilmelisin. Besmele de bu makamda şöyle bir tedris içeriyor: 1) Vahidiyeti bildirmesiyle kendini abartmamanı sağlıyor. Çünkü sair mahlukat gibisin: Yaratılansın, esbabdansın, abdiyette onlarla birsin. Varlığınla kibredemezsin. 2) Ehadiyet, hüzne kapılmamanı, yalnızlık hissetmemeni elveriyor. Çünkü sana özel yaratılan şeyler de var. ‘An’ının eşi yok! Has lütuflar kapısı açık. Dua için kalp ahizesi her zaman elinde ve Rahman u Rahîm’in numarası asla meşgul çalmıyor.
Namazın da yine bu kadar ehemmiyetli olması belki Kur’an’ın talimiyle ilintili arkadaşım. Öyle ya. İlk sûrelerimizi niye ezberledik biz? Namaz olmasaydı pekçoğumuz bir kısacık sûre bile ezber etmeden bitiriverirdik ömrümüzü kanaatimce. İnsan muhtaç olmadığı neyi ezberliyor bu zamanda? “Hafıza yerine internetimiz var!” diyeceksin. Ama namazda internete bakamazsın ki. Zaten içinde Fatiha yoksa namaz da olmuyor. Çünkü hayata Kur’an dahil olmuyor. Demek amellerin tamamı içinde Kur’an’ın manaları geçtiği için kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde aslında dikkat çekilen Kur’an’dır. Fatiha ise Kur’an’ın annesidir. En şefkatli sûresidir. Namaz bir açıdan onun en sık-sıkı talimidir.
Şimdi istersen “Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin...” ayetini bu pencereden de tefekkür et. Belki de namazınla cemaat namazının arasında bir zekatlık mesafe var. Kur’an şefkatli. Uyarıyor seni: “Zekat vermeden cemaat olunmaz. Kalplerinizin birbirine ısınması zekat iledir...” Demem o ki: Sünnet-i seniyyede yeralıp bize miras kalan her amel, isterse küçücük bir âdâb olsun, esasında Kur’an’ın hayata bir dahloluş şeklidir. Ondan hissesiz kalmak, Kur’an’ın, lafızlarından değil belki, ama arkalarındaki mananın hayata iniş şekillerinden mahrum kalmaktır. Bu nedenle sünneti dinden çıkaranın Kur’an da hayatından çıkar. Küser. Terkeder. Kendisi ne kadar aksini başardığını düşünürse düşünsün. Sünnetten hissesiz kalan hayatından Kur’an’ı budamıştır.
25 Nisan 2016 Pazartesi
Kalp ağrısı...
"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Birinci Söz'den.
İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.
Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...
Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.
Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.
Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.
İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.
Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...
Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.
Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.
Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.
23 Nisan 2016 Cumartesi
Kaçması varmaktan tatlıdır
"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.
Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.
Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.
Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.
Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.
Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.
Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.
Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya...
Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.
Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.
Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.
Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.
Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.
Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.
Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...