"
Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir." Ramazan Risalesi'nden.
Belki bunu konuşmaya, Papa'nın Charlie Hebdo saldırısı sonrası yaptığı, pekçoğumuzu şaşırtan, o açıklamayı örnek göstererek başlamak gerek. Ne demişti Papa saldırıdan sonra: “
Eğer iyi arkadaşım Dr. Gasbarri anneme küfrederse, bir yumruk yemeyi bekleyebilir.” Bu açıklama o günlerde saldırıyı yapanların kimliğinden dolayı müslümanlara/müslümanlığa yüklenmeyi bir vazife sayan Türkiye'nin sekülerlerine de tokat gibi gelmişti. Hristiyan dünyadan böyle bir yumruk geleceğini beklemiyorlardı. Fakat Papa, aynı acıdan dili yanmış bir 'kutsaldan anlayan' olarak problemin Charlie Hebdo'ya bakan kısmını işaret etmişti.
İşte, izzet, en azından budur. Yani; istenmeyen bir olay yaşandığında problemin sadece bir tarafına değil iki tarafına da dikkat çekebilmektir. Hatta problemin başlangıç noktasını daha vurgulu anmaktır ki, yanlışın bütünü görülebilsin. Bertaraf edilecekse bütünüyle bertaraf edilebilsin. Bediüzzaman'ın "
Elhasıl, ifrat gibi tefrit de muzırdır..." dedikten sonra "
Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir..." demesi bu sırdandır. Siz Charlie Hebdo'ya yapılan bir saldırıyı kınar, ama bu saldırıya zemin oluşturan Charlie Hebdo zihniyetini kınamazsanız, yara kanamaya devam eder. Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez. Hiçbir tepkisel yanlış yalnız başına bir yanlış değildir.
İslam coğrafyasındaki terörist saldırılara veya müslümanların gerçekleştirdiği terörist eylemlere bakışımı da bu açı şekillendiriyor. Filistin'de müslümanların uğradıkları zulmü gidermediğiniz sürece müslümanları terörist eylemlerden veya yanlışlardan alıkoyamazsınız. Bu yara kanar. Afganistan'da veya Irak'ta veya başka bir İslam mülkünde Batı işgali sürdüğü ve masumlar öldüğü sürece Taliban veya el-Kaide gibi yapılanlara "Nereden çıktınız siz?" diye soramazsınız. Bu yara kanar.
Bunların her birisi birer tefrittir çünkü. İfratları Batı'dır. Batı'nın İslam dünyasındaki eyledikleridir. Eğer sadece müslümanların karıştıkları terörü görüp onların bu tepkiyi geliştirmesine sebep olan emperyalist etkiyi görmezden gelirseniz daha bin yıl bu problemleri yaşarız. Bu tıpkı bataklığı kurutmadan sivrisinek kovalamaya benzer. Pekçok sivrisinek ölür. Pekçok sivrisinek yara alır. Fakat sivrisinek, bataklığın olduğu yerde çoğalmaktan kendini alıkoyamaz.
Ramazan'da alkollü etkinlik yapılan bir yerde yaşanan dayak olayına da biraz böyle bakmalıyız gibi geliyor bana. Bu tasvip etmediğimiz 'tefrit' hareketi asla kendi başına bir hareket değil. Bu insanların tefritlerini tahrik eden bir 'ifrat' var. Hepimiz elimizi vicdanımıza koysak kabul ederiz ki: Hamiyet-i İslamiye denilen şey, İslam'a ve özellikle de şeairlere hakaret kaldırmaz.
Gizli gizli günah işleyenin peşine düşmeyiz. Tecessüs etmeyiz. Kapısını kırıp evini basmayız. Bunu bize Kur'an emretmiştir. Hatalarını setretmeye çalışanların hatalarını setretmek sünnete de övülmüştür. Fakat açıktan ve belki tahrik edercesine şeairlere sataşılmasından rahatsız oluruz. Her ahlakın doğru olduğu bir zemin vardır: "
Meselâ, zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur." Vallahi bu kötü birşey değildir. İmanımızın bir delilidir. Hadiste buyrulduğu gibi 'en azından buğzederiz.' En azından buğzetmekle teselli oluruz. Kötünün kötülüğünü kalpte diri tutmaktır buğzetmek. Buğzetmediğimiz kötülük yavaş yavaş bizim için kötülüğünü yitirir. Normalleşir.
Bir noktadan sonra Hz. Ömer'den (r.a.) nakledilen; "
İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız..." sözüne masadak oluruz. Tevbe de biraz bunu sağlar aslında. Tevbe, günahın günahlığına olan inancımızı ve pişmanlığın gerekli olduğuna imanımızı diri tutar. Tekrar be tekrar aynı günaha düşsek de tekrar be tekrar tevbe ederiz. Böylece onun 'günahlığını' diri tutarız.
Bu nedenle böylesi olaylarda müslümanların imanlarının nasıl bir arkaplana sahip olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Biz, şükür ki liberal değiliz, müslümanız. Herşeyin her istediğini yapmasının övüldüğü, özgürlüğün 'başkasına zarar vermek' dışında hiçbir kayda sahip olmadığı bir dünyada yaşamıyoruz. "Pornoma dokunma!" diye pankart açmıyoruz. Bizim imanımızı, mürşidimin de isabetle dile getirdiği gibi, şu tanım şekillendiriyor: "
Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın." Gayr, ona zarar verdiğimizde bu zarardan bize yakınır. Haberimiz olur. Peki, nefsimize zarar verip/vermediğimizi bize kim söyleyecek? İşte, onu bize söyleyecek olan şeriattır. Allah bizi emirleri ve nehiyleriyle bu zarardan korur.
Bu nedenle "Size ne elalemin içkisinden? Siz orucunuza bakın. Başkasının içkisi sizi ne alakadar eder?" tarzı sitemlere katılmıyorum ve inşaallah ölene kadar katılmam da. Ben, günahkârın en azından günahından utanmasını dilerim ve beklerim. Hele Ramazan gibi bir ayda, velev Allah'a inanmıyor olsun, eylediğini günah bilmiyor olsun, müslümanlarla beraber yaşayan herhangi bir insanın, en azından Daru'l-İslam'da (İslam'ın çoğunluk olduğu memleketlerde) şeairlerimize saygı göstermesini beklerim. Bunu, mezkûr olay özelinde konuşur ve somutlaştırırsak 'içkili etkinliği' Ramazan ayında yapmamak güzel bir başlangıç sayılabilir.
Siz bir Hindu tapınağında inek kesebilir misiniz? Bir Hristiyan kilisesinde haçı yere çalıp kırabilir misiniz? Peki, bir müslüman memleketinde Ramazan'da içkili etkinlik yapmanın, hem de bunu nümayişle yapmanın bizdeki karşılığı nedir? Bu noktada özeleştiri yapmaya meftun müslüman kardeşlerimi de kardeşlerini biraz daha anlamaya davet ediyorum. Çünkü hangi tarafta olduğunuz biraz da şu soruya verdiğiniz cevaptan okunur: "Önce hangi tarafı anlamaya çalışıyorsun?" İnsan her meselede önce kardeşini anlamaya çalışır.
Bediüzzaman'ın Tan Matbaası'nın basılmasını okuyuşu da biraz bunu söylemiyor mu bizlere? İnkârcılığı bu topraklarda aşılamak isteyen bir yayın organının gençlerce basılıp tahrip edilmesi, zatında bir ifrat olsa da, o gençlerde hamiyet-i diniyenin hâlâ varolduğuna güzel bir haber olmuyor mu? Ne yapalım şimdi? Bu hamiyete sövelim mi? Yoksa onu anlayıp doğru bir yöne mi kanalize edelim? Ben, mürşidimden ikincisini ders alıyorum ve tavsiye ediyorum:
“Aziz kardeşlerim, Lehü’l-hamdü ve’l-minnetü [Hamd ve minnet Allah’a mahsustur]. Dün, Nurun manevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan âlem-i İslâma yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onun naşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi darmadağın edilerek, 'Dinsiz yaptık, komünist yaptık' zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. ‘Kahrolsun komünistlik’ diye bedduâlar edildi. Bu cemiyetin, binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu. Ve üzülen bizlere, kalbimiz ve ruhumuzla çok alâkadar bir şahs-ı manevî, ‘Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hasıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nurun fütuhatı geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hasıl oluyor. Vesâire, vesâire...’ diye bağırdı. Hâzâ min fazlı Rabbî [Bu, Rabbimizin fazlındandır]."