27 Mart 2017 Pazartesi

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (5): Ahmet'i taş mı düşürdü?

"İnsan sathî ve gayr-ı kastî bir nazarla bâtıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatine veya inkârına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bu metnin serinin önceki yazılarının yardımına ihtiyacı var. Anlatmak istediği şeyin daha kolay anlaşılması için evvelinde onlar okunmalı. Ancak yine de, sahip olduğu bütün bu 'zaten biliyorlar' tavrına rağmen, okuyanları istifadesiz bırakmaz, inşaallah. Sadede gelelim. "Hayy ve Kayyum neden kardeştir?" serisi boyunca yapmaya çalıştığım şuydu: Bediüzzaman'ın eserlerinde özellikle materyalizmle ciddi bir hesaplaşma içine girdiğine şahit oluyoruz. Bunu nasıl yapıyor? Bunu 'materyalizm' kavramsallaştırmasını anmadan, ama 'esbabın yaratıcı olamayacağını' çeşitli şekillerde ortaya koyarak yapıyor. Sebeplerin yaratıcı olamayacağı hakikati, hayatı en çok duyularında yaşayan bizler için, kabulu zor birşey. Neden böyle?

Şunu "Allah'a iman etmek zordur!" anlamında söylemiyorum. Sebebin müsebbibi, yani nedenin sonucu kaldıramadığını farkettiğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan kolay birşey yoktur. Yahut da, müsebbibin varlıkla ilişkisinin sebepten ibaret olmamasını dilediğiniz anlarda, Allah'a inanmaktan daha tatlı birşey olamaz insan için. Bunlar farkettirici 'Ehadî' dokunuşlardır. Bunlarla muhatap olduğunuzda yatay düzlemin körleştirici etkileri kaybolur.

Sevdiklerinizi yitirdiğiniz anlarda Allah'a inanmak kolaylaşır. Çünkü Allah'a inanmak, aynı zamanda, sevdiğinizin varlıkla ilişkisinin sebeplerden ibaret olmadığına inanmaktır. Böylece, varolanın, sadece sebepler dairesinde varolmadığı, daha aşkın ve farklı biçimlerde de varolduğunu/olabileceğini ve bu aşkın varoluşların sebepler tahtındaki yitirilişlerle kesintiye uğramasının gerekmediğini anlarsınız. Bir örnek kullanalım: Perdeden izlenen filmin perdede meydana gelebilecek bir zararla zararlanmayacağını bilmek rahatlatıcıdır. Veya çok sevdiğiniz bir romanın, daha siz onu okumadan, yandığını düşünün. O romanın başka nüshalarının olması, sizi, kaybınıza karşı kuvvetli kılar. Çünkü o kitabın okunmasının veya varoluşunun sadece elinizdeki nüshayla ilgili olmadığını anlarsınız. Bu, tüm kayıplara karşı, çok büyük bir tesellidir.

Fakat her zaman bu tesellinin farkında olamayız. (Gaflet de tam budur işte.) Daha doğrusu: Yokluklarının acısı böyle bir teselliyi aratmayacak acılar da var. Dozajı daha düşük acılar. Sabahleyin işe yetişmenizi sağlayacak otobüsü kaçırmak böyle bir teselliyi aratmayabilir. O zaman siz-otobüs-işiniz arasındaki ilişki incitici bir hal alır. Öfke, üzüntü, mutsuzluk ve arkadaşları kalbinize doğru hücum eder. Olaya sebeplerden öte bir aşkınlıkla bakamadığınızda neden-sonuç ilişkisi sıkmaya başlar. Stresin en önemli kaynağı bence budur.

Buradan şuraya geçelim: "Kötülük neden var?" yazısında birşeyin altını çizmeye çalışmıştım. Gerçi bu, parça-bütün ilişkisi üzerine yazdığım her metinde, birazcık dokunduğum birşey. Mürşidimin "Hayır küllî şer cüz'îdir..." cümlesinden mülhem şöyle bir iddiada bulunuyorum böylesi yazılarda:

Bizim kötülük dediğimiz herşey aslında eksik görülmüş iyiliklerdir. Yani biz faydasına kadar kuşatamadığımız iyiliklere şer diyoruz. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle ifade edersem: Bir insanın dört-beş kişi tarafından kesildiğini görmek bize bunun şer olduğunu düşündürüyor. Ama kafamızı kaldırıp 'Ameliyathane' yazısını okuduğumuzda hadiseye bakışımız değişiyor. Onu hayır gibi görmeye başlıyoruz. Yaşadığımız her acının böyle bir yanı var. 'Bizzat' değil 'dolayısıyla güzel' olanlar tattırıyor bize en çok acıyı. Ameliyatta yaşananlar da sonrasında kavuşacağınız sağlık dolayısıyla güzel. Bunun bilinciyle güzel.

Bu, burada kalsın, başka bir konuya geçeceğim. Serinin ilk yazılarında, bizim, hayatı 'halıkıyet' düzleminde yaşadığımızı, ancak varlığın 'kayyumiyet' denilen aşkın bir boyuta daha sahip olduğunu ifade etmiştim. Halimizi de 'eksik boyutlulukla' tarif etmeyi denemiştim. Evet, biz, varlığı eksik boyutlu müşahade ediyoruz. Yatay düzlemi duyularımızla tadıyor ama düşey düzlemi idrak edemiyoruz. O bizim gaybımız oluyor. Bütünün bilincinden yoksunluğumuzda zamana maruz kalıyoruz. Bilgisine yavaş yavaş sahip oluyoruz. Yaratılışın bütünlüğüne bir süreçle şahit oluyoruz. Önceki yazılardan birisinde yaptığım bir çizimi, daha farklı bir şekilde, tekrar size sunmak istiyorum. (Gördüğünüz gibi cemaatsiznurcu yine prodüksiyon masrafından sakınmıyor.) Şöyle ki:

Projeksiyon vasıtasıyla bir çizgifilm izlediğinizi düşünün. Perdeye yansıttığınız görüntüde (1) Ahmet bir taşa doğru dikkatsizce yürüyor. (2) Taşa ayağı takılıyor. (3) Yere düşüyor. Şimdi, zahirde, Ahmet neden düşüyor? Ayağı taşa takıldığı için değil mi? Peki hakikatte niye düşüyor? "Projeksiyon öyle yansıttığı için." Veya biraz daha geriye gidelim: "Çizer çizgifilmi öyle olacak şekilde çizdiği için." Peki, bu çizer, düşüşümü 'taşı kafama düşürerek' veya 'bir muz kabuğuyla' veya 'bir kaykaya basarak' veya 'hiç nedensiz' çizemez miydi?

Çizerdi. Nitekim çizgifilmlerde böyle akla aykırı çok şeyler vardır. (Kahraman farkedene kadar boşlukta yürümeler falan.) Projeksiyon bunu yansıtabilir miydi? Evet, yansıtırdı. Biz bunu o şekilde de görebilir miydik? Evet, görebilirdik. O halde, bizi, Ahmet'in düşmesinin sebebi olarak taşı tayin etmeye zorlayan neydi? Cevap: Çünkü biz âlemi eksik boyutla idrak ediyorduk. Çizeri veya projeksiyonu görmediğimiz için olanları sadece öncesinde yaşananlarla izah etmeye çalıştık. Ve yaşananlara göre Ahmet'in düşme sebebi taşa takılmaktı. Çünkü çizer daha önce de taşı takılanların düştüğünü çok çizmişti. Takılmak ve düşmek arasında bir mukarenet/yakınlık ilişkisi vardı.

Bakınız, bu örnek, bütün kusurları içinde önemli bir hakikate işaret ediyor: Biz, mürşidimin tabiriyle, aralarında 'mukarenet/yakınlık' olan şeyleri birbirinin yaratıcısı olarak açıklamaya çalışıyoruz. Çünkü, şu kainat perdesinin sahibi, yansıttığı görüntüde, kendisinin vazettiği bazı kanunlara uygun hareket ediyor. (Ahmet düşeceği zaman genelde bir taşa takılıyor.) Fakat bu ancak iki boyutluların aşamadıkları bir ilgi. Bir mülk ilgisi. Bir yatay düzlem şahitliği. Bir mukarenet. Yoksa taş benim düşüşümü yaratmaktan acizdir. Perdedeki görüntünün herhangi bir parçası diğer bir parçayı yaratmaktan acizdir. Benim düşüşümü perdede ancak projeksiyonun sahibi ve çizeri yaratabilir. (Misalimizdeki çizer yaratış için gerekli irade ve ilme, projeksiyon ise kudrete işaret eder.)

"Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz."

Varlığın mülk ciheti dediğimizde de biz bunu kastediyoruz. Yani 'görebildiğimiz kısmını' tarif etmiş oluyoruz. Ancak melekût yönü böyle değil. Melekût ciheti buna mecbur değil. Herşeyin birer birer, bizzat bizzat, an an, olay olay Allah tarafından yaratıldığı asıl yaratılış bu. Tabir-i caizse, Kadir-i Zülcemal nasıl çizerse/dilerse, o olay öyle oluyor. 'Ol' deyince oluveriyor. Projeksiyon onun irade ettiğini yansıtıyor. Öncesinde veya sonrasında olanlar bizim çizgifilmi izlerken şahit olduklarımız sadece. Bunu bize en açık şekilde öğretense her zaman öyle olmayışı. Yani, Hz. Yunus kıssasının 1. Lem'a'da bize öğrettiği şekilde, 'nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişaf ettiği' anlar. Neticenin sebebi, sonucun nedeni, Ahmet'in düşüşünün taşı aştığını farkettiğimiz anlar.

Bu farkediş mülk cihetindeki çirkinliği de yokediyor. Biz birşeye neden çirkin diyoruz? 1) Bütünlüğünü görmediğimizden. 2) Ustasını görmediğimizden. Picasso'nun imzasının resmine kattığı değer bu. Resmini çirkinlikten kurtaran onun sanatının eserine dikkati celbedişi. İkisi de karmaşık çizimlerden oluşabilir, ama siz, bir Picasso tablosuyla bir çocuğun çizdiklerine aynı gözle bakmazsınız.

"Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Biz de sebepler âleminde, varlığı az boyutlu idrakimizden dolayı, neden-sonuç ilişkilerinden bir kötülük/çirkinlik inşa ediyoruz. Bu bizim eksik görüşümüzden kaynaklanıyor. Görünendeki çamur projeksiyonu kirletici değil. Fakat orada, büyük resmi marifet vesilesiyle görmeye başladıkça, Ustasının etkisiyle eserin bizdeki tesiri de yerinden oynuyor. Eser ustasının şanıyla/sıfatıyla okunuyor. Çirkinliği güzelleşiyor. Ahmet'i taş düşürmüyor. Ahmet'i herşeye kadir olan bir Allah, hikmetine binaen düşürüyor. Bir murad ile düşürüyor. Bir ilgiyle düşürüyor. Ahmet bilse ki, onu düşüren taş değil Allah'tır, düştüğünde sızlanmak yerine taşı öpmez mi? Bu öpüşü Allah'a teşekkürü yerine geçmez mi? Belki bastığımız yere ettiğimiz secde de bunun işareti. Allahu'l-alem.

25 Mart 2017 Cumartesi

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):


"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:

"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."

Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.

Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?

Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.

Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.

Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.

Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

24 Mart 2017 Cuma

Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak

Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.

"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.

Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:

"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."

Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.

Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?

Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.

22 Mart 2017 Çarşamba

Kötülük neden var?

"Bahçıvan fidanlar yücelsin ve meyve versin diye muzır dalları budar. Sevgilinin ağrıdan ve hastalıktan kurtulması için hekim çürük dişi çekip çıkarır. Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan da nimetine erişir. Rahmetim o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.)

Gizli Güzellik (Collateral Beauty) filminde, kızını kanserden kaybetmiş ve bunu atlatamamış bir babayı (Howard) canlandıran Will Smith ile sevgiyi canlandıran Keira Knightley arasında geçen bir diyalog var. Sevgi ondan 'kendisine tekrar güvenmesini' istediğinde Howard şöyle cevap veriyor:

"Güveneyim mi? Güvenmiştim zaten. Ama bana ihanet ettin. Seni her gün kızımın gözlerinde gördüm. Her gülüşünde seni duydum. Bana her 'baba' deyişinde seni hissettim. Ama bana ihanet ettin. Kalbimi kırdın." Sevginin buna cevabı ise şöyle: "Ben her yerdeyim. Karanlığım, ışığım, güneşim, fırtınayım. Evet, haklısın, kızının gülüşlerinde vardım. Ama şu an acında da varım. Ben herşeyin sebebiyim. Tek neden benim. Bensiz yaşamaya çalışma. Lütfen çalışma."

Risale-i Nur'dan "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer ise cüz'îdir..." dersini almış bizler için, sanırım, şu diyalog ilginç şeyler söylüyor. (En azından ben kalbimde ve kulağımda öyle hissediyorum.) Hakikaten de 'kötülük' dediğimiz şey aslında 'kuşatamadığımız iyiliklerin' nazarımıza sığan ve pek de hoşumuza gitmeyen kısımlarından oluşuyor gibi. Gözümüz küllî olana ulaşamayıp cüz'îde boğulduğunda kötülüğü görüyoruz. Ne demek bu? Bir gül örneğiyle zihinlerinize yakınlaştırmaya çalışacağım:

Gülü güzel yapan nedir? Çiçekleri, tomurcukları, yaprakları, dikenleri, dalları ve onların birbiriyle uyumundan oluşan 'bütünlükteki sanat' öyle değil mi? Gül bu bütünlükle güzeldir. Ve ancak bu bütünlükle devam eder. (Dalından koparılmış gülün ömrü kısadır.) Peki bu bütünün parçalarının ayrı ayrı güzelliği yok mudur? Vardır. Hele bazılarının güzelliği bütünün güzelliği ile yarışacak cinstendir. Örneğin: Gülün tamamı ne kadar güzelse çiçeği de o kadar güzeldir. Hatta o bütünün güzelliği büyük oranda şu parçanın güzelliğine mütevakkıftır. İtibarı ondandır. Yaprakları, dalları ve tomurcukları yine bu güzelliğe birçok güzellik katar. Bu güzelliğin bütünlüğünden birer parça taşır. Bu, en azından, gülü hissettirdikleriyle değerlendirenler için böyledir.

Ancak her parçanın birbirinin eşiti olduğunu, en azından hissediş boyutunda, söylemek mümkün değildir. Örneğin: Dikenin güzelliği gizli bir güzelliktir. Çiçeğinki kadar bariz görünmez. Dokunulduğunda onunki gibi kadifemsi bir şekilde hissedilmez. Koklansa rayiha vermez. Bu parça da bütünün güzelliğinin lazımıdır, devamı için gereklidir, ama bütünün güzelliğini tastamam üzerinde taşı(ya)maz. Varlığının amacı bu değildir. Hatta biraz haddini bilmezlikle denilebilir ki: Gül güzel fakat dikeni çirkindir. Bu dar düşünce dilimize/zihnimize o kadar sirayet etmiştir ki denilir: "Gülü seven dikenine katlanır." Demek: Seven gülü sever. Diken sadece gül adına katlanılandır.

Bu hissediş boyutunda böyledir, ama aklediş boyutunda da böyle midir? Akıl, hikmet okumayı öğrendiği zaman, onun hissin zevkedişlerinden ayrı/üstün birşey olduğunu kavrar. Kur'an buyurur: "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir." Çünkü Kur'anî hikmet 'parçayı' değil 'bütünü' okumayı öğütler. Mana-i ismî değil mana-i harfî ile bakmasını öğretir. İnsan oradan baktığında gülün hiçbir parçasını diğerinden ayırıp önceleyemez olur. Hatta, dikenden okuduğu hikmet çiçekten okuduğu hikmetten fazlaysa, akleden kalbinin hesabına, dikeni çiçeğe önceleyebilir. Diyebiliriz ki: Aklın nazarında, hikmeti iyice okunmuş bir diken, hikmetine dair uyanış bulunmayan gülden yeğdir, yani o şundan daha güzeldir. Elhamdülillah.

İşte, bu noktada, 'kötülük ve iyilik' veya 'şer ve hayır' arasındaki ilişki başkalaşıyor. Biz, bütüne/küllîye baktıkça (büyük resmi gördükçe) iyiliğe ve hayra yaklaşıyoruz. Aslolanın o olduğunu görüyoruz. Taziye Risalesi'nde mürşidimin dikkatimizi çektiği gibi, küçük yaşta vefat eden çocuklar, cennette kavuştukları nimetler düşünüldüğü zaman, bütünde erişilen bir güzelliği ediniyorlar. Bakanın kalbi de rahatlıyor. Diken gülüyle beraber görülmüş oluyor. Ahiret boyutu herşeyin bütünlüğünü/vücudunu bu âlemde görünenden aşkın hale getiriyor. Aşkınlaşan artık sadece bu dünyadaki bilişlerle açıklanmaz oluyor. Minik cesetleri bomba ile parçalanmış olsun, canınızı o kadar da yakmıyor, çünkü o parçalanış sonsuz bir cennette birleşmek için. Tohumun toprakta çürümesi, yeşermek için, kocaman bir ağaç olabilmek için.

Bir kitap hakkında yapacağınız yorumlar, o kitabın sadece yarısı veya birkaç sayfası elinizdeyken, epey haksızlık ve eksiklik içerebilir. İşte, bu parçalılıklar/kuşatamazlıklar içinde, bizim eksik gördüklerimizdir kötülükler. Kötülük iyiliğin eksik görünüşüdür. Bütüne uyanamayışımızla yaşadığımız düşünsel arızalardır stresler ve gerilimler. Kaçırdığımız uçağa üzülürüz, ta ki, o uçağın kaza yaptığını öğrenene kadar. Hakikatin bütününe dair edindiğimiz hikmet, bizi, yaşadığımız parçalara dair okumalarımızda zengin kılar.

"Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever."

Kocamanız. Hatta koskocamanız. Hepimiz birer deviz. Sevdiğimiz herşey kadar vücudumuz var. Sevdiğimiz herşeyle ilgiliyiz. Sevdiğimiz herşeyin yarası bizim yaramız. Bu anlamda varlığımızı 80 kilo bir etten/kemikten ibaret görmemeliyiz. Sevdiklerimizin yaralarına kadar uzanır yaralarımız.

Buzullar arasında sıkışmış balinalar, nesli tükenen hayvanlar ve hatta ışıklarının dünyamıza gelmesi yüzyıllar süren yıldızlar hakkında telaşlarımız var. Dikkat edersek: Aslında onlar hakkındaki her duygulanımımız onlara duyduğumuz sevgiden ve ilgiden kaynaklanıyor. Mürşidimin 11. Lem'a'daki ifadesiyle; "Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."

Cemal, kemal ve ihsanları bizi onlara ilgili ve sevgili kılıyor. Bu sevginin bir tezahür ediş şekli 'sevmekse' bir tezahür ediş şekli de 'üzülmek.' İnsan sevgisiyle tanıştırılmadığı hiçbirşey hakkında hüzünlenemez. Ayrılık acısını çekmeyi öğrendiğimiz herşeyin önce sevmesini öğrendik. Sevmesini öğrendiğimiz herşeyin bedeli endişesi oldu. Tatmak yoksunluğun kardeşiydi.

Anne çocuğu için endişelendi. Âşık yâri için endişelendi. Bugün yarın için endişelendi. Bu endişeler bizi gayretli kıldı. Mutluluğumuz varlığının şahidi olduğu gibi hüznümüz de yokluğunun şahidi oldu. Ve bu anlamda, yokluğuna şahid olmak da aslında yoksunluğuna şahid olmaktı, yani varlığına şahid olmaktı. Çünkü yoksunluğu çekilen şey mutlaka bir zamanlar vardı. O artık bir ihtiyaçtı. Mutlak yokun şahitliği olmazdı.

Sorsana bir kalbine: Bir zamanlar varolan, Allah'ın hikmetine ve rahmetine yakışır mı ki, yokluğa atılarak 'boşuboşunalığa' indirgensin? Böyle hikmet sahibi bir Allah boşuboşuna yaratır mı? Cennette yedirmeyeceği helvayı bu dünyada tattırır mı? Diken güzel görünmeyebilir. Ama gülün bütünlüğü, o bütünlüğün güzelliği ve o güzelliğin devamı için varlığına gerek var. Gülüşümüz de sevgiden, gözyaşımız da... Sevgiden başka âlemde ne var?

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir' demişler."

21 Mart 2017 Salı

Garp husumeti baki mi kalmalı?

Yıllar önce, Düşünce Okulu'nun bir etkinliğinde, Şükrü Nişancı Hoca'yı dinlerken (ne kadar seminerde anlatılanlarla ilgili olduğunu şimdi hatırlayamadığım) şöyle bir kanaate sahip olmuştum: Bediüzzaman'ın "Garp husumeti baki kalmalı!" gibi sözleri o zaman Avrupası için söylenmiş sözlerdir. Dönemseldir. Bugün Avrupa daha başka bir Avrupa'dır. Daha insancıl bir Avrupa'dır. Daha medenî bir Avrupa'dır. Bu Avrupa'ya husumet edilmeyebilir.

Bugün 'akıllara zarar bir saçmalık' gibi görünen şu tesbiti seminerin sonunda seyirci katkısı olarak dillendirdiğimi hatırlıyorum. (Ne cür'et ama!) Şundan daha tuhafı: Benim bu herzeme o güzel topluluktan itiraz eden de olmamıştı. Halbuki herbiri Bediüzzaman hakkında konuşmaya/yazmaya benden daha yetkin gençlerdi. Acaba kale alıp itiraz etmeyi mi gereksiz gördüler? Yoksa onlar da az-çok böyle mi düşünüyorlardı? Hatırladıklarım net bir kanaat ifade etmemi sağlamıyor. Ancak, bugün geldiğim noktada, Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra eleştirilerinin dönemsel değil esasî olduğundan eminim.

Geçen yıllar en çok şunu öğretti bana: Bediüzzaman'ın söz ve tavırlarını, üzerinde yükseldiği ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasından kopardığınız an, o sözleri veya tavırları nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Hatta bir adım ötesi: Bediüzzaman'dan duruş almayı bırakıyor ve onu/metinlerini konjonktürel şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Mesela: Avrupa'yla aranız iyi olduğunda 'Avrupa ikidir'e coşkuyla koşarken, aranız kötü olduğunda da 'Garp husumeti baki kalmalı'ya sarılıyorsunuz. Bu, bir aşamadan sonra, "Yahu bu metinlerden sabit bir duruş çıkmaz mı?" sualini sordurmaya başlıyor.

Bediüzzaman'ın bunda bir kabahati var mı? Hâşâ! Hiç yok. O, metinlerinde, ehl-i sünnet aidiyeti ve bu aidiyetten gelen yakîni kuvvetli bir sosyolojiyle konuşuyordu. Fakat ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına bakmadan salt Risale-i Nur ile duruş çıkabileceğini düşünenlerin bunda suçu var. Ve zaten böyle işleyen süreç de sizi 'sizden önce Risale okumuş abiler'in elinde topa çeviriyor. Onların okuması (hesabı hakkıyla verilmediği halde) Risale-i Nur'un kanaati oluyor.

Bu abilerin hükümetle (veya Avrupa'yla) araları iyi iken veya o sabah keyifleri yerinde olduğu için yaptıkları yorumlarla, bütün bunlar tam tersi durumdayken yaptıkları yorumlar, iki farklı duruş ortaya koyuyor. İlkesellik, eğer ayakları bir mirasla bağlanmazsa, herkesin istediğini alabildiği bir 'bir milyoncu'dur. Konjonktüre göre değiştirilebilen bir sürü ilke var. Dün ne söylediğinizi hatırda tutamayanlar için ilkeler üzerinden kolaylıkla cerbeze yapabilirsiniz. Çünkü ilke üzerine birşey giymeyen soyut hakikattir.

Süreç, bir noktadan sonra, abinin "Hadi hükümete yükleniyoruz!" işareti vermesiyle hep beraber hükümete yüklendiğiniz, "Hadi hükümeti korumaya çalışıyoruz!" demesiyle silahlarınızı indirdiğiniz, "Hadi Avrupa'yla aramızı iyi tutuyoruz!" demesiyle Avrupa'ya sıcak baktığınız, "Hadi Avrupa'yla aramızı bozuyoruz!" demesiyle öfkeyle dolduğunuz, ama hiçbir zaman emin ve sağlam bir duruşa sahip olamadığınız bir cendereye savruluyor. Çıkamıyorsunuz. Çünkü tutunabileceğiniz 'zamanları ve sınanmaları aşmış sağlam bir miras' yok.

Peki, derdi söyledik, devası var mı? Var: Bediüzzaman'ı sadece bugünle ve kendi metinleriyle değil, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıyla ve duruşuyla beraber okumak. Yani; Risale-i Nur'u da 'mana-i ismî' ile değil 'mana-i harfî' ile okumak, onu 'dava değil dava içinde burhan' kılmak, o gözle bakmak.

Örneğin: 'Garp husumeti baki kalmalı' meselesinde Bediüzzaman'ın nasıl sınırlar içinde durduğunu/konuştuğunu da yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bin yılı aşkın mirası eşliğinde okuyunca idrak edebiliyorsunuz. Risale-i Nur'un bize söylediği, ne DAİŞ olup canavarlaşmak, ne de FETÖ olup Batı'ya köpekleşmek. Müslümanların, ta Asr-ı Saadet'ten beri, ehl-i küfre karşı gösterdiği temkini ve teyakkuzu korumaya çalışmak bu aslında. Ki, bu ifadeyi kullandığı dönem itibariyle, müslümanların en çok yitirdiği şey şu mübarek temkin ve teyakkuz.

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Hem bakınız, Ebubekir Sifil Hoca, mezkûr meseleyle de ilgili sayılabilecek bir yazısında neler söylüyor:

"Görebildiğim kadarıyla müfessirler arasında bu meseleyi detaylara inerek en güzel tafsil edenlerden birisi İbn Âşûr’dur. Mü’minler’le kâfirler arasındaki 'muvâlât' ilişkisini, intaç ettiği ahkâm bakımından sekiz madde halinde ele alan İbn Âşûr özetle şöyle der:

1) Müslüman’ın, kâfirleri veya kâfir bir grubu, gönlünden küfürlerine meylederek veli edinmesi. Bu küfürdür. Sahibi de münafıktır.

2) Mü’minler’e düşmanlıklarını açığa vurduğu bir zamanda kâfirlere (aralarındaki dostluk ve sevgiye bağlı olarak) müzaheret etmek, yardımcı olmak, destek vermek. Bunu yapan müslümanın içinde kâfirlerin dinine karşı bir meyil söz konusu değilse, bu fiil küfür olmaz; ancak büyük günahtır.

3) Bir önceki maddede zikredilen yaklaşımın, Müslümanlar’a karşı kin ve düşmanlık izhar etmeyen, fiilî saldırı ve ezada bulunmayan kâfirler hakkında söz konusu olması. Bu yaklaşım, sahibinin küfrünü gerektirmez; ancak sakındırılmış/nehyedilmiş bir tavırdır. Zira burada onların durumunu güzel bulma söz konusudur. İbn Âşûr burada, İslam’ın zuhuru esnasında mevcut Arap Hristiyanları’nın durumu ile Habeşistan Hristiyanları’nı örnek gösterir ki, son derece ilginçtir.

4) Müslümanlar’dan bir gruba zarar vermek için kâfirlerden bir grupla muvalat ilişkisine girmek (birbirini veli edinmek). Burada niyete itibar edilir.

5) Müslümanlar’ın, zafer ve galibiyet için Müslümanlar’a karşı sevgi besleyen kâfirlerden bir grubu veli edinmesi. Bunun hükmünde ihtilaf eden ulema arasında Ehl-i Kitap ile diğerlerini ayıranlar bulunduğu gibi, ihtiyaç duyulması yahut kâfirlerin kendiliklerinden yardıma gelmesi haliyle onlardan talepte bulunmayı birbirinden ayıran ve herbiri için farklı hükümler verenler de vardır.

6) Müslümanlar’dan birisinin, kâfirlerden birisini veli edinmesi. Aralarındaki özel bir yakınlık sebebiyle ve Müslümanlar’a zarar verecek bir duruma yol açmamak kaydıyla böyle bir ilişki yasaklanmamıştır.

7) Müslümanlar’la kâfirler arasında ticaret, akitler, musalaha vb. gibi dünyevî ilişkiler bulunmasının hükmü, farklı durumlara göre değişiklik gösterir.

8) Kâfirlerden gelebilecek bir zararın önlenmesi için onlarla muvalat ilişkisine girmek. Ayette geçen '… kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden korunmanız hali müstesna' ifadesinde işaret edilen durum budur.
"

İşte, Bediüzzaman'ın 'Garp husumeti baki kalmalı' derken 'baki kalmasını' istediği şey, ilişkilerin şu istikametli kıstaslar içerisinde yürütülmesidir. Şu maddeler boyunca anlatılan hassasiyetlerin korunmasıdır. Bu ne ilişkisizliktir, ne DAİŞ olmaktır, ne de küresel güçlerin yalakası olmaktır. Bu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin ehl-i kitap ve sair küfür mensuplarıyla ilişkilerinde gözettiği, naslardan beslenen ve bin yılı aşkın zamandır tecrübe edilen bir duruştur. Konjonktürün ve konjonktür üzerinden konuşanların elinde her yere atılan top haline gelmemenin yolu da burada saklıdır. Bu sekiz maddeyi kuşatamayanlar için daha kısa ve öz bir ifadeyi yine Ebubekir Sifil Hoca'dan naklederek yazıyı bitirelim:

"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...