19 Ekim 2020 Pazartesi

Kalbinin de bir kuantumu var

"Cenab-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev'inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum." Mektubat'tan... 

Kuantum fiziği ileride yanlışlanır-yanlışlanmaz, birşey diyemem, fakat bize bir bakış açısı öğretti: Madde latifleştikçe üzerindeki etkimiz artıyor. Çift yarık deneyini hatırlayalım. Gözlemcinin şahitliğiyle taneciklerin davranışı nasıl da değişiyordu. Bu durumun bir açıdan tasavvufun varlık hikmetine de ışık tuttuğunu düşünüyorum. 

Evet. Maddeden manaya doğru gidildikçe varlığın yasaları da değişiyor. İçimizin düsturları dışımızla bir değil. Fıkh-ı bâtına yönelik ihtiyaçlar da buradan doğuyor. Ne demek bu? Açalım: Fıkh-ı zâhirde yerine getirilmiş bir namazın fıkh-ı bâtındaki şartları tamamlanmamış olabiliyor. Mesela: "Görsünler!" diye yapılan ibadetlerin zâhirdeki isabeti içindeki yaraları onaramıyor. İhlassız herşey isabetsiz. Kalbin pusulası rıza-i ilahîden kaydı mı, saat doğruyu gösterse de, kendisi istifade edemez. Bizim bu nedenle içimizin yasasını öğrenmeye ihtiyacımız var. Çoğu tecrübeyle ilgili bu yolda mürşidlere muhtaçlığımız var. Dergâhın kapısı tam buradan açılıyor. Yani dışımızdan içimize.

'Fıkh-ı ekber' denilen akidemiz/imanımız ancak zâhir-bâtın dengesinin korunmasıyla hakkı verilen bir kemal. Allah 'bir' dedin, elhamdülillah ve de maşaallah, iman ettin. Muştu olsun. Peki bu 'bir'in sıddıkiyetine nasıl ulaşacaksın? 1) Bir'se zâhirini o bir'den gelen vahye göre şekillendireceksin. Kur'an'a ve sünnete emredilen-nehyedilen şeylere uyacaksın. Yani dışın itibariyle ikiliklerden/şirkten boşanacaksın. 

2) İçini de vahye göre boyayacaksın. Amellerin şekil itibariyle ikincilerin/şirklerin etkisinden kurtarıldığı gibi beğenisinden de kurtarılacak. Onlar sebep olamadıkları gibi sonuç da olamayacak. Tohum onlardan alınmadığı gibi meyve de onlara verilmeyecek. Ne 'başkasının dediği şekilde' ne de 'başkası için' olacak. Ne demek bu? Yani şu demek: 'Başkasının dediği şekilde' olmadı, fakat 'başkası için' oldu, zarardasın. 'Başkası için' olmadı, ama 'başkasının dediği şekilde' oldu, yine zarardasın. Tasavvufla fıkhın ilişkisi tam bu noktada kemalin vesilesidir. Tasavvuf 'başkası için' olmasını engeller. Fıkıh 'başkasının dediği şekilde' olmasını... İmam-ı Malik rahimehullaha atfedilen "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." hakikati buradan anlaşılır.

Risale-i Nur'u okurken içimin yasasına dair birçok şeye gözüm açılıyor. Mesela: İhlas Risaleleri kalbimi tartmakta çok yardımcı oluyor. Gerçi dökülüyorum. Ama olsun. Buranın padişahlığı dilenciliktedir. Dışarıda 'Var!' denildikçe varoluyorsa bazı şeyler, burada 'Yok!' denildikçe varolması ümit edilir. Kerametler bu nedenle gizlenilir. Hatta onlardan sıkılınır. Çünkü 'Var!' demektedirler. Allah dostları bu yüzden harikalarından sıkılırlar. Ya içleri 'kendilerine' atfederse? Ya cahiller o fiileri 'kendilerinden' bilirlerse? Eyvah. Bu iddia fenafillah arzulayanlar için ne korkutucudur! Fakat 'tahdis-i nimet' aynı endişeye dahil değildir. Çünkü 'tahdis-i nimet'te failin Allah olduğu teşhisi daha açıktır. Bediüzzaman bu nedenle 'kerametlerini' anmaktan şiddetle sakınırken 'ikram' dediği güzellikleri aktarmayı beğenir. Zira bu ikramların yapısı kendisine atfedilmekten aşkın şeylerdir. Çoğunlukla da yaşanan hâdiseye zatından başka birçok kişi dahildir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et..." gibi bahislerin söylediği de yine bu eşikten girilince açılır arkadaşım. Niyet ettiğinde, tıpkı çift yarın deneyinde anlatıldığı gibi, içindeki harikanın şahidi olmaya niyetleniyorsun. Şahit olmaya kastettiğin anda harika ölüyor. Tanecik dalga hareketini terkediyor. Âdeta gözlemcinin dikkatine küsüyor. "Bereketim bakmamandadır!" diyor. Çünkü sen şahitliğinde hâlâ arızalısın. Hamsın. Şahit olduklarını sahiplenmeyi seversin.

Bunu hep kötü de görme. Yukarıda mürşidim menfaatine olacak dikkatleri de anlattı. Salihlerin yolundan giderek kusurlarına dikkatini çoğaltabilirsin. Onların dalga dalga çoğalan tesirlerini dikkat-i nazarınla taneciğe çevirebilirsin. Azaltabilirsin. Nitekim İslamî metinlerde bize öğütlenen itiraf/istiğfar ikilisi de ancak böyle bir dikkatle varolabilirler. Demek sivrisinekleri öldürmeden önce bataklığı iyice kurutmak gerek. İnsanın ham yanlarına dikkat-i nazarı da böylesi bir faydaya müncer oluyor. Gördükçe ölüyor bazı şeyler. Ki, hatırlarsın, yine mürşidim bir yerde diyor: "Şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Yine diyor: "Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek." Ve yine diyor: "Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir." Ve yine ekliyor: 

"Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." 

Hepsini alıntılayarak yazıyı uzatmayayım arkadaşım. Bütün bunlar bana hep aynı hakikati nasihat ediyor gibi geliyor: Dikkatimiz de bir tür dua yerine geçiyor. Şikayetçi olarak baktığımızda kemliklerimizi kontrol altında tutmayı başarabiliyoruz. Gözümüzden kaçırdığımızda işler nereye vardı içimizde kestiremez oluyoruz. Yine fazilete dair övünülecek şeyleri görmezden geldikçe azalmaları tehlikesinden korunuyoruz. Sahiplenmiyoruz. Bakmamızla tanecik hareketi yapacakları tekrar el-Hâdî'nin bahşıyla dalgalanmaya bırakıyoruz. Yani, kusurumuza dikkat ede ede "Subhanallah!" dedikçe, hüsnümüzden göz kaçıra kaçıra "Elhamdülillah!" diye hakiki sahibine verdikçe, birincinin 'azalmasını' ikincinin 'çoğalmasını' ümit edebiliyoruz. Fıkh-ı ekberin "Allahu ekber!" bereketine kavuşuyoruz. Elhamdülillah! 

Evet, arkadaşım, "Şükür nimeti ziyadeleştirir!" hâdis-i şerifi de belki bu sırrı kulağımıza fısıldıyor. Nimetin sahipliğini terkedince taneciği dalgaya dönüşüyor. Çünkü taneciğin sahibi artık 'Allah' oluyor. Yani ki biz artık gölge etmeyi bırakıyoruz. Arızamızı (arızî varlığımızı) aradan çıkarıyoruz. Demek bereket en çok şu cürmümüzden sıkılıyor.

15 Ekim 2020 Perşembe

Aşk insanı ayrılığından yakalar

Arkadaşım, sıkılmazsan anlatayım, Âl-i İmran sûresinin 11. ayetinde dikkatimi çeken bir bölüm var. Mealler buraya mana vermekte iki yola ayrılıyorlar. Bir kısmının dediği Diyanet Vakfı'nın çalışmasındaki gibi: "Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar. Allah da kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi." Diğer bir kısmının dediğiyse Diyanet İşleri'nin çalışmasındakine benziyor: "Âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahlarıyla yakaladı." Mealler dünyasındaki çeşitlilik içine girilince kolay çıkılmayan birşey olduğundan daha fazla dolaştırmıyorum seni. Hep konuştuğumuz şeyler zaten: Mealler asla Kur'an yerine geçemez. Geçemez. Asla. Kur'an'ın hakiki tercümesi olamaz. Olamaz. Asla. Şu manalar yalnız birer eşik sayılabilir o yıldızları tefekkür için. Ne söylenildiğinden küçücük bir pay alabilmek için. Yoksa meallerle Kur'an'ın hakikati kuşatılamaz. Beşerin çay kaşığı etmez fehmi okyanusları içine sığdıramaz, taşıyamaz, tutamaz, vesselam.

Yalnız burada 'günahlarıyla yakaladı' ifadesi bana Mevlana Celaleddin Hazretlerinin bir şiirini hatırlattı. Tastamam hafızamda değil. İnternette yaptığım aramalar da sonuç vermedi. Orijinalini paylaşamıyorum bu nedenle. Benzerlik kurduğum kısmı, eğer doğru hatırlıyorsam onu da, öz cümlemle nakledeyim sana: "Aşkın bizi ayrılığımızdan yakaladı." Evet. O Hazret, ism-i Vedud'a mazhar bir veli olarak, Cenab-ı Hakka bu şakıma ile sesleniyordu. İnşaallah doğru hatırlamışımdır.

İşte, arkadaşım, ilk duyduğum vakit şöyle tefekkür etmiştim Hazretin bu sözünü: Hakikaten aşkın varlığı ancak ayrılıkla bilinir. Velev tevehhüm kadarcık olsun. İhtimal olsun. Ama olsun. Ayrılık varolsun. Başka türlü aşk da varolamaz. Ya bir 'tasavvur korku' yahut da 'yaşanılan bir hakikat' olarak 'firak' insanın aşkını anlamasını sağlar. Yansımasının şiddetlenmesine elverir. İlgisini yakalar. Bediüzzaman'ın "Vücudunda adem, ademinde vücud vardır..." dediği durum da böyle birşeydir. Yokluğunun endişesiyle varlığında kuvvetlenir bazı şeyler. Özellikle de duygular. Evet. İçimizin fiziğinde, yokluğundan endişelenilenler varlığa, varlığından emin olunanlar da yokluğa dönüşürler: "Kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." 

Mürşidim ta Münazarat'ta "Büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir!" derken de buna dikkat çeker. "Ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla..." derken de buna nazarlarımızı çevirtir. "Eğer-hâşâ-ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir!" derken de bu noktaya vurgu yapar. "İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür!" söylerken de mezkûr hakikate parmağını basar. Yani, evet, bazı şeyler ancak yokluğuna inanıldıkça varolur. İnsan onlarda gerilediğini düşündükçe aksine ilerler. Belki biraz da bu yüzden "Niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ: Tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder..." Çünkü böyle şeylere niyetlenmek evvellerinde/aslında yokluklarına inanmakla olur.

Dünya denilen bu zıtlar âleminde nesneler varlıklarını isbat etmek için zıtlarına muhtaçtırlar. Soğuk bilinmek için sıcağa ihtiyaç duyar. Tokluk bilinmek için açlığa muhtaçtır. Kısalar varolmadan uzunluk iddiası abestir. Dışımızın düzeni böyleyken içimizin yasası da hariçte kalamaz. Ancak onun bu düzene dahil oluşu zıttına nazar-ı dikkatledir. Mürşidimin tabiriyle yani: "Tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Böylece kendisi pürkusur gördükçe kemalin mertebelerinde ilerler mübarekler. Kirlendiklerini düşündükçe temizlenirler. Zıttının izlerini kendinde bulmayan, onlarla savaşmayan, kurtulmaya çalışmayan fazilet hırkasını kuşanamaz. "Kuşandım!" diyenin sırtı boştur. "Sırtım boş!" diyenin hırkasından ümit edilir.

Peki, bu kadar gezdirdikten sonra sizi, baştaki meale geri dönelim: İnsanın 'günahlarıyla yakalanması' ne demektir? "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla arkadaşım ben bunu şöyle de anlarım: İnsan haram sahasında varoldukça, değil hâşâ Allahsızlığın, fakat şeriatsızlığın sahasında varolur. Allah o kör nankörlerin sanrılarıyla elbette yokolmaz. Gözünü kapayan ancak kendisine gece eder. Güneşi yokedemez. Fakat, buraya dikkat et, bu vesileyle karanlığı da tatmış olur. Yani Allah'a ihtiyaç duymadan gayet mutlu yaşayabileceğini tevehhüm ettiği her anda/fiilde günahların 'zakkum-u cehennem tohumlarına' rastlar. Eyledikleriyle daha bu dünyada ellerine dikenler batar:

"Meselâ: Haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz'î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş'et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor." Ve yine bu yüzden belki mürşidim çok yerlerde der ki: "İman mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor."

İşte, arkadaşım, ben bu gibi bahislerden hareketle zannediyorum ki: Biz günahlarımızla Cenab-ı Hakka gayet yakalanmış oluyoruz zaten. Onun hükmünün haklılığı çizmemizdeki yırtıklardan bizi kavrıyor. Üstümüzdeki çamur düştüğümüzü gösteriyor. Belli ki yoldan ayrılmışız. Evet. Cenab-ı Hak bizi günahlarımızla yakalıyor. Onlara düştüğümüz anda 'ayetleri yalanlama'nın bedelini ödemeye başlıyoruz. Bileklerimize cürmün kelepçeleri takılıyor. Veya gafletimiz yaşamdaki yansımalarıyla enseleniyor. Elbette ödemenin en ağırı ahirette. (Allah bizi o günün dehşetinden saklasın.) Fakat günah işlendiği anda da bir çeşit bedellemeye uğruyor insan. Ne kadar kendini 'hayvan gibi' bilmeye çalışırsa çalışsın. Akıl yarını düşünüyor. Vicdan yanlışını hissediyor. Hayat, Hakîm-i Mutlak'ın bir kitabı olarak, kem eylemlere yaptığı geridönüşlerle kemendi sıkılaştırıyor. Öyle ki, âdem, maziye baktığında pişmanlıklardan bir dağın devrileceğini zannediyor. Böylesine bir daralmışlık, bir yıkım, bir sancı... Bütün bunlar yakalanmışlığımızın apaçık delilleri değil mi arkadaşım? Günahın kendisi haktan ayrılmışlığın delili değil mi?

11 Ekim 2020 Pazar

Peki cennetten hangi soruları öğrenebiliriz?

Bunu başka yazılarımda da anlatmıştım. Tekrar da olsa güzeldir. Hele birazcık sabredin kârilerim: Lisede Sadi isminde genç bir biyoloji öğretmenimiz vardı. Allah selamet versin. Mesleğine cidden âşık bir insandı. Derslerinin en ufuk açıcı yanıysa 'yorum soruları'ydı. Sözgelimi: Sadi Hoca virüsleri anlatmışsa derslerinde, sınavda bu 'öğrettiklerini sormak'tan başka, şöyle birşey daha yapardı: Cevabını belletmediği bir suale en büyük puanı verirdi. İşte o soru imtihanın 'yorum sorusu'ydu. Diğer soruların doğru yanıtları ancak 10 puanla karşılığını bulurken bu 8. sorunun değeri tam 30 puandı. Üstelik cevabın doğru olması da şart değildi. Virüslerle ilgili ne sorduğunuysa iyi hatırlıyorum. Çünkü yanıtımı tebrik etmişti.

Sual şuydu: "Virüsler kanser tedavisinde nasıl kullanılabilir?" Bu kadar. Siz de öğrendiklerinizden hareketle fikir yürütüp suali cevaplamalıydınız. Yani fikir üretmeliydiniz. Kafanızın çalıştığını göstermeliydiniz. Zorlamalıydınız. Yanlış da olsa bir teori kurmalıydınız. 

Buradan şuraya geleceğim: 20. Söz Kur'an'da aktarılan peygamber mucizelerinin de böyle bir yanı olduğunu söylüyor. Yani onlar bizim yorum yeteneğimizi güçlendiriyorlar. Nasıl? "Yorumun başı hayaldir!" dersem belki özünü kavrarsınız. Evet. 'Dimağdaki meratip' üzerinden düşünürsek her fikir bizde öncelikle bir 'tahayyül' olarak şekillenir. Sonra sair aşamalardan geçerek somutluğunun bir yüzünü bulur: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..." Peygamber mucizeleri de aslında beşeriyette böyle bir iş eyliyor. Tabir-i caizse insanlığın aklına karpuz kabukları düşürüyor. Gözünü açıyor. Sözgelimi: Süleyman aleyhisselamın havada seyahat edebildiğini duyduğunuzda hemen zihninize şöyle bir soru damlıyor: "Böyle birşey mümkün olabilir mi?" İşte artık siz de bir 'yorum sorusu'na sahipsiniz. Kişisel serüveniniz boyunca cevap arayabilirsiniz. Ve nihayet gün gelip uçabilirsiniz. Tıpkı insanlığın muvaffak olduğu gibi.

Bediüzzaman'ın dediği de biraz bu. Yani mucizeleri duymakla sahip olduğumuz soruların/merakların birçok keşifte 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği: "(...) enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..." 

Eh, evet, demiştim. Bunlar önce de anlattığım şeyler. Bugünün ilavesiyse şu: (Allahu'l-a'lem kaydıyla dersem:) Cennet tasvirlerinin de böylesi bir yanı olduğunu düşünüyorum ben. Fakat daha farklı bir tonda. Daha aşkın bir şekilde. Neden daha aşkın? Çünkü cennete dair haberler bilindik fiziğin sınırlarını da aşıyor. Bir yanlarıyla "Acaba mümkün mü?"  diye sordursalar da diğer yanlarıyla alışılmışın duvarlarını da inceltiyorlar. Onun sarsılmaz sandığımız kaidelerinin de berhava edilebilirliğine kapı açıyorlar. Hayal seviyemizi yukarılara çekiyorlar. Misaller vererek uzatmayayım. Meraklısı şöyle bir araştırsa fazlasıyla bulacaktır. Özetle demem o ki: Peygamber mucizelerinin ayak izlerini öperek insanlık bugünkü birçok teknolojiye ulaştı. Gemi yaptı. Uçak yaptı. Zırh yaptı. Acaba cennet tasvirlerinin izlerini öpmekle de ulaşacağımız birşeyler var mı? Tefekkür etmeyi teklif ediyorum. Bu yazılık bu kadar muhterem kârilerim. Zira yazının makamı mevzuyu yarım bırakmayı iktiza ediyor.

7 Ekim 2020 Çarşamba

Ayasofya açıldı da ne oldu?

Arkadaşım, binler elhamdülillah önce, sonra sorarım: "Ayasofya'nın aslına dönmesi bize ne kazandırdı?" Şimdilerde, biraz da alaycılıkla, çokları dillendirir oldu bu suali. Bense Bakara sûresinin 248. ayetinden mülhem bir cevap veriyorum buna. İstersen arzedeyim: Hani orada İsrailoğulları 'yenilgi içinde geçen bir dönemin ardından' müjdelenirler. Müjdelendikleri nedir peki? İçinde Musa ve Harun aleyhümüsselamın bakıyyesi bulunan sandığa eriştirilmeleridir. Tefsirlerde söylendiğine göre bu sandık, yeni değil, zaten daha önceleri sahip oldukları birşeydir. Fakat mağlubiyetlerinden sonra ellerinden alınmıştır. Tekrar kavuştuklarında ise İsrailoğullarını sekinete ulaştıracaktır. 

İşte, "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söylersem arkadaşım, Kur'an-ı Hakîm'de bu hâdisenin nakledilmesindeki pekçok sırlardan birisini kendimce şöyle fehmederim: Milletler şanlı devirlerine dair eşyalardan/mekanlardan bir 'sekinet' alırlar. Onlarla göğüslerine bir genişlik gelir. Bir özgüven artımı yaşarlar. Ayaklarını zemine daha sağlam basarlar. Bunu bana söylettirenlerden birisi de mürşidimin 20. Söz'deki o meşhur cümlesidir: “Kur'ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.”

Yani mezkûr hâdisenin bize aktarılmasındaki hikmetlerden birisi de budur. Bu 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'yi farketmemizdir. Hatta şear-i İslamiyeye dair ne varsa hepsinin ihyası mertebe mertebe bu sırra dahildir. Hem de öyledir: Ayasofya'nın vazife-i asliyesine dönmesi de bunlardandır. Osmanlı'nın inşa ettiği mirasa kendisini bağlı hisseden Türk, Kürt, Arab, Laz, Çerkes, Arnavut, Boşnak vs. her kim varsa hepsi, tıpkı İsrailoğullarının kayıp sandıklarına tekrar kavuşmaları gibi, şu müjdeli hâdiseden bir sekinet alırlar. Bir cesarete kavuşurlar. İlla ki kişi kendisini hâlâ bu cehdin parçası saysın. Varlığını burada konumlandırmayanların gözündeyse aslına dönüş kazanım değil kayıptır.

Evet. Bediüzzaman'ın "(...) âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:" dedikten sonra zikrettiği "Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir..." cümlesi de böyle bir nasihati barındırır diye düşünüyorum. Ki okuyanlar bilirler. Mürşidim bu cümlenin ardına da şu ifadeyi ekler: "O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim." 

İsrailoğulları, kayıp izzetlerine tekrar kavuşturulduktan sonra, Talut'un komutasında Calut'un muazzam ordusunu devirmişlerdi. Yitirdikleri şanlı günlere tekrar kavuşturulmuşlardı. Biz de, elhamdülillah, kayıp sandıklarımızdan birisine bu sene ulaştırıldık. Sevindirildik. Cenab-ı Hakkın fazl u kereminden umudumuz o ki: Sırrı şimdi de tecelli etsin. Bizde hükmünü tekrarlasın. Birkaç asırlık bocalamamızın ardından yeniden yükselmeye muvaffak olalım. Ondan umut kesilmez. Ona hiçbirşey ağır gelmez. Onun hazinesi vermekle eksilmez. Diliyoruz. Özlüyoruz. Bekliyoruz. Âmin. Âmin. Âmin.

3 Ekim 2020 Cumartesi

Şu 'ebced-cifir'in hiç mi faydası yok arkadaş?

Baştan diyeyim: Bediüzzaman'ın 'hatasızlığına' iman ediyor değilim. (Bazı müfritlerden başka hiçbir Nurcunun da böyle iman ettiğini sanmıyorum.) Ehl-i Sünnet itikadı üzere derim ki: Hatalardan korunmuş olmak ancak nebilere mahsustur. Onlardan gayrısının yanlışa düşebilme 'ihtimali' vardır. Fakat bu demek değildir ki: Eserlerinde mutlaka Ehl-i Sünnet itikadına uymayan ifadeler bulunur. Veya demek değildir ki: İlla bir yerlerde Ehl-i Sünnet itikadından sapmışlardır. Hayır. Hâşâ. 'İsmetin nübüvvet elinde olmasına' böyle dışlayıcı bir yaklaşımla iman etmiyorum. Ya? Başta sahabe-i kiram olmak üzere bu ümmetin salihlerinin istikamet üzere yaşadıklarına iman ederim. Âlimlerinin de alel-ekser eserlerinde bu istikameti koruduklarına kâniyimdir. Aksine ancak delil gösterilirse inanırım. Yani ihtimali yakîn yerine koymam. İmkanı vukuata denk saymam. Mahfuz değiller diye "İlla itikadları/eserleri hatalıdır!" gözüyle bakmam. Bakan da nazarımda merduttur.

Bu tutumum, yalnız Bediüzzaman'a değil, cümle Ehl-i Sünnet ulemasına karşı böyledir. Onlara karşı vazifem saydığım hüsnüzannı mutlaka ederim. Ha, aralarında farklı duruşlar mı vardır, farklı içtihadlar mı savunulmuştur, farklı görüşler mi beyan edilmiştir? Bunlara karşı da haddimi bilirim. Birisinin görüşü bende galip olsa da ötekilere hürmetimi yitirmem. An şart ki: Savunulan büsbütün Ehl-i Sünnet mizanlarına aykırı olmaya. Eğer mutlak şekilde böyle bir aykırılıktan, yani küfür/bid'a suçlamasından, uzak kalınıyorsa gayrı sultanların sofrasına laf etmem. Önümdeki yalı bitiririm. Çapına bakmadan konuşanlardan da rahatsız olurum.

Ebced-cifir meselesinde Abdülhakim Arvasî kuddisesirruh ile Bediüzzaman Hazretleri arasındaki ihtilafa bakışım da böyledir. "Kartallar kendi aralarında konuşmuştur. Sineğin üstüne vazife değildir. Hem haddi de değildir. O kendi vızıltısının hakkını verse yeter..." diye düşünürüm. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki mektuplardan da durumu böyle anlarım. Çünkü mürşidim de orada talebelerini uyarmaktadır: "(...) ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola..." Ancak, arkadaşım, dikkatini çekerim. Bu yine demek değildir ki: Hakkaniyetin hakkı mürşidinin aleyhine söylenmiş her sözde 'taraf-ı muhalifi iltizam etmek'tir. Yani karşı tarafın argümanına hemen haklılık etiketini yapıştırmaktır. Hayır. Talebeliğin hakkı bu değildir. Talebe, eğer hakikaten talebeyse, önce bir mürşidinin dediğini dinler. Delillerine bakar. Anlamaya çalışır. Bütün bunlara rağmen gönlüne itminan gelmiyorsa ancak karşı tarafın reyine meyleder. Ebced-cifir meselesi ise bence öyle değildir. Hiç öyle değildir.

Ebced-cifir meselesi Bediüzzaman'ın yanlışlıkla uğraştığı bir iş değildir. Ha, doğrudur, bu konuda bir parça 'mecburiyet'ten bahsetmek mümkün olabilir. Çünkü kendisi de 'Eskişehir Hapsi' şartlarında böyle zevkli bir uğraşla talebelerine şevk verme ihtiyacı hissettiğini belirtmiştir. Lakin hatırlatırım: "Ya aslında ben de bu ebced-cifir işine pek inanmıyorum ama ne yapayım. O an mecbur kaldım da girdim. Yoksa hiç girmeyecektim!" şeklinde bir beyanı yoktur. Bilakis, kendisine bu noktada gelen her tenkide, ebced-cifir meselesinde bir hakikat gördüğünü belirtir sebatta cevaplar vermektedir. Bunun en açık delilleri bizzat Abdülhakim Arvasî Hazretlerine yazdığı mektupta görülmektedir. Alıntılarla uzatmayayım. Merak eden o mektuplara ulaşıp okuyabilir.

Yani, bazı Nur talebelerinin bu sıralar yüreği götürmese de, Bediüzzaman ebced-cifir meselesinin arkasındadır. Öyle ağzının kenarıyla, kaleminin dışıyla, gözünün ucuyla, elinin tersiyle değil 'önemseyerek' onunla meşguldür. İsbatı sadedinde sarfettiği deliller de vardır. Peki bir mü'min bu delillerle amel etmek zorunda mıdır? Değildir. Meşgul olmak istemeyene kimse birşey demez. Hatta salih bir mü'minin iyi bir niyetle muhalefetini görsem/okusam, ki oluyor da bunlar, "Sen nasıl ebcedi-cifiri kabul etmezsin!" diye kavga etmem. "Olabilir..." derim. "Onun da benimsediği görüş bu olabilir." Ellerinden öperim. Ancak bu saygım ebced-cifirin dalaletle suçlanmasına kadar sürer. Eğer sapkınlıkla suçlarsa o zaman bir miktar da ben ona muhalefet ederim. 

Bediüzzaman'ın mezkûr gerilim sırasında altını çizdiği birşey var ki bence 'ebced-cifir' meselesine daha farklı bir açıdan bakmayı da sağlar: "Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat, Kur'ân'ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, ehl-i dalâletin tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için, bir nükte-i i'câziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez..." 

Mürşidimin 'noksan huruf' konusuna tam da burada dikkat çekmesi mühimdir. Çünkü ebced-cifir mevzuunda eskimez yazıya, yani hatt-ı Kur'anîye, ilgi çekecek bir yan da vardır. Ehlince, usûlünce ve "Allahu'l-a'lem!" hep katık edilerek uygulanması gereken bu sistem, yeni harflerle değil, eskimez harflerle mümkündür. Yani Kur'an'ın Latin harfleriyle yazılmışıyla şu hesap çıkarılamaz. Mealden de böyle bir hesap yapılamaz. Bu hesap ancak hatt-ı Arabîyle yazılmış Kur'an'da yapılabilir. Yani 'aslında' olabilir. Hal böyle olunca insanların devlet zoruyla hatt-ı Kur'an'dan soğutulduğu bir zamanda Bediüzzaman'ın bu zevkli mesleği tekrar gündeme getirmesi 'eskimez yazıyı kalplerde tutma arzusu'ndan olabilir. Ki ben görüyorum. Yadsınmaz bir etkisi de var. Böylesi bir meşguliyetin merakıyla insanlar Kur'an harflerine de ayrıca bir ilgi duyabiliyorlar. Neden olmasın? Mürşidimin hatt-ı Kur'an'ı koruma çabasını mesleğinin lazımlarından sayması (ve yukarıdaki mezkûr ifadeler) buna yeterli bir delil oluşturmaz mı? Bana 'oluşturabilir' gibi geliyor. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla arzedeyim.

Hâşâ, benzetmek gibi olmasın, hani çocukları derslere ısındırmak için yapılan zevkli alıştırmalar vardır. Çocuklar o alıştırmaları yaparken hem eğlenirler hem de öğrenirler. "Hiç eğlenmesinler!" derseniz dersi de belletmekte zorlanırsınız. Yahut da pek azında böylesi teşviklere ihtiyaç duymayan bir hakikat aşkı bulursunuz. Bence ebced-cifir meselesinin hatt-ı Kur'anîyi müdafaa anlamında böyle bir faydası da var. Meşguliyet arzusunu arttırıyor. Ha itiraf edeyim: Ben meşgul olmadım. Bazı meşgullerin meşguliyetlerinden de hoşlanmadım. Lakin böyle birşeyin varlığını da reddetmedim. Hikmetten/hakikatten uzak görmedim. Hele mürşidimin bu yoldaki sa'yini heba bilmedim. Kardeşlerim için de evvel-âhir duam: Cenab-ı Hak böylesi meselelerde ayaklarımızı sırat-ı müstakimden ayırmasın. Büyük sözler söyletmesin. Büyük iddialarda bulundurmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Tarikatler neden bitirilemiyor?

Diyanet'in bir cuma gündemini de 'hurafeler' bahsine ayırmasına karşı değilim. Elbette hem hakkı hem de vazifesidir. Sa'yleri meşkur olsun. Allah ecrini versin. Âmin. Fakat şunu bir miktar tenkid ediyorum: 'Hurafeler' başlığında işlenenler, geçen onca zamana rağmen, çocukluğumuzun Din Kültürü derslerinden ileriye gitmiyor. Türbelerde mum yakılması veya çaput bağlanması gibi temalar, o günlerden bugünlere, değişmeyen içeriği oluşturuyor. Bir çeşit güvenli bölge gibi. Eh. Doğrudur. Bunlar bir yerlerde olmaya devam ediyordurlar mutlaka. Eyvallah. Fakat belki Diyanet'in de azıcık nazarını geliştirmeye ihtiyacı vardır? Ne için? Görüşünü zenginleştirmek için efendim. Ne tarafa çevirsin peki? Epeydir baktırılmadığı tarafa. 

Yani 'sol'a.

Açayım: 'En çok ziyaret edilenler' listesinde kaçıncıdır bilemiyorum. Ancak Türkiye'deki en şöhretli kabirlerden birisinin Mustafa Kemal'e ait olduğu malumumuz. Hatta en görkemlisi. (Mimarisinin antik Yunan tapınaklarından ilham alındığı söyleniyor.) Çağ açıp çağ kapayan Sultan Fatih Han'ın bile ancak bir oda kadarcık türbesi varken Anıtkabir devasa bir alanı kaplıyor. Binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Mezarına çiçek-çeleng bırakılıyor. Defterine notlar alınıyor. Belirli günlerde törenler yapılıyor. Marşlar okunuyor. Saygı duruşları duruluyor vesaire. Üstelik bu hürmet sırf kabrine karşı da değil ha. Ya? Manevî makamı sayılabilecek(!) her türden heykeline/büstüne karşı da aynı tâzim sergileniyor. Hatırlayınız: Geçen 10 Kasım'da okullarda 'fotoğrafına secde ettirilen çocuklar' garabetini bile yaşadık.

Elbette yapan yapar. Herkesin akl u iradesi var. Laik bir ülkedeyiz. Devlet kimsenin inancına karışamıyor(!) Herkes türbesini ziyaret ediyor. Ancak, her nedense, bu 'anıt-kabir' diğer 'türbe'lerden ayrı bir statüye sahipmiş gibi. Orayı ziyaret edenlerden de sanki Diyanet mesul değilmiş gibi. Çünkü buralarda olanlar Diyanet'in hiçbir eleştirisine maruz kalmıyor. Halbuki, az-çok bu konularda mürekkep yalamışlar hakverecektir, her şekilde bu olanlar türbelerdekinden fazlasıdır. Yani herhangi bir kemalistle oturup 'anıt-kabir ritüelleri' ile 'türbe ritüellerini' karşılaştırsak herhalde 'türbe-seviciler' olarak çokça gerilerinde kalırız. Lakin cami kürsülerinde yanağı sevilen de yalnız biziz. Üstelik ne zaman böyle yanağımız okşansa kemalistler de Diyanet'in arkasına geçip halimize kıs kıs gülüyorlar. Seviniyorlar. Eğleniyorlar.

Haliyle bu durum da bana mürşidimin şu ifadelerini hatırlatıyor: "Mutaassıplara hücum eden Avrupa'nın kâselisleri, herbiri, yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mutaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı." Her neyse. "Din nasihattir!" buyurmuş Aleyhissalatuvesselam Efendimiz. "Diyanet her şekilde bizi uyarmakta haklıdır!" diyelim. Öpüp başımıza koyalım. Mevzuu büyütmeyelim. Asıl konuya geçelim:

Hermann Hesse Bozkır Kurdu'nun Düş Yolculukları'nda 'geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağına' dikkat çeker. Ben bunu biraz şöyle anlarım: İnsan kalbi hakikati 'bütün zamanlar için geçerli olmasından' tanır. Birşey, eğer hakikatse, böyle olmalıdır. Zamanüstü isabetler barındırmalıdır. Çünkü hakikat zamanla birlikte varolan birşeydir. Dolayısıyla döngünün her köşesinde izleri görülmelidir. Tereşşuhları sezilmelidir. Nakışları izlenmelidir. Kur'an-ı Hakîm'in 'peygamber kıssalarına' verdiği ağırlık da bu pencereden bakılınca anlaşılır olur. Evet. Onlarda tüm zamanlar için dersler vardır. Ancak öncesinde bu kıssalar sayesinde Cenab-ı Hak hakikatin zaman içindeki serencamını da izletir. Böylelikle mü'min kendisini 'bir başına' değil 'hep beraber'lik içinde tarif eder. Bir mirasın parçası olmak hem dertleri hafifletir hem de neşeleri katmerli kılar. Şanlı bir kervanın yolcusuyken yaşanılanlar gönle şeker-şerbet gelir.

Modern ideolojiler ise âdemoğlunu yalnızlaştırır. Zira gelenekleri yoktur. Çoğusu zaten yerleşik olana meydan okuyarak ortaya çıkarlar. Yepyeni olmanın bedeli budur. Yepyeni olan tutunmak için kendisinden başka dal bulamaz. Sözgelimi: Herşeyin hiçbirşey için olduğuna inanan ateist, şeyleri alabildiğine yalnızlaştırdığı için, kuvvet alacağı bir bütünlük bulamaz. Durum deistler ve modernistler için de az-çok böyledir. Yıktıkları sütunlar aslında yaslanmaları içindir. Evet, onlar, koltuk değneklerini bacaklarına vurarak kıran sakatlardır. Oluşan boşluğu da "Kimsenin merhametine ihtiyacım yok!" diye bağıran şişkin egolarıyla doldurmaya çalışırlar. Elbette tek şehriye bir kazanı doldurmaz.

Bediüzzaman 1922'de I. Meclis'te 'imanın erkanına ilişmesinden korktuğu ejderhaya' şöyle hitap eder: "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır." Bu çok önemli bir uyarıdır. Ancak dönemin siyasilerince anlaşıldığını söylemek yanlış olur. Zira bu nasihati işitenler arasında daha sonraları Türkiye'deki bütün medreseleri, tekkeleri ve zaviyeleri kapatmaya kadar işi götürecekler vardır. Fakat bu kapatışla amaçlananın 'fıtrata muvafık bir cereyan' olmadığı bellidir. Direnilir. Dinini yaşamak isteyenler baskılar karşısında gölgelere çekilirler. Ama asla özlerinden vazgeçmezler. Tarikatlerin hikâyesi de budur.

Bakınız, "Koskoca devlet tarikatleri neden bitiremiyor?" sorusunun cevabı da aslında Rasim Öztekin'in Şevket Çoruh'a bir 'kavuk'la aktardığı gelenekte saklıdır. Geleneğin sahibi kavuktur. Kökün sahibi kavuktur. Sarıktır. Müslüman giyeceğidir. Bu topraklarda bugünden geçmişe uzanan bir zincirden bahsedilecekse sembolleri bellidir. Bizdendir. 'Fötr' bırakarak gelenek oluşmaz. Bütün seküler ideolojilerin hoplamalarına-zıplamalarına-isyanlarına rağmen tarikatlerin herdem güçlü kalışı da işte biraz bundandır. Böyledir. Bin yıl geçse de böyledir: Ehl-i Sünnet tarikatlarla savaşılmaz. Onlar bu toprakların aslî unsurudur. Malazgirt'le beraber gelmişlerdir. Ancak bu milletin çıkarılmasıyla çıkarlar. Asıl olan arızî olana her zaman galip gelir. Zaman aksi iddiaları yalanlar. Furkan'ın tabiriyle, Allah nurunu tamamlar, kâfirler istemese de...

16 Eylül 2020 Çarşamba

Meryem sûresi Ziya Paşa'yı nasıl uyarır?

Gerçekten yaşanmış mıdır bilemiyorum. Bu fıkra gibi anekdotu ya birinden duydum yahut bir yerden okudum. Anımsadığım kadarıyla aktarayım: Birgün bir Avrupalı, Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki hepsi Onun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" mealli ayeti hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetinden okur: "(...) yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak-pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Elbette böylesi itirazlarla sadece Namık Kemal karşılaşmıyor arkadaşım. Ahirzaman müslümanları olarak hepimiz az-çok muhatap oluyoruz. Hatta, zurnanın son deliği olmama rağmen, ben bile birkaç kere karşılaştım. Evet. Aynen. Sen ne dersin bilemem ama bence sıkıntı şuradan kaynaklanıyor: 'Yaş ve kuru herşeyin Kur'an'da geçmesi' hakikatini bu arkadaşlar (belki de en çok onları sevdikleri için) bir roman edasıyla ele alıyorlar. Yani Kur'an'da hikâyelerin tamamını görmek istiyorlar. Halbuki Kur'an'ın herşeyi içermesi 'tafsilatıyla bahsetmesi' manasında değildir. Böyle olması için hacminin, yine onun tabiriyle, 'yedi deniz mürekkep olsa' yazmaya yetmeyecek vüsatte olması gerekirdi. Biz müslümanlar olarak böyle birşeyin iddiasına girmiyoruz. Ya? 'Ya'sının cevabı 20. Söz'den geliyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."

Burada anlatılan şeyi fehmine bir misalle yaklaştırmak istiyorum: Bir çiçekçi düşünelim ki dünyadaki bütün çiçeklerden birer tane getirtmiş. Hiç eksik bırakmamış. Hepsini toplamış. Hayal bu ya: Sonra o çiçekleri bir bukette birleştirmiş. Saplarını birbirine bağlamış. Şöyle iki koluyla da sarmış. Havaya kaldırmış. İşte arkadaşım, tam bu sırada biz de atölyesine girsek, o muhteşem buketi elinde görsek, desek: "Bu bukette dünyanın bütün çiçekleri var!" Bu yalan olur mu? Olmaz. Nasıl olmaz? Mevzuu doğru şekilde anlarsan olmaz. Mesela: Eğer cümleyi "Dünyada çiçek namına her ne varsa bu çiçekçinin buketinde toplanmış!" diye anlarsan yanlış anlamış olursun. Çünkü dünyadaki bütün çiçeklerin bir bukete sığmayacağı aşikârdır. O buket ne kadar büyük olursa olsun. Hem hepsinin toplanması da mümkün değildir. Ne kadar para harcanırsa harcansın. Ya? "Dünyada bulunan her çiçekten bir nümune var!" şeklinde anlaman lazımdı söylediğimizi. Vücuden hepsini kastetmiyoruz. Kanunen, cinsen, türen, ismen vs. bağlamında dolduruyoruz kastımızı. İşte Kur'an-ı Hakîm'in 'yaş-kuru herşeyi içermesi' de buna benzer.

Hani mürşidim yine 20. Söz'ünde der: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Hâdise böyledir. Kur'an her neyden bahsetse, dikkatli-ferasetli nazar sahibi olanlar için, ondan alınacak hisse/hisseler vardır. Her insan, hayatının en ince detaylarına dahi, Kur'an'ın tedrisinden bakabilir. Hem hiçkimsenin payı da diğerininkini küçültmez. Engellemez. Gölgelemez. An şart ki Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in temel umdelerinden ayrılınmasın. Salih seleflerimizden bize gelen sarih manalarda şüpheye düşülmesin. Kendi payını alıp gitmesi gereken nimeti hevasının kaşığıyla döküp saçmasın.

Şimdi yakınlarda yaşadığım bir farkındalığı anarak meseleyi biraz daha somutlaştırmak istiyorum arkadaşım. Farkındalığımın kaynağı Meryem sûresinden. 73-75. ayetlerden. Kısa meallerini Diyanet Vakfı'nın çalışmasında verildiği şekilde alıntılayalım: "Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman, inkâr edenler, iman edenlere: İki topluluktan hangisinin (hangimizin) mevki ve makamı daha iyi, meclis ve topluluğu daha güzeldir, dediler. Onlardan önce de eşya ve görünüş bakımından daha güzel olan nice nesiller helâk ettik. De ki: Kim sapıklıkta ise çok merhametli olan Allah ona mühlet versin! Nihayet kendilerine vâdolunan şeyi -ya azabı (mü'minler karşısında yenilgiyi) veya kıyameti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve askeri daha zayıf olanın kim olduğunu öğreneceklerdir." 

Burayı okuduğunuzda ilk aklınıza gelen: Kur'an'ın indiği zamanda yaşamış zengin inkârcıların görece fâkir olan müslümanlara karşı servetleri/güçleri üzerinden takındıkları kem tavır. Evet. Zaten kaynaklarımız da İslam'ın bidayetinin böylesi imtihanlarla dolu olduğunu haber veriyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin bir hadis-i şerifinde buyurduğu gibi 'garip' başlıyor bu din. Fakat sonra şartlar değişiyor. Müslümanlar o aşılmaz sanılan maddî yoksunluklarını maneviyatlarından gelen haklılıkla aşıyorlar. Varlıklarıyla övünen o küfür ehlini hasedden şaşırtacak zaferlere erişiyorlar. Mekkî olan bu sûrenin gayba dair verdiği bu haber de aynen söylediği gibi gerçekleşiyor.

Ancak yukarıda zikrettiğimiz Müslim rivayetinin devamını da anımsayalım hemen: “İslam şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip mü'minlere!” Bakınız, bu da olmuştur, hem de gözlerimizin önünde! Hatta Batı'nın dünyevî yükselişiyle birlikte Ziya Paşa merhum gibilere şu dizeleri söyleten bu durumun psikolojisidir: "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm./Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm." Evet. Fakat bu eşikte bizim sahabeden en büyük eksiğimiz: Garipliğin tetiklediği 'aşağılık psikolojisini' aşmakta zorlanışımızdır. Onlar, tıpkı ayet-i kerimede haber verildiği gibi, akıbetlerine dair duydukları özgüven üzerinden bu garipliğin dünyevî göstergelerini ayakaltı edebilmişlerdir. Bizse tereddütteyiz. Bu tereddüdümüz nedeniyle birçok 'yarı aydın' şu tarz argümanlarla kalbimizi bozabiliyor: "İslam'da hakikat olsaydı müslümanlar bu hallere düşerler miydi? Bak Batı'ya: Zenginlik, sağlık, eğlence, teknoloji vs. Bak İslam beldelerine: İç savaşlar, fakirlik, göç, yıkım..." Hatta Risale-i Nur'da eleştirilen "Müslümanlar 'Allah Allah' diye geri kaldı. Kâfirler top-tüfek diye diye ileri gittiler..." argümanı da bir farklı versiyonudur. Esasında yaşanılansa döngünün kendisini tekrarlamasıdır. 

O gün nasıl Kureyş müşrikleri servetlerine bakarak müslümanları garipliklikleri üzerinden aşağılıyorlarsa bugünün küresel güçleri de aynı stratejiyle müslümanları aşağılamaktalar. Aynı manipülatif yöntemi kullanmaktalar. İdeolojileriyle başaramadıklarını teknolojiyle başarmaya çalışmaktalar. Maalesef büyük ölçüde tesir de etmekteler. Çünkü biz de mezkûr ayetlerde bahsedilenin kendimiz olduğunun farkında değiliz. Akıbetimizin izzetine yaslanarak sabretmemiz gerektiğinin farkında değiliz. Zâhirde görülenin, garipliğin, bir sırr-ı imtihan eseri olarak yaşandığını, vakti geldiğinde en gür sadânın yine İslam'a ait olacağını tasavvur ediyor değiliz. Bu nedenle ayaklarımız karışıyor. Bu nedenle yürüyüşünü bozanlar başkalarının yürüyüşünü de öğrenemiyor. Bitirirken Turgut Cansever Hoca merhumun Ziya Paşa ve emsalinin tutumunu eleştirdiği satırlardan alıntı yapayım:

"Lamartin Osmanlılar alemini büyük bir değerler ülkesi ve şehirleri de en önemli yerler olarak görürken Ziya paşa Fransa'ya gidip döndüğünde 'Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm./Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm' diyor. Yani Ziya Paşa Lamartin'in gördüğü güzelliği hiç farketmiyor. Bunu farketmemek sadece Ziya Paşa 'ya has değil Tanzimatla beraber Osmanlı'nın üst düzey yöneticileri yani padişahları, şehzadeleri, sadrazamları ve hatta ulemanın inşa ettirdiği yapılar dosdoğru Greko-Romen helenistik kültürden aktarılmış biçimlerin İstanbul'a taşınması şeklinde olmuştur. Biraz daha ileri gidersek harabe denilen bu ülkede 20. asırda biçim dünyamızı değiştiren Fransız Le Corbusier İstanbul'da çizdiği resimler ve getirdiği çözümlerle 20. asır mimarisini ortaya çıkartıyor. Osmanlı ileri gelenleri Türk kıymetler hazinesinin bu şekilde farkında olamıyorlar. Çok karakteristik bir husus şudur bence: Abdülhamid son Osmanlı dünyasının en önde gelenlerinden biridir. Abdülaziz ve Abdülhamid katliamlarla Hıristiyanlaştırılmış Afrika'yı tekrar İslamlaştıran iki büyük isimdir. Fakat Abdülhamid musikiyle ilgili olarak 'Alaturkayı severim fakat daha çok Bethoven'ı severim' diyor. Yani böyle bir karakter dönemin hakim anlayışı olmuş. İslam'ın emrettiği ruh hallerine aykırı olanın, ona aykırı olduğunun farkında değiller. Burada çok mühim bir mesele gündeme geliyor 'Bir kavmi şirke düşmedikçe helak etmeyiz!' buyurulmuştur. Gerçekte bir gizli şirk teşekkül ediyor Osmanlı'da ve Osmanlılar bu şirki farketmiyorlar..." (Kaynak: Altınoluk dergisi, 101. sayı)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...