9 Ağustos 2021 Pazartesi

Neden 10'dan önce 9 var?

Bazen külliyattaki sıralamalar kafama takılıyor arkadaşım. Kendime soruyorum: "Neden o bunun öncesine-sonrasına konulmuş?" Mesela: "9. Söz neden 10. Söz'den önce?" Rakamlara aldanma. İş bu kadar basit değil. Mevzu başka. Hatta bambaşka. Duymuşsundur. 10. Söz, yani Haşir Risalesi, 9. Söz'den çok daha önce yazılmış. Üstelik birisi 'namazın beş vakte tahsisinin hikmetlerini' anlatırken diğeri 'öldükten sonra diriliş hakikatini' izah ediyor. Daha doğrusu isbat ediyor. Delillendiriyor. Aynen. Derdimi özetlersem: Zâhirî nazarla bakınca 9. Söz ile 10. Söz arasında pek irtibat kurulamıyor. Hangi münasebetle müellifin onları peşpeşe sıraladığı kavranamıyor. Ancak ism-i Hakîm'e mazhariyeti beyanıyla/telifiyle sabit bir mürşidin ayakizlerini takip ederken de gönül cevapsızlıkla yetinemiyor. Kanı kaynıyor. Kıpraşıyor. İlla arıyor. Araştırıyor. Dualanıyor. Evet. Doğru tahmin ettin. Aranmak, araştırmak, meraklanmak da duadır. Cevaplarsa o Rahman u Rahîm'in keremidir. İhsanıdır. Bağışıdır. Hatta say ki beklentinin kendisi de bir tür duadır. Yani, hangi şey için Rabbinden beklentiye girdin, dilsiz-sessiz bir dua ettin.

İşte, elhamdülillah, ben de şu duamla bugünlerde bir akçe kazanmış olabilirim arkadaşım. Neden olmasın? Dilencinin düşkünlüğüne değil Sultan'ın cömertliğine bakmalı böyle işlerde. Muhtacın hakareti Padişahın büyüklüğüne neyler? Hâşâ. Lütfettiği küçüldükçe keremi izzetlenir, azametlenir, büyüklenir Onun. Karıncanın sesini işitmek Süleymanlıktan eksiltir miymiş hiç? Aksine Şems'in şanıdır zerrecikten de karanlığı kovalamak. Akçem harcamakla da tükenmez üstelik. Çünkü hikmet akçesi. Bağışlandıkça çoğalır. Dağıtıldıkça artar. Ne mutlu bana. Ne mutlu avuçlarıma. Ne mutlu dilenciye. Fakat sen sevincime kanma da yazdıklarıma dikkatle kulak ver arkadaşım. Lütf-i Yezdan'a kavuşmuşluğun neşesinden avuçlarımı öpmekle meşgulüm. Belki de camı elmas sanıyorum. Herhalde acelemden karıştırdığım da olacak. Ben dağıtırsam sen merhametinle toparla. Müşteri nazarıyla incele. Fakat dostluğun hatırını da unutma. İnci bulursan alırsın. Helali hoş olsun. Yoksa kabahat benimdir. Denizlere küsme. Kabuğu kibarca geri yolla. Zamanından önce çıkarmam hazinesinden etti onu belli ki. Beklesem inci olacaktı. Beklememem ziyan etti. Yine de sen gavvassın. Gavvasın denize küsmesi caiz değildir.

Aman. Eyvah. Ve de tüh. Lafı ne kadar uzattım öyle. Hiç de uyarmıyorsun. Belli ki arkadaşına pek kıymıyorsun. O halde ben kendime kıyayım da hemen sadede koşayım. Hatta bir soru kardeş kolaylasın zorumuzu: "Haşir Risalesi'nin sertacı olan Rûm sûresinin 50. ayeti bizi hangi 'kanun'a uyandırıyor?" Kısa bir mealini alıntılarsam yanıtlarsın belki: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir." Evet. Doğru bildin. Bu ayet bizi 'haşrin kanuniyetine' uyandırıyor. Büyük resmin her parçasındaki nümunelerini görmeye özendiriyor. Ne demek bu? Açayım: Yani 'diriliş hakikati' sadece kıyametten sonra yaşanacak birşey değil. O aslında her an yaşanıyor. Her dairede tecelli ediyor. Tazelenen her aynada okunuyor. Her fanilik kendince/varlığınca bir haşrin döngüsünde. Bizim, yani insan türünün, haşri bu kanunun en ahirki parçası sadece. Bir nevi tamamlanması. Son halkanın bağlanması. Nasıl ki varlığın hikmeti insanın hilkatiyle, dünyaya gönderilişiyle, imtihanıyla tamamlanıyor; aynen öyle de; dirilişin kanuniyeti de en ahirki parçanın tekrar hayata dönmesiyle tamamlanıyor. Yaşanacak aslında bundan ibaret.

Bediüzzaman Hazretleri de eseri boyunca bize hep varlığın içindeki haşirleri gösteriyor. Elbette Furkan'ın irşadıyla oluyor bu göstermeler. Ağaçlar nasıl diriliyorsa sen de öyle dirileceksin. Tohumlar mazilerini nasıl sinelerinde saklıyorlarsa senin de sırrın saklanıyor. Özetle: Baharı iktiza eden rahmet yine iktiza ediyor ki: Varlığın kıymetlisi, misal-i musağğarı, halifesi, sanatlısı insan da kışında kalmasın. Tekrar varlığa çağrılsın. Rahmaniyetle muhatap olsun. Yine bahara imkan veren kudret mümkün kılıyor ki: Milyonlarca türü bir baharda, bir dünyada, bir toprakta, birkaç günde haşreden Kadîr-i Zülcelal, tek bir insan türünü de pekâlâ haşretsin. Hem de kolaylıkla haşretsin. Çünkü baharda yaşananlar Onun diriltme gücünün sonsuzluğuna bir şahit. Yani ki arkadaşım: Bunlar aynı kanunun parçaları. Yansımanı farklı renkleri. Tonları. Dolayısıyla olabilirliğinin/gerekliliğinin delilleri. Hem iktiza hem imkan var bu okumalarda.

Newton nasıl yerçekimini büyük resme taşıyarak kütle çekim yasasını buldu. Yani Galileo'nin dünya hakkındaki keşfini bütün uzaya yaydı. Yayıldığını gördü. Cenab-ı Hakkın irşadıyla insanoğlu da haşir kanununun bütün mekanlara/zamanlara yayıldığını keşfetti. Rum sûresinin 50. ayeti 'bahar' ile 'haşir' ilgisini kurarak bizim gözümüzü bu kanuniyete açtı. Bediüzzaman Hazretleri de bu dersi cümle tazelenmelere taşıdı. Hatta dedi: "Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar." Devamında da ekledi: "Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah'ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar."

Dur yahu. Hızlı gitme. Bu satırlar sana tanıdık gelmedi mi? Buna benzer birşey 9. Söz'de de geçiyordu: "Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar." Aaaa! Gördün mü bak. 10. Söz ile 9. Söz birbirine nasıl bir yerden bağlandı. Vay be arkadaşım! Maşaallah. Meğer gözümüz kanuniyet okumalarına 9. Söz'de alıştırılmaya başlanmış. Ne üzerinden? Namaz vakitleri üzerinden. Saatin milleri misalinden. 9. Söz bize namaz vakitlerini birer kanun olarak okumayı öğretmiş. Sonra da 10. Söz bunun üstüne Rum sûresinin tefsirini bina etmiş. Yani biz birbiriyle alakasız şeyler okumuyormuşuz. Ya? Usûlünde birbirine bakan yüzleri-yöntemleri olan iki metinle muhatapmışız. Hatta biraz daha cesaretle diyebilirim ki ben: 9. Söz'de nükteler boyunca yapılan pratiğin Haşir Risalesi'ne hazırlık olmak gibi bir misyonu da var. Olabilir. Zira bence Bediüzzaman hiçbir eserine numaralarını/yerlerini boşyere vermiyor.

Şimdi "Ne alaka?" diyebilirsin. Lakin dokunmadan edemeyeceğim. Fussilet sûresinin 47. ayeti gibi ayetlerde de böyle bir yan yok mu sence? Kısa bir mealini alıntılayayım: "Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi Ona havale edilir. Meyveler tomurcuklarından ancak Onun bilgisi altında çıkar. Dişi ancak Onun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur. Allah onlara 'Nerede bana ortak koştuklarınız?' diye seslendiği gün şöyle derler: 'Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok.'" Evet. Kıyamet bir yıkım olduğu kadar doğumdur da. Dünyanın yıkımıdır. Doğrudur. Fakat ahiretin de doğumudur. Ve her doğum sancılı olur. Cenab-ı Hak da bu yıkım-doğum ilgisini 'tomurcuk' ve 'doğum' tecellileriyle hatırlatır. Hem de kıyametten yüreğimize gelen sıkleti alır. Evet. Tomurcuğun sıkıntısı meyvelenmek içindir. Annenin sancısı doğurmak içindir. Varlığın kıyametle yaşayacağı sarsıntı da bu kanunun en büyük tecellisi sayılamaz mı? Yani kıyamet de, tıpkı haşir gibi, varlıkta işlemekte olan bir kanun olarak görülemez mi? Burada da 'saatin milleri' gibi bir ilgi yok mu?

Arkadaşım, birşeyi daha Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, avuçlarında tutuver. İşte bu eşikten bakınca ayetin ahirindeki soru-cevap faslı bana ayrıca hikmetli geliyor. Hak Teala dünyadaki tecellileri ile kıyametin uyumunu gösterdikten sonra müşriklere kendi itikadları-amelleri ile evrenin uyumsuzluğunu böyle gösteriyor: Kıyamet koptu. Vehmettiğiniz şirk kanununun tecellisini-tamamlanmasını görüyor musunuz? Hakikati olduğunu sanrıladığınız şeyin eseri, göstergesi, işareti varlıkta bulunuyor mu? Cevapları argümanlarının ne kadar kof olduğunu da ortaya koyuyor aslında: "Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok." Şimdi mü'minin imanının bir farkını da buradan derket arkadaşım: Bizim iman ettiğimiz herşeyin bu dünyada nümuneleri var. Eserleri var. İzleri var. İşaretleri var. Yansımaları var. Çünkü onlar herşeyi yaratan Allah'ın tevhid bütünlüğündeki kanunlarının parçaları. Aynı Esmaü'l-Hüsna'nın delilleri. Elhamdülillah. Bu yüzden bizim imanımız burhan üzerine yükseliyor. Kâfirlerin dalaletleri ise vehimden ibaret kalıyor. Eh, evet, bu yazı da bitti. Avucumdaki akçe artık senin de avucunda. Ama bak. Benimki de hâlâ duruyor. Bu da sonsuzluğa bir delil sayılmaz mı arkadaşım?

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Kader kaçmaktır

Tekerrürde bir sır var sanki arkadaşım. Bir çeşit dua gibi. Yahut onun da içi. Samimiyeti. Gayret oluyor. Sebat oluyor. İhlas oluyor. O Rahman u Rahîm’in kapısını daha ‘kabul edilir’ çalıyor. Cenab-ı Hak da karşılığını alelekser veriyor. Yani ki tekrarı beğeniyor. Bizden yana böyle. Biz arzularımıza ısrarımızca ulaşırız. Peki Allah? Hüda neden vahyinde/kainatta tekerrürde bulunuyor? Öncelikle şuna dikkatini çekerim arkadaşım: Allah birşeyi tekrar ediyorsa elbette bu unutkanlığından değil. Hâşâ. Aczinden değil. Hâşâ. Sınırlarından değil. Hâşâ. Subhan’ı kusurlardan tenzih ederiz. Onun tekrarı da hikmetinden gelir. Kudretinden gelir. Rahmetinden gelir. Hatta o tekrarlar, mürşidimin de dediği gibi, ancak zahirîdir. Özünde yeniliktir. Yeni şeylerdir. Vahyinde böyle olduğu gibi kainatında da böyledir.

Yahu düşünsene: Sen kendiliğinde bir tekrar değil misin? Hem de yeni değil misin? Herbir gün yeni bir Ahmed olmuyor musun? Hem de Ahmed kalmıyor musun? Hem hiç etrafına bakmıyor musun? Bolluğu görmüyor musun? Bol olanlar aynılığa çok çok yakın lakin ince ince farklılar. Hakkında düşünmüyor musun? O da birnevi tekrar değil mi? Hem şunu da hatırında tut lütfen: Uyarının bolluğunu görevin tehlikesine hamletmez misin? İhtar çoğaldıkça hassas bir zeminde yürütülmesi gerektiğini işin zannetmez misin? Tekrar tekrar uyanmamızı istiyor demek ki sahibi de. Tekrar tekrar dikkatimizi çağırıyor. Dikkatin aynılıkta uykusu gelir. Dağılır. Yorulur. Dökülür. Belki de bu yüzden her sene yeniden kış-bahar olur. Çünkü bahar, Rûm sûresinin 50. ayetinde de buyrulduğu gibi, ‘mutlaka bakılası’dır.

Arkadaşım, âdemoğlu, kendi fiilerinden hareketle Halık’ını anlamaya çalışırken bazen hata ediyor. Onun “Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mani olmaz. Hadsiz ef’ali, bir fiil gibi yapar.” Hem “Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor muhabbeti dahi benzemez...” olduğunu hatırlayamıyor. Evet. Önce şunu belleyeceksin. Ezber oğlu ezber edeceksin. Ve dahi kulluğuna ‘bismillah’ diyeceksin: Sen mahluksun. Sınırlısın. Elinden çıkanlar da mahlukiyetinle kayıtlı. Dolayısıyla sınırlı. Senle yaratılanlar, Allah’a bakan müstesna yüzüyle değil hâşâ, sana bakan yüzleriyle kusurlanıyorlar. Kalıbın onları kalıplandırıyor. Sınırların sınırlıyor. Neden? Nasıl? Bunun ‘gözlemci/şahit’ ile ‘yaratıcı/Halık’ arasındaki nüanslarla ilgisi var arkadaşım. Tamam. Senin fiilini de o yaratıyor, yaratan sen değilsin, ama sen o fiili bir parça olarak görebiliyorsun. Görünüşünü kısıtlıyorsun. Arızalandırıyorsun. Sendeki kayıt ona geçmiş oluyor. Her fiil failinden izler taşır. Ona özelleşir. Fırça boyayı yaratamaz ancak boyanma şekline tesir eder. Geometrisini değiştirir. Parmakizi gibi eyleme izleri. Yani ki kusuru âdemin hâtemi, sikkesi, imzası.

Fail fiili nasıl değiştirir işte burada gör: Onun kudret elinden yaratılan herşey, Ona bakan yönüyle kusurlardan münezzeh, ama sana bakan yönüyle izler taşıyor. (Çünkü sana bakan aslında senden görünen sayılır.) Bu yüzden kulun hatasında mesuliyet bulunuyor da Halık’ın yaratmasında cebriyet bulunmuyor. (Çünkü senin hatan yaratılışın bizzat kendisi değil ancak senden görünenidir.) Kesb-i şer şer oluyor da halk-ı şer şer olmuyor. (Çünkü kesbin halkın kendisi değil ancak senle perdelenmesidir.) Onun tekrarında hep hikmet fakat senin tekrarlarında çoğu zaman abeslik var. (Çünkü tekrarların mukarenetinle yapamayacaklarına boyanıyor.) Yani ki: Fiil daire-i esbabtaki sınırlarla yeniden sıfatlanır. Mülk cihetinde böyle görünür. Melekût ciheti apayrıdır. İyisi mi, ene’ni bu işlerde kullanırken, özne değişiminin etkilerini görmezden gelme. Özne sahte de olsa görünen de bir perdeliği var. Cümle denilen şey öğeler bütünü olsa da her öğenin değişimi bizi yeni bir cümleyle karşı karşıya bırakır. Parçasının seçimiyle bütünün görünürlüğü etkilenen bir âlemdir bu. Çünkü parçaların herbiri birer boyalı aynadır.

Şimdi kadere imanın önemini anladın mı arkadaşım? Daha doğrusu: Kaderin Amentü’ye katılmasının bir hikmetini daha kavradın mı? Evet. Aynen. Öyle: Kaderde bizim için büyük bir ferahlık var. Tevhidin nazarımızda tamamlanması var. En büyük resme çıkmak var. Çünkü kader her fiilin fail-i hakikisinin Allah olduğunu hatırlatıyor. Böylelikle failin sen/sebepler göründüğü küçük çirkin resimlerden Allah gözüktüğü büyük resme kaçıyorsun. Rahatlıyorsun. Fiilin sûreti değişiyor. Eserin kemali farkediliyor. Failin sıfatıyla fiil yeniden renkleniyor. Bu yüzden mürşidim de sık sık diyor: “Kadere iman eden kederden emin olur.” Zira derdimiz ‘olanlar’ değil ‘kendi izlerimiz’dir. İzlerimizi/kusurlarımızı silince arıza gider. Biz ‘biz’ olarak aradan çıktığımızda görünüşteki arızalardan da kurtulmuş oluruz. Fakat buna da dikkatini çekmeden yapamayacağım: Seyyiatta aradan çıkmak sorumluluğu almaktır. Hasenatta aradan çıkmak hamdi sahibine teslim etmektir. Böylece ne Cebriye seni düşürür ağına ne de Mutezile. Ehl-i Sünnetin kemal-i itikadıyla dünyanı bir küçük cennete çevirebilirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

23 Temmuz 2021 Cuma

Ferrari neden LPG taktırmaz?

Sosyalizm dünya kavgasını 'özel mülkiyet'i bitirmekle bitirebileceğini sanmış. Fena aldanmış. Çünkü sahipliği bitirdiği her sosyolojide sorumluluk hissini de köreltmiş. Yani ki insanlar sahibi olmadıkları şeylerin sorumlusu da olmak istememişler. "Mahsûl benim değilse tarlayı sürmek neyime!" diye dikelmişler. Buradan da tembellik çıkmış. Halbuki İslam öyle dememiş. Ya? İslam demiş ki: Mülk sorumluluk itibariyle senin. Daire-i muamelatta öyle kabul ederim. Ama Malik-i Hakiki olmak bahsinde yalnız emanetçisin. Daire-i itikadda öyle kabul ederim. Tarlanı ekip mahsûlünü alacaksın. Helal u hoş olsun. Lakin emanetçiliğinden yana hatırlatmaları da gözardı etmeyeceksin. Zekatın, sadakan, ibadetin de hoş olsun.

Arkadaşım, başka bütün ayetler bir kenarda dursa, yalnız 'sistemindeki bütünlük'ten dolayı İslam'ın hak din olduğuna iman ederdim. Mesela: "Mü'minler ancak kardeştirler!" buyuran din aynı zamanda 'hamdın da Allaha mahsus olduğunu' emrediyor. Ne mucize! Ne uyum! Ne sanat! Ne incelik! Evet. Bunlar bence 'evreni kuşatan bir kanun'un fertleridir. Aynı güzelin farklı sûretleridir. Yani ki birbirlerinin bütünleyicileridirler. Birisi olursa ancak diğerisi de olur. Birisi kuşanılırsa diğerinin kemaline erişilir. Öyledir: Hamdı topyekün olarak Allah'a verenler ancak aralarında kardeşliği tesis edebilirler. Hızlı mı gittim? Karıştırdım mı? Peki. O zaman bu büyük hakikate bakmanın daha kolay yollarını aramaya çalışalım. Bismillah:

Sualle başlayalım: Şunca nizâlar niye çıkıyor arkadaşım? Para, menfaat, güç, mülk sevgisi, şöhret tutkusu, bencillik, kibir, hased... vs. Dilediğince ekleyebilirsin. Kem duygular-nesneler sayısınca çarpabilirsin. Fakat bence hangisinin ardına düşsek ilânihaye varacağız: İnsanlar varlıkta asıl 'hamd'ı paylaşamıyorlar. Evet. 'Hamd'ı. Hamd nedir peki? Onu da şöyle tarif etmeyi deneyeyim: Eşyanın yaratıldığı kemal üzere işlemesinden birçok övülecek güzellik, meziyet, hüner, muvaffakiyet, sanat, uyum, düzen, kıymet vs. ortaya çıkıyor. Aynalığını ettiği Zât-ı Zülkemal'in kemali, güneş karşısında kabarcık misali, üzerinde pırıldıyor. Adam olan âdem bunları farketmeden yapamıyor. Herşey Ustasının medhine durmuş. Varlığını yudumlarken Esmaü'l-Hüsna'ya da şahit kılınmış. Dili durmuyor. Lisan-ı halleri kâllerinden ziyade söyleşiyor. Öyle ki: Her mükemmel makine mühendisine bülbüldür.

Daha da mı aşağı inelim. Peki. Bir de şu misale kulak ver o zaman: Bir Ferrari meraklısı aslında neyi satın almış oluyor? Sürüş keyfini mi sadece? Hayır. O aynı zamanda arabasına edilen iltifatın/övgünün de bir parçasını aldığını düşünüyor. Asıl sahiplikle arasındaki mesafeyi aştığını vehmediyor. 'Bunun mümkün olmadığını' söyleseniz de umursamıyor. Bir tür muğalata ile nefsini kandırıyor. 'Onunla olan'ı 'onun yarattığı' sanrılıyor. Eh, evet, nihayetinde sürerken o da beğenilecek. Belki alkışlanacak. Hem de övülecek. Yani bütün bunlardan ona da bir hisse düşecek(!). "Onun Ferrarisi var!" denilecek en azından. "Ferrarisi olan adam!" Çünkü kendisi gibi başkaları da 'satın almak' ile 'üretmek' arasındaki farkı karıştırıyorlar. Sanki o üretmiş gibi hazır alıcısını da övmeye başlıyorlar. Aldanıyorlar.

Hani bir Hoca Nasreddin fıkrası vardır. Önünden en şık haliyle geçen beyzade umduğu ilgiyi göremeyince sorar: "Hoca neden birşey söylemiyorsun?" Hoca cevap verir: "Ne söyleyeyim beyzadem?" Beyzade göğsünü şişirip anlatır: "Şu görkemli atıma baksana. Ne diyorsun onun için? İltifatın yok mudur?" Hoca der: "Yanlışlık olmasın? Bir küheylana iltifat seyisine gider. Siz at bakıcısına benzemiyorsunuz." Beyzade şaşırır. Lakin uyanmaz. Bu defa üstündekilere dikkatini çeker: "Hele şu kaftanımın kumaşına bir bak. Hele şu şalvarımın süslerine bir dikkat et. Hele şu papuçlarımın nakışını incele. Bunlara da mı iltifat etmeyeceksin?" Hocamız dersini sürdürür: "Bunların övgüsü de dikenlerine gider beyzadem. Siz terziye de benzemiyorsunuz." Hülasa: Beyzade nesinden bahsetse Hoca Nasreddin ustasını işaret eder. Son çare boyuna-posuna vurgu yapan beyzadeye de cevap hazırdır: "Beyzadem, bunları yaratan da siz değilsiniz ki, onların hamdı da Allah'ın hakkıdır."

Hocanın bu tedrisi aslında Kur'an'da geçen 'tahdis-i nimet' sırrının izahıdır arkadaşım. Aynı zamanda 'Elhamdülillah'ın da tam manasıdır. Fakat hamda geçmeden önce Bediüzzaman'ın da Mesnevî-i Nuriye'de tahdis-i nimet sırrını anlatışını hatırlayalım:

"Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki: Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür. İkinci veçhi ise in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'âmını ifşa, esmâsına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam 'Ne kadar güzel oldun' dediğine karşı 'Güzellik paltonundur' dediği zaman tevazu ile tahdis-i nimeti cem etmiş olur."

Yazı uzuyor ama bir de Barla Lahikası'na gidelim istiyorum senle: "Bazan tevazu küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki ne küfrân-ı nimet çıksın ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese 'Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.' Eğer sen tevazukârâne desen 'Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?' O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, 'Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit mağrurâne bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: 'Evet. Ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.'"

İşte, arkadaşım, mü'minlerin kardeşliği de böyle bir varlık algısına dayanıyor bence. Onlar birbirleriyle kardeş olabiliyorlar. Çünkü 'medih kavgası' yaşayacak bir hak iddiaları yok.  'Elhamdülillah' ile iman ediyorlar ki: "Bütün mevcudatta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât Onundur. Öyle ise hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur. Ona aittir. Evet, âyât-ı Kur'âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubûdiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor."

Bu anlamda bir 'Senin-benim' davaları kalmadığı için belki ayet-i kerime de buyuruyor: "Mü'minler ancak kardeştir." Mü'min olmayanların kardeş olamamalarına şaşırılmaz. Çünkü tevhid dışındaki bütün itikadlarda 'hisse iddiaları' vardır. Hissedar kavgasına müsait tevehhüm alanları bulunmaktadır. Ancak bir mü'min tevhid ile herşeyin yaratılışını Allah'a verdikten sonra alınan mahsûlden nasıl kavga fikri çıkarabilir? Sahadaki duruma bakmayın lütfen. Hayatiyyat kitabiyyata uymaz her zaman. Başta söylediğim gibi: Ben İslam'ın tutarlılığını anlatmaya çalışıyorum. Yani kitabiyyata bakıyorum. Evet, İslam bizi 'medihleri sahiplenmeme' noktasında öyle bir düzleme çıkarıyor ki, bunun sonucu ister-istemez kardeşlik oluyor. Kardeşlik olmuyorsa demek ki birileri beyzade gibi 'sahiplik' ile 'yaratıcılığı' karıştırıyor. Daha doğrusu 'emanetçilik' ile 'Malik-i Hakiki' olmayı birbirinden ayıramıyor.

Ferrariyi satın alan asıl sahibi midir? Yoksa emanetçisi midir? Her ne kadar kağıt üzerinde sahibi gibi algılansa da aslında emanetçiliktir. Üretici firmanın kullanım haklarını kısmen devretmesidir. Zira bir sorun oluştuğunda yine müdahaleyi üretici firma yapar. Onarımını-bakımını o üslenir. Parçasını o üretir. O değiştirir. Satın alansa sadece kullanım hakkı elde etmiştir. Hatta bazen yapacağı tasarruflara üretici firma izin vermez de elinden alır. (LPG taktırmak isteyen kişinin başına gelen gibi.) Evet. Daha derine inersek: 

Asıl sahiplik ancak yaratıcılıktır. Çünkü malik sahipliğinde acze düşmezse malikiyeti hakiki olur. Ki ancak herşeyi 'hiçkimseye muhtaç olmayacak şekilde' kendisi yapıyorsa mülkünde yoksunluğa düşmez. (Samediyet sırrının anlattığı budur. Samediyet Malik-i Hakikiliğin olmazsa olmazıdır.) Ferrari bile Allah'ın yarattığı âlem olmadan arabayı üretemez. Metalini, plastiğini, kimyasını yoktan çıkaramaz. Dolayısıyla hakiki sahiplik iddiasında asla bulunamaz. Onda hal böyleyken sanki kullanıcısı mı bunu başarabilecektir? Hülasa: Arkadaşım, mü'minler ancak kardeştir, çünkü ancak mü'minlerin 'elhamdülillah' düzeyinde böyle bir kardeşlik yaşanabilir. Medhi herkes asıl sahibi olan Allah'a bıraktığında, ki bu varlığın da fıtratına uygun olandır, Allah da o bırakanları kardeşlik sahibi yapar. İşte dinimiz böyle tutarlı bir dindir arkadaşım. Şu yazıda buna dokunmaya çalıştım. Yaklaştım-yaklaşamadım. Sürçmek bizden tevfik ise Hüda'dandır. Muvaffakiyeti Ondan dileriz.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Namaz nasıl 'dürüst' kılınır?

Elmalılı Hamdi Yazır merhumun Fâtır sûresinin 18. ayeti gibi daha birçok ayet sadedinde kullandığı bir ifade var arkadaşım. Mutlaka denk gelmişsindir. Kimileri 'Namazı hakkıyla kılarlar...' diyor. Kimileri 'Namazı erkânına uygun kılarlar...' diyor. Kimileriyse 'Dosdoğru kılarlar...' diye açıklıyor. Ama o şöyle demiş: 'Namazı dürüst kılarlar.' Ne var ki bunda deme sakın. Mübarek hocanın seçimi beni pek etkiliyor. 

Bunu bir pişmanlık gibi yazayım da belki Cenab-ı Hak şifasını verir arkadaşım. Nedir? Namazlardaki eksikliğimdir. Kılmayışım değildir. Onları 'kendimin' kılamayışımdır. Bununla ne demek istiyorum? Onu da açayım: Arkadaşım, inkâra gerek yok, ben sanki bu namazları başkası için kılıyorum. Öyle yalap şalap. Öyle sathî. Öyle hûşûsuz. İnsan derdi için böyle davranmaz. Davranamaz. Tabirimi mazur gör. Çünkü en iyi bununla anlayacaksın. Yaptığım 'türkü söyleyerek aramaya' benziyor. Evet. İtiraf etmeliyim bunu. Bu işi beceremiyorum. Şeklen oluyor gibi. Lakin içindeki ilgisizliğim üzüyor. Böyle olmasının bir yalancı uzaklıktan kaynaklandığını hissediyorum. Farkediyorum. Gurbet sadece mekanî birşey değil ki. Bu şekli de var. Lakin hangi ayakla varacağım? Hangi yoldan varacağım? Nasıl aşılır bu mesafe? Onu tam kestiremiyorum. 

Hiç mi terakki olmadı peki? Açılan bazı daneler var. Hamdolsun. Bazı tohumlar filizlerini gösterdiler. Sözgelimi: Son birkaç yılda gördüğüm itikadî savrulmalar beni "İhdinas sıratal müstakîm!" sahibi etti. "Beni istikametli yola hidayet et!" Oraya geldiğimde hakikaten kendimden bahsettiğimi kavradım artık. Bahsettiğimin kendim olduğunu kavradım. Dürüstleştim. Korktum çünkü. Onlar gibi olmaktan korktum. Bu korku sayesinde Fatiha'dan bir ayet sahibi oldum. Hâşâ. Ne diyorum ben? Şüphesiz öyle olmadı. Fatiha'dan bir ayet bana sahip oldu. Anlatılanın hikâyem olduğunu farkettirildi. Böylece tam da ağzımdan alınan bir cümlenin, lütf-i Yezdan ile, yine ağzıma konulduğuna uyandım. Demeye muhtaç olduğum birşeyin dedirildiğini derkettim. Derken dürüstüm artık. Ağzımın söylediğine kalbimde ilgisizlik kalmadı.

Bir başkası da Musa aleyhisselamın duasıdır. "Vereceğin her hayra muhtacım!" dediğinde o şanlı Nebî sanki benden bahsediyor. Ben de yanında hissediyorum kendimi. Çünkü o benim cümlem. Çünkü o bizim müşterek duamız. Çünkü o bir sırr-ı insaniyete dokunmuş. Çünkü ona Rahman u Rahim şifasını böyle öğretmiş. Ne mutlu ona. Ne mutlu bize. İşte biz de tam öyleyiz. O yerdeyiz. Âdem aleyhisselamın varlığından kıyamete kıpırdamadan orada duruyoruz. Ama derûnumuzdaki bu sızıyı nasıl dillendireceğimizi de bilemiyoruz. Musa aleyhisselam beyanı ağzımızdan alıyor. Yerimize diyor. Sana birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Bence cümle peygamberler bunu yapıyor. En çok da Aleyhissalatuvesselam.

Mürşidim "Hem öyle bekà gibi bir hacet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile 'Oh, evet, yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz!' diyorlar..." gibi şeyler söylediğinde önceleri meramını tam tadamıyordum arkadaşım. Şimdi ona da bir parça uyandırıldım. Herhalde buralarda onun fem-i mübarekinden çıkan duaların nasıl 'canımız/fıtratımız içre' olduğundan bahis buyruluyor. Nasıl "Hah, işte, bu lazımdı bize yahu!" diye hislenişimiz anlatılıyor. Yani, evet, Aleyhissalatuvesselamın duaları da, yine mucizesi olarak, 'tam isabet' çıkıyorlar. Onların balına dilini değdiren kendi derdinden tatlandırıldığını farkediyor. Özüne lazımın öğretildiğini idrak ediyor. Ne dilemişse sinemizdeki yaraya dokunmuş. Hangisine dokunmuşsa şifası duaya dönüşmüş. Bu yüzden münacâtını işiten kaybını bulmuş gibi sarılıp ağlaşıyor. Arkadaşım, şaşma bu işe, o kayıp bizden bahsediyor. O kaybettiğimizi dahi unuttuğumuz Yârdan bahsediyor. "O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur..." yıldızından nur topluyor.

Hani bazen bir kitabın satırları arasında kendimizi buluruz ya. "Yazar tam da benden bahsediyor!" diye heyecanlanırız. Hisleniriz. Kulak kesiliriz. Aleyhissalatuvesselamın duaları da kalp kulağı açıklar için öyle. Derdini unutmamış dertliler için öyle. Yaralarını inkâr etmemiş yaralılar için öyle. Bundaki muvaffakiyeti de elbette onun bir mucizesi. Ümmî Peygamberin elbette Kur'an'ı bir mucizesi ama kalbimiz avuçlarında yazılıymış gibi okuyup okuyup bize söylemesi de. Dua dua bizi bize haber vermesi de. Ben bu dediğimi de mucizelerinden anıyorum. Bediüzzaman'ın da bu hususa dikkat çekmek için tekrar tekrar niyazlarına atıf yaptığını düşünüyorum. Allahu'l-a'lem. Hem yine diyor ki mürşidim devamında:

"Hem bak, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakane, öyle tazarrukârâne saadet-i bakiye istiyor ki, bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor." Burayla birlikte de yazının en başına geri döneceğim arkadaşım. Hem de bu vesileyle Bediüzzaman'ı neden bu kadar çok sevdiğimi bir yönüyle daha tasvire çalışacağım. Şöyle bir yerden başlayayım: Namazı ta çocukluğumda öğrendim. Elhamdülillah. Fakat şimdi düşünüyorum da onu hep bir görev gibi ders aldım. İhtiyaç gibi görmedim. Görev aksatılır. Ama ihtiyaç aksatılmaz. İnsanlar nefes almayı asla ihmal etmezler mesela. Ben de o yıllarda namazımda bir türlü devamlı olamadım. Elbette namaza dair alınan her eğitimin arkasında ihtiyaç dersi de vardı. Fakat bağlarını hakikaten görmek Risale-i Nur'la birlikte oldu. Mezkûr açlık da bununla duyuldu işte. 

Yani, Allah hepsinin emeğinden razı olsun, namazı "Şartları şunlar, farzları bunlar, önce şunlar yapılacak, sonra bunlar yerine getirilecek..." şeklinde öğrenmiştim. Ama mesela Fatiha'yı okurken kendimden bahsettiğimi düşünmüyordum. Risale-i Nur'u okuduktan sonraysa aklımdan çıkaramıyorum. Tahiyyat'ı okurken bir ritüeli yerine getiriyormuş gibi hissederdim. Şimdiyse ucu miraca bağlanmış bir insaniyet sırrının parçası olduğuna eminim. Hikâyemin parçası olduğuna kaniyim. Eskisinden dürüstüm. 

En nihayet alıntıladığım cümleye bağlarsam: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sünnetiyle bize gelen herşeyin ağlanarak 'Âmin!' denilecek sadâlar içerdiğine iman ettim. Ve onun bu duaları ederkenki halet-i ruhiyesinde de hissem olduğunun farkına vardım. Öyle ya: Allah'ın bütün günahlarını affettiği bir ismet sahibi kendi nefsi için neden bu kadar dertlensin? Elbette onun derdi nefsi değildi. Ama o yalnız kendisi de değildi. O aslında herbirimizdi. Hepimizdi. Herşeydi. Nurundan yaratılan âlemin yangınlarını kendisinde hissediyordu. Kıldığında namazını arkasında saf tutmuş bütün varlığın ibadetini Rabbine sunuyordu. Ben de şimdi bir vakit namazı kendimin kılmaya çalışıyorum. Dürüstçe bir namaz kılmaya çabalıyorum. Fakat kendim bile kendine inanamıyorum. Halimize bakıp gel de ağlama arkadaşım.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?

 "Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.

Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır. 

İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda  uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır. 

Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.

Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.

Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.

Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.

Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.

"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."

Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."

27 Haziran 2021 Pazar

Modernistler ahirzaman hadislerinden neden hoşlanmaz?

Arkadaşım, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken dikkatimi çeken birşey şu, vaktin varsa seninle de paylaşmak isterim. Özeti şöyle: Mürşidim, eserinin bidayetinde, 'Nükteli İşaret'lerin "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizâtı çok mütenevvidir!" diye başladığı 'Üçüncü'sünde çeşitleri tasnif ettikten sonra diyor ki: "İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz..." Sonra da 'Dördüncü'de 'haber verildiği gibi çıkan' gaybî hadislerden zikrediyor.

Allah ondan razı olsun. Benim kafamı kurcalayansa şu arkadaşım: Neden derse böyle bir sıralamayla başlanıyor? Neden başkası değil de onlar 'ilk' seçiliyor? Öyle ya: Mürşidim ism-i azâmını 'el-Hakîm' olarak haber veriyor. Elbette böyle bir ismin mazharının her işine hikmet tefekkürüyle bakmak gerekir. Yani ki 'İnce görmek' gerekir. Ben de hep buna muvaffak olmaya çalışıyorum. Fakat ondan önce: Haşir Risalesi'ne de bir misafir etmem gerekir seni. Evet. İlla uğramamız gerek. Yağma yok. Malumun: 10. Söz olan Haşir Risalesi Rûm sûresinin 50. ayetiyle başlar. Onun gölgesinde seyahat eder. İşte orada kısa bir mealiyle buyruluyor ki arkadaşım: "Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O herşeye hakkıyla gücü yetendir." Amenna.

Peki bu ayetin bize öğrettiği tefekkür açısı nedir? Haşir Risalesi neden bu ayetle başlamıştır? Ondan ne almıştır? Bu soruların cevabının da şurada saklı olduğunu düşünüyorum arkadaşım:

Doğrudur. Haşir gaybî bir hâdisedir. Burada değildir. Bugünde değildir. Fakat gaybî hadiselerin tamamı da 'gıyabımızda' değildir. Böyle düşünmek yanlıştır. Evet. Bediüzzaman'ın da Haşir Risalesi'nde talebelerini uyandırdığı sır budur: Haşir 'olay' değil 'kanun'dur. Her anda olmaktadır. Her mekanda olmaktadır. Her zamanda olmaktadır. Her baharda olmaktadır. Her bedende olmaktadır. Kıyametten sonraki haşir bu kanunun en ahirki ucudur sadece. Nasıl ki insan âlemin en sonuncu meyvesidir. Onun dirilişi de âlemin en ucundaki diriliştir. Lakin ne tek yaratılan odur ne de tek diriltilen onun neslidir. Kur'an'ın gözlüğüyle bakarsak âlemin her yerinde haşirler zaten hep olagelmektedir. Hayy ismi böyle de tecelli etmektedir. Bize düşen kendi haşrimizin de bu kanunun parçası olduğunu kavramaktır. Haricine çıkamayacağımızı anlamaktır. Bu boyuttaki şahitliğimizi diğer boyuttakinin vücuduna delil kılmaktır.

Tıpkı yerçekimi kanunu gibi. Nasıl? Bilim tarihçileri derler ki: Galileo yerçekimi kanununu öyle-böyle keşfettiğinde bunun bütün uzaya da uygulanabileceğini kavrayamamıştı. Newton ise aynı kanunun 'kütle sahibi olan herşey için geçerli olduğunu' keşfetti. Yani bu dünyadaki şahitliğini en uzaktakı yıldızları anlamak için de kullandı. Ve... Ve söyledikleri doğru çıktı. Dünyada havaya atılan şeyler yere düştüğü gibi Venüs'te de, Mars'ta da, hatta en uzaktaki bir yıldızda da yere düşüyordu. Elbette kendi yerine düşüyordu. Kendi kütlesine göre düşüyordu. Ama bu oluyordu. Süreç tekrarlanıyordu. Böylece Newton yerçekiminden 'kütle çekim yasasını' çıkardı. Belki birgün bir başkası da kütle çekim yasasından daha aşkın bir genişlik farkedecek? Ancak bu yazının konusu fizik değil. Fizik bizim için bir şahitlik. Bir örneklik. Newton'un dünyadaki şahitliğini daha geniş bir düzeye taşıması gibi biz de fizikteki şahitliğimizi daha aşkın bir yere götürmeye çalışıyoruz. Rûm sûresinin 50. ayeti de bize bunu öğütlüyor: Bahardaki şahitliğinizi daha üst bir düzeye taşıyın. 'Ölülerin dirilmesi kanununu' görün. Bu kanunun sadece kendi dünyanızda geçerli olmadığını anlayın. İşte o zaman haşre iman etmek hiç de güç gelmeyecek. Güç görenleriniz varsa tabii.

Haşir Risalesi'nin usûlü de bunun üzerinedir arkadaşım. İçindeki herbir bahiste ayetin öğrettiği şablon esas alınıp isimler değiştirilir. Hakikatler kısmının "Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir..." türünden her girişi ayetteki 'rahmet' ve 'kudret'in yerine konulacakları söyler bize. Sonra da yerleştirilecekleri öğretir. Mesela: Artık gölgesinde gezilen 'Rahman' ve 'Kadîr' isimleri değil 'Hakîm' ve 'Âdil' adlarıdır. Hatta denilebilir ki: Yapabilecekler için ayetteki formülde "Lehü'l-esmaü'l-hüsna..." sırrı vardır. Esma değiştirildikçe yeni hakikatler açılır. Cenab-ı Hak bize de bu sırdan bahşeylesin. Âmin.

Fakat nerelere gittim? Asıl mevzudan uzaklaştım. 'Mucizat-ı Ahmediye' diyordum. "Neden öyle başlamış?" diye soruyordum. Koşarak geri döneyim. Çünkü zamanı geldi: Arkadaşım, Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, bana öyle geliyor ki: Aleyhissalatuvesselamın haber verdiği gibi çıkan hâdiseleri öğrenmek de mucizelere iman hususunda 'bizim şahitlik alanımıza giren' kısımdır. Ne yazık. Biz onun mübarek parmaklarından suların çağıldadığını görmedik-göremiyoruz. Kamer'in yarıldığına şahit olamadık-olamıyoruz. Duasıyla iyileşenleri bilemedik-bilemiyoruz. Zira, Ebubekir Sifil Hoca'nın da tabiriyle, 'yetim nesillerdeniz.' Yalnız varlığıyla bile kalplere hidayet olan vücudundan uzağız. Zamansal olarak uzağız. Mekansal olarak uzağız. Fakat gayba dair verdiği haberler o kadar da uzağımızda değil. Onların şahitliği dipdiri. Yaşıyoruz. Tarihsel süreçleri takibimizde bu mucizelerin varlığını daha yakınımızda hissediyoruz.

Sözgelimi: Eserde ilk nakledilen, Hasan radyallahu anhın 'iki orduyu barıştıracağını' haberini hatırladığımızda, bunun Muaviye radyallahu anh ile sulhlerinde gerçekleştiğini biliyoruz. Yani bir nevi, Rûm sûresinde bize öğretilen o formülde olduğu gibi, şahitliğimizdeki ucuyla şahit olamadıklarımızın da gerekliliğine/imkanına hükmediyoruz. Baharı gerektiren rahmetin haşri de gerektirmesi gibi. Baharı mümkün kılan kudretin haşri de mümkün kılması gibi. Onu yaratan kudretin/rahmetin bunu da yaratabileceğini anlıyoruz. Bir Newton da biz oluyoruz yani. Yasanın ucunu yakalamakla kilimin ilmeklerini çözebiliyoruz. Her yerde nakışının izlerini okuyabiliyoruz. Elhamdülillah. İlmeklerin sayısınca elhamdülillah.

Tam bu eşikte şuna da dokunmadan yazıyı bitirmeyeyim arkadaşım: Cemaleddin-i Afganî'den bu yana bütün modernistlerin 'ihbar-ı gayb' türünden hadislerle takık olmaları, hatta onlar içinde ahirzaman hâdiseleri hakkındakilerle ayrıca kavgalı bulunmaları, boşuna değil. Mesleklerinin muktezasını yapıyorlar. Neden böyle söyledim? Çünkü ahirzaman hadisleri ümmet-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam için bir koruma kalkanı işlevi görüyor. Bir 'koruyucu hekimlik' vazifesi yapıyor. Herşeyi peşinden sürükleyen o sel zamanı geldiğinde, ki biz o selin içinde yaşamaktayız, bir yerlere tutunup kapılmamayı nasihat ediyor. Elbette bu hakikatli uyarılar da müslümanların topyekün modernleşmelerini(!) engelliyor.

Aksini arzulayanların da çanına ot tıkıyor. Onlar da kem arzuları gereğince rahatsız oluyorlar duyduklarından. Peygamber 'gelecekten haberdar edilemesin' istiyorlar. "Hem mucizeleri de olmasın! Mucizeleri olursa bu gaybî haberlerin yanlışlığına kimseyi inandıramayız. Kalkanlarını indirtemeyiz. Adaptasyonlarını sağlayamayız. Dinde reform falan yaptırmazlar. Zinhar inkâr edilmeli bunlar!" diyorlar. Peki biz ne diyoruz? Elbette ciğerlerimiz yettiğince haykırıyoruz ki: "Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin bir gereğidir ahirzaman hadisleri. Evet. Elhamdülillah. Beşiğinde 'Ümmetim!' diyen, vefatı hengamında ümmeti için endişelenen, elbette gidişiyle de bizi terketmez. Fırtınada pusulasız bırakmaz. Karanlıkta fenersiz komaz. Yani bunlar onun şefkatinin de bir isbatıdır bize. İlgisinin delilidir. Eh, arkadaşım, mutlaka öyle: Aleyhissalatuvesselamın şefkatini bilen ahirzaman hadislerini yadırgamaz. Hem şunu da diyeyim mi sana: Rahmet kanununu bilen hiçbir mucizeyi "Nasıl olabilir ki?" deyip uzağında tutmaz. Çünkü hiçlikten varlığa çağrılmamız dahi o rahmetin muktezasıyladır. Hiçten gelen daha neyi/nasıl yadırgar?

18 Haziran 2021 Cuma

Bazıları mucizelere neden iman etmez?

Arkadaşım, hakkında daha önce de konuşmuştuk, hatırlarsın: Seküler ilimler/bilimler varlığın gaybına 'yokmuş gibi' davranırlar. Düzenleri bunun üzerinedir. Sistemleri buna kurgulanmıştır. Amaçları varlığı 'varlığın üstüne çıkarmadan' açıklamadır. Neden-sonuç ilişkilerini maddî mukarenet düzeyinde çözmektir. Böylece 'daha düşük boyutta' gözleri keskinleşir. Konsantrasyonları artar. Yani esbap dairesindeki etkileşimleri okuma seviyeleri yükselir. Lakin bedeli olarak eşyanın aşkın yanlarına körleşirler. Yabancılaşırlar. Yadırgarlar. Bu nedenle yalnız şöylesi ilimlerden/bilimlerden hayata bakanlar manevî alanda hamlaşırlar. Mürşidim de bu sadedde der: "Maddiyatta tevaggul eden mâneviyatta gabileşir." Çünkü 'mukaranet' (yakınlık) ilişkilerini 'yaratıcılık' diye algılayan bir düzlem kıstaslarınca 'karin' (yakın) olmayanı da yaratıcılıktan öteler. Mesleğince 'ihtimal dışı' bırakır.

Durumu bir misalle açıklamak istiyorum: Bizim oralarda 'körkösnü' olarak tâbir edilen bir köstebek türü vardır. İşte bu hayvan karanlıkta kendisine lazım olan görüşe hakkıyla sahiptir. Fakat ışık âleminin aşkınlaştırdığı yüzeye çıktığında sanki üzerine bir aptallık çöker. Deliğinin yanında oturan düşmanını bile farketmez olur. Bu onun eksikliği midir? Hayır. Asla. Hâşâ. Çünkü varlık anlamı daha çok toprağın altıyla ilgilidir. Sahip olduğu diğer duyularla birlikte Allah onu 'oraya gayet yetebilir' şekilde inşa etmiştir. (Maşaallah ona.) Lakin böyle bir körkösnü gündüz âleminin gözcüleriyle (mesela kartallarla) dalga geçse, görüşünün topraktaki başarısıyla övünse, hikmet bilirler bu ahmaklığına katıla katıla gülerler.

Arkadaşım, mikroskopunki de bir görüştür, amma ona yaslanarak teleskopluğu inkâr etmesi caiz olmaz. Hatta gözün gördüğü düzeyi dahi reddederse beyanlarına artık hezeyan gözüyle bakılır. Çünkü gerçekliği yalnız kendi boyutunda sanmış olur. Halbuki öyle değildir. Hiç öyle değildir. Hülasası o ki arkadaşım: Allah bu âlemi perdeler içinde yaratmıştır. Perdeyi perdeye sarmıştır. Hatta kimi Allah dostları perdelerin 70.000 kadar olduğunu söylerler. (Elbette 70.000 ifadesi çokluktan kinayedir. Asıl sayısını ancak Allah bilir.) Biz bu perdeleri 'farklı görüş seviyeleri' olarak da anlayabiliriz arkadaşım. Yani yarattıkları Rabbimizi görüş kabiliyetimize göre 70.000'den aşkın seviyede gösterirler. Bazılarında apaçık gösterirler. Bazılarında zorun zoru gösterirler. Bir sırr-ı imtihan gereği âlemin yaratılışı böyledir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır."

Yine mürşidimin ifadesiyle "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." Çocukluğunda tüllerle şöyle bir oyunu sen de oynamışsındır mutlaka arkadaşım. Arkasındayken perdeye odaklanırsan yanız onu görürsün. Ötesine odaklanırsan illa ötesi görünür. Kameraların ayarları da gördüklerini (dolayısıyla körlüklerini de) şekillendirir. Kuantumcuların 'gözlemci' ile 'gözlenen' arasında varolduğunu savundukları ilişki de bu hikmetle bir parça anlaşılır olur sanki. Evet. Kaçınılmaz şekilde herkes odaklandığıyla imtihan olur. Âdeta kendi dünyasına yalnız odaklandığını davet eder. Kadrajını o seçer.

Yalnız onu görür. Onu bilir. Onda körleşir. Ona garkolur. Ardını göstermeyen perdesi olur. Arkasına geçirmeyen duvarı olur. En sevdiği şeylerin insan için 'en zorlu imtihan vesilesi' olduklarını söyleyen ayetlerin hikmetini buradan da tefekkür et. Neye en çok dikkat ediyorsan onda körleşiyorsun. En iyi gördüğün başka şeylere körlüğün. Yani görmeyi seçen körlüğü de seçer. Enesine varlık biçenin de boğulduğu onun 'sahibini yutacak kadar kalınlaşan' varlığıdır. Ve bazen de... Dur yahu. Yerinden alayım: "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder. Helâkete sebep olur."

Belki bu yüzden Refet abinin sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu şekildedir: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Misalleriyle karşılaştıkça daha açık bir şekilde farkediyorum. Sosyoloji gibi beşerî ilimlerle meşgul olanlar imanlarına karşı giderek gabileşiyorlar. "Bu herkeste böyle olur!" demiyorum. Sakın yanlış anlama. Ancak onların körleştirici yanını bilmeyenlerde şu arıza daha sık tezahür ediyor. Çünkü böyleleri körkösnü gibi kendi ilminin/biliminin görüşünü bütün gözlerin üstüne koyuyor. Toprağın altındaki başarısını 'tek geçer akçe' sayıyor. Solucanları avlamadaki muvaffakiyetine yaslanarak yılan avlayan kartalları küçümsüyor. Hatta bazen avcılıklarına da inkâr ediyor. Zira kendisinin avcılığı ile bir cinsten değil. Körkösnü için toprağı kazmayan avcı olamaz. Avlanamaz. Avcılığa dair anlattığı herşey yalandır. Masaldır. Uydurmadır. Kösnünün methi ancak kösnülüğedir.

İşte, arkadaşım, kösnü bizim hakikatimizde fendir. Kartal bizim âlemimizde hikmettir. Kur'an'ın hikmeti de bu anlamda fen için bir parça acayipliktir. Zira toprağı kazmadan avlanır. Doğrudan gaybdan haber verir. Fenciler bundan hoşlanmaz. Çünkü sistemini anlayamazlar. Anlamak da istemezler. Mikroskopları böyle teleskop bilmez. Pençeleri böyle kanatları kavramaz. Gökyüzü denilen boyuta akılları hiç çıkmamıştır. O nedenle mürşidim, belki en çok da 'insaniyeti sadece beşeriyeti içinde açıklamaya konsantre bilimler' hakkında, şöyle uyarır bizi: "Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez."

Yine bir yerde de Aleyhissalatuvesselama karşı bu Deccalî bakışın sebep olacağı yıkıma dair diyor ki: "Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. (...) Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."

İslam akidesini salt sosyolojiyle, psikolojiyle vs. kalıplandırmaya çalışanlarımızın hali böyle mi ama arkadaşım? Aksine onlar kabuğa bakıyorlar. Kışırla meşgul oluyorlar. Ezelî olanı terkedip şimdiye dadanıyorlar. Çünkü müsteşrik hocalarından böyle bir kolaylık öğrendiler. Rağbet gördüler. Körkösnülüğü maharetli bildiler. Kartallığın rahmetli zahmetini unuttular. Yılanları bıraktılar. Solucan avladılar. Yataydaki neden-sonuç tekerlemeleri içine silkelemek herşeyi öyle keyifli geldi ki aşkın/kuşatıcı olanın dikeyin hikmetini boşverdiler. Yani ki kitabın süsüne daldılar. Kapağında dağıldılar. Kağıdına aldandılar. Manasını-yazarını unuttular.

Yalnız adı müslüman böylelerinin 'namazı yahudilerden aldığımızı' veya 'mehdi ile ilgili hadislerin sosyolojik ihtiyaçlardan doğduğunu' veyahut 'kıssa-i nebeviyenin yaşanmışlığından değil psikolojik etkisinden dolayı Furkan'da yeraldığını' ve hatta 'Aleyhissalatuvesselam Efendimizin diğer dinlerden öğrendikleri üzerinde çalışarak İslam'ı şekillendirdiğini' duyarsan şaşırmamalısın. Zira onlar gökte bulmak istemediklerini yerde arıyorlar. Nasreddin Hoca'nın karanlıkta kaybolanı ışıklı yerde araması gibi. Evet. Yatayda açıklayamadıkları hiçbir sebebe inanmazlar onlar. Toprakta olmayan hiçbir nedenden sonuç çıkarmazlar.

Gözleri bu kadardır. Görüşleri bu kadardır. Fazlasını istemezler. Fazlasını kavramazlar. Isıyı arttırınca suyun daha çabuk kaynadığını tabulaştırmış bir kafanın İbrahim aleyhisselamın selametli serinliğini anlamasını bekleyemezsin. Onun için bu 'olabilir' değildir ki. Belki biraz da bu yüzden şu karanlık mesleğe girenlerin ilk inkâr ettikleri 'peygamber mucizeleri' oluyor. Çünkü işittiklerini yüzey şablonlarına uyduramıyorlar. Kösnülüğe yakıştıramıyorlar. Kartalların haberini tevil ediyorlar. "Uçmamıştır da toprağın altında uçar gibi gitmiştir!" diyor mesela. "Kudüs'e, semaya, miraca değil de Mekke'nın dışına yürümüştür bir parça."

Seni bilmem arkadaşım. Fakat ben bunları gördükçe peygamber mucizelerinin bir hikmetini daha kavrıyorum. Evet. Mucizelere iman mü'minlerin 'Allah-peygamber-din' yaklaşımlarında bir eşiktir. Bir turnusoldur. Bir sıçrama tahtasıdır. Bu eşikten geçemeyenler 'yüzeye sınırlı bir Allah'a-peygambere-dine' iman edebilirler ancak. Yani yüzey elverdikçe iman edebilirler. Bu yüzden Einstein onaylayıncaya kadar, değil hadisler, Kur'an ayetleri bile şüpheli gelir onlara. Heidegger yanaklarından makas almayınca üretilen fikirler de bâtıldır. Fakat mucizelere iman ederlerin ufku, arkadaşım, başkalaşır. Fiziği aşkınlaşır. Perdeleri incelir. Elhamdülillah. Demek tavus kuşunun zerafetini kabuğunda aramayalım diye de gönderilmiştir şu mucizeler. Böylece biliriz ki: Peygamberler de beşerdir. Ama sadece beşer değildirler. Aşkındırlar. Başkadırlar. Fizikli bir fizikötesidirler. Onları sırf madde düzleminde anlamaya çalışan körkösnülerin varacağı ancak kabuktur. Postacılıktır. Bizse, ehl-i sünnetiz, postacıların peygamberliğine iman etmeyiz. Gözlerimiz Kur'an'ın semasına açıldığından beri, yüzbin elhamdülillah o semaya hidayet edene, kösnülüğe heveslenmeyiz arkadaşım.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...