4 Mayıs 2014 Pazar

Çocuklar yarış atı olmasın, müminler de öyle!

Âmir Han'ın hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini, hem de oyunculuğunu yaptığı Taare Zameen Par (Yeryüzündeki Yıldızlar/Her Çocuk Özeldir) filmi, maalesef ülkemizde gösterime girmemiş filmlerden. Hindistan sinemasına, her nedense, kapalı Türkiye. (Yeni yeni bir ilgi oluşmaya başladı.) Hollywood kadar merakı yok Asyalı kardeşlerine. Fakat ben, elimden geldiğince, tanıdığım insanlara tavsiye ediyorum bu filmi. Özellikle çocuklarıyla sorunlar yaşayan ebeveynlere.

Ishaan isminde, öğrenme güçlüğü çeken bir çocuğun, ailesiyle ve okuluyla yaşadığı sorunları anlatan film; sadece duygusal değil, aynı zamanda çok da öğretici. İzlendikten sonra yalnız akılda değil, hayatta da kalan cinsten. Bakış açısı değiştiren cinsten. Hatta filmde, sıradışı bir resim öğretmenini canlandıran Âmir Han'ın, İshaan'ın babasına öfkesini ifade etmek için kullandığı: "O kadar yarıştırmayı seviyorlarsa çocuk değil, yarış atı yetiştirsinler!" cümlesi, etkisinden bugün bile çıkamadığım bir parçasıdır filmin.

Aynı cümleyi, dersane tartışmaları sırasında, Başbakan Erdoğan'ın ağzından duymak bu yüzden şaşırtmıştı beni. Sahada uygulanabilirliği, kesin yargı belirtmek açısından, biraz daha beklememizi gerektirmekle birlikte, bir ülkenin başbakanın şu cümleyi kurmuş olması başlıbaşına bir zenginlikti: "Çocuklarımız yarış atı olmasın!" Hayatı, başarılı olmaya mecbur gibi yaşayan bir çocuğun öğretim hayatı boyunca nasıl bir stres çektiğini biliyordum çünkü. Yaşamıştım. Ancak bir çocuğun dünyasında bu durumun nasıl bir rahatsızlık vesilesi olduğunu pek az veli tahmin edebilirdi. Pek çoğu sadece sonuçlarla ilgilenirdi.

Bu sebeple yeğenim Enes'in, gittiği anaokulunda, güzelce Kur'an okumayı öğrenmesine rağmen, arkadaşlarıyla yarışıyormuş gibi, sürekli bize okudukları sayfa rakamlarını karşılaştırmalı bir şekilde aktarması beni rahatsız etti. Bir kez de okulundan aldığımda kederli bulunca sordum: "Neden canın sıkkın kıvırcık bu kadar?" Cevabından anladığım kadarıyla yine böyle birşeyde arkadaşlarından geri kalıyordu ve bu da onda gerginlik yaratıyordu. Kendisine becerebildiğim kadar çocuk dilinde şunları söyledim:

"İnsanlarla yarışmaya çalışmazsan, mutsuz olmazsın. Böyle şeylerde etrafındaki insanları geçmek değil, yaptığın şeyden keyif almak ve Allah'ın sevgisini kazanmak önemlidir. Allah seni diğer insanları geçiyorsun diye değil, Onun sevgisini samimiyetle kazanmaya çalışıyorsun diye sever. Yarışma arkadaşlarınla. Biz senden onları geçmeni beklemiyoruz. Mutlu olmanı bekliyoruz." Fakat bu noktada can yakıcı olan sadece çocukların kendilerini yarış psikolojisine sokması değildi, eğitimciler de öğretimdeki faydayı arttırmak açısından böylesi yarışmalar yapıyorlardı. Ve bu, ister istemez, çocukları gerginliğin içine çekiyordu.[1]

Bu meseleyi, Karakalem grubunun mihmandarlığını yaptığı bir sohbet sırasında, tam da İhlas Risalesi'nde geçen "Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır..." cümlesini tefekkür ederken Metin Karabaşoğlu abiye aktardım. O da Enes'e yakın yaşlardaki kızı Enise ile yaşadığı bir misal üzerinden benzer bir şekva etti. Bir gün Enise (ki kendisi bizim sohbetlerimizin de neşesidir) "Galiba salavat yarışmasından ben sonuncu geleceğim" deyince Metin abi şu manada birşey söylemiş: "Böyle şeylerde yarışmak olmaz ki. Bazı olur birisinin okuduğu bir salavat, diğerinin okuduğu yüzbin salavat kadar Allah katında makbul olur."

Hakikaten de gerek hadis-i şeriflerden, gerekse başka dinî kaynaklardan aldığımız ders buydu: Allah, bazılarının azını diğerlerinin çoğundan makbul sayabilirdi. Bediüzzaman'ın kemiyet ve keyfiyet kıyaslaması içinde, külliyat boyunca yaptığı vurgu da hep bu keyfiyette ve keyfiteydi.[2] Fakat bizler, 'hayırda yarışmak' meselesini tamamen rakamsal bir düzleme çekip, hem karşımızdakinin 'gıpta damarını tahrik etmekten' çekinmiyorduk, hem de bu yolda hırs göstermeyi meşrulaştırıyorduk. Asr-ı Saadet alıntılarında bile sahabilerin böyle şeylerde birbirleriyle yarıştığı(!) anekdotlar üzerine yapılan vurgu (ki bu yarışın bizim yarış algımızla ne kadar uyuştuğu da analiz edilmiyordu) müminlerin de "O on verdi, ben onbeş vereceğim! O kırk topladı, ben kırkbeş toplayacağım!" tarzı, açık attırma usûlü himmet toplantılarında yardıma zorlanması, bu 'rekabet damarı' tahrikinden başka neydi?

Metin abi, orada, Sa'd bin Ebi Vakkas ile Allah Resulü arasında geçen; Allah Resulü'nün, herşeyini bağışlamak isteyen Hz. Sa'd'ı bundan vazgeçirip 'ailesini muhtaç bir halde bırakmamasını' tavsiye ettiği bir Asr-ı Saadet tablosunu nakletti bizlere. Buna ilaveten yine başka başka misallerden, Allah Resulünün genel yolunun, yani cadde-i kübrasının, herşeyini bağışlayanların herşeyini almak değil, onları hadd-i vasata davet etmek olduğunu söyledi. Herşeyini bağışladığında kabul ettiği bir kişi vardı. O da Hz. Ebu Bekir. Fakat nedense Hz. Ebu Bekir'in misali herkes tarafından biliniyordu da ötekileri kimse ümmette aktarmaya çalışmıyor, dengeyi gözetmiyordu.

Hülasa; benim bütün o müzakerelerimizden anladığım: Bugün her türlü dinî grup veya fert, ihlası kıracak derecede bir rekabetle hayır üzerinde yarışmayı, 'hayır üzerine hayırsız bir boğuşma' şeklinde anlıyorsa; bunun bize aktarılan dengesiz/algıda seçici Asr-ı Saadet anlatısından tutun; böyle 'yarıştırılarak' öğretilen din tedrisatına kadar geniş, tedavisi gereken bir arkaplanı vardı. Ve bu nedenle belki de bugün keyfiyeti merkeze alması gereken pek çok dinî hareket 'rakamlarıyla' övünüp duruyordu. Hatta bunlardan bir tanesi, belki bu kemiyete düşkünlüğündeki ihlaskırıcılıktan ötürü, hizmetlerini hem tüketmiş hem de maddi menfaatini kaçırmıştı. En nihayet: İhlas Risalesi'ni okumak kolaydı da, onun ışığında hayatı değiştirmek zordu.


[1] Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserini tam da bu konu üzerine bina etmiştir. Çok şeyler öğrendiğim ve okunmasını tavsiye ettiğim bir eserdir.
[2] Yazıyı bitirdikten sonra düşündüm: Belki de hadiste istenilen 'sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek kadar...' gizli sadaka verme nasihatinin bir tarafı da bu işin yarışmaya dönüşmemesi hikmetine bakıyor olabilirdi? Öyle ya, bir başkası senin ne kadar verdiği bilmezse, seninle neden ve nasıl yarışsın?

2 Mayıs 2014 Cuma

1 Mayıs, Taksim ve Ayasofya üzerine: İzzet ne zaman gerek?

Aldığım en güzel üslûp derslerinden birisidir Bediüzzaman'ın 31 Mart Olayları ardından Divan-ı Harp'te yargılanırken "Sen de şeriat istemişsin?" sorusuna karşı verdiği cevap: "Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!" Burada, dikkat ederseniz, talep edilen şeyden bir adımcık geri atmaz Bediüzzaman. Kendisine gelebilecek zarardan ötürü korkmaz. Taviz vermez. Takiyye yapmaz. Fakat şunu da yapmaz: Davanın haklılığına, üslûptaki sorun nedeniyle halel getirmez. Dava ile üslûbu birbirinden ayırır. Davanın hak olduğunun altını çizmekle birlikte üslûptaki sorunların şeriattanmış gibi anlaşılmasına engel olur. Amacın meşruiyeti ile üslûbun meşruiyeti arasındaki mesafeyi vurgular.

Bu metin benim için çok önemlidir, çünkü özellikle 'özgürlük' eksenli bütün tartışmalarda dindarların 'talebin meşruiyeti' ile 'üslûbun yanlışına' çekilmeye çalışıldığını gözlemlerim. O kadar çok örneği vardır ki bunun: Gezi olaylarında mesela 'ağaç kesmenin kötülüğü' gibi masum bir zemin üstünde 'kaldırım taşı söküp polise fırlatma' yanlışlığı yedirilmeye çalışılır dindarlara. Veyahut bir eylem sırasında (masum veya değil) bir evladımızın kaza eseri ölmesi üzerinden devlete/meşru hükümete topyekun bir başkaldırmanın yolları dayatılır. Bazen de bu saldırı dışarıdan değil, içeriden olur. 'Yolsuzluk' başlığını son günlerde büyük puntolarla kullanmaya başlamış bir grup, bunun yanlışlığı üzerinden bin nümayişle kendi kopardığı anarşi ve fitnenin meşruiyetine yollar arar. Dedim ya size, yöntem çoktur. Ama hepsinin istediği birdir: Amacın güzelliğine meftun edip araçlardaki sorunları görmezden gelmemizi sağlama. Bir nevi fikir ilizyonu, bir sihir.

Halbuki yine Bediüzzaman bir yerde der: "Gayrımeşru tarik, zıtt-ı maksuda gider." Doğruyu istemek yetmez tek başına her zaman. Doğruyu da 'doğru bir şekilde' istemek gerekir. Yoksa amacın tam tersi bir maksada götürür bizi. Bir masumun ölümü nedeniyle başlatılan eylemlerin başka masumların ölümüne sebep olması gibi. (Ki daha yeni yaşadık.) Karmaşa fasit bir dairedir. Sürekli kendini yiyerek beslenir, büyür; sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; başlarken hangi amaçla yola çıkıldığı bile unutulur.

Bu nedenle, ben, ne zaman "Yoksa sen özgürlüğe taraftar değil misin? Yoksa sen masumun ölmesine seviniyor musun? Yoksa sen polis şiddetini haklı mı buluyorsun? Yoksa sen yolsuzluklara taraftar mısın? Yoksa sen devletin baskısını destekliyor musun?" tarzı bütün baskılara aynı cümleyle direnirim: "Ben de özgürlük, ben de huzur, ben de temiz toplum, ben de mutluluk, ben de gelir eşitliği, ben de adalet isterim; ama ihtilalcilerin istediği gibi değil." Birşeyi ıskalıyorsunuz: Sizinle beraber olmayışımız, sizin istediğiniz şeyleri istemiyor olduğumuzdan değil (bazen bu da oluyor gerçi), sizin gibi istemeyişimizden kaynaklanıyor.

En yakın örneği; işte Taksim'de her 1 Mayıs'ta yaşananlar. Mekansal talep bağlamında söylüyorum: Bu ülkedeki dindar insanların Ayasofya'nın tekrar cami olmasından daha çok istediği birşey var mı? Müzeye çevrildiği günden beri yapılan, yazılan, söylenen, katlanılan şeyler ortada. Fakat ne zaman siz dindarların böylesi bir mekansal talep için insanları taşladığını, polislerle çatıştığını veya molotoflu saldırılar yaptığını gördünüz? Ne zaman mekansal bir talebi, topyekun milletin huzuruna tercih eden şeyler yaptılar, sorarım size?

Hal böyleyken, dindarlara üstperdeden racon öğretmek; devlet otoritesinin kölesiymiş, baskıdan hoşlanıyormuş, masum ölümlerine seviniyormuş, yolsuzluklara taraftarmış, iktidar yalakasaymış gibi ithamlarda bulunmak ne solun ne de bu sıralar kankalıklarını yapan Gülencilerin haddi değildir. Ve bunlarla musalaha diliyle de konuşulmaz. Argo tabir kullanacağım: Atarına atar, giderine gider yapılır. İzzetli olmak bir müslümana en çok böylesi zamanlarda yakışır. Alttan almaya gerek yok. Kur'an bize bunu öğretiyor: "Leküm diniküm veliyedin." Sizin dininiz size, bizimkisi bize. Siz bizim idealimiz değilsiniz. Üslûbunuz da meşru taleplerin iletilmesinde tek yol değil. Her şiddet eylemini tarafınızdan gördükten sonra durup durup "Ülkeyi kutuplaştırıyorlar!" diye söylenmeniz de sadece gülmemizi arttırıyor, başka birşey değil.

1 Mayıs 2014 Perşembe

O sizin korkaklığınız

"Tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz." 22. Mektup'tan...

Besim Tibuk, Cem Küçük'le söyleşilerinden oluşan "Finans Krizi mi, Mali Kriz mi?" isimli eserinde, 1929 buhranını değerlendirirken, kanaatimce bütün krizler için not alınması gereken şöyle bir tesbitte bulunuyor: "Finans piyasalarında bu tip olaylarda önemli olan 'finansman paniğini' önlemektir. Çünkü finans bir yerde, beyinde güvenle oluşuyor..." Devamında ise şöyle bir örnekleme de bulunuyor: "Alan Greenspan 1987'de ABD Merkez Bankası Başkanı oldu. Başkanı olur olmaz borsada büyük bir çöküş başladı. Ne yaptı Greenspan? Bütün bankalara 'Sizi istediğiniz kadar fonlayabilirim' diye faks çekti. O faksı geçince, bankalar ertesi gün hisse senetlerini çökmekten kurtardı. Çökme durdu. Yavaş yavaş piyasa kendini toparlardı. Aklıselim hakim oldu."

Kriz anları, yani bir yönüyle fitne zamanları. Fitne kelimesi köken olarak; madencilerin, doğada başka madenlerle karışık bir şekilde bulunan altını, ateş yoluyla ayırması işlemini karşılıyor. Fitnelemek buna deniliyor. Fakat bizde daha çok 'kargaşa' kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyor. Neyin, ne olduğunun anlaşılmadığı; kimin haklı, kimin haksız olduğunun karıştırıldığı zamanlar. Hatta Allah Resulü aleyhissalatu vesselam buyuruyor: "Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse; yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."[1] Bediüzzaman, 11. Lem'a'da bu hadisi, sünnet-i seniyyenin pusula fonksiyonunu vurgulayarak yorumluyor. Karmaşa zamanlarında doğru yolu sünnetin gösterdiğini belirtiyor. Hatta bunu İmam-ı Rabbani'den yaptığı alıntılarla da destekliyor eserinde.

Benim oradaki izahlara ilave olarak hadisten anladığım şey: Fitne zamanı, insanların inandıkları hakikat uğruna ölmeyi de gözlerine daha kestirdikleri, bir nevi şehadet aradıkları bir dönem. Sanki hadis burada faziletin yanında şuna da vurgu yapıyor: "Böylesi karmaşa zamanlarında sonucu ölüm/şehitlik arayışı olan fiillere karışmaktansa, sünnetin çizgisini yaşayarak muhafaza etmek ve etraftakilere de yön gösterici olmak daha kıymetlidir." Tabii bu benim yorumum. Fakat şehitlik kıyaslamasını 'hikmetsiz' yapmadığını düşünmek de Efendimden aldığım hikmet derslerine uygun gibi geliyor.

Ancak nedendir bilinmez, fitne üzerine meşhur diğer bir hadisi de insanlar hep 'eylemsizlik' ekseninde yorumluyorlar. Tahmin ettiniz belki, ama yine de alıntılayayım: “Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.”[2]

İşte bu hadisi, birkaç istisna dışında tanıdığım bütün dindar insanlar, 'hiçbir şey yapmadan, saf tutmadan sonuçları beklemek' şeklinde algılıyorlar. Bu noktada takılıyorum. Çünkü gerek zikrettiğim sünnete ittiba ile ilgili hadisin, gerekse 'hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana uğrayacağını' bildiren Asr sûresinin kastettiğinin 'eylemsizlik' olmadığını düşünüyorum. Hatta Hz. Osman'ın (r.a.) evinin sarıldığı, güzel başının kana bulandığı fitne hengamında Hz. Ali'nin (r.a.) ve diğer sahabilerin eylemsiz oturmadıklarını, bilakis kendi çocuklarını muhafız dikip can güvenliğini bizzat korumaya çalışacak kadar işin içinde ve eylemde olduğunu biliyorum.

Bir noktaya da dikkatinizi çekerim bu arada: Fitneciler içinde de sahabilerden insanlar vardı. (Mesela Hz. Ebubekir'in oğullarından birisi de suikast niyetiyle eve girenlerdendi.) Ama Hz. Ali, onların varlığını "Yahu iki tarafta da dostlarım var, ben karışmayayım!" şeklinde yorumlamadı. Bilakis safını, Hz. Osman'ın yanını seçti ve onu müdafaa etti. Ravzatü'l-Ahbab'da anlatıldığına göre Hz. Osman'ın şehadetini duyduğunda, kapıda nöbette olan oğlu Hüseyin'in yanına öfke ve acıyla gitmiş; "Neden koruyamadınız?" diye karnına yumruk atmıştır.[3]

Buna ilaveten Metin Karabaşoğlu abinin üzerinde çok durduğu ve hatta bir Karakalem seminerinin teması yaptığı Hucurat sûresinin 9. ayeti de bize müminler arasındaki gerilimleri 'eylemsizlikle' geçiştirmeyi öğütlemez. Der ki: "Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever."

Hal böyle olunca, ben, yukarıdaki fitne zamanı hadisini de, başta Besim Tibuk'tan yaptığım alıntıda olduğu şekilde "Panik yapmayın!" tavsiyesi gibi anlıyorum. Hadisin her bir parçası, yürüyenin oturması, oturanın uzanması vs..., 'eylemsizliği' değil; paniksiz bir eylemliliğe karşılık geliyor bence. Nihayetinde hadis "Herkes yaptığı işi bıraksın, dursun!" demiyor. Sanki "Yavaşlayın!" diyor bir tatlı teşbih ile. Üstelik sünnete ittibaı tavsiye eden hadisle beraber düşünürsek, pozitif eylemlerin sürmesini tavsiye ediyor. Ki böyle olmasa, Hz. Ali gibi, ehl-i beytten olmakla sünnetin en büyük şahidi bir sahabinin, fitne dönemlerinden hiçbirisini eylemsizlikle geçirmemesini açıklayamazdık.

Ezberlerimizi sorgulamamız lazım. "Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır!"[4] ahlakında bir cesur Nebi'nin 'haksızlığın büyümüş boyutlarda yaşandığı' fitne zamanlardaki tavsiyesi "Susun, oturun!" olamaz.

Hatta kişisel bir tesbitimi söyleyeyim: Ben, böylesi zamanlarda paniği öğütleyen ve karmaşa dalgası oluşturmaya çalışandan anlarım haksızın kim olduğunu. Ortalığı sakinleştirmeye çalışan, hakkı ve sabrı tavsiye eden, itidal isteyenler ise genelde haklı olanlardır. Eylemin üslûbu ve sonucu, aynıyla fitnecinin tabiatından haber verir. Ve verdi. Ülkeyi beş ay içinde birbirine katıp, başaramayınca da hiçbir şey yapmamış gibi masum ayaklarına yatanlar, hepimiz tanıyoruz onları. Allah da biliyor. Evi kuşatanları da biliyor, evi savunanları da biliyor. Hiçbir şey yapmayıp oturanları da...


[1] İbni Adiy, el-Kâmil fi'd-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu'l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi'l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:282.
[2] Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.
[3] Ben bunu, Ramazan Balcı'nın Nesil Yayınları için yaptığı çalışmada okumuştum. Ramazan Balcı, eseri iki bölüme ayırmış ve her bölümü farklı isimle yayınlatmıştır. Eserin o baskıdaki ismi: En Sevgili'nin Dostları'dır.
[4] Bu söz hadis diye genelde anlatılıyorsa da kelam-ı kibar diyenler de var. Buraya okurumun da kesinlik belirterek bakmamasını istirham ederim. Kaynak bulamadım.

30 Nisan 2014 Çarşamba

Günahımı seviyorum

"Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize." Maya Angelou, Kızıma Mektuplar'dan...

En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce, sonra nefsine söylüyor başarabilirse.

Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Sana düşeni. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.

Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın sıklıkla söylediği (Buharî'de 15 ayrı hadiste geçer) "Nefsim kudret elinde olsan Allah'a yemin ederim ki..." meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle... Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.

"Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz."

Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor. 1) Dünyaya inerken 'birbirlerine düşman olarak' indiklerine. 2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:

"Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti; Rabbi de onun tevbesini kabul etti."

O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip "Ben buyum Allahım, yardım et!" deyişinde yattığını gösteriyor.

"O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: 'Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.'"

Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi, köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah'la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan, başkasını nasıl barıştırır? Eh, neyse. Sonuçta ben de günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu nefsime hatırlatmama vesile oldukları için.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Meleke halini almasın. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke. Bunlar normal. Hepsiyle barışman lazım. Ama birşeye dikkat: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.

İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe... Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?

Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun: Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Bazen "Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?" diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”

O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında, ümit etmeyi de bırakırsın.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Muvazenesiz vaiz

"Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır." Muhakemat'tan...


Seçimler geçti, ama ortalık daha durulacak gibi değil. The Cemaat, seçimlerden önce başladığı kamikaze dalışına, seçimlerden sonra da devam etmek niyetinde belli ki. En azından cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tamtamlı günler bizi bekliyor. Onlar için bu, bir memleket meselesinden ziyade, cemaatlerinin varoluş mücadelesi. Paylaşımlardan anlıyorsunuz. Sonuçta Türkiye'nin ne hale geldiğini veya ekonomisinin ne duruma düşeceğini hiç umursamıyorlar.

Önemli olan, ne olursa olsun, hatta gerekirse başa en kötü iktidar gelsin, Erdoğan'ın koltuktan indirilmesi. Başka amaçları yok. Onu indirdikten sonra, elbette sıra kendilerine muhalif olanların ayaklarının kaydırılmasına gelecek. Diğer dinî gruplar, kanaat önderleri özellikle baskılanacak. Ama öncelikle Erdoğan gitmeli. Başka türlü başaramazlar çünkü. Zayıf bir hükümet olmalı başta paralel yapılanmalarını sürdürebilmeleri için. Baştaki kendilerinden daha güçsüz olmalı ki, rest çekmeyi göze alamamalı. Erdoğan lafını da, restini de esirgemiyor maşaallah.

Bu kısımları zaten biliyorsunuz, bildiğiniz şeyleri tekrar söylemiş oldum. Benim asıl bu yazıda altını çizmek istediğim şey, The Cemaat'in AK Parti'yi (ve özellikle Erdoğan'ı) dindar seçmenin gözünden düşürebilmek için seçtiği iki argüman: Hırsızlık ve muta nikahı meseleleri... Gerçi, muta nikahı mevzuuna tam dalamadılar, zira seçimlerde bir etkisinin olmayacağını erken farkettiler. Ama birkaç gün twitter tag'ları, köşeyazıları ve konferanslarla bunun denemelerini yapmışlardı. Hatta kendileriyle irtibatlı yayınevlerinden muta nikahı üzerine kitaplar bile çıkarmışlardı aynı dönemde.

Her neyse: The Cemaat, taktiksel olarak, seçmenin fikrini değiştirmek için hükümetin dinî kimliğini ve buna bağlı güvenirliliğini çürütmeye çalışıyor. Bunu iki yolla yapıyor işte: 1) Sürekli hırsızlıkla/yolsuzlukla ilgili paylaşımlar yapıyor. 2) AK Partililerin muta nikahı, dolayısıyla zina ettiği üzerinden bir yaygara koparmaya çalışıyor. Tabii The Cemaat'in hizmet faaliyetlerini bırakıp ne zamandır uçkur ve cüzdan takipçiliği yaptığını ben bilmiyorum. Ama belli ki, epeydir çalışıyorlarmış. Kayıtlar alıyor, mamaların genelev defteri tutması gibi muta nikahı defterleri tutuyorlarmış.

Sırf o kitapların paralel zamanlamayla yayınlanması bile hazırlığın aylar öncesinden olduğunun kanıtıdır. Başka delil göstermeye gerek yok. Çok organize bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. 27 Aralık'ın bir darbe girişimi olduğunu bugün söyleyemeyenler, yıllar sonra ayrıtılar tamamiyle ortaya döküldüğünde çok utanacaklar. Şu an parçaların tamamını birleştirebilenlerin sayısı az. Ama zaman geçtikçe, uzaklaştıkça, kuşbakışı daha net görünecek. Neyin içinde olduğumuzu, nasıl bir süreç yaşadığımızı, nasıl bir tehlike atlattığımızı daha iyi anlayacağız.

Ben bu yazıda, özellikle bu iki başlıkla ilgili yapılan bir baskı yöntemini deşifre etmek istiyorum. Bu baskılama yönteminin ismini de, Bediüzzaman'ın birkaç eserinde kullandığı bir ifadeyle adlandırmak istiyorum: "Muvazene-i şeriatı bozmak."

Evet, yöntemin ismi bu. Uygulanışı ise şöyle: 1) Önce beğenmediğiniz insanların günahlarını tesbit edersiniz. 2) Sonra o günahla ilgili hadis, ayet, vecize ne varsa toplarsınız. 3) O günahla ilgili değişik zamanlarda yaşanmış bütün örnekleri toplarsınız; gerekirse bekletirsiniz, hemen açıklamazsınız. 4) Aynı anda hem bütün bilgileri zaman/kişi/gerçeklik farkını ortaya koymadan ortalığa saçar ve topladığınız hadis, ayet, vecize ne varsa, hepsini 'söyleniş şartlarını' ve 'şeriatın muvazenesini' ıskalar bir şekilde hazır bütün zihinlere kusarsınız. 5) O günah üzerinde zihinleri ondan nefret ettirecek kadar öyle durursunuz ki, sonunda, iman-küfür denkleminde bir yeri olmamasına rağmen o günahın, kişiyi kafir ilan edersiniz. 6) Suçladıklarınızın iyilik ve hayır namına ne varsa, bütün davranışlarını ya unutturur veya kötüleyerek çürütmeye çalışırsınız. 7) Böylece o kişi veya kişileri hem gözden düşürmüş hem de işlerini bitirmiş olursunuz.

Bence yöntem bu. The Cemaat bu sistemle çalışıyor. Yaptığı şeyin adı, Bediüzzamanca, cerbeze:

"(...) Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.

Meselâ, şu aşiretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralatından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garâibin makinesidir.
"

Biz de acayip gariplikler gördük bu cerbeze döneminde. 40 yıldır varolan bir cemaat, darbe dönemleri de dahil hiçbir iktidara itaat etmekten çekinmemişken; hiçbir iktidarı yolsuzluklar nedeniyle, bırakın tehdit etmeyi, uyarmamışken; birdenbire yolsuzlukla mücadeleyi birincil amaçları haline getirdiler. Sonra 'la tecessesu'yu unutup, zina isnadında aranan dört şahit meselesini bir tarafa bırakıp, yakaladıklarına zina isnadında bulundular. Hatta bu noktada öyle ileri gittiler ki, twitter üzerinden canlı şahidi olduğumuz şekilde, mesture/dindar kimlikleriyle tanınan, ama kendilerine muhalif kadın yazarlara bile isnadlarını açık açık yazdılar. Sonra özür dileseler de bu yaptıkları tamamıyle şeriatın muvazesine aykırı idi:

"Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: 'Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?' şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: 'Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.' Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."

Ama bu arkadaşlar, çok akıllılar, kendi kafalarında büyük günahların da sıralamasını değiştirdiler. Onlara göre önce en büyük günah önce yolsuzluk, sonra da muta nikahı idi. Ve her ne şekilde şüphelenilirse şüphelenilsin, gerekirse mahkeme beraatla neticelensin, yine de yakaladıkları suçlulardı. Onlar emindi ya, gerisi hiç önemli değildi. Gerekirse telefon da dinlenirdi. Evlere kamera da yerleştirilirdi. En mahrem yerlerden kayıtlar da alınabilirdi. Kardeşlerinin günahını ortaya çıkarmak ve onları rezil etmek için her yol mübahtı. Makyavelizmle İslam adaletini kaynaştırmanın böyle bir yolunu buldular. Kendilerince harikaydılar, ama ümmetin ehl-i sünnet çizgisi onları kustu. "Bu benden değil" dedi, reddetti.

Hatta bu insanların twitlerine bakın, hırsızlık konusunda ne kadar hadis varsa çalışmış, derlemişler. Bazıları hiç kaynak da göstermiyor, salladığını hadis diye yazıyor; ama bazısı var, hakkını takdir edelim, azıcık hadis kitabı karıştırmış. Fakat o da fıkıhtan anlamıyor. Anlamadığını da bilmiyor. Ne büyük günahların sıralamasını ne de bunların iman eksenindeki konumunu biliyor. En küçük hırsızlığı olanı bile ebedî cehennemde yanacak gibi lanse etmekten çekinmiyor. Fakat başka hadisler de var, affa dair şeyler, tevbenin geniş dairesine dair şeyler ve hatta kalbinde iman olanın kurtulacağına dair şeyler. Onları hiç anmıyorlar. Varsa da yoksa da yolsuzluk deyip duruyorlar. Ama tabii bu muvazenesizlik, bu dengesiz şeriat anlayışı, insanlara soğuk geldi ve geliyor.

"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."

Bunlar da 12 yılda her ne kötülük yaşanmışsa, her kimden dolayı yaşanmışsa hepsini toplayıp bir zaman-ı vahidde ve bir şahs-ı vahidden (bu elbette Erdoğan oluyor) sudurunu tevehhüm edip saldırıyorlar. Adalet ettiklerini sanırken zulmün en şiddetlisini yapıyorlar. Ama kardeşlerim, böyleleri eskiden de vardı. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde şöyle belirtiyor bunların halini:

"Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü't-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (...) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır."

Kimsecikler alınmasın. Mevzu bizi buraya çekiyor. Yoksa bana ne? Yine başka bir yerde vaizlere dair yaptığı bir eleştirisi de şöyledir:

"Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar."

Bediüzzaman'ın bu bahsini okurken aklıma hep bir kişi geliyor. İsmini vermeyeyim, ama siz anladınız zaten. Onun ve takipçilerinin halini de buna çok benzetiyorum. Neye saldırsalar, neyi hedef tahtasına koysalar, sanki en büyük günah oymuş ve o olmasa kıyamet kopacakmış gibi coşuyorlar. Hangi kurumlarına bağlansalar '(...) olmasaydı' tagları açıp, o kurum zaruriyat-ı diniyedenmiş gibi savunmamızı bekliyorlar. Yahu nedir bizim bu coşkun vaizlerden çektiğimiz? Ne zaman koruyacaklar muvazene-i şeriatı da dengelerini bulacaklar? Çok kötülük gördük, ama yine de mesleğimiz beddua değil, "Allah ıslah etsin" deyip geçiyoruz.



22 Nisan 2014 Salı

Paralel yapı

"Gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telakki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında mâzi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak eşya arasında küçük, cüz'î bir alâka olur." 29. Lem'a'dan...


Yaşarken pek başaramıyorum. Ama yazarken tasannu yapmamaya çalışırım. Hissetmediğim şeyleri, öyle hissediyormuşum gibi, söylemekten korkarım. Bazıları, okurun heyecanını hoş bir fayda olarak görerek, böyle bir yola girebilirler. Şatafatlı ifadelerden medet umabilirler. Ben girmemeliyim. Çünkü beceremiyorum. Aşk nedir bilmeden ilahî aşktan bahsetmek yahut rüyamda bile görmediğim makamlardan raconlar kesmek bana göre değil. Gücüm: Hakikatin, en azından bana görünen kısmının, karşıkonulmazlığıdır.

İnandığım şeyleri söylerim. Başka da belagat bilmiyorum. Hiçbirşeyi/kimseyi kendim kadar bilmem. Halimi tarif ederim bu yüzden. Düşünürüm ki; içimdeki insana, evet yalnızca insana, dokunursam; içinizdeki insana da dokunmuş olurum. Çünkü biz, yani Âdem'in (a.s.) çocukları, hep kendimiz, hep insan gibiyiz. Bütün farklılıklarımızın altında ve 'insan' ism-i şerifi üstünde vahdet sikkesi var. Eğer ona inebilirsek hepimiz kardeşiz, yoksa değiliz. Küçük küçük yalnızlıklarız ondan gayrı. Bir yığın farklılıklarız. Kendi kulelerimizde esiriz.

Peki özdeki insana nasıl dokunulur? Bence en çok empatiyle. Kardeşimiz dediğimiz insanın nazarını kuşanarak. Ona, en az kendisi kadar, merhametli olarak. Şartlarını anlamaya çalışarak. Bunlar insanı güzel kılar. İnsan, aczi ve fakrı, tevazu gibi değil, olması gereken gibi değil, zaten olduğu şey olarak görürse insan kalır. Yoksa nemrutlaşır.

Çok kusurlu bir ifadeyle (amaç zihne yaklaştırmak) diyebilirim ki; vahiy de bir yönüyle muazzez ve mukaddes böylesi okumalar içerir. Tenezzülat-ı ilahî diye tarif edilen vahyin merhameti budur. İnsana her vesile ile yakınlığını hatırlatan Allah'ın, bu yakınlığı belirtirken kullandığı isimleri; yani Semî, Basîr gibi isimleri; herşeyi işitip görmesi yanında, içindeki insanı da görmesi şeklinde anlaşılabilir. Şahdamarından daha yakın olanın, kişi ile kalbi arasına girenin; elbette senin içindeki sen'e de senden daha yakın olduğu ve dolayısıyla emrettiği şeylerin o asl-ı sen'e, daha uygun olduğu söylenebilir.

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın..." demekle altı çizilen şey de budur bence. Yani Cenab-ı Hakkın bize emrettiği şeyler, murad-ı ilahî olduğu kadar, fıtrat-ı insanî'ye de uygun olanlardır. Zaten tevhidî bakış, yani herşeyi yaratanın aynı Allah olduğu inancı, aynı elden çıkanların elbette birbirine de uygun parçalar olduğunu vurgular.

Bu nedenle bizim bakışımızda; Kur'an'da olan, insan'da ve kainat'ta da olandır. Çelişik değil, paraleldir. Cetvelleri esma-i ilahîdir. Öyle olmak zorunda kalınılan değil, varlığın ve fıtratımızın da bizi zevkle ittiği yoldur. "Dinde zorlama yoktur" hükmü, bu açıdan, kanaatimce, bizim varlıkla uyumumuzu da ifade eder. Din, insanı, fıtratının veya fennin aleyhine zorlamaz. Bilakis teşvik eder, ama taşmasını önler.

"Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, "Keserseniz ceza veririm!" diye değil yalnız, kesmek bizzat insana kötü geldiği için, yani Hz. Yunus'un (a.s.) ifadesiyle; 'nefsimize zulmetmek' olduğu için bunu yasaklar. İnsanın bu noktada vahye muhatap oluşunun da nedeni, Hz. Âdem'in tek ağaç sınavında gösterdiği gibi; zararına olduğu söylense bile seçebilmeye meyli bulunmasıdır. Vahiy, bize o zararlı şıkları seçmemeyi öğütler, yine bizim iyiliğimiz içindir bu.

Ümitsizlik barbarlaştırır. The Colony (2013) filmini izleyenler mutlaka hatırlar Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın, insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca, insan, hayal bile etmeyeceğin şeyler yapabilir." Filmin konusu da, böylesi bir ümitsizlik sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluktan kaçan insanların kaçış öyküsüdür. Karamsarlık, hayatta kalma arzusuyla birleşince, bu insanları canavarlaştırmıştır.

Benzer bir mesajı, Noah filminde de görmüştüm. İtikadî anlamda pek çok noktadan eleştirilebilecek bu filmde, birşeyin altını çok güzel çizmişlerdi kanaatindeyim: Vahiy olmadan insanın düşeceği yalnızlığı. (Filmde, Kabil soyundan gelenlerin kralı Samyaza'yı canladıran Nick Nolte'nin "Neden benimle konuşmuyorsun?" diye haykırdığı yerde bu mana iyice açığa vurmuştu kendini.) Hem yalnızlardı hem de doğruyu bilmiyorlardı. Bu durum onları, evlatlarını bile bir parça et karşılığında satacak kadar vahşileştiriyordu. O filmi izlerken nedense aklıma şu bahis geldi:

"İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gâyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."

Birisinin işitiyor olması ne güzel! Yalnız olmamak ne büyük mutluluk âlemde! Fakat bu neşenin akabinde, orada da kalamadım, aklıma şu ayet geldi:

"Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."

Burada özellikle 'birbirinize düşman olarak inin' ifadesi içindeki hikmet, bana, tevbeleri kabul edilinceye kadar yaşadıkları yalnızlığı, düştükleri ümitsizliği ve bunun onları vahiyle okuyamadıkları (çünkü tevbeleri kabul edilinceye kadar vahye dair bir sessizlikle cezalandırılmışlardı diye biliyoruz) varlığa karşı yaşadıkları yabancılaşmayı tek kelime içinde ders veriyor gibi geldi. Evet, düşmanlaşmışlardı, çünkü varlığı vahiyle okuyamamak, yabancılaşmayı beraberinde getirir:

"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder!' âyetini okudu, dedi: 'Bunun harika telakki edilen belâgatını göremiyorum.'

Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti.

Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
"

İşte arkadaşım, seni kelimelerimin ardından sürükleyişim bunun içindi: Biz, ömrü bin yılları kapsayan aynı insanız, yaşıyoruz. Ve vahiy, hep bu insana temas ettiği için, eskimiyor, taze kalıyor. Dersi her zamana tesir ediyor. Eskimemeye yol arıyorsan, hakikatinde ara.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...