31 Ağustos 2015 Pazartesi

Baklavanın fıstığı...

Müzeyyin olan Allah varlığı nasıl süslüyor? Sadece renkle, kokuyla, tatla mı? Hayır, hayır... Allah varlığı en çok hayatla süslüyor. Nereye baksanız onun boy vermeye, varolmaya, ortaya çıkmaya çalıştığını görüyorsunuz. Tatlı bir yaramazlıkla, her yerdeler. Her taşın altından, buldukları her toprak parçasından, buzdolabında uzun süre beklemiş yemekten, hatta çöplerin içinden fışkırıyorlar. Evet, biz, yani canlılar (ve özellikle de insan) kainatın en güzel süsleriyiz. Baklavanın üstündeki fıstıklar, dondurmanın üzerindeki çikolata sosu, pastanın üzerindeki krema biziz. Süsleme/tezyin öyle birşeydir ki, her ne yaparsan yap, en sonunda yaparsın onu. Yani pasta bitmeden pasta süslenmez. Baklava pişmeden üstüne fıstık serpilmez. İnsanın dünyaya gelenlerin sonuncusu olması, bizim de bu baklavanın fıstığı olduğumuzu gösteriyor. Baklava bizimle güzel, ama (hâşâ) Ustası bize mecbur değil. Kemalin tamamlayıcı bir parçasıyız, ama Usta'nın mecburiyeti değiliz. Samed olan o. Yani herşey ona muhtaçken hiçbir şeye muhtaç olmayan.

"Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder."

Daha kibirli zamanlarımda, muhtemelen ilkgençlik dönemimde, böyle bir varlık algısını kabullenmek tahttan düşmüş krala benzetirdi beni. Öyle olduğumu düşünmek istemezdim. İnsan 'bağlayıcı' ve 'olmazsa olmaz' olmadığını duyduğunda epey bir sarsılıyor. Öyle olduğu hissettirildikçe de huzuru artıyor. (Özellikle âşıklar bu sözümü iyi anlarlar.) 'Olmasa da olur' olmak daha güzel birşeyde varolmanın güzelliğini bilmeyenler için ölümden de beterdir. Bu yüzden evladı için yaşamayı anne olmayan bir kadın anlayamaz. (Âşık bir kadının eşinden duymak istediği söz 'Sen benim herşeyimsin'sin iken sıra oğluna geldiğinde dediği şudur: 'Yeter ki sen mutlu ol!') Yahut da sahabilerin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam için sıkça söyledikleri 'Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!' sözünü. Çünkü bu, varlık sırrına eriştir. Asıl varolması gerekenin sen olmadığını kabul, adına varolduğunun ellerine kendini teslimdir. Annen ve baban değildir seni asıl vareden. Seni vareden Allah'tır. Resul de ancak ondan dolayı kıymetlidir.

Ne diyordum? Ha, önceleri bu ikincil konuma iniş beni epey bir rahatsız ederdi. Ne yani? 'Olmasa da olur' isem hakikaten bir zaman gelecek de olmayacak mıydım? İnsana 'olmasa da olur' olduğuna inanmak, yani Samed olanın yalnızca Allah olduğuna inanmak böylesi bir sebepten zor geliyor. Sanıyor ki, olmasa da olurluğunu kabul aynı zamanda olmayacağını kabuldür. Bu, Allah'ın rahmetini unutup sadece Samediyetine bakan bir aklın düşebileceği bir çukurdur/korkudur. Bu çukuru/korkuyu aşabilmek onun Rahman ve Rahim olduğunu hatırlamakla mümkündür.

Bence 'besmele'nin böylesi bir fonksiyonu da var. Yani Rahman ve Rahim isimlerini unuttuğunuz anda Allah hakkında tefekkürünüzde bir yeis/ümitsizlik hâkim olmaya başlıyor sizde. Bir karamsarlık. Çünkü yüceliği 'ilgisizlik' nedeni sanıyoruz bizler. Allah'ı kendimiz gibi sanıyoruz. Ki insan yüceldikçe(!) çevresindeki insanlara ayırabildiği vakit azalır.

Tıpkı İşaratü'l-İ'caz'da dendiği gibi: "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Düşünsenize: O kadar büyük ki. O kadar yüce ki. O kadar muhteşem ki. O kadar... O kadar... O kadar... Kelimelerin anlatmaya kifayet etmediği o, âlemlerin Rabbi, sizi neden kâle alsın? Sizi neden önemsesin? Sizin varlığınızla neden ilgilensin? Subhanallah'ın ardından gelen Elhamdülillah biraz da bu hatırlayışın sevinci. Evet, o Subhaniyet makamında, ama aynı zamanda Rahman ve Rahim. Merhamet etmeyi seviyor. Sizi sevindirmeyi seviyor. Sizin varlığınızı seviyor. Ne diyor Bediüzzaman: "Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak." Böylece yürek Allah'ın yüceliğini tefekkürü içinde yalnızlık korkusundan kurtuluyor. Kanaatimce: Vahidiyet içindeki Ehadiyeti bize en net gösteren iki isim Rahman ve Rahimdir. Onları pek severiz. Doğrudan Allah'ın bize olan ilgisini anımsattığı için.

28 Ağustos 2015 Cuma

Kadere iman, imanın kemalidir 2

Sık düştüğümüz bir yanılgı var. Kader yalnızca bizimle (bireysel hayatlarımızla) ilgili birşey değil. Kader bize kainatın nasıl yaratıldığını anlatıyor. Daha doğrusu; yaratış için gerekli olan tek şeyin 'kudret' olmadığını (yani yaratıcının mucib-i bizzat olmadığını) bilen bir mümin için kader, ilim-irade ikilisinin yaratış içindeki fonksiyonunu tayin ediyor. Bu nedenle bir insan kadere iman ettiğinde, ekstra/fazladan birşeye iman etmiş olmuyor. Bakmayın siz Kur'an müslümanlığı sapkınlarının "Kur'an'da geçmiyor!" deyu onu inkâr etmelerine. Gözünde hastalık olana güneş dahi ışık veremez. Dilinde hastalık olana bal bile kezzap gelir. Aslında kadere esmaü'l-hüsna adedince işaretler var Kur'an'da. Çünkü Allah'ın tüm isim ve sıfatlarında sonsuzluğu kaderle mümkün. Hatta sırf kainattaki nizam (düzen) dahi kaderin bir delilidir. Ki kaderin Kur'an'da en sık tekrar edilen burhanı 'bilişten yaratışa sirayet eden ölçülülük'tür.

Biz kadere iman ettiğimiz zaman aslında Allah'ın 'yüzü ilme ve iradeye bakan' her ismine iman etmiş oluyoruz. Tüm sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla. Aksi halde, yani kadere imanın olmadığı bir düzlemde, Allah'ın nasıl (hâşâ) kusurlu bir ilah olacağını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Bilmeden yaratan... Sonradan öğrenen... Kadere iman edilmediğinde Allah tasavvurumuzda ve tevhid inancımızda meydana gelecek erozyonun telafisi mümkün değil. Hatta şöyle düşünüyorum ben: İnsan, Allah'ı (hâşâ) 'insanlaştırmaya/sınırlamaya' kadere iman etmeyerek başlıyor. Kadere imanın sarsılması şirke doğru atılmış ilk adım. Madem imanın altı şartı içinde en sonuncu olarak o söyleniyor. Ve madem Bediüzzaman, Kader Risalesi'nde onun için; "Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir..." diyor. Bu direklerin yıkılışı da herhalde en ahirkinden başlıyor. Çünkü her gerileme 'nihayetten/sondan' başlar.

Bu noktada, İşaratü'l-İ'caz'da, yine kaderle ilgili, Bakara sûresinin 7. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın; "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ'tizal, halk-ı ef'ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar..." demesi bu 'insanlaştırmaya' işarettir.

Kaderle kainatın düzeni arasındaki ilgiye geleyim. Bu ilgi aynı zamanda Kur'an müslümanlığı taifesinin "Kader Kur'an'da geçmiyor!" safsatasına da güzel bir cevap olacak. Ve Kur'an'da düzenden/ölçülülükten bahseden her ayetin aslında kaderden bahsettiğini bize gösterecek. Şöyle söylüyor mürşidim bir eserinde; "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır." Mürşidimin bu tesbitine 'sadakte' demek için değil imana, azıcık insafa sahip olmak bile yeterli. Çünkü kainattaki düzen, inkâr edilemez bir şekilde, tüm bilimdallarının yüzümüze haykırdığı birşey. Hatta bilimin kendisi zaten bu düzenin keşfî üzerine kurulu. Düzeni olmayan birşeyin bilimi olabilir mi? Rastgelelik bizzat bilginin düşmanıdır. Daha doğrusu 'nasıllığın' bir kaideye/kanuna bağlı olmadığı bir sahada, zaten kendisi bizzat kaide/kanun keşfine dayanan bilim diye birşey yapılabilir mi? Demek bizim kainattan okuduğumuz her kanun/kaide (nasıllık bilgisi) aslında o şeyin belirli bir düzen/ölçü içinde yaratılmasının delilidir. Herhalde ateistlerin bile reddemediği bu gerçeği Kur'an müslümanları da reddetmezler. Yoksa ederler mi?

İşte mürşidim de diyor ki: Madem bu düzeni reddemiyorsun, o halde o düzenin ardındaki şu üç şeyi de reddemezsin: İlim, irade, kudret... Yani herhangi bir fiil vücuda geldiğinde yalnızca kudret ile vücuda gelmez. Yaratıcı aynı zamanda o fiili bilir, seçer ve yaratır. Yaratıştan öncesi (bu biz kullarca bir öncedir) yani ilim ve irade yönleri, Kur'an'da 'takdir' lafzıyla zikredilen şeyin içeriğini doldurur aslında. Ve kader konusunda takıntılı olanların da kafalarının basmadığı şey budur: Allah, elbette, yarattığı şeylerin ne olduğunu ve ne olacağını bilir, iradesiyle seçer ve kudretiyle de yaratır. Düzen dediğimiz şey de Allah'ın 'takdiri' dediğimiz bu 'ilimle/ölçüyle ve iradeyle/seçilerek' vücuda gelişin bir tezahürüdür.

Eğer Allah yarattığının ne olacağını bilmeden yaratıyor olsaydı, kainatta bir düzenin varlığından bahsedebilir miydik? Fiillerin arkasında irade olmasaydı, kanunları/eşyayı kalıp içinde ne tutabilirdi? Bütün kainatta varolan sanatlar, düzenler, işleyişler bir 'bilenin/seçenin' yaratışının eseri değil midir? Küllî iradenin 'hikmetli' seçişleri ile kuşatılmış değil mi her bir yanımız? Allah'a Hakîm diye bu yüzden iman etmiyor muyuz? O halde, kainattaki 'tecezzi kabul etmez' düzen içinden Kur'an müslümanına Kur'anca soralım: "İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?"

Elbette 'başıboş' bırakılmaz. O da bu 'takdire' dahildir. "Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz'ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır." Onun da iradesiyle yaptığı/yapacağı seçimler Allah'ın ilminde bilinmektedir. İradesiyle onaylanmaktadır. Kudretiyle de yaratılmaktadır. Bu noktada yine Bediüzzaman'ın kaderle takıntı yaşayanların psikolojisine dair yaptığı şu tesbit ne kadar anlamlıdır: "Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder." En başta da söylediğim gibi: Kader yalnızca bizimle (bizim bireysel hayatlarımızla) ilgili birşey değil. Böyle düşünmekle büyük bir yanılgıya düşüyoruz. Kainatın yaratılışını ilim ve iradeden öte açıklayabilen meczup varsa, o beri gelsin, kendisini de o ilim ve iradeden bağımsız açıklasın.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Kadere iman, imanın kemalidir...

"Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu: Kader, akaid-i imaniyeye (hatta altı şartının içine) girecek kadar neden önemli? Bu soruyu bugünlerde zihnimde daha çok evirip çeviriyorum. Zira, nübüvvet anlayışlarındaki sorunlarıyla bu ümmetin 'ehl-i kitabı' olmak noktasında hızla ilerleyen Kur'an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla daha sık karşılaşmaya başladım.

Bugün de twitter'da bu taifenin rüzgarına kapılmış bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. (Yoksa 'tartıştık' mı demeliyim?) Ve şu sonuca vardım bu müzakerenin/münakaşanın nihayetinde: Kadere imanın 'nasıl bir Allah'a iman ettiğiniz' konusuyla büyük bir ilgisi var. Yani, kadere imanın akaid içine girmesi, değil niceliği, inandığınız Allah'ın niteliği (esma, sıfat ve şuunatı) adına yorumlarda bulunurken kendini ele veren bir öneme sahip. Ve kadere iman, 'esmaya iman'la da yoğun şekilde irtibatlı bu yönüyle. O esmanın temsil ettiği mananın sınırları, sizin kadere iman edip etmeyişinize göre genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor.

Nicelik ve nitelik kelimelerini özellikle kullandım. Çünkü meseleyi fehminize yaklaştırırken işime yarayacaklar. Şöyle ki: Zâhire baktığınızda, 'nicelik' bakımından Kur'an müslümanlarının sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı, yani Kur'an'da geçen terminolojiyi (o terminoloji tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah'a Allah ve vahid ve ehad ve ekber diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde; yani zâhirden bâtına, nicelikten niteliğe doğru indiğinizde; aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Örneğin: Alîm ismi üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur'an'da da geçen ve karşılık olarak (özetle) 'herşeyi bilen' dediğimiz bu ismin, onların dünyasında pek de 'herşeyi bilen' karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize kadere imanda yaşadıkları sorunlar söyletiyor. Bu taifenin, 'Allah'ın olup olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi' olarak iman ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı biraz kazıldığında, 'Allah'ın herşeyi bilip bilmediği' şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar.

Yani 'nicelik' olarak onların inandıkları esma ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat 'niteliğine' indiğinizde işin rengi belli oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. Alîm olan Allah, onlara vardığınızda, 'herşeyi bilen Allah' olmayabiliyor. Bazılarını sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış, onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü ederlerse, Allah'ın Alîm ismine sizin gibi inanmak zorundalar.) Bunun Allah'ın Allah'lığına nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah'ın bilmesi, insanın seçmesine engel olmuyor. Allah'ın bilmesi, Allah'ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar açık ve basit inanmak isteyen için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Sünnet ehli için çok kolay birşey, ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Bilmekle zorlamak arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla Allah'ın 'bilmesi' ve 'kudretiyle yaratması' arasındaki farkı anlayamadıklarını görüyorsunuz. Hatta onlar, Allah'ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi, yani yine zamana ait bir tanımlama. Zamandışılık değil. Allah'ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah'ın herşey başlamadan önce oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman'ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah'ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Zaten Allah'ın Allah olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa, bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti yara almaz mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır.) Ve buna ilaveten, eğer Allah'ın olacaklardan haberi yoksa, yaratışı nasıl mümkün olmaktadır? Yaratan başkası mıdır ki, Allah yarattığını yarattıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman'ın "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." derken dikkatimizi çektiği şey bu: Yapanın bilmesi gerek. Bilmeden yaratamaz. Evrenin nizamı, bu yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur'an da defaatle bunu söyler. Kadere iman da en zirve noktasında bu 'biliş'e iman etmektir. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah, elbette yarattığının ne olacağının, nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa, Yaratıcının ne yaratacağını bilmeden yarattığını söylemek gerekir ki; bu Allah'ın yaratışı adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga diğer esmaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir.

Allah'ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur'an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. Gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Gelecekteki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya! Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur'an'ı da tıpkı Mütekellim olan Allah'ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. Bir kafese de Kur'an'ı kapatırsınız. Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah'ın Allah'lığı ne kadar kalır?

Halbuki Rûm sûresindeki, sûreye ismini veren ayet (ve sebeb-i nüzûlü) bile kadere iman etmeye yeterlidir. "Rûmlar galip gelecektir..." Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir zannını mı sokmuştur? Yoksa ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler. Zaten bu Kur'an müslümanlığı taifesinin ihbar-ı gaybî türünden hadisler ve ayetlerle ayrıca takık olmaları, bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini bozmasındandır. Gelecekten haber veren bir Allah'ın ve onun izniyle haberdar olan bir Resulün varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacaktır? Sorunlar, sorunlar... Kur'an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman, imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah'a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: "Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık..." (Kamer sûresi, 49)

21 Ağustos 2015 Cuma

Çukurlar merdivenleşirken...

Baudelaire Paranoyası'nda geçen bir cümle var: "Dünyan altüst olmuşsa ardından belli bir özgürlük duygusu gelir." Ben bu tarz bir özgürlüğü tattığımı anımsıyorum. Seneler önceydi. Tuhaf zamanlardı. Ben de tuhaftım. Yıkmıştım. Hem de pek fena yıkmıştım. Ama rahatlamıştım. Daha ilk anından itibaren, yani ne yaptığımın farkına vardığım andan itibaren, zerre miktar pişmanlık yoktu içimde. Mutluydum. Döndüğüm eşiğin dehşetinden daha çok umursadığım şey, dönemeyecek olduğum eski düzendi. Yıkmanın şehveti de tam olarak buradan kaynaklanıyor. Yükü tekrar omuzlamak yok. Gemileri yakmışsın. Geride bıraktığından daha zor ne olabilir ki önünde?

Doğduğun günden beri kurmaya çalıştığın düzenin içerdiği yapmacıklık, giriftleştikçe/büyüdükçe artan ilişki ağı ve o ağı korumak için muhtaç olduğun çaba, yitirmemen gerektiğini düşündüğün insanların sevgisi... Bu nedir biliyor musun? Her sabah borçlu uyanmak birilerine veya birşeylere... Sonra, işte dediğim gibi, veresiye defterinin yanında kibritle oynamaya başlıyorsun. Roma'yı yakmak, Roma'yı yönetmekten daha kolay görünüyor.

Bütün bunlar kalmaya çalışmaktan. Dünyada sonsuza dek kalacakmışsınız gibi davranmak, akıntıya kapılmış giderken kenardaki çalılıklara tutunmaya çalışmak gibidir. Daha fazla kalma çabası daha çok el kanaması. Daha çok yara. Daha çok kırgınlık. Daha çok ayrılık. Akışına bıraktıkça rahatlar insan. Boşvermek değil bu söylediğim. Tevekkül. Bir yüzü kadere iman etmeye bakıyor. Bediüzzaman'ın örneklemesiyle 'yükü sırtından indirip gemiye bırakmak.' Boşvermekse yükü denize fırlatmaktır. Yük dediğim şeyin içinde sevdiklerin de var. Kim sevdiklerini denize atmakla mutluluğa erişebilir? Ancak bir nihilist der bu 'herçi bad abad'ı.

Ama 'emanet etmek'te bu yok. Emin bulduğun bir ele bırakıp tevekkül etmek bu açıdan boşvermenin sahip olamayacağı bir avantaja sahip. İman bize bu avantajı da sağlıyor. Allah'a bıraktığın her işinde aslında kendine de şunu söylüyorsun: "Daha fazla tutmaya çalışma! Görüyorsun, çok yoruldun. Hem ellerin de hep yara bere. Bırakmakla rahatla biraz." 6. Söz'ün vicdanımıza fısıldadığı fırtınalı zamanlardayız. Fırtınayı burada değildi, akıl sahibi olmakla onu dünyaya biz getirdik. Bizden başka böyle telaş eden de yoktur. Bu fırtınanın rahatlaması ancak tevekkülle olur. Yani akla, hakkında düşünmeyi bırakması için alan açmakla.

Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Hepsini kalbine sığdıramazsın. Çünkü sınırlısın. Gördüğün her yüz aklında kalamaz. Duyduğun her tatlı söz kulaklarında saklanamaz. Elbette unutacaksın bazı gözlerin renklerini. Siluetler belirsizleşecek. Hatıralar karışacak. Çünkü hatırlamak da bir tutmaktır. Yolcu olana, kalmaya dair her çaba acı verir. Yolcunun psikolojisi lazım biraz bize. Eşyayla yolcu gibi ilişki kurmak. Ne çok bağlanmak, ne çok kırılmak, ne çok aldırmak... Aslolmadığını farketmek. Hissedişlerin her birisi aynı zamanda etkilenme. Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Yoksa bu etkiye açık halinle kafayı yemeden imtihanın sonuna varamazsın.

"Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir."

Bediüzzaman, iman ve küfür muvazeneleri yaparken, anlattığı her hakikattar hikayede, ehl-i küfrü temsil eden karakterin karamsarlığına nazarımızı çevirir. (Özellikle 2. Söz'de var bu.) Yapısı gereği etkilenmeye bu kadar açık olan insan, eğer iman sahibi de olmazsa, kalmaya çalışmakla karamsarlaşır. Çünkü bir yanıyla sürekli gittiğinin, yani her çabasının boş olduğunun farkındadır. Aynaya her baktığında farkettiği yeni kırışıklıklar, solgunluklar, aklar... Çalıların bıraktığı izler, yaralar, gamlar. Daha güzelin varlığı, güzelin umududur. Ahirete inanmayan önce bunu yitiriyor. Daha güzeli olmayan tek güzelliğin yaşadığı (ve terk ettiği) olduğunu düşünüyor. O da gidiyor. Bu gidiş, karamsarlık ve daha ilerisinde kronik bir küsmek ve kemikleşmiş bir öfke şeklinde kendisini gösteriyor. Kâfirin Allah'a düşmanlığının da buradan geldiğini söylüyor Bediüzzaman. İnanmasa da düşman. Çünkü dediğinin doğru çıktığını görüyor.

Karamsar insandan korkarım. Allah yokmuş gibi konuşmasından tanırım onu. Karamsar insanla sohbet etmek zehirlenmektir. Öyle hissederim. Nihilizme çok yaklaşmıştır. Bu yüzden dengesizdir. Karamsar için herşeyin rengi pek kolay değişir. Gaybın varlığına imanını yitirdiği ve olup olacak herşeyin onun gördüğü şekle münhasır olduğunu zannettiği için amansızdır da. Esfeli's-safilini alâ-i illiyyin gibi bilir.

Örneğin: Kaos/karmaşa, aklı başında herkes için bir çukurdur. Kimse daha kötüye talip olmak istemez. Oraya düşmek istemez. Belirsizliğin dibidir. Herşeyin, her an başa gelebilmesidir. Anarşidir. Kestirilmezliktir. Korkudur. Yeistir. (Halbuki ümidin/hayalin bile aklın kestirmesine ihtiyacı vardır.) Fakat karamsar, kaosu dahi bir merdiven gibi görmeye başlar. Olan zaten kötüyse ve bundan daha kötüsü olmayacaksa, neden kaos denenmesin? Belki de daha iyi birşey olacaktır? (Hele bir de imansızsa zaten varlığın da bir kaos içinden şu anki haline geldiğine iman etmektedir.) Ardında bıraktığından daha kötüsüne iman etmez ki, başına geleceğinden korksun da teenni ile hareket etsin. Cennet ve cehenneme iman etmenin böylesi bir güzelliği de olduğunu düşünüyorum. Daha kötüsüne ve daha iyisine iman etmiş olmak, yaşanılanın tek kıstas olduğu bir cehennemden kurtarıyor bizi. Özgürlük, yükü denize atmakta değil, gemiye bırakmakta.

18 Ağustos 2015 Salı

Bir Bediüzzaman'ı yanlış anlama yöntemi olarak lügatla yetinmek...

Bu hassasiyeti yıllar önce Kenan Demirtaş abi öğretmişti. Söz Basım'da sayfa altı sözlük çalışması yapılırken gözetilmiş bir hassasiyetti bu. Kenan abi, o dönemde, külliyat çalışmasını yürüten ekibin başında bulunuyordu ve öğle yemeklerinde, çay aralarında, belki muhatabını bulabildiği her yerde çalışmanın inceliklerini aktarıyordu. "Ne gerek vardı buna?" diyebilirsiniz, eğer böylesi araştırma ekiplerinde görev almamışsanız. Başarının sadece 'kazandırılan parayla' ölçüldüğü yerlerde insanların yaptıklarınızı takdir edebilmeleri için niteliğinizi sizin onlara anlatmanız gerekir. (Çünkü ellerine tutuşturacağınız nicelik/para yoktur.) Onlardan bu nitelikli gayreti beklerseniz sonuçlarından ızdırap ve pişmanlık duyabilirsiniz. Muhtemelen Kenan abi de yaptıkları nitelikli işin kıymetinin (eğer anlatılmazsa) takdir edilemeyeceğinin farkındaydı ki, bulabildiği her fırsatta çevresindekilere detaylarını/güçlüklerini aktarırdı.

Ben, bu çalışmalar başlatıldığında Nesil Yayınları'nın sevkiyatında hamallık yapıyordum. (Kendi aramızda öyle derdik. Sizden mi sakınacağım?) Ve evet, hakikaten bulunduğum yaş, bilgi düzeyi ve konum itibariyle Söz Basım'ın ne denli önemli/girift birşey yaptığını takdir edebilmem imkansızdı. (Duyduğum ilgiye rağmen...)

Bu saded harici bahsin ardından öğrendiğim hassasiyeti aktarayım. Bir gün Kenan abiye, yukarıda altını çizmeye çalıştığım türden cahil cesaretiyle şöyle birşey söyledim: "Bu sözlük çalışmalarında uğraştıracak ne var ki? Kelimenin geçtiği yerler ve anlamı belli zaten. Yeri bulunur, altına konulur, biter gider... Neden bu kadar uğraştırıyor sizi?"

Bu cümleleri kullanmadım elbette. Fakat demek istediğim buydu. Çayocağındaydık sanırım. Kenan abi sözlerimi sabırla dinledikten sonra (o çalışmayı yürütmenin nasıl güç birşey olduğunu kısmen takdir edebildiğim şu anda, bu dinleyişin dahi bir 'sabır işi' olduğu kanaatindeyim) gülümseyerek dedi ki: "Öyle basit değil." Dedim: "Neden değil?" Dedi ki:

"Aynı kelimenin birçok anlamı vardır. Bunlardan bazısı ıstılahîdir ki, ancak metnin hakkında olduğu ilim dalıyla ilgiliysen o terim karşılığını anlarsın. Bazıları ise lügat anlamıdır. Bunların içinde bile müellifin muradının ne olduğunu metnin genelinin ne hakkında olduğuna takdirle anlayabilirsin. Bazısı ise örfîdir. Sözlükte anlamı başka olsa da halk arasında karşılığı başka birşey olabilir. Onu da ancak müellifin yaşadığı dönemi ve dili anlayarak çözebilirsin...."

Daha bunlar gibi bir sürü şey anlattı Kenan abi, ama hepsi benim aklımda kalmadı ki size nakledeyim. Hasılı; ayaküstü had bilmezliğimizi ve cahilliğimizi ders almış olduk. Zaten insan birşeyi öğrenmeden önce bu iki şeyi öğrenir. (Bu iki şeyi öğrenmişse ancak, üçüncüsünü öğrenir.) Ben de metin altı sözlük çalışmalarında gözetilmesi gereken hassasiyete dair çok güzel şeyler öğrendim. Kenan abiye de o gün ve bugün, bana öğrettiği böylesi kıymetli ölçüler nedeniyle dua etmekteyim. Allah ömrünü bereketli ve uzun kılsın. Kendisini ve ekibini, ancak katında takdir edebileceği hayırlarla mükafatlandırsın.

Bu bende neyi başardı? Ona geleyim: Bu bakışaçısı zenginliği, bana, aynı yazarın metinlerini okurken bile aslında statik bir yüzeyi değil, dinamik bir fikri rasat ettiğimi gösterdi. Müellif de bir insandı ve değişiyordu. Kendisi değiştiği gibi yazdığı konular da değişiyordu. Belki bu müellifin uzmanı olduğu pekçok konu vardı ve böylesi her konuda yazarken o ilmin kavramlarını/kelimelerini kullanıyordu. Bir ilimde farklı bir ıstılahî/terimsel karşılığı olan kelime, diğer ilimde farklı bir anlama gelebiliyordu. Bir yerde kelimeyi sözlük anlamıyla kullanırken, diğer yerde aynı kelimeyi ıstılahî bir karşılıkla kullanabiliyordu. O ilmin ehli olmayan okuyucuları ise (ben gibiler yani) aynı kelimeyi görmekle bahsedilenin aynı şey olduğunu sanabiliyorlardı. Bu da bazı anlam kaymalarına sebep oluyordu. İslamî ilimlerle bağlarımızın bu kadar koptuğu bir dönemde Bediüzzaman'ın fikir dünyasına eser eser, metin metin, kavram kavram, kelime kelime uyanmak/ulaşmak hakikaten güç bir işti.

Konuyu açması bakımından bir örnek vereceğim. Bu örnek, benim kafamı da uzun yıllar kurcalayan bir mevzuya dair. Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz'da diyor ki:

"Zaten Risale-i Nur'un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lâfzın delâletine ve işârâtına ehemmiyet vermiş."

Nur talebeleri içerisinde bu kısım nasıl anlaşılıyor genelde? (Lüften bu metni nasıl anladığınızı veya size nasıl anlatıldığını kafanızda/hafızanızda şöyle bir billurlaştırın ve bir süre tutun.) Şöyle birşey değil mi: Risale-i Nur'un usûl ve üslûbu, soruyu veya sorunu dillendirmeden ona cevap vermek üzerinedir. Çünkü soruyu ve sorunu dillendirmek safî zihni bulandırır. O yüzden mümkün mertebe soruları gündem yapmadan cevap vermek doğrudur...

Aşağı yukarı kafanızdaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllar yılı ben de böyle ders aldım/işittim sohbetlerde. Fakat hep de şunun ikirciğinde kaldım: Bediüzzaman'ın Münazarat gibi daha birçok metni vardı ki, hep soru/cevap üslûbu içinde gidiyordu. Hatta müellifin ifadesiyle 'şeytanla münazara' veya 'ehl-i dalaletin şahs-ı manevisiyle (vekiliyle) münazara' edilen yerler vardı. Buralarda Bediüzzaman soruları anmaktan çekinmiyordu. Bilakis, kendisi soruları naklederek cevaplarını veriyordu. O halde bu nasıl bir işti? Bir yerde soru sormadan cevap vermeyi öneren (hatta bunun metodu olduğunu söyleyen) müellif, diğer yerde niye böyle tersi bir iş yapıyordu? Bunu çok sordum. Tatmin edici bir cevap alamadım. Ta ki, yine bir gün Kenan abiyle muhabbet edene kadar...

Bir gün, beni eve bırakırken, yolda İslamî ilimlerin, yani tabir-i diğerle geleneğin, gözettiği hassasiyetlerden bahis açıldı. Bana dedi ki Kenan abi:

"Eski ulemanın değil sadece metodlarında, kelime seçimlerinde bile harkulade hassasiyetler var. Sana bir misal vereyim: İlm-i kelam eserlerinde ehl-i sünnet âlimleri kendi delillerini söyledikten sonra, farklı düşünen fırkaların düşüncelerini/dayanaklarını zikredip cerhederken onlarınkine 'delil' demezler. 'Şüphe' derler. Yani karşı tarafın düşüncesini neye dayandırdığını izah sadedinde, 'İşte Mutezile falan ayeti kendine şöyle delil yapıyor' demezler. 'Mutezilenin şüphesi' derler. Ona delil muamelesi yapmazlar. Çünkü ona da delil, kendisininkine de delil derse, bu durduğu yerin neresi olduğunu netleştirmez. Kendisininkine delil onunkine şüphe diyorsa, belli ki, bu insan ehl-i sünnet âlimidir ve durduğu yer bellidir. Bediüzzaman da 'bitarafane muhakeme' eleştirisini yaparken aslında ehl-i sünnetin bu hassasiyetine dayanıyor."

Kenan abi bana bu meseleyi anlatadursun, benim kafamda ampuller yanmaya, hatta patlamaya başladı kardeşlerim. İlm-i kelam ıstılahında böyle bir ayrım olduğunu, 'şüphe'nin sadece bizim anladığımız lügavî karşılığının değil, 'muarız düşüncenin hak verilmeyen delili' gibi bir manaya da gelebildiğini ilk kez duyuyordum. Bu, Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yazdığı bir tefsir olan İşaratü'l-İ'caz'ın önüne neden böylesi bir not düştüğünü de bana açıklıyordu. Demek ki; burada kastedilen, muarız düşüncenin sorusunu zikretmek değildi. Muarız düşüncenin kendisini nasıl bir delile/şüpheye dayandırdığını, kendisini neyle savunduğunu izah etmekti. Ki paragrafın tamamını hatırlayınca bu mana nasıl da cuk diye oturuyordu: "Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinat noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur'un mesleği odur ki..."

İşte geleneğin bilgisine, İslamî ilimlerin kavram dünyasına aşina olmamızın neden gerekli olduğuna güzel bir örnek. Yıllardır 'soru sorulmasından' veya 'soruların nakledilmesinden/zikredilmesinden' bu ifadelerden hareketle rahatsızlık duyanların da kulakları çınlasın. Bediüzzaman'ın o kadar soru/cevap yolu takip ettiği metin varken, bu metni 'soruları zikretmemek lazım' şeklinde anlamayı seçenler; kötü niyetli değiller belki, ama Risale-i Nur'u besleyen/yetiştiren geleneğe aşina olmadıklarını da gösteriyorlar. Ve asl-ı hakikate zarar veriyorlar. Ki ben bunu ancak Medine'de tefsir eğitimi almış bir Kenan abiden duyduklarımla farkedebiliyorum. Başkalarının böyle bir şansı da yok. Hasılı; Bediüzzaman'ın da altını çizdiği gibi, Risale-i Nur medresenin malıdır. Medrese ilimlerine aşina olmazsak, onu hakkıyla anlayabilmemiz zor.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 15: Kime âlim demeli?

Bu yazının doğrudan Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Okuyan vs... gibi isimlerle ilgisi yok. Belki ikinci bir nazarla onları hatıra getirebilir. Gerçi, ilginçtir; bu sıralar ilahiyat hocalarının imanından avamın imanına sığınacak bir haldeyiz. İmam Gazalî'nin (k.s.) hocalarından İmam Cüveynî'nin (k.s.) bir hadise işaretle ifade ettiği gibi; ahir ömrümüzde 'yaşlı kadın teslimiyetinde' bir iman diliyoruz. Bilimadamı imanından ve onun 14 asırlık İslam mirasına takla attıracak cür'etinden Rabbimize sığınıyoruz. İsimlerle kafanızı kirletmeyeyim. Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"

Ebubekir Sifil Hoca'nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam'a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.

Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. "Bu kitap neden yazıldı?" sorusuyla Önsöz'üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış 'meslekdaşlarından' bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde "İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine" yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:

"Nitekim bu din telakkisi ve ona uygun olarak yürütülen din öğretimi, görüldüğü gibi, sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan-korkulması gerektiği gibi-korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını kendileri oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple de artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları 'eski' bularak kullanılmış bir kağıt mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."

Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil'in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:

"Bana Ankara'daki İlahiyat Fakültesi'nden veyahut İmam-Hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet'in yalnız elemanter bilgilerini öğrenmekle kalır. İslamiyet'in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur."

Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman'ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü'z-Zehra'dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur'un medrese malı olduğu vurgusu yapar: "Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen..." diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur'a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:

"Eski Said'in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar."

Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman'ın beyan ettiği; "Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir..." gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca'nın, hem Salim Öğüt Hoca'nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman'ın "İlimle murad olunan nedir?" sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.

Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: "Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir." Bediüzzaman da felsefe ve Kur'an'ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: "Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor."

Yine Nur sûresinde; "Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır..." denilirken Fâtır sûresinde de; "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar!" denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî'de geçen bir hadisinde; "Hikmetin başı Allah korkusudur!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin 'faydasız ilim' diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?

Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur'un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman'ın 'zamanın mühim bir âlimi' ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.

Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, "Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!" diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur'u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini 'âlim seviyesinde' kazanabilir. Risale-i Nur'dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur'da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur'an'dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur'un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama 'medrese'den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü'z-Zehra'ya 'Zehra Üniversitesi' demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Kazanmak istiyorsan, yarışmayı bırakmalısın

İstemek, hem her nimetin kapısıdır, hem de her azabın kaynağı. Daha fazlasını istemek, ama her ne olursa olsun istemek, yani çılgınca istemek; bütün bunların kalpteki etkisi cehennem gibi. Cehennem nedir? Bana sorarsan (bencileyin) şöyle derim: Suyun zeytinyağıyla boğuşmasıdır. Üste çıkma/kalma telaşıdır. Üst, üst, daha üst... Dibi olmayan kuyu budur aslında. Düşmesi çıkma sanılan. Çıkıldıkça düşülen. Arkadaşım, âlemin neyi/nasıl sattığına aldanma, kalbine bak. İnenlerin çıktığını sandığı çok kuyular vardır.

Bitmek bilmeyen yarış. Stres. Hased. Yorgunluk. Ve geride kalmanın uyandırdığı tüm çirkinlikler. Kötülüklerin anası: Öne geçme arzusu. Daha fazlası olabilme arzusu. Yavrusu: Daha fazlasına sahib olma arzusu. Sonu gelmeyen yokuş: Esfele's-safilîn. Bitiş çizgisi yok. Varacağı yer: Aşağıların en aşağısı. Bugünlerde en çok boğuştuğumuz yaradır bizim. Aç olmayan, istemeyen, koşmayan, arzulamayan, özenmeyen geride kalıyor. Her gün yeni birşey çıkıyor. Almayan geride kalıyor. Tüketmeyen geride kalıyor. Uymayan geride kalıyor. Benzemeyen geride kalıyor. Önündeki her kuyuya iştiyakla düşmeyen geride kalıyor.

Kâf sûresinde, cehenneme "Doldun mu?" diye sorulacağı, onunsa bu soruya şöyle cevap vereceği buyruluyor: "Hel min mezid?/Daha yok mu?" Bence bu söz, sadece cehennemin değil, cehennemliklerin de halet-i ruhiyesinin tarifidir. Demem o ki: Cehennemin şahs-ı manevîsi cehennemliklerin şahs-ı manevîsidir. Onlar gibi konuşur. Onların kalplerinden, niyetlerinden, günahlarından, isyanlarından, tükettiklerinden ve dahi bu dünyadan yanlarında götürdüklerinden yaratılır.

"Daha yok mu?" diyenlerin yurdu değil midir cehennem? Dünyadayken hırs ile mülke saldıranların; helal/haram tanımayanların; sömürenlerin, zulmedenlerin, başkasını yutmakla beslenenlerin, yani kanaat etmeyenlerin yurdu; hayırda yarışanların değil sahip olmak için koşuşanların memleketi değil midir? Mekan mekînini taklit eder. Elbet cehennemleri de onlar gibi davranacak. Onlar gibi "Daha yok mu?" diyecek.

Ebu Hureyre (r.a.), Kütüb-ü Sitte'de geçen bir rivayette Aleyhissalatuvesselamın şöyle buyurduğunu naklediyor: "Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." Ahirzaman insanı için bu söz sırtta yük gibi. Çünkü o yarışmak için gelmiş. Öyle sanıyor. Yarışmaktan ötesini bilmiyor. Daha fazlası için geldiğini düşünüyor dünyaya. Diğerlerini geçmek için. Yazdığı tüm başarı kitapları da ona bunu söylüyor.

O yüzden kanaatle işi yok. Yetinmek ayağında bağ. 'Mutluluk daha fazlasına bağlı' diye öğretilmiş ona. Daha fazlası istenmediği takdirde bir insan nasıl mesud olur? Bir ülke nasıl kalkınır? Bir millet nasıl müreffeh olur? Kazanmadığın bir yarış nasıl tatmin eder? Bunları anlaması mümkün değil. Çünkü ona göre yarıştan kaçınabilmek mümkün değil. 'Yarışın kaçınılmazlığı' dogması beyninin her hücresini fethetmiş durumda. Her ne olursa olsun 'daha fazlası olmalı' ona göre. Durmamalı. Koşmalı. İnsanlık büyük bir gelişim koşusuna başlamış. Ne işimiz olur artık zühdle, sabırla, iktisatla, kanaatle!

Onlar bizi geri bırakan 'fakirliği içselleştirme' şeyleri. Eski müslümanların nefesi açlıktan koktuğu için verilen emirler de böyle olmuş. Kur'an da o zamana göre emretmiş. Fakat biz? Biz, madem ki yapabiliyoruz, elimizden gelirse dünyayı yemeliyiz.

"Ey nefsim! Deme, 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peydâ ediyor."

Mürşidimin bu sözünü artık yarışmaktan yorulduğum yaşlara gelirken daha iyi anlıyorum. Yorulmak yarıştan daha büyük bir hakikat. Hatta diyebilirim ki: Kazanmak geçici. Yorgunluk kalıcı. Yarışlar hırs. Yorgunluk acz. Yarışlar son bulsa da şu yorgunluk son bulmayacak. Kelebek ellere bir dünya asla sığmayacak.

Öyle ya! Neyin peşinden koşarsam koşayım. Ondan çok ben yoruluyorum. Kimi kıskansam ateşinin ilk dokunduğu benim. Hased ettiğim an içimde bir yerde koşmaya başlıyorum. Yarışmaya başlıyorum. Aleyhissalatuvesselamın hasedin fıtratını tarif ederken vurguladığı; "Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir!" hakikati, yine mürşidimden mülhem şöyle karşılık buluyor dünyamda: "Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder."

Şimdi bana öyle geliyor ki: Arkadaşım, eğer insanı iyileştirmek istiyorsak, önce onu aciz ve fakir olduğuna ikna etmeliyiz. Bunu başaramadığımız sürece ona sunabileceğimiz hiçbir deva yok. Yarışın her şekilde ona kaybettirdiğine inanmazsa, yarışmayı kim/neden bıraksın? Bizim, kanaatin faziletini öğretmeden önce, onsuz dünyanın nasıl bir cehennem sakladığını anlatmamız lazım. Hatta her iyi hasleti anlatırken yokluğunun cehenneminden bahsetmemiz gerek. "Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor..." cümlelerinin öğrettiği de sanki biraz bu. Yaşadığımız cehennemin tadı dilimize değmeden cenneti aramaya başlamayacağız.

Bugünün tebliğ dilinin biraz buna ihtiyacı var gibi. Hatta, Bediüzzaman'ın Hastalar Risalesi'nde yine 'daha fazlasını istemek' meselesine dair verdiği minare basamakları örneği, bu halet-i ruhiyenin tasvirini içeriyor. Daha fazlasını istemek hiç sonu gelmeyecek merdivenlerini çıkmak gibi. Kanaat etmeyenin kazandığı elinde durmuyor. Ayağının altında akıp gidiyor sadece. Üzerine çıkılmıyor.

Hep bir fazlası, daha fazlası olacak. Bu yarışın hiç kazananı olmayacak. Herkesin bir üstü ve onun da diğer bir üstü olacak. Yukarıya bakarsan mutlaka şikayet edecek bir 'daha fazlası' bulacaksın. Bu yarış da yorgunluk da hiç bitmeyecek. Ta ki "Yeter artık!" deyinceye kadar. Yukarıya bakmayı kesinceye kadar. Durduğun yerden razı oluncaya kadar. "Tamam!" deyinceye kadar. Kudsî metinler de sanki bize bunu emrediyorlar.

Ve diyorlar: "Zaten bir gün gelecek 'Yeter artık!' diyeceksin. Zayıf omuzlarınla bu yüke güç yetiremeyeceksin. Yaşlanacaksın. Hastalanacaksın. Çökeceksin. Bari şimdiden kanaatkâr ol. Daha karnın çatlamadan söyle doyduğunu!" Vahyin en büyük güzelliği de burada değil mi arkadaşım? "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur!" sırrınca yapanın, daha biz yaşamadan, bilen olarak bize olacakları öğretmesi. Bu yazıyı da böyle bitirelim: Bizi içimizdeki uçurumlardan çeviren Rabbimize hamdolsun.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor 2: Nursîcilik yapmadan Nurculuk olur mu?

Bir kimseyi mürşid edinmek, ...'cı olmaktır. Eğer ...'cı olmazsanız, zaten onun bakışaçısını kuşanmaya çalışmazsınız. Tedrisinin önünde diz kırmazsınız. Halinden hallenmez, dilinden ballanmazsınız. Kendi 'görenizi' terk edip onun 'hakikatine' koşmazsınız. Yazılarımı okuyanlar bilirler. Ben, Bediüzzaman hakkında, maaliftihar, altını çize çize, vurgulaya vurgulaya, dilime şeker-şerbet, 'mürşidim' ifadesini kullanırım. Üstelik pek sık kullanırım. (Eski yazılarımda daha az görülebilir. Çünkü bu kadar önemsemiyordum. Fakat ortaya çıktığını düşündüğüm yeni ve de sağlıksız temayüller nedeniyle artık daha sık istimal etmeye başladım.) Bunu yapmamın iki sebebi var. Bu sebeplerden birisi içeriden. Diğerisi dışarıdan.

Efendim, ehl-i sünnetin bir parçası olan Nur mesleğinin hassalarından birisi şudur ki; Risale-i Nur kendine müşteri aramaz. Müntesib sayısı da dahil, nicelik ifade eden hiçbir rakamla işi yoktur Nurculuğun. Bediüzzaman'ın çok tekrarla vurguladığı birşeydir bu. Örnek mi lazım? "Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yalvarmalı." Veya şunu da alıntılayabilirim: "Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil." Fakat ne büyük teessüf ki, Bediüzzaman'dan bu dersi alan Nurcu grupların çoğunluğu, özellikle de yarışa dahil olan Gülen örgütünün ağız sulandıran/imrendiren hızlı büyümesiyle, bir rakamsal büyüme hastalığına tutulmuşlardır. Bu büyüme hastalığı, bu kemiyet/nicelik övgüsü, peşisıra ikinci bir vartayı daha Nurcular içine sürüklemiştir: Kendini başkalarının gözünden değerlendirme ve muhabbetlerine mecbur bile...

Bunu neden bir varta olarak görüyorum? Onu da izah edeyim: Bir ekolün duruşunu kendi metinlerinden değil de muhataplarının kendisine karşı olan tavırlarından belirlemeye başlaması, onun mesleğinden sapmalar yaşamasının alametidir. Kâfirûn sûresinin öğütlediği izzetli duruş, yani 'sizin dininiz size, benimkisi bana...' duruşu, mümine ayaklarını bastığı yerin konumunu kendi içinde anlamlandırmasını öğütler. Yine Uhud yenilgisinden sonra gelen ayetler de, müminlere, hakkın yanındaki duruşlarını Bedir'in galibiyetine veya Uhud'un mağlubiyetine göre değil; hakkın hak oluşuna göre belirlemelerini salık verir: "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."

Bu ve benzeri ayetlerin bize öğütlediği şeyi, büyük düzlemde 'vazife-i ilahîyeye karışmamak' okuyan Bediüzzaman, daha alt bir düzlemde de 'müşteri aramamak' olarak okumuştur. Çünkü Ankebût ve Ra'd sûrelerinde söylendiği gibi: "Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir." Peygamber varisi olan âlimler de ancak bunu yapabilirler. Ötekinin peşine düşmenin maliyeti ise, 'o günlerin insanlar arasında döndüğü' hakikatine körleşmek ve günlerin dönüşüyle günü kaçırmamak için 'dönmeye' başlamaktır. (İslam'da bir modernizm/reformizm, seküler düzene uygun yeni bir kurgulama amaçlayanların zihin kodlarında da bu maraz vardır.)

Kadim bir tartışmadır: "Risale-i Nur'un tebliğ metodunda neye öncelik verilmelidir? Bediüzzaman'ın şahsiyetine mi? Yoksa Risale metinlerine mi? Yoksa Risale metinlerinin Kur'an'ı anlattığına mı?" Herhangi bir sempozyum/seminer metni hazırlanırken veya hatta en önemsizinden bir kitap ismi belirlenirken bile bu hassasiyet akıllarda not olarak durur. "Bu ismi koyduk ama... Vurgu Bediüzzaman'ın şahsına dönük oldu sanki. Bunu biraz daha böyle Risale merkezli yapalım!" Yahut da "Şimdi bu Risale-i Nur'u anlatıyor ama... Bizim bunun içindeki Kur'an vurgusunu önplana çıkarmamız lazım. Yani Risale-i Nur'u Risale-i Nur için değil, Kur'an için kullanmamız lazım." Ki bu noktada endişeleri destekleyen metinler de vardır külliyatta: "Meselâ, bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil." Fakat burayı alıntılayanlar metnin devamını unuturlar: "Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır." Ve Bediüzzaman, bu ikinci maddenin ardından daha idealize ettiği bir madde daha söyler: "Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak, üstünde Kur'ân'ı gösterip, Kur'ân'ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va'zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va'zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş'et eder."

Muhakemat'ta geçen bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Bediüzzaman üçüncü yolu, ikinci yoldan daha tercih edilir ve muteber bulmaktadır. (Şaşırmayın, mutasavvıfın yanlış yaptığını değil, en doğrusunu başardığını düşünmektedir.) Elbet, müellif kendisi de bu yolu takip etmiştir. O halde bir kısım Nur talebeleri neden fıtrî ahvalin ölümünü çağrıştırır ikinci bir niyetle Bediüzzaman'ı "Bediüzzaman ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan ne söylüyor?" şeklinde okumayı salık vermektedirler? (Risale-i Nur, 'Bediüzzaman ne diyor?' diye okunabilir mi ki?) Neden Bediüzzaman'ın isminin vurgulandığı yerlerde bir tereddüt yaşamaktadırlar?

Hatta Senai Demirci abi gibi, içimizden birileri dahi, neden sürekli 'Bediüzzaman' demek yerine 'Said Nursî' demeyi tercih etmektedirler? Bu tercihteki kasıt nereden beslenmektedir? Ki malumunuz, Demirci abi, Bedri Gencer'in Bediüzzaman'a, Nurculara ve Risale-i Nur'a dair yaptığı haksız eleştirilerin ardından da şöyle bir twit atmıştır: "Nur talebeliğini 'Said Nursi'cilik' olarak anladığımız sürece, 'yanlış anlama'ya dayalı bu eleştiriler sürecek..." (Daha evvel de Senai abinin benzer bir terkiple 'ehl-i sünnetçilik' eleştirisi yaptığını hatırlıyorum.) Bu derece alttan alış, suçu kendinde arayış, aynı zamanda yukarıda dikkatinizi çektiğim 'karşı taraf üzerinden kendini değerlendirme' hastalığına düçâr olduğumuzu göstermez mi? Ancak bu noktada insaflı olalım. Senai abinin dikkat çektiği şey, eğer Bediüzzaman'ın şahsî kemalatının/hatıratının vurgulanıp Risale-i Nur'un çizdiği tefekkür yolunun ötelenmesi ise, bu hakikaten bir eksikliktir. Bir istikamet yitirilişidir. Fakat yine de Senai abi yanlıştadır, çünkü bu ötekinin yanlışlığı üzerinden doğrulanamaz. Yani Said Nursî'cilik yapılmadan Nurculuk yapılamaz. Çünkü mürşidin hayatı da tebliğin bir parçasıdır. Bediüzzaman'ın yukarıda övdüğü ehl-i tarikat bunu hep böyle uygulamıştır. Şah-ı Nakşibendî (k.s.) olmadan Nakşibendîlik, Abdulkadir Geylanî (k.s.) olmadan Kadirîlik olamaz. (Allah hepsinin şefaatine nail eylesin bizi.) Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı Kur'an'dan ayrılabilir mi? "Mu'cize-i Muhammedî, aynı Muhammeddir."

"Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."

Şimdi, tam da bu aynaların duruşunu belirlemede ifrat ve tefrit ekseninde oturuyoruz. Kimimiz aynaları muhafaza etmeyecek, hatta bırak muhafazayı kırmaya çalışacak kadar kafayı yemiş durumda. Feyzin makese ihtiyaç duymadığını düşünüyorlar. Hatta makeslik iddiasını şirke eşdeğer sayıyorlar. Makes olmazsa, feyzin onların yansıtıcılığını yitirmiş karanlık kalplerine yağmayacağını veya tam olmayacağını ise düşünemiyorlar. Diğer bir kısım ise ayna ile meşgul, feyzin celbine yeterli vakti ayıramıyor. İstikameti/dengeyi koruyamıyor. Ancak yine de aynanın aydınlatmanın bir parçası olduğunu unutmamak gerek. Ne Kur'an müslümanlığı taifesinin sünnetten hariçte kalmış müslümanlığında bir hayır var, ne de ayna ile feyzin geri kalanını unutacak kadar meşgul olanlarda...

Fakat ben kendi adıma konuşursam: Maaliftihar Said Nursî'ciyim. Müderrisin dersiyle müderrisin zatının bir bütün olduğunu düşünüyorum. Kur'an'ın Allah Resulünün bir mucizesi olması gibi, Allah Resulünün de Kur'an'ın bir mucizesi olduğuna kaniyim. Üç küllî muarriften hiçbirisinin fazlalık olduğunu sanmıyorum. Bediüzzaman'ın veya Risale-i Nur'un veya Kur'an'ın bizim kurgu dokunuşlarla öncelik/sonralık veya takdim/tehir vermemize ihtiyacı yok. Bizim bu bütünlüğü unutmamaya ihtiyacımız var. Yoksa ayna güneşi her zaman gösteriyor.

(Not: Bu yazı vesilesiyle bana "Neden Bediüzzaman'a mürşidim diyorsun? Mürşid olan Risale-i Nur'dur veya Kur'an'dır..." diyenlere de bir cevap verebildiğim kanaatindeyim. İtiraz edenler üzerlerine alınmayı unutmasın diye not düştüm. Bediüzzaman'ın şahsını geri plana alışını yanlış anlıyorsunuz. Onun Risale-i Nur'u gösterip kendini saklamasını yanlış yorumluyorsunuz. Hayatı delili olmayan mürşid olamaz. "Ben de Kureyş'ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum..." derken Allah Resulü 'Beni önemsemeyin!' demiyordu. Dengeli bir önemseyiş istiyordu. "Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü!" diyen sahabiler de onu yanlış anlamadılar.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...