16 Şubat 2013 Cumartesi

Kerametten inayete sığınmak...

Bir önceki yazıda birşeye dikkatinizi çekmiştim hatırlarsanız. Bediüzzaman’ın, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele boyunca kerameti—yumuşak bir üslupla—ötelediğini, onun yerine talip olunması gereken şey olarak inayeti öncelediğini söylemiştim. Şimdi, bıraktığım noktadan alarak, bir miktar daha keramet ve inayet konusunda sarf-ı kelam edeceğim.

Öncelikle; hamdın üzerine biraz konuşalım. Hamd, bütün dinî metinlerden ders aldığımız şekilde, övünülecek herşeyin aslında Allah’a ait olduğunu kendimize itiraf etmektir. Hatta kabul ettirmektir. Çünkü insan, elinden çıkmış güzel işleri (bazen kötülerini bile) başkasına bırakmak istemez. Bu yönüyle hamdetmek kul için büyük bir irade sınavıdır. Belki de bu yüzden, Kur’an’ın kalbi sayılan Fatiha, onun ifade edilişiyle başlar. Erişilen her nimetin Allah’ın lütfu ve rahmeti olduğunun itirafı, hamdın manasıdır.

İşte Fatiha ile Yunus sûreleri bu noktada birbirine bağlanıyor bence. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de tefsir edilen Yunus sûresinin ellisekizinci ayeti de Fatiha’nın ilk ayetine çağrışım yapacak şekilde Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinmeyi salık veriyor. Belki bu mezkur ayet, Fatiha’nın dayandığı mantığı haber veriyor: “Allah’a hamdetmelisin. Ve bunu yapmakla da sevinmelisin. Bu, dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”

Peki, insan, zâhiren elinden ortaya çıkan fiillerin ve nimetlerin ne kadarını Allah’a bırakıyor? Ne kadarını Onun (celle celaluhu) lütfu ve rahmeti sayıyor? Ve bunların ötesinde bir soru: Kendisini vazgeçilmez bir şart sayarak, bu hamdın içinde örtülü bir şirki ne derece saklıyor? Bu soruyu çok önemli buluyorum. Zira keramet konusuyla ilgisi olduğunu düşünüyorum.

İşaretler boyunca dikkat edin, Bediüzzaman kerametten bahsederken onu hep Allah’a atıfla değil, bir başka sebebe atıfla anar. Mesela beşinci işarette inayeti ‘inayet-i İlahîye’ terkibi içinde Allah’a atıfla anarken, ikramı da ‘ikram-ı Rabbanî’ terkibiyle yine Allah’a ait bir sıfata bağlar. Fakat keramete gelince iş değişir. Kerametin aynı cümle içinde atfedildiği şey Kur’an’dır: Keramet-i Kur’aniye... Yine ikinci işarette ise kerameti velilik ile irtibatlandırırken, inayeti şahs-ı manevînin veli-yi kamil olmasıyla mazhar olabileceği birşey olarak söyler. Yani inayet, yine edilgen bir kullanımdadır.

Benim bütün bunların içinden varmak istediğim netice ise şu: Sanıyorum kerametin görece masumiyeti, avam-ı nasta, onun Allah’a atfında bir dizi sorun yaşanmasına neden oluyor. Kerameti bir makbuliyet alameti olarak önemseyen terbiye metodlarında denge bozulabiliyor. Bir velide, ilimden ziyade, keramet aranılır, beklenilir oluyor. Bu noktadan sonra, niyet halis olsa da, keramet ve kişi arasında sağlıksız bir neden-sonuç ilişkisi de kuruluyor. “Falancanın kerameti çoktur...” tarzında kullanımlar artık arkasındaki ikram ve inayet tabakalarının da görünmesine engel oluyorlar.

Bu noktada, Bediüzzaman’ın, mezkur ayetten aldığı dersle Yedinci Risale olan Yedinci meselede bu kırılmanın önünü almaya çalıştığını, eriştikleri nimetler adına kerameti öteleyerek inayet işaretlerinin okunmasını öğütlediğini görüyoruz. İnayete, ikrama ve işarete yaptığı övgüleri kerametten esirgeyerek bize bir bakış açısı dersi veriyor adeta orada. Hatta bu dersin düğümünü bence ikinci işaretteki şu paragrafta bağlıyor: “Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütünganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.”

Sadece şu cümleler bile inayetin kerametten yüksekliğini ve asıl aranması gerekenin inayetin ayak izleri olduğunu göstermeye yetmez mi sizce? Kendine keramet için bile olsun paye vermemek. Kerameti hiçbir kişiye atfetmeyip Allah’la bağlayarak inayete dönüştürmek... Sanıyorum Yunus sûresi ellisekizinci ayetinin bize verdiği en büyük ders bu: Elinden hasıl olan keramet dahi olsa, sana atfedilmemesi için bir yol bulabiliyorsan, onu kullan. Doğrudan Allah’ı adres ver. Kerameti, inayete dönüştür.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Keramet saplantısı veya inayete körlük...

“(...) Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp tesbih etmesin; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (...)” (İsra sûresi, 44’ten...)

Bediüzzaman’ın, felsefe üzerinden modern bilimleri eleştirirken, onların ilgiye değer bilgiyi arayışlarında hep sıradışı olana konsantre olmalarını yanlış bir konumlanma olarak gördüğünü; çünkü sıradanlaştırılan herşeyde aslında Cenab-ı Hakkın pekçok harikasının saklı olduğunu söylediğini biliriz. Mesela 20. Söz’de, Cenab-ı Hakkın, insanlara taşları misal vermesindeki hikmet, ülfet/sıra­dan­laştırma perdesi kaldırılarak anlatılır.

Aslında peygamber mucizelerinin şekli de, devrin insanlarının sıradanlığı aşmada yaşadıkları güçlükle ilgilidir kanaatimce. Cenab-ı Hak, bu kabiliyetini yitirmiş olan münkir gözlere, o sıradanlığı, peygamberleri eliyle kırmak suretiyle bir ‘hayret tedavisi’ uygular. Ama çokluğuna rağmen nihayetinde bu mucizeler tebliğde asıl değildir. Asıl olan, zaten varolan harikalardır. Ve Kur’­an, peygamber mucizelerinden çok, sıradan saydığımız harikaları bize misal gösterir. Onları örnek vererek bizden doğru yolu bulmamızı ister.

Peki, bu anlamda bizde bir felsefe tortusu var mı? Ol­ma­dı­ğını söylemek güç. Sıradışı olanı görme sevdası, sanıyorum, ilerleyen zaman dilimlerinde velilerde keramet görme sevdasına dönüşüyor. Asıl olan o değilken ve kainatta doğru bir nazarla bakıldığında herşey bir mucize eseriyken, insanlar, inatla harikalar gör­mek istiyorlar. Hatta bazı zaman oluyor, sermayesinin ne olduğuna dikkat edil­meden; dilinin ne söylediğine bakılmadan insanlara bu gibi harikalarla bağlanabiliyorlar. Böylece hidayet bulayım derken dalalete sürüklenebiliyorlar.

Barla Lahikası’nın başında yer alan Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de bu açıdan bakılınca büyük dersler olduğunu düşünüyorum. Bu risalenin sebepler bölümünde inayet, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz şeklinde bir sıralamayı öğreten Bedi­üzzaman; işaretler bahsinde kerameti öteleyerek inayeti musır­rane önüne geçiriyor. Eser-i inayet ve işaret-i gaybiye dediği iki şeyi; kerametten öncelikli olarak anıyor. Adeta kerametlere değil, bunlara konsantre olunmasını istiyor. İnayet dediği şeye örnekler vererek, aslında kafamızda hiç de harikalık gibi durmayan birşeye hayret etmemizi öğütlüyor: Nurlardaki ilmî başarıya...

Sizi bilmem, ama ben bu bahisleri okuyuncaya kadar inayetin böyle bir yerde saklı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü bence keramet, yani kanunların sizin hat­rınıza Cenab-ı Hak tarafından delinmesi, böyle ilmî başarılardan daha üst birşeydi. Hatta böyle şeyler elinden zuhur eden insanları, ilmî başarıya sahip insanlardan daha üst olarak görürdüm. Öyle bir terbiyeyle büyümüştüm çünkü... Fakat burada Bediüz­zaman, öyle bir eserlerinin başarısını aktarıyor ki, insan ister istemez “Acaba?” diyor. “Acaba, Cenab-ı Hakkı anlatan bir eserin ilmî başarısı, kerametler üstü bir inayet midir?”

İşaretlerden benim aldığım ders şu: “Evet, öyledir.” O eserlerin şimdiye kadar başarılamayan tarzda karmaşık meseleleri izah etmesi, çok zor koşullar altında yazılması da Bediüzzaman tarafından inayet tahtında inceleniyor işaretlerde. İnayetin kerametten farkı, onun daha kollektif bir arzuya karşılık gelmesi olarak netleşiyor dimağımda. Bu eserler, bir kişinin değil, toplumun duasının neticesi olarak meydana çıkıyor.

Risale-i Nur’dan alınabilecek böyle çok ders var. Müellifi tarafından bin yıldır birikmiş problemlerin çözümü olarak tarif edilen Risale-i Nur’un hakikaten bu tarife mazhar olması, biraz da yaralarımıza mukabil devalara aramakla mümkün. Ben işte bu metinde, kişileri eserlerin önüne koyma hastalığıma bir deva buldum. Kerameti, inayetten önce ele alma hastalığıma da... Ne diyelim: Cenab-ı Hakk yaralarımıza böyle şifalar bulabilmeyi nasip eylesin, amin.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Tevafuklar neden bu kadar önemli?

Nur talebelerinin dilinde bir şeker var. Çok seviyorum ben onu. Ne zaman nazarlarına hoş gelen, arkasında hikmet olduğunu düşündükleri birşeyi yaşasalar ‘tevafuk’ diyorlar. Bazılarının dilinde o kadar yerleşmiş ki, sohbetlerinden tanıyorsunuz hemen. Hiç tesadüf dememelerinden, hep tevafuk demelerinden anlıyorsunuz. “Kesin bu da bir nur talebesidir!” diyorsunuz. Öyle hoş bir karakter olmuş ‘tevafuk’ onlarda. Dünyaya bakışlarının penceresi olmuş. Zaten sadeleştirme meselesine birazcık kızıyorsam bundan kızıyorum. Bu ortak dili elimizden alacak diye korkuyorum.

Soru işaretlerimden birisidir: Bediüzzaman tevafuku neden bu kadar çok önemser? Külliyatın detaylarına indiğinizde, Bediüzzaman’ın—zatı hakkında—keramet nevinden şeylerin zikrinden alabildiğine çekindiğini görürsünüz. Hatta kendisinden bu yönüyle bahsedilmesinden de rahatsızlık duyar. Ama mesele tevafuğa geldiğinde tavrı aksine döner. Metinlerdeki, olaylardaki, hatta kişi isimlerindeki tevafukları bile çok önemser.

Bütün bunları karşınıza koyduğunuz zaman benimle aynı soruyu sormaktan kendinizi alamazsınız: Kerametlerinin zikrine bu denli soğuk bakan bu âlim, neden böyle ufak tefek(!) rastgelişleri ehemmiyetle metinlerine alır? Neden onlara özel bölümler açar? Neden tekrar be tekrar onlardan bahseder? Kerameti bu denli görmezden gelen göz, iş tevafuğa geldiğinde, neden onu sitayişle herkese duyurmaya çalışır?

Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’nin işaretler kısmını okurken bu sırrı birazcık anlamaya başladım sanki: Bu tevafukla ilgili bahislerde Bediüzzaman aslında bize bir bakış açısı eğitimi vermeye çalışıyor. Kelimelerdeki sırlı denk gelişlerden başlayarak yola çıktığı tedriste, varlığın içindeki ahengi yakalamaya konsantre olmamızı öğretiyor. Yedi işareti öyle bir sıralanışı var ki, tevafuk eğitimin bütün aşamalarını net bir şekilde okuyabiliyorsunuz.

Birinci işarette, eserleri içinde tevafuk eden kelimelere dikkat etmemizi isterken; ikinci işarette, hizmetteki insanların tevafuk ediş şekillerine konsantre olmamızı istiyor. Yani önce kendi metinlerinde kolay bir yolla farkedebileceğimiz birşeyi daha sonra hayatımıza da uygulamamızı, hayatımızda da benzeri denk gelişlerin mevcut olduğunu görmemizi öğütlüyor. Hatta ilerleyen işaretler boyunca hep buna benzer öğütler, perspektif eğitimleri var. Özellikle altıncı işarette Bediüzzaman’ın kendi hayatını da bu denk geliş/tevafuk sırrıyla okuduğunu görüyorsunuz. Metnin finalinde de tevafukların bunlardan ibaret olmadığını söyleyerek bitiriyor zaten yedinci işareti. Belki bir sarayın yalnızca kapısını açıyor. Gerisini fikrimize bırakıyor.

Hepsini tek tek anlatamayacağım. (Yazının hacmi alıp yürüyor sonra...) Fakat ne kadar isterim bu gözle o bahsi tekrar okumanızı. Hayatın, tarihin, İslam tarihinin, İslam tefekkür tarihinin, Risale-i Nur tarihinin ve en önemlisi kendi hayatımızın içindeki tevafuk izlerini okumak, eser-i inayetleri görmek açısından bu çok önemli. O tevafuk kelimesi var ya. Biz onu hiç boş yere kullanmıyoruz. Onunla eğitildik çünkü. O bizim kainata bakış açımız, yaşam tarzımız. Bizim varlık hikmetimizi en güzel o anlatıyor. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’nin başındaki ayetle (Yunus sûresi, 58) bağlarsak; ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’ ancak varlığın içindeki tevafukları farketmekle mümkün oluyor. Amenna!

3 Şubat 2013 Pazar

Allah hayretini arttırsın, şaşkınlığını değil

Bediüzzaman’ın, felsefe üzerinden, modern bilimlerin bilgi üretim şekline yaptığı çok eleştiri var. Fakat bunlardan ikisi ayrıca dikkatimi çekiyor. Birisi, harika şeyleri ‘bir nam takmakla’ sıradanlaştırmaları hakkında yaptığı; diğeri, sıradışıyı arama yolculuğuna çıktıklarında ‘kanun dairesinden huruç etmiş fertleri’ aramaya koyulmaları üzerine yaptığı... Bu iki eleştiri bence çok kıymetli. Zira, en nihayetinde, insanın hayretini de kafasındaki öğretiler yönlendiriyor. Modern bilimin tabularını aşamayanlar ise, elbette, müminane bir hayretin/merakın lezzetini duyamıyorlar sinelerinde.

Ve bu, daha evvelki yazımda altını çizmeye çalıştığım ‘hakikat açlığını’ çok etkiliyor. Belki biraz da bu yüzden marifet-i ilâhî içindeki lezzet-i ruhaniye şu zamanın insanları tarafından yeterince yudumlan(a)mıyor. Çünkü bilginin değer algısı farklı zihinlerimizde. Örneğin; her yerde bulunan bizce kıymetli değil. Birşeyin iktisadî bir değer arzetmesi, az bulunmasıyla olabiliyor ancak. Düşünsenize; eğer altın, toprak kadar çok bulunsa, şimdiki değerinde kalabilir miydi? Yahut petrol, su gibi her yerden kaynasa, bugünkü kadar iktisadî bir değer taşıyabilir miydi? Fakat hakiki muhtaciyet meselesine geldiğimizde ne petrol, ne altın bir bardak su kadar değerli olabiliyor.

Bana “Kur’ân’ın en büyük davaları nelerdir?” diye sorulsa, belki ilk onu içinde hiç tereddüt etmeden “İnsanın ülfetini kırmak...” diyebilirim. Çünkü gerek 20. Söz’den aldığım ders, gerekse Bediüzzaman’ın yukarıda Kur’ân ekseninde felsefeye/modern bilimlere yaptığı eleştiri, bana bu şıkkı söyleyebilme cür’eti veriyor. Evet, bence, Kur’ân’ın bir davası da zikrettiğimiz iki şekilde tezahür etmiş olan ‘bilgi üretim’ ve ‘bilgi algı’ hatalarını gidermektir. Bunu da en çok insanların ‘sıradan’ saydığı şeyleri onlara tekrar be tekrar misal göstererek yapar.

Mesela; 20. Söz’de altı çizildiği gibi, bazen taşları örnek gösterir ve ona başka bir nazarla bakmasını ister insanın. Bazen bir karıncayı, bazen arıyı, bazen de dağları misal gösterir. Bazen incirin, bazen gündüz ve gece gibi sıradan(!) şeylerin üzerine yemin eder. Aslında bu yeminler de o varlıklardaki sırlara dikkattimizi çekmek içindir. Ülfetimizi kırmak, ‘sıradanlaştırma’ hastalığına karşı tedaviye başlamak içindir.

Peki, Kur’ân, elimizden bu felsefik şaşkınlığı almakla yerine hangi hayreti bina eder?

İşte ben, bunun cevabını bir nebze, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de bulduğumu düşünüyorum. Zira orada yedi sebep sıralanırken, özellikle altıncı sebepte ‘muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz-ı manevinin şuleleri’ silsilesi içinde, bir büyük keşfin de kapılarını aralanıyor gibi geliyor. Ve ileride, sebepler bitip işaretler başladığında, yine bu muvaffakiyet/tevafuk, ikram, keramet meselelerine değinilerek hayretin nereye yönlendirilebileceğinin adresi veriliyor. Nasıl mı? Bence şöyle:

Mesela orada, daha birinci işarette, metinlerdeki tevafuklara dikkatimiz çekilerek ‘huruç etmiş fertlere’ değil, bilakis, büyük bir sebepler silsilesinin birlikte hareket etmesiyle ancak var olacak bir uyumun izlerine okumamız öğretiliyor.

Sonra bu tevafuk bahsi, ikinci işarette daha üst bir düzeye taşınarak, Kur’ân hizmetindeki insanların nasıl denk getirildiklerini (artık tevafuk değil, keramet olarak) görmemiz öğütleniyor. Daha sonra ise; üç, dört ve beşinci işaretlerde, bütün külliyat üzerinden o muhteşem uyumun izlerini okumayı (hem tefekkür tarihimizi de arkaplan yaparak) nasihat verirken; altıncı işarette, kendi hayatının nasıl bu eserlerin telifine yönlendirilir gibi yaşatıldığını anlatıyor Bediüzzaman. Ki hatırlarsınız, aynı bahsin birinci sebebinde bu ahirki altıncı işaretin sinyalini de veriyordu. Orada rüyasıyla özetlediği şeyi, burada detaylarıyla aktarıyor.

Ve en nihayet yedinci işarette de yine elde ettikleri muvaffakiyetlerin nasıl bir eser-i inayet olduğunun vurgusunu yaparak dikkatlerimizi büyük dairedeki uyumun izlerini okumaya davet ediyor. Hani toparlarsam diyebilirim ki:

Bediüzzaman, modern bilimlerin öğütlediği şaşkınlık yerine, büyük uyum farkedilerek yerine konulabilecek bir hayretin varlığını ispatlıyor burada. Hatta bu noktada tefsiri yapılan ayetle de mevzu çok ilgili. Orada öğütlenen ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’ belki bir yönüyle bunun ifadesi. Yani ‘toplayıp durduklarımızın’ şaşkınlığından vazgeçip, Allah’ın lütfu ve rahmetine hayret etme meselesi bu mesele. Belki de ancak böyle anlayınca anlayacağız Efendimiz aleyhissalâtü vesselamın “Allah’ım hayretimi arttır” duasının hikmetini. Eh, ne diyelim? Allah hakkıyla hayret edenlerden eylesin bizi. Modern çağın enformasyon şaşkını eylemesin. Âmin...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Hangi daire keyfe kâfi demiştiniz?

Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle-ancak bununla sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yunus sûresi, 58)

Hüznün bizde iki kullanımı var. Birincisinde hüznü değersiz birşey olarak görürken ikincisinde onu önemsiyor ve olmazsa olmazımız olarak görüyoruz. Bu ikircikli dil, aklımızda bir karmaşaya sebep olmasının yanısıra, hayatı yaşarken de dini ne kadar sokabileceğimiz noktasında tereddütlü yaşamamıza neden oluyor. Çünkü fıtraten hepimiz neşeye müheyyayız ve onsuz da bir hayatın yaşanmayacağının farkındayız. Neşe, bu hayatı bizim için yaşanılır kılan şey. Kederse, eğer bir halet-i ruhiye halini almışsa, hastalık belirtisi. Hatta, içinden çıkılmaz bir hal alırsa, intihar habercisi...

Peki, bu ikircikli dil nasıl birşey ve nereden geliyor? Onu konuşalım. Bence bu ikircikli dilin kökeni sahabe mesleğinin tasavvuf mesleğine doğru yaşadığı kırılma ile yakından ilgili. Bu dillerden birincisinde dünya hayatı hüzünlenmeye değmez bir alan olarak eleştirilirken; ikincisinde Allah’a vasıl olamamaktan yaşanacak bir hüzün sürekli övülüyor. Hatta bu meşrepte yazılan eserlerde sahabe efendilerimizin kendi aralarında yaptıkları şakalaşmalar, dünya hayatını nasıl yaşadıklarına dair ‘lezzetle ilintili’ ayrıntılar ötelenirken; mesela ağlamakla, ızdırapla, açlıkla, hüzünle ilgili rivayetler daha çok nakloluyor. Hatta bir noktadan sonra gülmek, gülümsemek bile kınanır bir hal alıyor. Neşe, dindarlığa maniymiş gibi bir algı oluşuyor.

Ben, bu tarz bir rivayet kültürünün, tasavvuffun İslam coğrafyasında hâkim (neredeyse tek) ekol olmasıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman’ın Vahdetü’l-Vücut mesleğinin beslendiği kaynakları anlatırken de izah ettiği gibi; Allah’a aşk ile bağlanmanın sonucu, bu vuslat asla tam gerçekleşmediği için, aşkın yıkıcı bir hüzne dönüşmesi oluyor. Ve bu hüznün şiddetlisi, Ondan (celle celaluhu) ayrılmamak için, kişinin kendi varlık algısını bozmasına kadar gidebiliyor. Ondan ayrılmamak arzusu, Ondan ayrı hiçbir şey olmadığına iman etmekle kendisine kurtuluş yolu bulmaya çalışıyor.

Daha alt dairedeyse bu mücadele, çile adı verilen, kişinin kendisine acı çekmeyi öğrettiği; helal bile olsa lezzetli olduğu için çoğu şeyi terkettiği; hatta bazı ekollerde kendisini neşe anlamında hiçleştirdiği bir düzleme kadar devam ediyor.

İşte tam da bu noktada, Barla Lahikası’nın hemen başlarında yer alan Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’deki Dördüncü Sebeb’i çok önemli buluyorum. Sevinmenin caiz, hatta bir emr-i ilâhî olarak zikredildiği bir ayetle başlayan (Yunus sûresi, 58) bu bahis, içerideki izahlarıyla da bu hüzün/neşe bahsinde şeriatın hadd-i vasatını tarif ediyor. Üzerimizde tecelli eden nimet-i ilâhî ile ‘sevinmemenin’ de en az onu kendi adımıza ‘toplayarak sevinmek’ kadar yanlış olduğunu vurgulayan bu kısım; doğru olanın, onları inkâr etmemek, ama kendi adımıza da sahiplenmemekle mümkün olabileceğini söylüyor. Yani sevinmeyi, korkulması gereken birşey olarak değil, doğru uygulanması gereken birşey olarak öğretiyor.

Ancak bu bahsi ve ilgili ayeti anladığınız zaman Bediüzzaman’ın “Helal dairesi keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” sözünü de idrak edebiliyorsunuz. Yoksa helali kendi ekolünüzün içinde varolan sınırlarla daralttığınız; sevinmeyi, gülümsemeyi, şakalaşmayı aşağıladığınız ve hatta daha pekçok caiz şeye haram muamelesi yaptığınız, kısacası; hiç hakkınız olmadığı halde takvayı dayattığınız bir düzlemde bu sözün de bir geçerliliği olmuyor. Şeriatı ve dindarlığı bir hüzün alanı, dindar insanları ise sürekli ağlayan/ağlamayı dayatan hocalar olarak gören insanlar, bu onlara fıtrî gelmediği için, elbette ondan uzaklaşıyorlar. Ve dindarlığa iştiyakı olup da neşesini silemeyenler de içlerinde hep bir suçluluk duygusu yaşıyorlar. İşte Yunus sûresinin 58. ayeti, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele ile birlikte okununca bana bu dersi de veriyor: Sevin sevinebildiğince, ama Allah’ın lütfu ve rahmetiyle...

25 Ocak 2013 Cuma

Bir sahabe mesleği olarak açlık...

İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler.” (Ene Risalesi’nden...)

Risale okumalarım sırasında farkettiğim birşeydir bu ‘Kur’an’a bakarken ezberlerden soyunma’ meselesi. Hakikaten, hem Kur’an’ın anlaşılmasında hem de Risale-i Nur’un Kur’an’a açılan nasıl harika bir pencere olduğunun takdirinde ezberlerden soyunmuş olma önemlidir.

Tabii bu noktada ezberlerden soyunmayı nasıl anladığımı da izah etmem gerek. Ben ezberlerden soyunmayı ‘tam cahil olup ayetlerin karşısına öyle geçme’ anlamında kullanmıyorum. Zaten cehalet, bilmemek değildir sadece. Bilmeye açlık hissetmemektir. (Ene Risalesi’ndeki bölümü o yüzden alıntıladım.) Cahiliye devrinde Ebu’l-Hikem (Hikmetin Babası) olan Amr bin Hişam’ı, Saadet devrinde Ebu Cehil yapan da bu sırdır. Öğrenmeye niyetinin ve açlığının olmayışıdır. Veyahut ezberindekileri sorgulamaya hevesinin olmayışıdır.

Ben de bu nedenle Kur’an’ın ve onun çok özel bir tefsiri olan Risale-i Nur’un anlaşılmasında ‘açlığı’ çok önemsiyorum. Bu sofraların başına tok karna değil, aç karna oturulması gerektiğini düşünüyorum. Zaten dolu olduğunu düşünen bir bardağa yeni birşeyler doldurmak çok güç.

Hatta kendi içimde nicedir tartıştığım bir meseleyi de bu perspektiften bakınca bir nebze anlar gibiyim. Bediüzzaman’ın, Ramazan Risalesi’nde, Kur’an’ı dinlerken Resul-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan; daha üst bir mertebede Hz. Cebrail’den; daha üst bir mertebede ise Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi dinlemek olarak tarif ettiği şeyin, bu zihin berraklığı olduğunu düşünmekteyim.

Yani Kur’an’la muhatap olmada önce sahabi efendilerimizin açlığına ulaşmaya çalışma; sonra onların üstünde Hz. Peygamberin Cebrail’den ders alırkenki açlığına ulaşmaya çalışma; onun üstünde ise bütün varlığın açlığını içinde taşıyarak Cenab-ı Haktan ders alır gibi onunla muhatap olma... Bana bu mertebeler, işte tam da bahsetmek istediğim açlığı/zihin berraklığını anımsatıyor. Belki bir yönüyle ders veriyor.

Bundan başka Ayetü’l-Kübra’da, “Bu ayetin harika telakki edilen belağatını göremiyorum” diyen bir adama daha çok kitap karıştırmasını değil de “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!” diye tavsiyede bulunması ve bu vesileyle ayetin harikalarının açıldığını/açılacağını vurgulaması, bana yine Kur’an’ın semasına ulaşmaya çalışırken sahip olmamız gereken bir meziyetin de zihin berraklığı olduğunu düşündürüyor. Yani ayetler ve içlerindeki inciler orada, bizi bekliyor. Yeter ki, biz, o sofranın başına aç oturabilelim. O asrın berrak zihinlerine ulaşabilelim.

İşte Risale-i Nur’u ve onun içindeki Kur’anî dersleri okurken de böylesi bir berraklıkla ve açlıkla başına oturulması gerek bence. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’yi okurken böylesi bir açlıkta oturulduğunda nasıl her bir cümlenin ayeti on parmağıyla işaret ettiğini görebiliyoruz.

Yeter ki, biz, açlığımızı ‘daha önce hiç yemek yememiş gibi’ hissedebilelim. Zihin safiyetinde sahabi efendilerimize benzeyebilelim. Ki onlar, Kur’an’a hakikaten açtılar. Risale-i Nur’un mesleği sahabe mesleği deyip duruyoruz. Her ortamda bunu savunuyoruz. Hadi bakalım, açlıkta veya en azından zihnî saflıkta onların arkalarından gitmeye kuvvetimiz/cür’etimiz var mı? Bildiklerimizden soyunabiliyor muyuz onlar gibi? O zamana gidebiliyor muyuz? Hadi bakalım!

24 Ocak 2013 Perşembe

Risale-i Nur'u oku, ama Kur'an'a bak...

Bir önceki yazımızda Yunus sûresinin 58. ayeti ve Barla Lahikası’ndaki tefsiri üzerine konuşmuştuk. O vakit, dikkatinizi bir noktaya çekmeye çalışmıştım: Risale-i Nur’un parlaklığı, arkasında Kur’an’ı görmeye çalıştığınızda ancak çıkar ortaya. Bizzat metne bakıldığında değil. Belki bunun yanısıra öğütlenen ikinci birşey daha vardı orada. O da şuydu: Risale-i Nur ile bir ayeti anlamaya çalışıyorsanız, o ayete dair ezberlerinizden soyunmanız gerekir.

Son cümlemin iddialı durduğunu biliyorum. Fakat hakikat olduğunu düşünüyorum. Zira ne vakit ilgili ayetin tefsirine dair geçmiş malumat Risale üzerine taşınsa, adeta metinle ayet arasında perde oluyorlar. Parıltıyı, gölgeleri altında bırakıyorlar. Çoğu zaman da ayetle metnin arasındaki ilgi (bundan kaynaklı bir sorunla) kurulamadığından, bağlantı terkedilip doğrudan metnin izahına girişiliyor. Öyle olunca da yıldızlara değil, yerdeki yansımalarına bakılmış oluyor. Odak noktası kayboluyor. Halbuki o yansımalar, yıldızlar görünsün diye varlar. Bizzat kendileriyle meşgul olunsun diye değil. Harfî olmak niyetiyle yazılmışlar. İsmî bakınca parıltıları kayboluyor.

Bunun bir örneğini orada da sunmaya çalışmıştım ki, geçmiş malumatın feneriyle bakıldığında Risale metniyle Kur’an arasına nasıl bir perde gerildiği bir miktar görülebiliyordu. Aynı ayetten ben dünyadaki işleri ikiye bölme (iyiye/kötüye ayırma) fikrini elde ederken; Yedinci Risale olan Yedinci Mesele, her fiil içinde karşılaşılan seçeneklerden bahsediyordu. Yani her amelimde ben şu iki şeyden birisini seçebilirdim: 1) Ya onu Allah’ın bir rahmeti sayıp onunla sevinirdim. 2) Yahut da kendi adıma toplar, benim işimmiş gibi sevinirdim. Asıl sevinmenin ikinci şekilde olması gerektiğini ise bana ayet ve Yedinci Risale olan Yedinci Mesele öğütlüyordu. Orada külliyat üzerinden bir örneklemeyle ayetin dayandığı bürhan direkleri gösteriliyordu. Sebeplerin yazılış nedenlerinden birisi belki de buydu: Ayetin pratikteki yansımalarını göstermek.

Mesela; daha birinci sebepte Bediüzzaman, daha gençliğinden itibaren Kur’an’ın mucizeliğini beyan etmeye yönlendirildiğini izah ederek, böyle bir yönlendirilişin sonucu olarak ortaya çıkan eserlerin kendi malı sayılamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla üzerlerinden üretilecek bir sevincin (belki övünme?) ancak Kur’an hesabına yapılırsa makbul olacağını ifade ediyordu.

İkinci sebepte ise Bediüzzaman, Kur’an’ın kendisini övmesinden bahis buyurarak, Kur’anî yolun başarının/güzelliğin inkârını değil, kabulünü öğütlediğini; ancak bu kabulün Sahib-i Hakikisi adına olması gerektiğini beyan ediyordu. Yani sevinç/mutluluk/övünme haktı. İlla asıl sahibi unutulmaya...

Üçüncü sebepte ise yine Risale-i Nur üzerinden yapılan bir örneklemeyle ‘kendi adımıza toplayıp durduklarımızın’ ileride hakikatlere nasıl bir zarar verebileceği ‘çürük direk’ sembolüyle ifade ediliyordu. Dayandırıldığı direkteki kusur, esere sıçratılabilirdi.

Dördüncü sebep—ki bence işte ayetin tam tefsiridir—bir nimet/başarı nedeniyle duyulacak sevincin, o sevinci Allah’ın lütfu olarak düşünmekle sağlam zeminini bulacağı belirtilerek, elbise-insan-terzi örneklemesi üzerinden ayeti pratik hayata sokuyordu.

Beşini sebepte ise; yine elde edilen güzelliğin/başarının sebeplerin varoluşundan çok önce kader kalemiyle yazıldığına işaret edilerek, sebeplerden bir sebep olan kendi varlığımızı asıl sahip/toplayıcı olarak görmemek gerektiğini öğütlüyordu.

Altıncı sebepte ise; yine de süreç boyunca yaşananlardan çıkarılacak ders ile inayat, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz-ı manevînin şuleleri silsilesi içinde o güzellikten hasıl olan övgüyü/sevinci (kendi adımıza) ‘toplamanın’ nasıl bir haksızlık olduğu ifade ediliyordu.

Yedinci sebepte ise; yine kendi adımıza sevinmenin/övünmenin eserdeki güzelliğe nasıl bir nakise getireceği sosyolojik bir zeminde izah edilerek, ilerleyen dönemde toplayıcının kusurlarının, sahiplenilene de bulaştırılacağı ve eserin bu yüzden kıymetsiz görülebileceği izah ediliyordu.

Görüldüğü üzere ilgili kısım, ayetin öğütlediği ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’nin gerekliliği, ‘kendi adına toplamanın’ ise zararlı oluşu üzerine tahşidat yapıyor ve yedi sebep boyunca aynı şeyin altını çiziyordu: “Sevinmek haktır. Ama illa eser sahibine tüm hakları teslim edilerek... Onun rahmeti ve lütfu görülerek... Eğer kendi adınıza sevinmeye başlarsanız (yani toplarsanız) hem eserdeki güzelliğe, hem o güzellikten istifade edenlere, hem kendinize zarar vermiş olursunuz. Ve bence bu dairesel yolculuk yine ayetin mealine varışla son buluyordu: “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...