Okuduğum her kitap hakkında birşeyler yazmaya çalışıyorum. Fakat bazıları hakkında sarf-ı kelam etmek cidden güç oluyor. Bu, anlatacak birşey bulamamaktan kaynaklanan bir zorluk değil. (Belki tam tersinden.) Hamdolsun, her metin birşeyler öğretiyor bana. Hayretini diri tutana bütün âlem muallimdir, diye bilirim. Cehaletimi itiraf etmekten de çekinmem üstelik. İtiraf, istiğfarın kapısıysa, ki öyledir imanımca, ben bu kapıyı kafamla kırarım. Neden korkacağım? Korku Allah’a kaçmak içindir, Allah’tan kaçmak için değil. Ben böyle inanırım.
İşte, her satırının cahili olduğum bir kitap, belki yedinci kez (belki yediden de fazla) elimden düştü. Onunla ayrılmak her zaman burukluktur benim için. Ben bırakmam onu, o hep düşer ellerimden. Çünkü yedi kere okusam da asla bitiremediğim bir kitap o! Her okuyuşumda önemli bulduğum cümlelerinin altını çiziyorum üstelik. Yavaş yavaş okuyorum. İçinden çıkardığım şeylerle yazılar yazıyorum. Huyumdur zaten, her defasında farklı bir nüshasından okurum külliyatı. Karalıyorum, katlıyorum.
Karşılaştırıyorum ikisini... Çizdiğim satırlar farklı. Onlardan anladıklarım farklı. Bir önceki okuyuşumda hiç farketmediğim bir tanesine bu sefer bayılmışım. Neden şimdi? Bu sefer sırrını görmediğim bir tanesi de (bin yazık ki hatırlamıyorum) bir önceki nüshada altı çizili, bana bakıyor. Kenarına neden ‘muhteşem’ yazmışım? Neden ha neden? Anımsamıyorum. O, o zaman nasibimmiş. Bunlar da bu zamana ayrılmış kısmetlerim. Haddimden ve hakkımdan fazlasını aramıyorum bu kitapta. Tek şefaatçim, ihtiyacım. Ben Risale-i Nur’u dünyayı kurtarmak için okumuyorum. Yokluğundaki hiss-i açlık bana onu okutturuyor. Zaten farkettiniz. Bu sefer size kitabı da anlatmıyorum. Kendimi anlatıyorum.
İşaratü’l-İ’caz, külliyat içinde okunması değil, ders alınması gerektiğini düşündüğüm üç kitaptan birisi. Birisi Muhakemat, diğeri Sikke-i Tasdik-i Gaybî, üçüncüsü bu. Çünkü bakıyorum; Arapça grameri bilmemekten dolayı benden saklanan çok pırıltısı var. Sanki müellif de hissediyor bunu. Ara sıra—Yeni Said döneminde kendisine iyice hâkim olacağını göreceğimiz—üslubuyla gramer dışına taşarak manevî tefsir tarzı izahlarda da bulunuyor. Ama yok, bunlar çok fazla değil, İşaratü’l-İ’caz’ın üslubu klasik tefsire daha yakın. Biraz altyapı istiyor. Çocuksu fehmime çekingenlik geliyor.
Fatiha ile başlayan bu tefsir, Bakara sûresinin 33. ayetine kadar devam eden bir izahı içeriyor. Bu eserin yazıldığı dönemde Bediüzzaman, Doğu Cephesinde mücadele ettiği için (malumunuz Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi gönüllü Kürt Milis alayındaydı) eserini bitirmeye muvaffak olamamış. Zaten daha sonra yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla bu metni, daha sonra yazılabilecek bu tarz bir tefsire başlangıç olarak düşünüyor. Giriş kısmında kardeşi tarafından yapılan bu tercümeye bir Tenbih yazmış. O tenbih demiş, siz Önsöz gibi anlayın.
Ne niyetle yazmış olursa olsun, metnin insanın beyninde yaptığı açılımlar harika... Ayetlerde kullanılan kelimelerin, hatta kullanılmayan kelimelerin hikmetlerinin izah edilmesi; çekimlerinin mucizevî yanlarıyla ortaya konması kalpteki imanı kavileştiren birşey. Zaten belki ben gibi çoklarını Bediüzzaman’a çeken de bu: İmanındaki özgüven. Bu kitap gibi daha nicelerinde Üstad; itikatını o kadar sağlam ve rahat bir mantıkla izah ediyor ki, insan karşı koyamıyor. Karşı konulabileceğini de düşünmüyor. Kalbimi on yıl kadar önce düştüğü yerden kaldırdığı için Üstadımın ruh-u şeriflerine tekrar tekrar dualar yolluyorum. Allah ondan razı olsun. Kitabı anlatamadım bu sefer, siz de hakkınızı helal ediniz.
6 Aralık 2012 Perşembe
4 Aralık 2012 Salı
Küfür psikolojisi
İlk kez Metin Karabaşoğlu ağabeyden işitmiştim bu nüansı: Yıllardan beri; “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste aslında İslam kelimesinin olmadığını... Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. Mezkur yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım. Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.
İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.
Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım. Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.
İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.
Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.
3 Aralık 2012 Pazartesi
Mümin müminin aynasıdır, ama boy aynası değildir
“Mümin müminin aynasıdır” hadisini biraz dar bir çerçevede anladığımızı düşünüyorum. Bunu bana düşündüren okuduğum kitaplar öncelikle... Zira onların da yaşayanlar kadar fikrime birer ayna, birer makes olduklarını ve hatta çoğu zaman hakikatlerin onlarda yansıyarak bana ulaştığını müşahede ediyorum.
Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.
Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.
Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.
Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.
Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.
Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...
Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.
Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.
Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.
Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.
Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.
Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.
Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...
Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.
21 Kasım 2012 Çarşamba
Neden perçeminden?
Alâk sûresiyle yazarlık arasında kurduğum bağıntıyı belki ziyade görenler olabilir. “Bu çocuk iyice aşırıya gitti, abarttı” diyenler olabilir. Fakat ne yalan söyleyeyim, vazgeçmeyeceğim. Zira herkesin Kur’an’dan—onun mizanlarına uygun hareket ettiği müddetçe—yalnız kendisini bağlayacak ama herkese de faydalı olabilecek zenginlikler, renkler devşirebileceğini düşünüyorum. Öyle ya... Kur’an’da Vahidiyet tecellileri kadar Ehadiyet tecellileri de var.
İsm-i Rahman’ın yansımaları içinde (belki bir adım ötesinde) Rahimiyetin cilvelerini göremiyorsak bizim kabahatimiz. Yoksa Cenab-ı Hakkın hepimizle konuşması, aynı kelam içinde her birimizle tek tek konuşmasına engel değil. Tıpkı güneşin aydınlatmasında olduğu gibi...
Bugün de aynı sûrenin 15 ve 16. ayetlerinin mealine dikkatinizi çekeceğim. Şöyle buyuruyor Rabb-i Hakîm o ayet-i kerimelerde (Diyanet İşleri mealine göre): “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.”
Burada, benim dikkatime dokunan nüanstan, ilk sualim şöyle şekilleniyor: “Neden başka bir uzvundan değil de perçeminden yakalıyor Cenab-ı Hak?” Ve bir soru daha ekleniyor ardından ona: “Neden yakaladığı o uzvu günahkâr olmakla itham ediyor ve cehenneme atıyor?” Perçemi alın ve civarı olarak düşündüğümde buna bir cevap bulamıyorum.
Nette başka başka mealleri karıştırmaya devam ediyorum. Derken bir başka meal imdadıma yetişiyor. Bakınız o mealde 16. ayetin açıklaması bir küçük parantez içi ifadeyle nasıl yapılıyor, zenginleştiriliyor: “O yalancı, o hata yapan alnı (beyni)!” Bu ifadeyle birlikte birazcık daha bulutlar dağılıyor zihnimde.
Öyle ya, bizim sûrenin bir vechinin, mana katmanlarından bir katmanının baktığını iddia ettiğimiz yazar/düşünür taifesinin de bu yolda en çok istimal ettiği organı, beyni değil mi? Belki de ayet-i kerime, muhataplarının bu ‘ehl-i fikir’ olma yönlerine dikkat çekerek bu meziyetlerinin altını çiziyor. Yani bu yüzden başka bir uzuvlarından tutarak değil, bizzat perçemlerinden (alınlarından ve onun altındaki çok övündükleri beyinlerinden) tutarak onları cehenneme yuvarlıyor. Hatta Suat Yıldırım mealinde bu ifade aynen şöyle:
“Hayır! Hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vazgeçmezse, onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz.” Yani işlenen günah daha çok uzva ait olduğu için itham edilen organ da yine bizzat o...
Görüyorsunuz ya, bir ayet-i kerimenin sonsuza kadar hitap ettiği bir kesim mutlaka var. Bütün zamanlarda muhatabı olan sınıflar var... Elbette bu ayetlerin nüzûl sebepleri onların anlaşılmasında önemli bir değer taşıyor.
Ancak nüzûl sebeplerinin ötesinde bütün zamanlara hitap eden öğütlerini anlamak, Bediüzzaman’ın, Risalelerde, Kur’an’da geçen ‘ehl-i kitap’ ifadesinin bu zamanda ekseriyetle ‘ehl-i mektep’ olan modern asrın insanlarına da hitap ettiğini söylediği yeri düşününce daha bir manidar geliyor bana. Hakikaten bu zamanın insanları (bir başka yönüyle) ehl-i kitap denmeyi öncekiler kadar hakediyorlar. Tüyap Kitap Fuarındaki kalabalıktan edindiğim izlenim de buraya bir dipnot olsun.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz bugün de bu kadar. Ama sanmayın bitti. Bu denizin içindeki inciler bir gafil avcının bulduklarıyla bitmez, tükenmez. Kimbilir daha neler neler var bu ayetlerde. Fakat ben de hemen pes etmeyerek birkaç yazıda daha onları avlamaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
İsm-i Rahman’ın yansımaları içinde (belki bir adım ötesinde) Rahimiyetin cilvelerini göremiyorsak bizim kabahatimiz. Yoksa Cenab-ı Hakkın hepimizle konuşması, aynı kelam içinde her birimizle tek tek konuşmasına engel değil. Tıpkı güneşin aydınlatmasında olduğu gibi...
Bugün de aynı sûrenin 15 ve 16. ayetlerinin mealine dikkatinizi çekeceğim. Şöyle buyuruyor Rabb-i Hakîm o ayet-i kerimelerde (Diyanet İşleri mealine göre): “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.”
Burada, benim dikkatime dokunan nüanstan, ilk sualim şöyle şekilleniyor: “Neden başka bir uzvundan değil de perçeminden yakalıyor Cenab-ı Hak?” Ve bir soru daha ekleniyor ardından ona: “Neden yakaladığı o uzvu günahkâr olmakla itham ediyor ve cehenneme atıyor?” Perçemi alın ve civarı olarak düşündüğümde buna bir cevap bulamıyorum.
Nette başka başka mealleri karıştırmaya devam ediyorum. Derken bir başka meal imdadıma yetişiyor. Bakınız o mealde 16. ayetin açıklaması bir küçük parantez içi ifadeyle nasıl yapılıyor, zenginleştiriliyor: “O yalancı, o hata yapan alnı (beyni)!” Bu ifadeyle birlikte birazcık daha bulutlar dağılıyor zihnimde.
Öyle ya, bizim sûrenin bir vechinin, mana katmanlarından bir katmanının baktığını iddia ettiğimiz yazar/düşünür taifesinin de bu yolda en çok istimal ettiği organı, beyni değil mi? Belki de ayet-i kerime, muhataplarının bu ‘ehl-i fikir’ olma yönlerine dikkat çekerek bu meziyetlerinin altını çiziyor. Yani bu yüzden başka bir uzuvlarından tutarak değil, bizzat perçemlerinden (alınlarından ve onun altındaki çok övündükleri beyinlerinden) tutarak onları cehenneme yuvarlıyor. Hatta Suat Yıldırım mealinde bu ifade aynen şöyle:
“Hayır! Hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vazgeçmezse, onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz.” Yani işlenen günah daha çok uzva ait olduğu için itham edilen organ da yine bizzat o...
Görüyorsunuz ya, bir ayet-i kerimenin sonsuza kadar hitap ettiği bir kesim mutlaka var. Bütün zamanlarda muhatabı olan sınıflar var... Elbette bu ayetlerin nüzûl sebepleri onların anlaşılmasında önemli bir değer taşıyor.
Ancak nüzûl sebeplerinin ötesinde bütün zamanlara hitap eden öğütlerini anlamak, Bediüzzaman’ın, Risalelerde, Kur’an’da geçen ‘ehl-i kitap’ ifadesinin bu zamanda ekseriyetle ‘ehl-i mektep’ olan modern asrın insanlarına da hitap ettiğini söylediği yeri düşününce daha bir manidar geliyor bana. Hakikaten bu zamanın insanları (bir başka yönüyle) ehl-i kitap denmeyi öncekiler kadar hakediyorlar. Tüyap Kitap Fuarındaki kalabalıktan edindiğim izlenim de buraya bir dipnot olsun.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz bugün de bu kadar. Ama sanmayın bitti. Bu denizin içindeki inciler bir gafil avcının bulduklarıyla bitmez, tükenmez. Kimbilir daha neler neler var bu ayetlerde. Fakat ben de hemen pes etmeyerek birkaç yazıda daha onları avlamaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
19 Kasım 2012 Pazartesi
Yazmayı sevenler için Alâk sûresi...
Alâk sûresiyle yazarlık arasında bir alâka hissediyorum. Bu alâka, sadece, sûrenin içerisinde kalemle yazı yazmasını öğretenin Allah olduğunun hatırlatılmasından dolayı değil. Sûrenin daha başka yerleri de bana yazarlığı hatırlatıyor. Bir kere daha başlarken “oku” emri ile başlaması, devamında iyi bir okumanın sonucu olarak düşündüğüm “yazmayı” zikretmesi, ancak bu yazmadan sonra “bilmediğini öğretmeyi” anması/anımsatması sonrasında ise verilen bu nimetlerin kötüye kullanılmasının sonuçları olarak gördüğüm şerler ve nihayetinde azap tehditi... Bütün bunlar yazı dünyasıyla alâkalı bence.
Nihayetinde yazarlık da bu değil mi? Birşeyleri birşeylerle alâkalandırmak, bağlanmak; kimsenin görmediği kader/hikmet kafiyelerini keşfetmek... Bu yönüyle sûrenin isminin Alâk olması da manidar. Alâk “kan pıhtısı” olarak anlamlandırılıyor bir kısım tefsirlerde. (Ömer Nasuhî Bilmen’den gelen birşey.) Ancak bildiğim kadarıyla bu kan pıhtısından kastedilen; annenin rahmine tutunmuş, bağlanmış, alâkalanmış olan cenin. Veya ötesinde kastedilen yalnız bağlantı. (M. Esad Coşan Hocaefendi de Ömer Nasuhî Bilmen'e muhalefet ederek böyle anlamlandırıyor mesela.) Bu yüzden ismi Alâk, yani bağlanmış kan pıhtısı... Günlük hayatta çok kullandığımız 'ilgi, bağlantı' manasına gelen 'alâka' da aynı kökten gelen bir kelime. Bu yüzden ikisini birbirinin yerinde kullanmayı da seviyorum. Yirmiüçüncü Söz'den de imanı, intisap (bağlantı, alâka) şeklinde okuyunca iyice meraklanıyorum. Bu kelimede bir sır var.
Şimdi, sûreye tekrar dönersek; okumanın hemen ardından insanın kan pıhtısından hilkatinin zikri, bana okumanın ardında aranması gerekeni öğütlüyor adeta. “Sen nasıl ki, yaratılırken annenin rahmine bağlıydın; dünyada herşey de, her ilim de tıpkı senin anne rahmine bağlı olduğun gibi birşeylere bağlı. Sivrisineğin gözü güneşle, pirenin midesi güneş sistemiyle alâkalı... Oku, çalış, onların ardındaki alâkaları gör.”
Hemen ardından gelen şeyse Rabbin kalemle yazı yazmasını öğretmesi. Ondan bir adım sonrası ise bilmediğini öğrenme... Durun bir saniye, burada bir gariplik var! Bu sıralama neden böyle oldu, bir düşünelim. Bilmediği öğrenme nimeti neden okumadan sonra değil de yazmadan sonra zikredildi? Halbuki biz okuduktan sonra öğreniyor, yazdıktan sonra da onu insanlara sunuyoruz, öyle olmuyor mu?
Vahiyden aldığım desteğe kendi hissimi de ekleyince buna itiraz ediyorum. Hayır, öyle olmuyor. İnsan bilmediğini okurken değil; yazarken/anlatırken öğreniyor/içselleştiriyor. Veyahut okumakla başlayan öğrenme süreci, yazmayı bitirdiğiniz anda (yani onu anlatabilir hale geldiğiniz anda) içinizde yerleşiyor, kemale eriyor. Bu yönüyle okumak ve yazmak birbiriyle çok bağlantılı. Öğrenme sürecinin iki ucu gibi okumak ve yazmak.
Daha evvelki yazılarımda da dikkatinizi çekmiştim biraz. Belki yazmak aynı zamanda düşünmek sayılabilir. İnsan yazarken, yazmaya başlarken aklında hiç olmayan ilgiler, bağıntılar, alakâlar kurabilir. Çünkü yazmak, konsantre olmaktır. Bir mesele hakkında en iyi tefekkür, o şey hakkında bir metin hazırlanırken yapılır.
Hızla devam edelim: İnsanın kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşması... Bunu hep maddî imkânlar noktasında yorumluyoruz, yanlış değil. Hakikaten maddî imkânları çok olan insanlarda azgınlığa bir yakınlık/yatkınlık olabilir, artabilir. Zira insana Allahı en çok hatırlatan şey, aczidir. Ama baştan beri sürdürdüğümüz yolculuğun perspektifiyle bakınca; bilmediğini öğrenen insanın o bilgiyle enaniyet sahibi olması, gururlanması yorumu da yapılamaz mı?
“Neden?” diyeceksiniz. İzah edeyim: Az çok ilim adamlarıyla beraber bir ortamda bulunanlar bilirler. Bir ilim adamında en sıradan karşılanan şey, ilmin enaniyetidir. Hatta bir ilim adamının kendi ilmine dayanarak bir başkasının savına karşı çıktığına şahit olduğumuzda genelde kullandığımız ifade şu olur: “İlmin enaniyeti olur o kadar...” Normalleşmiştir yani. Sık rastlanan bir durumdur. Hem Karun da Musa aleyhisselama aynı şekilde itiraz etmez mi? “Bu bana ilmimden dolayı verildi.”
Şimdi ben bu ayeti de yazarlıkla alâkalandırsam hata mı olur? Bilmediğini öğrenen insanın, bildiklerinin miktarı arttıkça kendisini ihtiyaçtan uzak görmesi, ilmin enaniyeti şeklinde yorumlansa yanlış mı olur? Bence olmaz. Arkaplandan devşirdiğimiz manalar, ayetin asıl anlamına zarar vermez zaten. Biz sadece kendi payımıza düşen zenginliği arıyoruz. Kendi boyumuz miktarınca bir derinliğe dalmaya çalışıyoruz.
Bundan sonra gelen tehdit de ürkütüyor beni yazarlar namına. “Namazdan alıkoyan” olarak tefsir edilse de “sallâ” kelimesinin farklı anlamları da var. Hatta daha geniş bir manada “Allah’ın yolundan alıkoyan” desek herhalde yanlış olmaz. Bu noktada insan düşünüyor; acaba yazarlığın böylesi bir yönü de mi var? Böylesi kem bir yön... Devamında meseleyi “Eğer o doğru yol üzerinde olsa yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı?” diye bağlaması, beni “tavsiye etme” noktasında yazarlığa götürüyor. Öyle ya, bu dünyada diğer insanlar üzerinde etkili olan yazarlardan fazla kim var? Kimler düşünceleriyle başkalarının hayatına tesir ediyor yazarlar gibi? Diğer görsel sanatların bile özü nihayetinde yazıya dayanıyor. Onun kötüye kullanılması, diğerlerini de kapsamaz mı?
Sûrenin nihayetine giderken “O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın” denmesi de manidar. Zira hakikaten yazar/düşünür insanların etrafında onların fikirlerinin cazibesine kapılmış bir insan topluluğu oluyor. Bazı düşünceleriyle ona destek veren, bazı başka şekillerde onun izinden giden... Hatta bazen taassuplarıyla takip ettikleri fikir adamını, kendisinin hayal ettiği yerlerden de ötesine yerleştiren... Bu da beni Alâk suresinden alıp ta yazarlar dünyasına götüren birşey.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz (şimdilik) sona erdi. Yaptığım yorumlar sadece beni bağlayacağından sizi de ikna olmaya mecbur edemem. Ama ne yalana söyleyeyim, bu ayetleri her okuyuşumda yazarlar taifesine ayrı bir işareti varmış gibi geliyor. (Onlardan bir kısmını diğer yazılarımda yazmıştım. Bununla da başka bir kısmını özetle yazmış olayım.) Belki açılsa bunlardan daha neler neler çıkar. (Ehli yapsa tabii...) Hatalarıma anlayış beklerim, nihayetinde ben de Kur’an’a muhatap bir kulum. Anlamaya çalışıyorum. İddiam kendim kadardır.
Nihayetinde yazarlık da bu değil mi? Birşeyleri birşeylerle alâkalandırmak, bağlanmak; kimsenin görmediği kader/hikmet kafiyelerini keşfetmek... Bu yönüyle sûrenin isminin Alâk olması da manidar. Alâk “kan pıhtısı” olarak anlamlandırılıyor bir kısım tefsirlerde. (Ömer Nasuhî Bilmen’den gelen birşey.) Ancak bildiğim kadarıyla bu kan pıhtısından kastedilen; annenin rahmine tutunmuş, bağlanmış, alâkalanmış olan cenin. Veya ötesinde kastedilen yalnız bağlantı. (M. Esad Coşan Hocaefendi de Ömer Nasuhî Bilmen'e muhalefet ederek böyle anlamlandırıyor mesela.) Bu yüzden ismi Alâk, yani bağlanmış kan pıhtısı... Günlük hayatta çok kullandığımız 'ilgi, bağlantı' manasına gelen 'alâka' da aynı kökten gelen bir kelime. Bu yüzden ikisini birbirinin yerinde kullanmayı da seviyorum. Yirmiüçüncü Söz'den de imanı, intisap (bağlantı, alâka) şeklinde okuyunca iyice meraklanıyorum. Bu kelimede bir sır var.
Şimdi, sûreye tekrar dönersek; okumanın hemen ardından insanın kan pıhtısından hilkatinin zikri, bana okumanın ardında aranması gerekeni öğütlüyor adeta. “Sen nasıl ki, yaratılırken annenin rahmine bağlıydın; dünyada herşey de, her ilim de tıpkı senin anne rahmine bağlı olduğun gibi birşeylere bağlı. Sivrisineğin gözü güneşle, pirenin midesi güneş sistemiyle alâkalı... Oku, çalış, onların ardındaki alâkaları gör.”
Hemen ardından gelen şeyse Rabbin kalemle yazı yazmasını öğretmesi. Ondan bir adım sonrası ise bilmediğini öğrenme... Durun bir saniye, burada bir gariplik var! Bu sıralama neden böyle oldu, bir düşünelim. Bilmediği öğrenme nimeti neden okumadan sonra değil de yazmadan sonra zikredildi? Halbuki biz okuduktan sonra öğreniyor, yazdıktan sonra da onu insanlara sunuyoruz, öyle olmuyor mu?
Vahiyden aldığım desteğe kendi hissimi de ekleyince buna itiraz ediyorum. Hayır, öyle olmuyor. İnsan bilmediğini okurken değil; yazarken/anlatırken öğreniyor/içselleştiriyor. Veyahut okumakla başlayan öğrenme süreci, yazmayı bitirdiğiniz anda (yani onu anlatabilir hale geldiğiniz anda) içinizde yerleşiyor, kemale eriyor. Bu yönüyle okumak ve yazmak birbiriyle çok bağlantılı. Öğrenme sürecinin iki ucu gibi okumak ve yazmak.
Daha evvelki yazılarımda da dikkatinizi çekmiştim biraz. Belki yazmak aynı zamanda düşünmek sayılabilir. İnsan yazarken, yazmaya başlarken aklında hiç olmayan ilgiler, bağıntılar, alakâlar kurabilir. Çünkü yazmak, konsantre olmaktır. Bir mesele hakkında en iyi tefekkür, o şey hakkında bir metin hazırlanırken yapılır.
Hızla devam edelim: İnsanın kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşması... Bunu hep maddî imkânlar noktasında yorumluyoruz, yanlış değil. Hakikaten maddî imkânları çok olan insanlarda azgınlığa bir yakınlık/yatkınlık olabilir, artabilir. Zira insana Allahı en çok hatırlatan şey, aczidir. Ama baştan beri sürdürdüğümüz yolculuğun perspektifiyle bakınca; bilmediğini öğrenen insanın o bilgiyle enaniyet sahibi olması, gururlanması yorumu da yapılamaz mı?
“Neden?” diyeceksiniz. İzah edeyim: Az çok ilim adamlarıyla beraber bir ortamda bulunanlar bilirler. Bir ilim adamında en sıradan karşılanan şey, ilmin enaniyetidir. Hatta bir ilim adamının kendi ilmine dayanarak bir başkasının savına karşı çıktığına şahit olduğumuzda genelde kullandığımız ifade şu olur: “İlmin enaniyeti olur o kadar...” Normalleşmiştir yani. Sık rastlanan bir durumdur. Hem Karun da Musa aleyhisselama aynı şekilde itiraz etmez mi? “Bu bana ilmimden dolayı verildi.”
Şimdi ben bu ayeti de yazarlıkla alâkalandırsam hata mı olur? Bilmediğini öğrenen insanın, bildiklerinin miktarı arttıkça kendisini ihtiyaçtan uzak görmesi, ilmin enaniyeti şeklinde yorumlansa yanlış mı olur? Bence olmaz. Arkaplandan devşirdiğimiz manalar, ayetin asıl anlamına zarar vermez zaten. Biz sadece kendi payımıza düşen zenginliği arıyoruz. Kendi boyumuz miktarınca bir derinliğe dalmaya çalışıyoruz.
Bundan sonra gelen tehdit de ürkütüyor beni yazarlar namına. “Namazdan alıkoyan” olarak tefsir edilse de “sallâ” kelimesinin farklı anlamları da var. Hatta daha geniş bir manada “Allah’ın yolundan alıkoyan” desek herhalde yanlış olmaz. Bu noktada insan düşünüyor; acaba yazarlığın böylesi bir yönü de mi var? Böylesi kem bir yön... Devamında meseleyi “Eğer o doğru yol üzerinde olsa yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı?” diye bağlaması, beni “tavsiye etme” noktasında yazarlığa götürüyor. Öyle ya, bu dünyada diğer insanlar üzerinde etkili olan yazarlardan fazla kim var? Kimler düşünceleriyle başkalarının hayatına tesir ediyor yazarlar gibi? Diğer görsel sanatların bile özü nihayetinde yazıya dayanıyor. Onun kötüye kullanılması, diğerlerini de kapsamaz mı?
Sûrenin nihayetine giderken “O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın” denmesi de manidar. Zira hakikaten yazar/düşünür insanların etrafında onların fikirlerinin cazibesine kapılmış bir insan topluluğu oluyor. Bazı düşünceleriyle ona destek veren, bazı başka şekillerde onun izinden giden... Hatta bazen taassuplarıyla takip ettikleri fikir adamını, kendisinin hayal ettiği yerlerden de ötesine yerleştiren... Bu da beni Alâk suresinden alıp ta yazarlar dünyasına götüren birşey.
Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz (şimdilik) sona erdi. Yaptığım yorumlar sadece beni bağlayacağından sizi de ikna olmaya mecbur edemem. Ama ne yalana söyleyeyim, bu ayetleri her okuyuşumda yazarlar taifesine ayrı bir işareti varmış gibi geliyor. (Onlardan bir kısmını diğer yazılarımda yazmıştım. Bununla da başka bir kısmını özetle yazmış olayım.) Belki açılsa bunlardan daha neler neler çıkar. (Ehli yapsa tabii...) Hatalarıma anlayış beklerim, nihayetinde ben de Kur’an’a muhatap bir kulum. Anlamaya çalışıyorum. İddiam kendim kadardır.
11 Kasım 2012 Pazar
İnkâr seçilmiş bir körlüktür
“Edebî birşeyler yazabilirim, yazarım, hatta yazdım, yok ileride yazacağım” tarzında hiç iddialarım olmadı. Yazmak başlıbaşına bir iddia olsa da hep bunlardan kaçtım ben. Çünkü biliyordum; olmadığım birşey gibi görünmeye çalıştıkça aslında olduğum şeyin altında kalacaktım. Bilinçaltına itilmiş ikinci bir kişilik gibi hep çıkmayı bekleyecekti asl-ı siretim. Ve ben farketmesem de hep ortalarda geziyor olacaktı. Yalnızca ben varlığını duyumsamayacaktım. Çünkü onu inkâr ediyordum. Nihayetinde ‘gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.’ İnkâr, seçilmiş bir körlüktür. Ben de tahayyülden gecemde insanları kör sanıp kralın aslında çıplak olduğunu bilenlere komik bir şov yapacaktım. Yapmamayı seçtim. Önce Hz. Mevlana, sonra Hz. Bediüzzaman (Rabbim ikisinden de razı olsun) beni uyardılar.
“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” cümlesine, insanlara hayatta başarı için Mevlana Hazretleri tarafından verilmiş bir tüyo gibi davranıyoruz, ama aslında bu tür tavsiyelerin hepsi insana insanca yaşamayı öğreten şeylerdir. İhtiyaç olan şeylerdir. Meyve değil, ekmektirler. Lüks değil, zarurettirler. Peki, bu insanca yaşama nedir, ona gelecek olursak. İnsanca yaşama, insanın yaşadığından zevk-i ruhanî almasıdır, kanaatimce.
Bakınız, böyle menfaat elde etmekten, bedensel bir tatmine ulaşmaktan hasıl olan geçici zevki kastetmiyorum. Zevk-i ruhanî aynen beden değişirken sabit kalan ruh gibi hayatta sabit kalan bir zevktir. Bir kere alınmakla bitip tükenmez, yenisinin gelmesi beklenmez. O yaşadığınız sürece omuzlarınızda kalır.
Nasıl bir örnek vereyim? Mesela birisine, çok dar bir anında, çok gerekli bir yardımı yaptınız. O bir zevk-i ruhanîye sebep olur işte... Onun zevk-i ruhanî olduğunu, hatırladıkça o zevkin yenilenmesinden anlayabilirsiniz. Demek ruhanîdir ki, izi ruhta kalmış, sizi terketmemiştir. Fakat bedensel bir zevk, tahattur edildiğinde çok az teselli verir. Belki teselli bile vermez. Verdiği tek şey teellümdür, acıdır. Zira geçip gitmiştir, geri gelmeyecek, tadını hissettirmeyecektir. Zevk bedensel olursa ancak “zeval-i lezzet elem verir.”
Hop, hop... Nereye gidiyorum ben? Başka birşey anlatacaktım size. Hah, tamam. Hatırladım şimdi: Olmadığımız birşey gibi davranmaktan ve kendimiz olmaktan bahsediyorduk. Evet, kanaatimce insan ruhuna tasannudan/yapmacıklıktan daha ağır gelen birşey yoktur. Mademki bir oyunu sahneleyen oyuncunun o oyun sürecinde yaşadığı bir yıpranma, yorgunluk vardır—1998’de sanırım, Sivas’ta, Susam Sokağı’ndaki Kırpık karakterini seslendiren oyuncudan işitmiştim bunu—elbette böylesi bir maskeyi bütün hayatı boyunca taşıyan insanlarda da bir yıpranma olacaktır. Bu yönüyle Mevlana’nın tavsiyesi tüyo değil, ihtiyaçtır. Öyle algılansa daha mantıklı olur. Ki ben de öyle bakıyorum. Olduğum gibi görünmediğim veya göründüğüm gibi olmadığım yerlerde büyük bir azap çekiyorum. Özellikle uzak akraba ziyaretlerinde. Veyahut insanların beni olduğumdan fazla gördüğü yerlerde...
Bana bunu ders verenlerden birisi de Bediüzzaman demiştim, doğrudur. Bediüzzaman’ın başta Münacaat Risalesi olmak üzere bence bütün eserlerinde olduğu gibi görünmek kaygısı vardır. Ha, bence olduğu şey, anlattığı şeyden daha yukarıdadır. Ancak daireleri karıştırmayalım. Onun kendi bulunduğu noktadan kendisini Allah’a uzak görmesi, benim bulunduğum noktadan onu Allah’a (bana kıyasla) çok yakın görmem çelişmezler, ikisi de caizdir. Çünkü kelam, bulunulan makama göre edilmiştir. (Kelama değer biçerken kimin söylediğine de bakılır.) Tıpkı Şems’in ilk tanıştıkları gün Mevlana’ya sorduğu sualde olduğu gibi. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ile Beyazıd-ı Bistamî kuddise sirruh arasında yaptığı kıyaslamadaki gibi... Hatırlarsınız, hiçbir yerden hatırlamasanız Elif Şafak’ın Aşk’ından hatırlarsınız.
Nihayetinde olduğun gibi görünmek çok rahatlatıcıdır. Rol yapmaktan kurtarır ve fıtrata uygun bir yaşam sağlar. Zaten insan içindeki şirkleri öldürürse tasannu yapmaya da ihtiyacı kalmaz. Bence tasannuya/yapmacıklığa bizi en çok iten şey de Allah’tan başkasının kanaatine O’ndan daha fazla değer vermemizle ilintilidir. Bunu biraz da tebliğ aşkımız bize mantıklı gösteriyor. Öyle görünürsek, olmadığımız birşey gibi davranırsak insanlar davamıza daha çok gelir sanıyoruz.
Halbuki dava dediğin içten dışa yürünen bir yol. Sen önce içindeki davaları karara bağlasan, farketmesen de dışarıda birşeyler olur. Zaten hep söylerim; ne zaman ki tebliğ yaşamanın önüne geçti; tasannu yol bulup içimize yerleşti. Çaresi de taptıklarımıza birer balyoz vurup suçu kırmadığımızın üstüne atmak. Böylece hepsi bizden soğumuş olacak. Role gerek kalmayacak.
Hz. İbrahim aleyhisselam tasannudan yıldığı gün bunu yapmıştı. “Hastayım” diyerek katılmadığı kavmine karşı sergilediği tavır, belki öyle kanına dokundu ki düşündükçe; “Ne olacaksa olsun artık!” diyerek gitti putları kırdı. Balyozu da en büyüğünün üstüne astı. Bu sonuncusu yazının tamamı gibi salt kendi yorumum. Kayıtlara böyle geçsin. Ben peygamberlerin de insan olduğunu düşündüğümden haddimi aşarak bazen psikolojilerini anlamaya çalışıyorum. Kusursa, kusurumdur. İnsanlardan değil, Allah’tan affımı dilerim. Ben olduğum gibiyim.
“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” cümlesine, insanlara hayatta başarı için Mevlana Hazretleri tarafından verilmiş bir tüyo gibi davranıyoruz, ama aslında bu tür tavsiyelerin hepsi insana insanca yaşamayı öğreten şeylerdir. İhtiyaç olan şeylerdir. Meyve değil, ekmektirler. Lüks değil, zarurettirler. Peki, bu insanca yaşama nedir, ona gelecek olursak. İnsanca yaşama, insanın yaşadığından zevk-i ruhanî almasıdır, kanaatimce.
Bakınız, böyle menfaat elde etmekten, bedensel bir tatmine ulaşmaktan hasıl olan geçici zevki kastetmiyorum. Zevk-i ruhanî aynen beden değişirken sabit kalan ruh gibi hayatta sabit kalan bir zevktir. Bir kere alınmakla bitip tükenmez, yenisinin gelmesi beklenmez. O yaşadığınız sürece omuzlarınızda kalır.
Nasıl bir örnek vereyim? Mesela birisine, çok dar bir anında, çok gerekli bir yardımı yaptınız. O bir zevk-i ruhanîye sebep olur işte... Onun zevk-i ruhanî olduğunu, hatırladıkça o zevkin yenilenmesinden anlayabilirsiniz. Demek ruhanîdir ki, izi ruhta kalmış, sizi terketmemiştir. Fakat bedensel bir zevk, tahattur edildiğinde çok az teselli verir. Belki teselli bile vermez. Verdiği tek şey teellümdür, acıdır. Zira geçip gitmiştir, geri gelmeyecek, tadını hissettirmeyecektir. Zevk bedensel olursa ancak “zeval-i lezzet elem verir.”
Hop, hop... Nereye gidiyorum ben? Başka birşey anlatacaktım size. Hah, tamam. Hatırladım şimdi: Olmadığımız birşey gibi davranmaktan ve kendimiz olmaktan bahsediyorduk. Evet, kanaatimce insan ruhuna tasannudan/yapmacıklıktan daha ağır gelen birşey yoktur. Mademki bir oyunu sahneleyen oyuncunun o oyun sürecinde yaşadığı bir yıpranma, yorgunluk vardır—1998’de sanırım, Sivas’ta, Susam Sokağı’ndaki Kırpık karakterini seslendiren oyuncudan işitmiştim bunu—elbette böylesi bir maskeyi bütün hayatı boyunca taşıyan insanlarda da bir yıpranma olacaktır. Bu yönüyle Mevlana’nın tavsiyesi tüyo değil, ihtiyaçtır. Öyle algılansa daha mantıklı olur. Ki ben de öyle bakıyorum. Olduğum gibi görünmediğim veya göründüğüm gibi olmadığım yerlerde büyük bir azap çekiyorum. Özellikle uzak akraba ziyaretlerinde. Veyahut insanların beni olduğumdan fazla gördüğü yerlerde...
Bana bunu ders verenlerden birisi de Bediüzzaman demiştim, doğrudur. Bediüzzaman’ın başta Münacaat Risalesi olmak üzere bence bütün eserlerinde olduğu gibi görünmek kaygısı vardır. Ha, bence olduğu şey, anlattığı şeyden daha yukarıdadır. Ancak daireleri karıştırmayalım. Onun kendi bulunduğu noktadan kendisini Allah’a uzak görmesi, benim bulunduğum noktadan onu Allah’a (bana kıyasla) çok yakın görmem çelişmezler, ikisi de caizdir. Çünkü kelam, bulunulan makama göre edilmiştir. (Kelama değer biçerken kimin söylediğine de bakılır.) Tıpkı Şems’in ilk tanıştıkları gün Mevlana’ya sorduğu sualde olduğu gibi. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ile Beyazıd-ı Bistamî kuddise sirruh arasında yaptığı kıyaslamadaki gibi... Hatırlarsınız, hiçbir yerden hatırlamasanız Elif Şafak’ın Aşk’ından hatırlarsınız.
Nihayetinde olduğun gibi görünmek çok rahatlatıcıdır. Rol yapmaktan kurtarır ve fıtrata uygun bir yaşam sağlar. Zaten insan içindeki şirkleri öldürürse tasannu yapmaya da ihtiyacı kalmaz. Bence tasannuya/yapmacıklığa bizi en çok iten şey de Allah’tan başkasının kanaatine O’ndan daha fazla değer vermemizle ilintilidir. Bunu biraz da tebliğ aşkımız bize mantıklı gösteriyor. Öyle görünürsek, olmadığımız birşey gibi davranırsak insanlar davamıza daha çok gelir sanıyoruz.
Halbuki dava dediğin içten dışa yürünen bir yol. Sen önce içindeki davaları karara bağlasan, farketmesen de dışarıda birşeyler olur. Zaten hep söylerim; ne zaman ki tebliğ yaşamanın önüne geçti; tasannu yol bulup içimize yerleşti. Çaresi de taptıklarımıza birer balyoz vurup suçu kırmadığımızın üstüne atmak. Böylece hepsi bizden soğumuş olacak. Role gerek kalmayacak.
Hz. İbrahim aleyhisselam tasannudan yıldığı gün bunu yapmıştı. “Hastayım” diyerek katılmadığı kavmine karşı sergilediği tavır, belki öyle kanına dokundu ki düşündükçe; “Ne olacaksa olsun artık!” diyerek gitti putları kırdı. Balyozu da en büyüğünün üstüne astı. Bu sonuncusu yazının tamamı gibi salt kendi yorumum. Kayıtlara böyle geçsin. Ben peygamberlerin de insan olduğunu düşündüğümden haddimi aşarak bazen psikolojilerini anlamaya çalışıyorum. Kusursa, kusurumdur. İnsanlardan değil, Allah’tan affımı dilerim. Ben olduğum gibiyim.
10 Kasım 2012 Cumartesi
Mümin müminin aynasıdır, ama aynısı değildir
Hepimiz milli eğitimin çarklarından sayısal zekanın tek geçer akçe olduğunu sanarak geçtik. Sarfettiğimiz emekler; bizi, rakamları daha hızlı toplayan, ezberi iyi ve fakat tarih, toplum, siyaset, coğrafya ve din algısını tamamen resmî ideolojiye göre kodlanmış bir vatandaş haline getirmeye yönelikti. Bu kodlama farklı düşünmeye ve hatta “Deftere neden kırmızı kalemle not tutulmasın?” diye sormaya dahi müsaade etmiyordu. Hasbelkader şansını deneyen varsa zayıf almakla haddini öğrenirdi. Tıpkı saç traşımız gibi, uygun adım yürüyüşümüz gibi, hazırolda duruşumuz gibi... Herşey tek şekilde olmalıydı. Toplumun dengesi ancak böyle sağlanırdı.
Sonra baktık ki, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Arkasıralarda uyuyan birisi, farklı bir uyanış ile kariyerine hiç beklenmedik bir noktadan başlayıp bizi geçebilirmiş. Bediüzzaman gibi hiçbir okulda uzun süre kalamayan bir öğrenci, deha olabilirmiş. Sayısal zekanın dışında, ruhsal, sanatsal, sosyal, görsel başka zekalar da varmış. Ve bu zekaların insanın kemaliyle alakası sayısal zekadan bile fazlaymış.
Eğitim hayatım boyunca okul başarımı tembel arkadaşlarıma kıyasla bir kibir vesilesi olarak taşıdığımı hatırlıyorum. Çünkü o zamanlar, başarının başka türlü olabileceğine inanmazdım. Sayısal zekan iyiyse, derslerden güzel notlar alıyorsan harikaydın! Bunları başaramıyorsan, ne yaparsan yap, beş para kıymetli sayılmazdın. Aileler yine de “onu” örnek gösterirlerdi sana. “O” derlerdi, “derslerinde hep yüksek alıyor. Sen yapamıyorsun.”
Bugünlerde Metin Karabaşoğlu ağabeyin Hakikatin Dengesi isimli kitabını okurken aklımda bunlar var. Hadis Okumaları serisinin ikinci eseri olan bu kitap aslında/belki şu cümlede saklıyor kendisini: “(...) inançsızın imtihanı hakikatsizlik ise, mü’minin imtihanı hakikatin dengesidir.”
Evet, kitap bütünüyle mü’minin asıl sınavını vermekte olduğu bu denge halini ders veriyor. Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın Asr-ı Saadet’te korumayı başardığı çok renkliliği bugün de yaşatmayı öğütlüyor. Bazıları gibi ideal İslam toplumunu ‘tektip ordu millet’ tezi üzerinden anlatmıyor. Çok renkliliği savunuyor.
Gariptir, bu kitabı okumam esma üzerine bir tefekkür anıma denk geldi. Bir haftaya yakındır şirkten kurtulmanın kelime-i tevhidle, fakat tam anlamıyla kökünü kazımanın (çok sayıda kelime sayılabilecek) esmanın kabulü ile olabileceği üzerinde durmaktaydım. Yukarıda anlattığım milli eğitim hatasından/gururumdan hareketle kulluğa değinmek istiyor, Allah’ın kelime-i tevhidin ötesinde bütün güzel isimlerin de sahibi olmasıyla ona tek arştan değil, farklı zekalar gibi bin arştan yaklaşmanın mümkün olduğunu idrak ediyordum. Bunun da şirkin küçüğü olan kibrimizi kırmak adına çok manidar olduğunu düşünüyordum.
Şöyle demeliyim belki: Kibir kalpten kopmadan şirkin kapıları kapanmaz. Eğer Allah, Taha Sûresinde; “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur” demeseydi bize ne olurdu?
Bana öyle geliyor ki, insan, “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur” kelam-ı kutsîsini bilseydi yalnız, o vakit kibri, Allah’a ulaşmanın yollarını teke düşürmeye çalışarak o yolda büyüklük arayabilirdi. “Yalnız ben varım” diyebilirdi. Fakat Allah, en güzel isimleri de (hepsini birden) koruması altına alarak kendisine ulaşılacak yolların sayısını arttırıyor. Tekelcilere izin vermiyor... Bu tür bir esma bilgisinin marifet mesleklerinin tek renk renksizliğinde kalmasına engel olduğunu düşünmekteyim. Hatta Allah’a bir isminden tutunup yaklaşan birisinin kibre kapılmasına engel olduğunu da düşünüyorum.
Evet, eğer Allah’a mahlukatın sayısınca giden yollar olmasaydı; bazımız bazımızın yolu üzerine oturup “Benden izinsiz geçemezsin” diyebilirdik. Ama yolun sayısı o kadar çok ki, O’na (c.c.) her varan, “Yol yalnız benimkidir” deyip gurura kapılamıyor. Kimin, hangi ismin gölgesinde, ne kadar yaklaştığı belli değil. Bu yüzden kimse kendi mesafesinin yakınlığıyla veya yolundaki başarıyla ötekine hükmedemiyor, etmemeli. Allah, kibrin de kapısını kapatıyor böylece esma ile.
İşte bu yüzden şirkin kapısının kapanması için Taha Sûresindeki o ayetin iki kısmının da gerektiğini düşünüyorum. Böylece biliyoruz, isimler Allah’ın. Hem koruması altında, yani mülkü. Tabii o isimlerin gölgesinde duranlar da öyle. Hatta sırf böyle bir esma algısını kafamda tam anlamıyla oturttuğu için Hakikatin Dengesi’ne teşekkür ediyorum. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadisinde böylesi bir sır da var. Mü’min mü’minin aynasıdır, fakat aynısı değildir. Birbirlerine bakıp renk alırlar, ama bütün renklerini yitirip tektip olmazlar. Hakikatin Dengesi, insan temel hak ve özgüklüklerini daha çok tartıştığımız böyle bir dönemde okunması gereken bir kitap.
Ancak bu kitabı okuduktan sonra zikredilen ayetin tefsiri olan Yirmidördüncü Söz’ü de tekrar bir okumadan geçirmek gerek... İnanıyorum, aralarında çok paralellikler bulacaksınız. “(...) kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri” olan o Sultan’a (c.c.) sırf bundan ötürü bir kez daha kurban olacaksınız.
Sonra baktık ki, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Arkasıralarda uyuyan birisi, farklı bir uyanış ile kariyerine hiç beklenmedik bir noktadan başlayıp bizi geçebilirmiş. Bediüzzaman gibi hiçbir okulda uzun süre kalamayan bir öğrenci, deha olabilirmiş. Sayısal zekanın dışında, ruhsal, sanatsal, sosyal, görsel başka zekalar da varmış. Ve bu zekaların insanın kemaliyle alakası sayısal zekadan bile fazlaymış.
Eğitim hayatım boyunca okul başarımı tembel arkadaşlarıma kıyasla bir kibir vesilesi olarak taşıdığımı hatırlıyorum. Çünkü o zamanlar, başarının başka türlü olabileceğine inanmazdım. Sayısal zekan iyiyse, derslerden güzel notlar alıyorsan harikaydın! Bunları başaramıyorsan, ne yaparsan yap, beş para kıymetli sayılmazdın. Aileler yine de “onu” örnek gösterirlerdi sana. “O” derlerdi, “derslerinde hep yüksek alıyor. Sen yapamıyorsun.”
Bugünlerde Metin Karabaşoğlu ağabeyin Hakikatin Dengesi isimli kitabını okurken aklımda bunlar var. Hadis Okumaları serisinin ikinci eseri olan bu kitap aslında/belki şu cümlede saklıyor kendisini: “(...) inançsızın imtihanı hakikatsizlik ise, mü’minin imtihanı hakikatin dengesidir.”
Evet, kitap bütünüyle mü’minin asıl sınavını vermekte olduğu bu denge halini ders veriyor. Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın Asr-ı Saadet’te korumayı başardığı çok renkliliği bugün de yaşatmayı öğütlüyor. Bazıları gibi ideal İslam toplumunu ‘tektip ordu millet’ tezi üzerinden anlatmıyor. Çok renkliliği savunuyor.
Gariptir, bu kitabı okumam esma üzerine bir tefekkür anıma denk geldi. Bir haftaya yakındır şirkten kurtulmanın kelime-i tevhidle, fakat tam anlamıyla kökünü kazımanın (çok sayıda kelime sayılabilecek) esmanın kabulü ile olabileceği üzerinde durmaktaydım. Yukarıda anlattığım milli eğitim hatasından/gururumdan hareketle kulluğa değinmek istiyor, Allah’ın kelime-i tevhidin ötesinde bütün güzel isimlerin de sahibi olmasıyla ona tek arştan değil, farklı zekalar gibi bin arştan yaklaşmanın mümkün olduğunu idrak ediyordum. Bunun da şirkin küçüğü olan kibrimizi kırmak adına çok manidar olduğunu düşünüyordum.
Şöyle demeliyim belki: Kibir kalpten kopmadan şirkin kapıları kapanmaz. Eğer Allah, Taha Sûresinde; “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur” demeseydi bize ne olurdu?
Bana öyle geliyor ki, insan, “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur” kelam-ı kutsîsini bilseydi yalnız, o vakit kibri, Allah’a ulaşmanın yollarını teke düşürmeye çalışarak o yolda büyüklük arayabilirdi. “Yalnız ben varım” diyebilirdi. Fakat Allah, en güzel isimleri de (hepsini birden) koruması altına alarak kendisine ulaşılacak yolların sayısını arttırıyor. Tekelcilere izin vermiyor... Bu tür bir esma bilgisinin marifet mesleklerinin tek renk renksizliğinde kalmasına engel olduğunu düşünmekteyim. Hatta Allah’a bir isminden tutunup yaklaşan birisinin kibre kapılmasına engel olduğunu da düşünüyorum.
Evet, eğer Allah’a mahlukatın sayısınca giden yollar olmasaydı; bazımız bazımızın yolu üzerine oturup “Benden izinsiz geçemezsin” diyebilirdik. Ama yolun sayısı o kadar çok ki, O’na (c.c.) her varan, “Yol yalnız benimkidir” deyip gurura kapılamıyor. Kimin, hangi ismin gölgesinde, ne kadar yaklaştığı belli değil. Bu yüzden kimse kendi mesafesinin yakınlığıyla veya yolundaki başarıyla ötekine hükmedemiyor, etmemeli. Allah, kibrin de kapısını kapatıyor böylece esma ile.
İşte bu yüzden şirkin kapısının kapanması için Taha Sûresindeki o ayetin iki kısmının da gerektiğini düşünüyorum. Böylece biliyoruz, isimler Allah’ın. Hem koruması altında, yani mülkü. Tabii o isimlerin gölgesinde duranlar da öyle. Hatta sırf böyle bir esma algısını kafamda tam anlamıyla oturttuğu için Hakikatin Dengesi’ne teşekkür ediyorum. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadisinde böylesi bir sır da var. Mü’min mü’minin aynasıdır, fakat aynısı değildir. Birbirlerine bakıp renk alırlar, ama bütün renklerini yitirip tektip olmazlar. Hakikatin Dengesi, insan temel hak ve özgüklüklerini daha çok tartıştığımız böyle bir dönemde okunması gereken bir kitap.
Ancak bu kitabı okuduktan sonra zikredilen ayetin tefsiri olan Yirmidördüncü Söz’ü de tekrar bir okumadan geçirmek gerek... İnanıyorum, aralarında çok paralellikler bulacaksınız. “(...) kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri” olan o Sultan’a (c.c.) sırf bundan ötürü bir kez daha kurban olacaksınız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Kaderin varsayımlarla işi olmaz
Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...