“İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler.” (Ene Risalesi’nden...)
Risale okumalarım sırasında farkettiğim birşeydir bu ‘Kur’an’a bakarken ezberlerden soyunma’ meselesi. Hakikaten, hem Kur’an’ın anlaşılmasında hem de Risale-i Nur’un Kur’an’a açılan nasıl harika bir pencere olduğunun takdirinde ezberlerden soyunmuş olma önemlidir.
Tabii bu noktada ezberlerden soyunmayı nasıl anladığımı da izah etmem gerek. Ben ezberlerden soyunmayı ‘tam cahil olup ayetlerin karşısına öyle geçme’ anlamında kullanmıyorum. Zaten cehalet, bilmemek değildir sadece. Bilmeye açlık hissetmemektir. (Ene Risalesi’ndeki bölümü o yüzden alıntıladım.) Cahiliye devrinde Ebu’l-Hikem (Hikmetin Babası) olan Amr bin Hişam’ı, Saadet devrinde Ebu Cehil yapan da bu sırdır. Öğrenmeye niyetinin ve açlığının olmayışıdır. Veyahut ezberindekileri sorgulamaya hevesinin olmayışıdır.
Ben de bu nedenle Kur’an’ın ve onun çok özel bir tefsiri olan Risale-i Nur’un anlaşılmasında ‘açlığı’ çok önemsiyorum. Bu sofraların başına tok karna değil, aç karna oturulması gerektiğini düşünüyorum. Zaten dolu olduğunu düşünen bir bardağa yeni birşeyler doldurmak çok güç.
Hatta kendi içimde nicedir tartıştığım bir meseleyi de bu perspektiften bakınca bir nebze anlar gibiyim. Bediüzzaman’ın, Ramazan Risalesi’nde, Kur’an’ı dinlerken Resul-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan; daha üst bir mertebede Hz. Cebrail’den; daha üst bir mertebede ise Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi dinlemek olarak tarif ettiği şeyin, bu zihin berraklığı olduğunu düşünmekteyim.
Yani Kur’an’la muhatap olmada önce sahabi efendilerimizin açlığına ulaşmaya çalışma; sonra onların üstünde Hz. Peygamberin Cebrail’den ders alırkenki açlığına ulaşmaya çalışma; onun üstünde ise bütün varlığın açlığını içinde taşıyarak Cenab-ı Haktan ders alır gibi onunla muhatap olma... Bana bu mertebeler, işte tam da bahsetmek istediğim açlığı/zihin berraklığını anımsatıyor. Belki bir yönüyle ders veriyor.
Bundan başka Ayetü’l-Kübra’da, “Bu ayetin harika telakki edilen belağatını göremiyorum” diyen bir adama daha çok kitap karıştırmasını değil de “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!” diye tavsiyede bulunması ve bu vesileyle ayetin harikalarının açıldığını/açılacağını vurgulaması, bana yine Kur’an’ın semasına ulaşmaya çalışırken sahip olmamız gereken bir meziyetin de zihin berraklığı olduğunu düşündürüyor. Yani ayetler ve içlerindeki inciler orada, bizi bekliyor. Yeter ki, biz, o sofranın başına aç oturabilelim. O asrın berrak zihinlerine ulaşabilelim.
İşte Risale-i Nur’u ve onun içindeki Kur’anî dersleri okurken de böylesi bir berraklıkla ve açlıkla başına oturulması gerek bence. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’yi okurken böylesi bir açlıkta oturulduğunda nasıl her bir cümlenin ayeti on parmağıyla işaret ettiğini görebiliyoruz.
Yeter ki, biz, açlığımızı ‘daha önce hiç yemek yememiş gibi’ hissedebilelim. Zihin safiyetinde sahabi efendilerimize benzeyebilelim. Ki onlar, Kur’an’a hakikaten açtılar. Risale-i Nur’un mesleği sahabe mesleği deyip duruyoruz. Her ortamda bunu savunuyoruz. Hadi bakalım, açlıkta veya en azından zihnî saflıkta onların arkalarından gitmeye kuvvetimiz/cür’etimiz var mı? Bildiklerimizden soyunabiliyor muyuz onlar gibi? O zamana gidebiliyor muyuz? Hadi bakalım!
25 Ocak 2013 Cuma
24 Ocak 2013 Perşembe
Risale-i Nur'u oku, ama Kur'an'a bak...
Bir önceki yazımızda Yunus sûresinin 58. ayeti ve Barla Lahikası’ndaki tefsiri üzerine konuşmuştuk. O vakit, dikkatinizi bir noktaya çekmeye çalışmıştım: Risale-i Nur’un parlaklığı, arkasında Kur’an’ı görmeye çalıştığınızda ancak çıkar ortaya. Bizzat metne bakıldığında değil. Belki bunun yanısıra öğütlenen ikinci birşey daha vardı orada. O da şuydu: Risale-i Nur ile bir ayeti anlamaya çalışıyorsanız, o ayete dair ezberlerinizden soyunmanız gerekir.
Son cümlemin iddialı durduğunu biliyorum. Fakat hakikat olduğunu düşünüyorum. Zira ne vakit ilgili ayetin tefsirine dair geçmiş malumat Risale üzerine taşınsa, adeta metinle ayet arasında perde oluyorlar. Parıltıyı, gölgeleri altında bırakıyorlar. Çoğu zaman da ayetle metnin arasındaki ilgi (bundan kaynaklı bir sorunla) kurulamadığından, bağlantı terkedilip doğrudan metnin izahına girişiliyor. Öyle olunca da yıldızlara değil, yerdeki yansımalarına bakılmış oluyor. Odak noktası kayboluyor. Halbuki o yansımalar, yıldızlar görünsün diye varlar. Bizzat kendileriyle meşgul olunsun diye değil. Harfî olmak niyetiyle yazılmışlar. İsmî bakınca parıltıları kayboluyor.
Bunun bir örneğini orada da sunmaya çalışmıştım ki, geçmiş malumatın feneriyle bakıldığında Risale metniyle Kur’an arasına nasıl bir perde gerildiği bir miktar görülebiliyordu. Aynı ayetten ben dünyadaki işleri ikiye bölme (iyiye/kötüye ayırma) fikrini elde ederken; Yedinci Risale olan Yedinci Mesele, her fiil içinde karşılaşılan seçeneklerden bahsediyordu. Yani her amelimde ben şu iki şeyden birisini seçebilirdim: 1) Ya onu Allah’ın bir rahmeti sayıp onunla sevinirdim. 2) Yahut da kendi adıma toplar, benim işimmiş gibi sevinirdim. Asıl sevinmenin ikinci şekilde olması gerektiğini ise bana ayet ve Yedinci Risale olan Yedinci Mesele öğütlüyordu. Orada külliyat üzerinden bir örneklemeyle ayetin dayandığı bürhan direkleri gösteriliyordu. Sebeplerin yazılış nedenlerinden birisi belki de buydu: Ayetin pratikteki yansımalarını göstermek.
Mesela; daha birinci sebepte Bediüzzaman, daha gençliğinden itibaren Kur’an’ın mucizeliğini beyan etmeye yönlendirildiğini izah ederek, böyle bir yönlendirilişin sonucu olarak ortaya çıkan eserlerin kendi malı sayılamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla üzerlerinden üretilecek bir sevincin (belki övünme?) ancak Kur’an hesabına yapılırsa makbul olacağını ifade ediyordu.
İkinci sebepte ise Bediüzzaman, Kur’an’ın kendisini övmesinden bahis buyurarak, Kur’anî yolun başarının/güzelliğin inkârını değil, kabulünü öğütlediğini; ancak bu kabulün Sahib-i Hakikisi adına olması gerektiğini beyan ediyordu. Yani sevinç/mutluluk/övünme haktı. İlla asıl sahibi unutulmaya...
Üçüncü sebepte ise yine Risale-i Nur üzerinden yapılan bir örneklemeyle ‘kendi adımıza toplayıp durduklarımızın’ ileride hakikatlere nasıl bir zarar verebileceği ‘çürük direk’ sembolüyle ifade ediliyordu. Dayandırıldığı direkteki kusur, esere sıçratılabilirdi.
Dördüncü sebep—ki bence işte ayetin tam tefsiridir—bir nimet/başarı nedeniyle duyulacak sevincin, o sevinci Allah’ın lütfu olarak düşünmekle sağlam zeminini bulacağı belirtilerek, elbise-insan-terzi örneklemesi üzerinden ayeti pratik hayata sokuyordu.
Beşini sebepte ise; yine elde edilen güzelliğin/başarının sebeplerin varoluşundan çok önce kader kalemiyle yazıldığına işaret edilerek, sebeplerden bir sebep olan kendi varlığımızı asıl sahip/toplayıcı olarak görmemek gerektiğini öğütlüyordu.
Altıncı sebepte ise; yine de süreç boyunca yaşananlardan çıkarılacak ders ile inayat, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz-ı manevînin şuleleri silsilesi içinde o güzellikten hasıl olan övgüyü/sevinci (kendi adımıza) ‘toplamanın’ nasıl bir haksızlık olduğu ifade ediliyordu.
Yedinci sebepte ise; yine kendi adımıza sevinmenin/övünmenin eserdeki güzelliğe nasıl bir nakise getireceği sosyolojik bir zeminde izah edilerek, ilerleyen dönemde toplayıcının kusurlarının, sahiplenilene de bulaştırılacağı ve eserin bu yüzden kıymetsiz görülebileceği izah ediliyordu.
Görüldüğü üzere ilgili kısım, ayetin öğütlediği ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’nin gerekliliği, ‘kendi adına toplamanın’ ise zararlı oluşu üzerine tahşidat yapıyor ve yedi sebep boyunca aynı şeyin altını çiziyordu: “Sevinmek haktır. Ama illa eser sahibine tüm hakları teslim edilerek... Onun rahmeti ve lütfu görülerek... Eğer kendi adınıza sevinmeye başlarsanız (yani toplarsanız) hem eserdeki güzelliğe, hem o güzellikten istifade edenlere, hem kendinize zarar vermiş olursunuz. Ve bence bu dairesel yolculuk yine ayetin mealine varışla son buluyordu: “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”
Son cümlemin iddialı durduğunu biliyorum. Fakat hakikat olduğunu düşünüyorum. Zira ne vakit ilgili ayetin tefsirine dair geçmiş malumat Risale üzerine taşınsa, adeta metinle ayet arasında perde oluyorlar. Parıltıyı, gölgeleri altında bırakıyorlar. Çoğu zaman da ayetle metnin arasındaki ilgi (bundan kaynaklı bir sorunla) kurulamadığından, bağlantı terkedilip doğrudan metnin izahına girişiliyor. Öyle olunca da yıldızlara değil, yerdeki yansımalarına bakılmış oluyor. Odak noktası kayboluyor. Halbuki o yansımalar, yıldızlar görünsün diye varlar. Bizzat kendileriyle meşgul olunsun diye değil. Harfî olmak niyetiyle yazılmışlar. İsmî bakınca parıltıları kayboluyor.
Bunun bir örneğini orada da sunmaya çalışmıştım ki, geçmiş malumatın feneriyle bakıldığında Risale metniyle Kur’an arasına nasıl bir perde gerildiği bir miktar görülebiliyordu. Aynı ayetten ben dünyadaki işleri ikiye bölme (iyiye/kötüye ayırma) fikrini elde ederken; Yedinci Risale olan Yedinci Mesele, her fiil içinde karşılaşılan seçeneklerden bahsediyordu. Yani her amelimde ben şu iki şeyden birisini seçebilirdim: 1) Ya onu Allah’ın bir rahmeti sayıp onunla sevinirdim. 2) Yahut da kendi adıma toplar, benim işimmiş gibi sevinirdim. Asıl sevinmenin ikinci şekilde olması gerektiğini ise bana ayet ve Yedinci Risale olan Yedinci Mesele öğütlüyordu. Orada külliyat üzerinden bir örneklemeyle ayetin dayandığı bürhan direkleri gösteriliyordu. Sebeplerin yazılış nedenlerinden birisi belki de buydu: Ayetin pratikteki yansımalarını göstermek.
Mesela; daha birinci sebepte Bediüzzaman, daha gençliğinden itibaren Kur’an’ın mucizeliğini beyan etmeye yönlendirildiğini izah ederek, böyle bir yönlendirilişin sonucu olarak ortaya çıkan eserlerin kendi malı sayılamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla üzerlerinden üretilecek bir sevincin (belki övünme?) ancak Kur’an hesabına yapılırsa makbul olacağını ifade ediyordu.
İkinci sebepte ise Bediüzzaman, Kur’an’ın kendisini övmesinden bahis buyurarak, Kur’anî yolun başarının/güzelliğin inkârını değil, kabulünü öğütlediğini; ancak bu kabulün Sahib-i Hakikisi adına olması gerektiğini beyan ediyordu. Yani sevinç/mutluluk/övünme haktı. İlla asıl sahibi unutulmaya...
Üçüncü sebepte ise yine Risale-i Nur üzerinden yapılan bir örneklemeyle ‘kendi adımıza toplayıp durduklarımızın’ ileride hakikatlere nasıl bir zarar verebileceği ‘çürük direk’ sembolüyle ifade ediliyordu. Dayandırıldığı direkteki kusur, esere sıçratılabilirdi.
Dördüncü sebep—ki bence işte ayetin tam tefsiridir—bir nimet/başarı nedeniyle duyulacak sevincin, o sevinci Allah’ın lütfu olarak düşünmekle sağlam zeminini bulacağı belirtilerek, elbise-insan-terzi örneklemesi üzerinden ayeti pratik hayata sokuyordu.
Beşini sebepte ise; yine elde edilen güzelliğin/başarının sebeplerin varoluşundan çok önce kader kalemiyle yazıldığına işaret edilerek, sebeplerden bir sebep olan kendi varlığımızı asıl sahip/toplayıcı olarak görmemek gerektiğini öğütlüyordu.
Altıncı sebepte ise; yine de süreç boyunca yaşananlardan çıkarılacak ders ile inayat, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz-ı manevînin şuleleri silsilesi içinde o güzellikten hasıl olan övgüyü/sevinci (kendi adımıza) ‘toplamanın’ nasıl bir haksızlık olduğu ifade ediliyordu.
Yedinci sebepte ise; yine kendi adımıza sevinmenin/övünmenin eserdeki güzelliğe nasıl bir nakise getireceği sosyolojik bir zeminde izah edilerek, ilerleyen dönemde toplayıcının kusurlarının, sahiplenilene de bulaştırılacağı ve eserin bu yüzden kıymetsiz görülebileceği izah ediliyordu.
Görüldüğü üzere ilgili kısım, ayetin öğütlediği ‘Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinme’nin gerekliliği, ‘kendi adına toplamanın’ ise zararlı oluşu üzerine tahşidat yapıyor ve yedi sebep boyunca aynı şeyin altını çiziyordu: “Sevinmek haktır. Ama illa eser sahibine tüm hakları teslim edilerek... Onun rahmeti ve lütfu görülerek... Eğer kendi adınıza sevinmeye başlarsanız (yani toplarsanız) hem eserdeki güzelliğe, hem o güzellikten istifade edenlere, hem kendinize zarar vermiş olursunuz. Ve bence bu dairesel yolculuk yine ayetin mealine varışla son buluyordu: “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”
20 Ocak 2013 Pazar
Kur'an'ı hayatla tefsir etmek...
Yunus sûresinin 58. ayeti bana yıllardır diyordu ki; “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” Ve ben bu ayeti, Barla Lahikası’nın hemen başında yer alan, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’yi okuyuncaya kadar çok laik bir şekilde yorumluyordum. Yani önce kâinattaki herşeyi kafamda ikiye bölüyor—mâlum; din işleri, dünya işleri ayrımı—sonra da bu taksime göre Allah’ın bunlardan bir kısmını kendi fazlı olarak zikrettiğini, diğerlerinin ise sevinilecek şeyler olmadığını çıkartıyordum.
Fakat Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ye gelince işler değişti. Neden mi? Çünkü o kısım boyunca bu ayeti tefsir eden Bediüzzaman, hiç de benim kafamdakine uygun şeyler söylemiyordu. Ne zikrettiğim taksime benzer bir taksim yapıyordu orada; ne de böylesi bir ayrımı ayetin tefsirinde gerekli görüyordu. Ufacık bir işarette bile bulunmuyordu.
İki gün evvel aynı bölümü tekrar okudum. Bitirince baştan aldım, tekrar okudum. En nihayet kendi yorum tarzımı terk edip “Bediüzzaman’ın metninden ayete nasıl yol bulabilirim?” diye sormaya başladım nefsime. Meğer dolu bardak daha fazla dolmuyormuş. Dökünce, ayet okutmaya başladı kendini. Sanıyorum kendimce bir pencere de buldum. Manzaramsa şu:
Bediüzzaman, malumunuz, o metin boyunca, kendi eserlerinden ve telifleri esnasında mazhar oldukları ikramlardan bahsediyor. Zahiren, bu ikramlar bahsinin yukarıdaki ayetle pek bir irtibatı yokmuş gibi görünüyor. Yani müellif, metne başlarken yukarıya bir ayet yazıyor ama, içeride tekrar o ayete dönüp; “Şu kelime şu anlama geliyor. Şu çekimle, sigayla şu anlatılmak isteniyor...” falan hiç demiyor. Fakat ne yapıyor bunun rağmına olarak? Yaşadıklarından bahis buyuruyor.
Durun durun, oraya gelmeden yaptığı birşey daha var. İşaretlerden evvel zikrettiği sebeplerde birşeye daha dikkat çekiyor Bediüzzaman. O da şu: Her başarıdan sonra insanın önüne çıkan iki seçenek var: 1) O fiili sahiplenip kendi adına sevinme. 2) O fiili Sahib-i Hakikisi olan Allah’a vererek sevinme. Ve ‘sebepler’ boyunca bu ikili seçim karşısında kalındığında ikinciyi seçmenin neden daha mantıklı olduğunu örnekliyor. Yani daha sonraki kısımlar düpedüz Risaleler üzerinden yapılan örnekli bir anlatım. Farkı bu... Aslında (bence) Bediüzzaman orada bize demek istiyor ki:
“Bize nasip edilen başarılarda iki türlü sevinebiliriz. Onları kendimizin sanarak da sevinebiliriz; Allah’ın olduğunu kabul ederek ve Ona teslim ederek de sevinebiliriz. Ben yukarıdaki ayette denildiği gibi ‘Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinmeyi’ tavsiye ediyorum. Delillerim de şunlar şunlar. Birkaç örnekle de şimdi öyle yapınca nasıl nimetin daha bir değer kazandığını izah edeceğim. Ve ayrıca öyle yapmazsak, yine ayetin dediği gibi; ‘dünyada (kendi adımıza) toplayıp durduklarımızın’ neden bize zarar verebileceğini de izah edeceğim.
Yani kardeşler; Üstad aslında birebir ayeti tefsir ediyor orada. Ama ayeti benim (yoksa bizim mi demeliyim?) anladığım gibi anlamıyor. Dünyayı laik bir şekilde ikiye taksim etmek yerine, her fiili iki boyutlu görmeyi öğütleyerek, boyutlardan Allah’a intisaplı/bağlantılı olanı tercih etmemizi öğütlüyor. Bu, hem manevî kazanç açısından, hem de kâinata uyumunuz açısından neden daha doğru bir seçimdir? Onun da izahını yaşadıkları örnekler üzerinden işaretlerle yapıyor.
Bir önceki yazımda demiştim ya, bizim hayatımızın nüzûl sebepleri eksik diye. İşte benim anladığım, Bediüzzaman, kendi hayatındaki izdüşümlerini göstererek ayetleri tefsir etmeyi seviyor. O ayetin inme nedenini değil, o ayetin bizim kalbimize, hayatımıza nazil olabilme nedenlerini aktarıyor elinden geldiğince. Böylece daha çok bizden ve bize dönük oluyor ayetler... Risalelerin başarısının bir sırrı da bu bence: Kur’an’ı hayatla tefsir etmek.
Fakat Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ye gelince işler değişti. Neden mi? Çünkü o kısım boyunca bu ayeti tefsir eden Bediüzzaman, hiç de benim kafamdakine uygun şeyler söylemiyordu. Ne zikrettiğim taksime benzer bir taksim yapıyordu orada; ne de böylesi bir ayrımı ayetin tefsirinde gerekli görüyordu. Ufacık bir işarette bile bulunmuyordu.
İki gün evvel aynı bölümü tekrar okudum. Bitirince baştan aldım, tekrar okudum. En nihayet kendi yorum tarzımı terk edip “Bediüzzaman’ın metninden ayete nasıl yol bulabilirim?” diye sormaya başladım nefsime. Meğer dolu bardak daha fazla dolmuyormuş. Dökünce, ayet okutmaya başladı kendini. Sanıyorum kendimce bir pencere de buldum. Manzaramsa şu:
Bediüzzaman, malumunuz, o metin boyunca, kendi eserlerinden ve telifleri esnasında mazhar oldukları ikramlardan bahsediyor. Zahiren, bu ikramlar bahsinin yukarıdaki ayetle pek bir irtibatı yokmuş gibi görünüyor. Yani müellif, metne başlarken yukarıya bir ayet yazıyor ama, içeride tekrar o ayete dönüp; “Şu kelime şu anlama geliyor. Şu çekimle, sigayla şu anlatılmak isteniyor...” falan hiç demiyor. Fakat ne yapıyor bunun rağmına olarak? Yaşadıklarından bahis buyuruyor.
Durun durun, oraya gelmeden yaptığı birşey daha var. İşaretlerden evvel zikrettiği sebeplerde birşeye daha dikkat çekiyor Bediüzzaman. O da şu: Her başarıdan sonra insanın önüne çıkan iki seçenek var: 1) O fiili sahiplenip kendi adına sevinme. 2) O fiili Sahib-i Hakikisi olan Allah’a vererek sevinme. Ve ‘sebepler’ boyunca bu ikili seçim karşısında kalındığında ikinciyi seçmenin neden daha mantıklı olduğunu örnekliyor. Yani daha sonraki kısımlar düpedüz Risaleler üzerinden yapılan örnekli bir anlatım. Farkı bu... Aslında (bence) Bediüzzaman orada bize demek istiyor ki:
“Bize nasip edilen başarılarda iki türlü sevinebiliriz. Onları kendimizin sanarak da sevinebiliriz; Allah’ın olduğunu kabul ederek ve Ona teslim ederek de sevinebiliriz. Ben yukarıdaki ayette denildiği gibi ‘Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla—sevinmeyi’ tavsiye ediyorum. Delillerim de şunlar şunlar. Birkaç örnekle de şimdi öyle yapınca nasıl nimetin daha bir değer kazandığını izah edeceğim. Ve ayrıca öyle yapmazsak, yine ayetin dediği gibi; ‘dünyada (kendi adımıza) toplayıp durduklarımızın’ neden bize zarar verebileceğini de izah edeceğim.
Yani kardeşler; Üstad aslında birebir ayeti tefsir ediyor orada. Ama ayeti benim (yoksa bizim mi demeliyim?) anladığım gibi anlamıyor. Dünyayı laik bir şekilde ikiye taksim etmek yerine, her fiili iki boyutlu görmeyi öğütleyerek, boyutlardan Allah’a intisaplı/bağlantılı olanı tercih etmemizi öğütlüyor. Bu, hem manevî kazanç açısından, hem de kâinata uyumunuz açısından neden daha doğru bir seçimdir? Onun da izahını yaşadıkları örnekler üzerinden işaretlerle yapıyor.
Bir önceki yazımda demiştim ya, bizim hayatımızın nüzûl sebepleri eksik diye. İşte benim anladığım, Bediüzzaman, kendi hayatındaki izdüşümlerini göstererek ayetleri tefsir etmeyi seviyor. O ayetin inme nedenini değil, o ayetin bizim kalbimize, hayatımıza nazil olabilme nedenlerini aktarıyor elinden geldiğince. Böylece daha çok bizden ve bize dönük oluyor ayetler... Risalelerin başarısının bir sırrı da bu bence: Kur’an’ı hayatla tefsir etmek.
18 Ocak 2013 Cuma
Bütüne bakarken parçalardan olmak...
Yunus sûresinin 58. ayeti aslında ne büyük bir ayet. Fakat insan, hazine dairesinde gezerken, tek bir incinin güzelliği farkedemiyor çoğu zaman. Belki nevinin celali, fertteki cemali görmeye perde oluyor. Bizim de Kur’an’a bakışımız böyle, sorunlu. Kur’an’ı bir bütün olarak görmeye alıştığımız için, tek tek ayetlerin güzelliklerini görmeyi beceremiyoruz. Celal, cemale perde oluyor belki. Dikkatsiz nazar, perdeyi aşamıyor. Belki ondan da önce endoktre edildiğimiz kalıplar var. Belki...
Bu yönüyle Asr-ı Saadetten en büyük farkımız bence şu: Onlar, ayetleri tane tane, sûre sûre, nüzûl oldukça yudumladılar. Çölde yağmur bekler gibi ayet bekler oldular çoğu zaman. İftarı bekler gibi beklediler. Namaza durur gibi ayete muntazır durdular. Vahiy, onlar için beklenilendi. Biz böyle bir bekleyiş hiç yaşamadık. Neden mi? Sulak bölgelerin(!) ve zamanların(!) çocuklarıyız. Belki de bu yüzden suyun kıymetini pek bilmiyoruz. Onu hiç beklemedik çünkü. Yağmuru hiç beklemedik, özlemedik. Beklenmeyenin, özlenmeyenin kıymeti, elde edilince, bilinir mi?
Bediüzzaman, eserlerinde sık sık Ceziretü’l-Arab’a beraberinde gelmelerini teklif ediyor okurlarına. Hiç merak ettiniz mi, bunu neden bu kadar sık yapıyor? Neden burada, bu zamanda anlatmakla yetinmiyor da ‘başında izlemeye’ teşvik ediyor bizleri? Neden elzem görüyor?
Ben bunu biraz da Asr-ı Saadeti anlama metodu olarak algılıyorum. Saadeti anlamanın yolu, onu kitaplarla bu zamana taşımakta değil. “Şöyle olmalıyız, böyle yapmalıyız!” da değil. En azından sadece bu değil... Hayalen, aklen, mümkünse vicdanın katık olduğu empatik bir yolla o zamana gitmek lazım hakikî bir tahlil yapabilmek için. Bediüzzaman, o zamana, o coğrafyaya gitme teklifleriyle bunu öğütlüyor gibi geliyor bana. Yahut ben öyle anlıyorum.
İşte eserlerinin içinde Kur’an’ı parça parça tefsir etmesinde de bence böyle bir sır var. Bir nüans var. Biz Kur’an’ı bir bütün olarak okumaya alışığız. Nüzûl sırasına göre, Kur’an’daki sıralamasına göre bir bütün olarak dizilişini biliyoruz. Bu alanla ilgili bir sorunumuz yok.
Alışık olmadığımız, onu tek tek, parça parça, dağınık dağınık (bize göre) tefekkür edebilmekle ilişkili. Belki içinde oradan oraya, buradan buraya yolculuk edebilmekle ilintili. Bu yönde sıkıntılarımız var muhatabiyette. Biz Kur’an’a bir bütün şeklinde iman ediyoruz. Ama tek tek o incilerin ne kadar farkındayız? Yahut da incileri ne kadar inci biliyoruz? Doğrusu kendi hakkımda çok endişe ediyorum.
İşte Asr-ı Saadetten en büyük eksiğimiz bence bu: Onlar tek tek idrak ederek, iman ederek bu ayetleri okudular, hıfzettiler. Bizse hep bir apar toparlık yaşadık Kur’an’ın karşısında. Ne ayetlerin gelmesini bekledik, ne de olaylarla ilgisini kurabildik Asr-ı Saadetteki gibi. Hazır bir kitap olarak bulduk onu. Hazırcı kaldık. Üstelik ona varıncaya kadar da bir sürü başka kitapla muhatap olduk. Nasıl tarif etsem hislerimi? Bizim için Kur’an var, ama hayatlarımızda nüzûl sebebi yok bence. Hayatlarımızdan bu yüzden kopuk Kur’an. Çünkü içinde hayatımıza denk düşen noktaları seçemiyoruz. Derslerimizi alamıyoruz.
Acaba Bediüzzaman’ın tefsir metodu içerisine bu kadar kendi hayatını, hissini, geçmişini katmasının bir hikmeti de bu olabilir mi? Mesela İhtiyarlar Risalesi’nde sayfalar boyunca kendi kırılmaları, üzüntülerini aktarmasının; veyahut Hastalar Risalesi’nde kendisinin ve çevresindekilerinin yaşadıklarını aktarmasının böylesi bir hikmeti olabilir mi? Risaleleri okumak, Kur’an’ı hayatla bağlamanın pratik yolunu bizlere öğretebilir mi? Neden olmasın? Bana bu yönüyle de sırlı geliyor.
twitter.com/yenirenkler
Bu yönüyle Asr-ı Saadetten en büyük farkımız bence şu: Onlar, ayetleri tane tane, sûre sûre, nüzûl oldukça yudumladılar. Çölde yağmur bekler gibi ayet bekler oldular çoğu zaman. İftarı bekler gibi beklediler. Namaza durur gibi ayete muntazır durdular. Vahiy, onlar için beklenilendi. Biz böyle bir bekleyiş hiç yaşamadık. Neden mi? Sulak bölgelerin(!) ve zamanların(!) çocuklarıyız. Belki de bu yüzden suyun kıymetini pek bilmiyoruz. Onu hiç beklemedik çünkü. Yağmuru hiç beklemedik, özlemedik. Beklenmeyenin, özlenmeyenin kıymeti, elde edilince, bilinir mi?
Bediüzzaman, eserlerinde sık sık Ceziretü’l-Arab’a beraberinde gelmelerini teklif ediyor okurlarına. Hiç merak ettiniz mi, bunu neden bu kadar sık yapıyor? Neden burada, bu zamanda anlatmakla yetinmiyor da ‘başında izlemeye’ teşvik ediyor bizleri? Neden elzem görüyor?
Ben bunu biraz da Asr-ı Saadeti anlama metodu olarak algılıyorum. Saadeti anlamanın yolu, onu kitaplarla bu zamana taşımakta değil. “Şöyle olmalıyız, böyle yapmalıyız!” da değil. En azından sadece bu değil... Hayalen, aklen, mümkünse vicdanın katık olduğu empatik bir yolla o zamana gitmek lazım hakikî bir tahlil yapabilmek için. Bediüzzaman, o zamana, o coğrafyaya gitme teklifleriyle bunu öğütlüyor gibi geliyor bana. Yahut ben öyle anlıyorum.
İşte eserlerinin içinde Kur’an’ı parça parça tefsir etmesinde de bence böyle bir sır var. Bir nüans var. Biz Kur’an’ı bir bütün olarak okumaya alışığız. Nüzûl sırasına göre, Kur’an’daki sıralamasına göre bir bütün olarak dizilişini biliyoruz. Bu alanla ilgili bir sorunumuz yok.
Alışık olmadığımız, onu tek tek, parça parça, dağınık dağınık (bize göre) tefekkür edebilmekle ilişkili. Belki içinde oradan oraya, buradan buraya yolculuk edebilmekle ilintili. Bu yönde sıkıntılarımız var muhatabiyette. Biz Kur’an’a bir bütün şeklinde iman ediyoruz. Ama tek tek o incilerin ne kadar farkındayız? Yahut da incileri ne kadar inci biliyoruz? Doğrusu kendi hakkımda çok endişe ediyorum.
İşte Asr-ı Saadetten en büyük eksiğimiz bence bu: Onlar tek tek idrak ederek, iman ederek bu ayetleri okudular, hıfzettiler. Bizse hep bir apar toparlık yaşadık Kur’an’ın karşısında. Ne ayetlerin gelmesini bekledik, ne de olaylarla ilgisini kurabildik Asr-ı Saadetteki gibi. Hazır bir kitap olarak bulduk onu. Hazırcı kaldık. Üstelik ona varıncaya kadar da bir sürü başka kitapla muhatap olduk. Nasıl tarif etsem hislerimi? Bizim için Kur’an var, ama hayatlarımızda nüzûl sebebi yok bence. Hayatlarımızdan bu yüzden kopuk Kur’an. Çünkü içinde hayatımıza denk düşen noktaları seçemiyoruz. Derslerimizi alamıyoruz.
Acaba Bediüzzaman’ın tefsir metodu içerisine bu kadar kendi hayatını, hissini, geçmişini katmasının bir hikmeti de bu olabilir mi? Mesela İhtiyarlar Risalesi’nde sayfalar boyunca kendi kırılmaları, üzüntülerini aktarmasının; veyahut Hastalar Risalesi’nde kendisinin ve çevresindekilerinin yaşadıklarını aktarmasının böylesi bir hikmeti olabilir mi? Risaleleri okumak, Kur’an’ı hayatla bağlamanın pratik yolunu bizlere öğretebilir mi? Neden olmasın? Bana bu yönüyle de sırlı geliyor.
twitter.com/yenirenkler
16 Ocak 2013 Çarşamba
Asâ-yı Mûsâ üzerine...
Asâ-yı Mûsâ, Risale-i Nur külliyatı içinde sıfırdan telif bir eser değil. Daha önce duymamışlar için söylüyorum. (Okumuş olanlar zaten bilir.) O, derleme bir eser. İçerisinde Sözler’den, Şualar’dan, Lem’alar’dan bölümler var. Dizilimleri değişmiş sadece... Bu bölümlerin ait oldukları eserler dışında bir de neden burada bir araya geldiklerini, getirildiklerini kesin bir şekilde bilmiyorum. Kitapta da bu bilgi verilmiyor.
Hafızamı yokladım, hiçbir bilgi yok. Bediüzzaman’a ait tarihçelerde veyahut hatıra kitaplarında Asâ-yı Mûsâ’nın (diğer eserler varken) neden tertip edildiğine dair bir bilgi okuduğumu da anımsamıyorum. Fakat hemen kitabın girişinde bir alıntı var, müellif-i muhtereminden. Şöyle diyor orada: “(...) ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsâ’ya şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar’a şiddetle muhtaçtırlar.”
Buradan benim anladığım ise şu: Fen bilimleri tedrisinden geçmiş insanların bu eserde bir araya getirilmiş kısımlardan istifadesi daha ziyade olur. Klasik dinî eğitim almışların ise Zülfikar’dan istifadesi daha fazla olur. Yahut onlara sunarken bu kapılardan girmelerini teklif etmek daha doğru olur. Herkes kendine yakın bulduğu yerden başlamalı okumalarına...
Zülfikar artık basılmıyor sanırım. En azından ben görmedim. Çoğu Nur talebesi artık o eserin hangi eserlerin tertibinden oluştuğunu dahi bilmiyor. Bu eser, normalde, Mucizat-ı Ahmediye ve Mucizat-ı Kur’aniye Risalelerinin bir arada basılmış hali. Şimdi ikisinin ayrı ayrı baskısını pekçok yayınevinin yayınları içinde bulabilirsiniz. Fakat ikisini bir arada artık basmıyorlar. Neden terk edilmiş bu usûl? Onu da bilmiyorum. Demek ki, ne kadar eskirsen eski cemaatin içinde, her zaman sorulacak sorular kalıyor bir kenarda.
Esas konumuza gelelim. Ben Asâ-yı Mûsâ’yı sanıyorum sekizinci kez okumuş oldum böylece. Külliyatı gerçekten okumaya (daha evvel de şöyle bir bakmalarım olmadı değil) 2003 yılı itibariyle başladığım düşünülürse on yılda sekiz kez okumuşum bu eseri. Ama ilginçtir. Kitabın arkasında bir notuma rastladım. 2009 yılı itibariyle aldığım bir not. Şöyle yazmışım: “Bu dördüncü okuyuşum.” Eğer yanlış kalmamışsa aklımda son dört yılda her yıl bir kere daha okumayı başarmışım. Bu sevindirici. Yetmez ama evet türünden.
Asâ-yı Mûsâ, daha çok afakî tefekküre dair metinlerin tertibinden oluşmuş bir eser bence. İçerisinde yer alan kısımların neredeyse tamamı afakî tefekkürün öğelerini içeriyor. Bu yönüyle bu tarz tefekküre yatkın olanların üzerine eğilebileceği bir metin derlemesi olduğu söylenebilir. Veyahut daha sağlığında böyle bir düzenleme yapmasıyla Bediüzzaman’ın külliyat içindeki afak ve enfüs ayrımını ortaya koymaya çalıştığı da söylenebilir. Yahut biraz daha cesaretle baştaki Zülfikar ve Asâ-yı Mûsâ ikili önermesinden hareketle (mektep ve medrese kırılmasını da hesaba katalım) eserlerinde her iki kesime de hitap edecek bölümler olduğuna işaret ediyor olabilir. Esas nedeni ne olursa olsun, bu ikili ayrımda birşeyler var. Bu terkip birşeyler öneriyor olmalı bizlere...
Ben bu eseri Söz Basım külliyattan okudum bu sefer. İstifadeli de bir okuma oldu. Altında kelime açıklamaları da var. Metni okumayı epey kolaylaştırıyor. Çok detaya girmeyeyim, girsem çıkamam. En iyisi kitabı alınca en arkadaki mektupları okuyun, sonra dönüp en baştan okumaya başlayın. Öyle daha etkileyici olabilir. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Her bir parçası bir inci olan böyle bir kitabı anlatmak gecenin bir yarısı pek güç geldi. Kolaycılık yapmış olayım. Beni affedin.
Hafızamı yokladım, hiçbir bilgi yok. Bediüzzaman’a ait tarihçelerde veyahut hatıra kitaplarında Asâ-yı Mûsâ’nın (diğer eserler varken) neden tertip edildiğine dair bir bilgi okuduğumu da anımsamıyorum. Fakat hemen kitabın girişinde bir alıntı var, müellif-i muhtereminden. Şöyle diyor orada: “(...) ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsâ’ya şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar’a şiddetle muhtaçtırlar.”
Buradan benim anladığım ise şu: Fen bilimleri tedrisinden geçmiş insanların bu eserde bir araya getirilmiş kısımlardan istifadesi daha ziyade olur. Klasik dinî eğitim almışların ise Zülfikar’dan istifadesi daha fazla olur. Yahut onlara sunarken bu kapılardan girmelerini teklif etmek daha doğru olur. Herkes kendine yakın bulduğu yerden başlamalı okumalarına...
Zülfikar artık basılmıyor sanırım. En azından ben görmedim. Çoğu Nur talebesi artık o eserin hangi eserlerin tertibinden oluştuğunu dahi bilmiyor. Bu eser, normalde, Mucizat-ı Ahmediye ve Mucizat-ı Kur’aniye Risalelerinin bir arada basılmış hali. Şimdi ikisinin ayrı ayrı baskısını pekçok yayınevinin yayınları içinde bulabilirsiniz. Fakat ikisini bir arada artık basmıyorlar. Neden terk edilmiş bu usûl? Onu da bilmiyorum. Demek ki, ne kadar eskirsen eski cemaatin içinde, her zaman sorulacak sorular kalıyor bir kenarda.
Esas konumuza gelelim. Ben Asâ-yı Mûsâ’yı sanıyorum sekizinci kez okumuş oldum böylece. Külliyatı gerçekten okumaya (daha evvel de şöyle bir bakmalarım olmadı değil) 2003 yılı itibariyle başladığım düşünülürse on yılda sekiz kez okumuşum bu eseri. Ama ilginçtir. Kitabın arkasında bir notuma rastladım. 2009 yılı itibariyle aldığım bir not. Şöyle yazmışım: “Bu dördüncü okuyuşum.” Eğer yanlış kalmamışsa aklımda son dört yılda her yıl bir kere daha okumayı başarmışım. Bu sevindirici. Yetmez ama evet türünden.
Asâ-yı Mûsâ, daha çok afakî tefekküre dair metinlerin tertibinden oluşmuş bir eser bence. İçerisinde yer alan kısımların neredeyse tamamı afakî tefekkürün öğelerini içeriyor. Bu yönüyle bu tarz tefekküre yatkın olanların üzerine eğilebileceği bir metin derlemesi olduğu söylenebilir. Veyahut daha sağlığında böyle bir düzenleme yapmasıyla Bediüzzaman’ın külliyat içindeki afak ve enfüs ayrımını ortaya koymaya çalıştığı da söylenebilir. Yahut biraz daha cesaretle baştaki Zülfikar ve Asâ-yı Mûsâ ikili önermesinden hareketle (mektep ve medrese kırılmasını da hesaba katalım) eserlerinde her iki kesime de hitap edecek bölümler olduğuna işaret ediyor olabilir. Esas nedeni ne olursa olsun, bu ikili ayrımda birşeyler var. Bu terkip birşeyler öneriyor olmalı bizlere...
Ben bu eseri Söz Basım külliyattan okudum bu sefer. İstifadeli de bir okuma oldu. Altında kelime açıklamaları da var. Metni okumayı epey kolaylaştırıyor. Çok detaya girmeyeyim, girsem çıkamam. En iyisi kitabı alınca en arkadaki mektupları okuyun, sonra dönüp en baştan okumaya başlayın. Öyle daha etkileyici olabilir. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Her bir parçası bir inci olan böyle bir kitabı anlatmak gecenin bir yarısı pek güç geldi. Kolaycılık yapmış olayım. Beni affedin.
30 Aralık 2012 Pazar
Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...
“İstanbul’a geldim, gördüm
ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba
nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme
olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle
şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman
Said Nursî, İçtimaî Reçeteler
Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya
öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de
tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste
söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım
gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha
bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık
hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)
İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak
demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü
bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre
kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi.
Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.
Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en
çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi
müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu
yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir
yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı
almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir
katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel
beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.
Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de
tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından,
bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde
yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin;
sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için
adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader
sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan
hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde,
hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu
anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.
“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli
eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak
olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot
oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin
Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın
yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki
ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:
Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler
taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık
olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve
söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta
yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz.
Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması
gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış
şekline bakıyor.
İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal
Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White,
Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı
dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında
yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi
gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir
heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara
ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.
Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki;
her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak
hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması.
Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini
masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek
veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek
zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi
eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim
uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda
olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.
Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel
anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var)
karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok
açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını
özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr.
Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap
hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak
gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları
işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum.
Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...
22 Aralık 2012 Cumartesi
Kürt alınganlığı: Bediüzzaman’ın seyyidliği üzerine...
Bundan birkaç ay önce bana deselerdi ki: “Bediüzzaman’ın seyyidliği belgelerle ispatlanacak ve bunun üzerine cemaatin içinde büyük tartışmalar çıkacak!” Ölsem inanmazdım. Bırakınız tartışma çıkmasını, bunun “Biz zaten hep söylüyorduk!” tarzında yadırganmamasını beklerdim. Ama geldiğimiz noktada durum ne oldu? Tam tersi oldu. Neden? Bence cevabı belli: Sürecin doğru yönetilememesinden. Eğer süreç doğru yönetilseydi, hiç bunları konuşmadan hayata dönebilirdik. Birbirimizi tebrik edip Bediüzzaman’ın mevcut tarihçelerine bu belgeleri ekleyebilirdik.
Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:
Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.
İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. (Ben de dahil.) Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.
Müfit Yüksel Hoca’nın Yenişafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklanığı düşünülebilir mi?
Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.
Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”
Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.
Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.
Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:
Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.
İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. (Ben de dahil.) Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.
Müfit Yüksel Hoca’nın Yenişafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklanığı düşünülebilir mi?
Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.
Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”
Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.
Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...