12 Şubat 2014 Çarşamba

Fatiha'nın şefkati

Fatiha’ya ‘Kur’an’ın annesi…’ diyor ya aleyhissalatu vesselam, bence o ‘anne’ lafzı altında sırlı bir teşbihe de işaret ediyor. Çünkü kanaatimce; Fatiha, yalnız Kur’an’ın değil, insanlığın da annesidir. Yani en az annesi kadar şefkatlidir ona. En az annesi kadar, onu düşünür. Kalbini, saadetini, akıbetini sorar. En az onun kadar (elbette ondan fazla) kalbini sarar.

Mesela; ben ne zaman Fatiha’yı tefekkür etsem, baştan sonra Rahman ve Rahîm olanın tesellilerinden örülmüş bir metin görürüm. Daha başta, besmeleyle başlayan bu vurgu, devamındaki her ayetin içine sinmiş gibi gelir bana. Mesela; ‘malikiyevmiddin’e.

Ne demek malikiyevmiddin? ‘Din gününün sahibi.’ Peki ‘din günü’ ne demek? Kimisine göre ahiret günü burada kastedilen, kimisine göre hesap günü, kimisine göreyse ceza/mükafat. Hangisi olursa olsun, hepsinde aynı merhametli mana var: Kaybolup gitmiyorsun yani. Batıp mahvolmuyorsun. Gitmeler sadece zâhirde. Ölmeler, yine öyle.

Zâyi etmeyecek seni merhametli sahibin. Herşeyin bir hesabı var, hesaplısın. Görülmüyor (Ondan ötürü) ve görünmüyor (senden ötürü) değilsin. Aksine, ince ince hesaplanıyor olansın. Nazarından hiçbirşey kaçmayanla muhatapsın. Görmezden geliniyor değilsin. Üzülme. Gözden kaçmayansın.

Ve ödenecek bedeli kötü olanın. Ve alınacak hediyesi, iyi olanın. Bunların hepsi hakikat. Hayalin kaçmasın fena kuyularına. Korkmasın. Bir önceki ayette Rahman ve Rahîm olarak tanıtan kendisini (c.c.), seni hiçliğe göndermeyecek. Belki de ‘Rahman ve Rahîm’ demekle bulunduğu vaadi—evet, Zatın kendine taktığı her isim aynı zamanda vaaddir—tattırıp sonra elinden almakla (hâşâ) yalana kalbetmeyecek. Sevgisini, nefrete dönüştürmeyecek.

İnsansın en nihayet. Fıtratını kabul et: Bir kaydı ve dolayısıyla devamı olmasa yaşananların, elinden şekeri alınan çocuk gibi olursun, küsersin. (Ki küsmek, çabuk tedavi edilmezse, sevgiyi nefrete kalbeder bir zehirdir.) Kendisini sevdirmeye âlemleri hamdedilecek şeylerle donatan Zat-ı Zülcemal, neden elinden ansızın çekip alarak nefret ettirsin?

‘Errahmanirrahim’ ile hesap gününün bu kadar ilgisi var. Hatta o kadar ilgisi var ki; Kur’an’ın annesi, sana Allah’ın merhametini Rahman ve Rahîm isimleriyle anlatır anlatmaz, acabaların/korkuların silinsin diye, hemen ardından onu zikrediyor. Endişene merhem sürüyor. Tıpkı bir annenin çocuğunu teselli edişi gibi: “Şimdi addaya gitti, ama geri gelecek…”

Bazen diyorsun ki: “Her rekatta aynı sûreyi okumakta ne mana var? Yani bu kadar tekrar fazla değil mi?” Asıl ben sana sorayım şimdi arkadaşım: Bir çocuk; annesine, merhametine, annelik hakikatinin şefkatine, şefkatin hakikatine ne kadar muhtaçtır? Bunun açlığına bir durak, doymak var mıdır?

Çocuk seksen yaşına da gelse, çocuktur. Annesi, onun arkasındaki dağdır. Varlığını hissetmekle rahatsız olmaz. Sen neden ‘Kur’an’ın annesini’ her rekatta tekrar etmekten ve günde beş vakit bu tekrarı tekrar etmekten sıkılıyorsun? Asıl bu garip değil mi? Varlıkta keşfedilmemiş hikmet, eşyanın eksikliğinden değil, eksik nazarındandır. Bakışını düzelt arkadaşım, baktığın zaten düzgün.

11 Şubat 2014 Salı

‘Kendileştirmek’ bir insan hastalığıdır

Bilmem katılır mısın, şöyle bir zannım var: İnsan, kâinata, esma penceresinden bakmazsa; kendi isimlerinin gözlüğünden bakıyor. Bir gözlük de sayılmaz bu. Şeffafiyeti hatarlı, renkli. Algısı yanlı, seçilmiş algı. Düpedüz atgözlüğü! Yanlış ve yanıltıcı. İnsana ve kusurlarına dair ne varsa, gözlüğü de onlar bürüyor. Bu gözlükte; nazarın, metodun sorunlarını aşabilmesi mümkün değil. Çünkü ‘şahid olan’ hodbin. Kendisini tenzih derecesinde beğeniyor. Yani hem hâkim, hem mahkûm. Hem müşteki, hem savcı.

Böyle herkesin bulunduğu konumdan razı olduğu bir makamda yeni şeyler söyleyebilmek mümkün mü? İşte benmerkezci insanın açmazı da bu galiba: Metodun hem koyucusu, hem uygulayıcısı, hem mahkûmu olma. Kendi ayaklarını, kendi ellerinle ve iplerinle bağlama. En büyük derdimiz bu. Nefsimiz emmare, emrediyor; biz nâçâr, çaresiz takip ediyoruz. Lakin bir taraftan da emreden yine biziz. Emreden olduğumuzdan emîrcesine keyif alıyoruz bu hazin halden. Bizdeki saadet bir ahmak sultanlarda var, bir de safdil meczuplarda.

Esma ile bakmamaktan ödenecek bedel ne? Bediüzzaman ‘kafa feneri’ benzetmesi yaparak eleştiriyor üç yerde bu nazarı. Kafa feneri, bence tam da benim ‘isimlerimizle bakmak’ dediğim şeye karşılık geliyor. Artık çevremizdeki herşeye bizdeki kusurları yansıtarak bakmaya başlıyoruz. Hırsızsak, herkese azıcık ucundan çaldırıyoruz. Günahkârsak, herkese birazcık bulaşsın istiyoruz. Yalancıysak, yine öyle.

Nasıl anlatmalı bunu? Mesela diyelim ki; biz tekrarı ‘hikmetle’ yapmıyoruz. Anlamı düşünmüyoruz. Hatta tekrar ettiğimiz çoğu şeyi hikmetsizliğe varır bir ziyadelikle (yani israfla) yapıyoruz. O zaman onu böylece abesleştiren aslında biz oluyoruz, öyle değil mi? Fakat sonra, bu hiç böyle değilmiş gibi, israf-ı tekrarımızdan gelen bu kusuru; tekrarın bizzat kendisine yükleyerek, fiilin kendisini abesleştiriyoruz.

Tekrar=abes haline geliyor dünyamızda. Arkasından da varlıkta tekrar eden herşeyi abes görüyoruz. Bu genelleştirme ve ‘kendimizleştirme’ hastalığı böylece sürüp gidiyor. Kainatta hiç varolmamış bir kusur, kusurumuzu genelleştirmemizle, kainata sirayet ediyor. Herşey kusurlanıyor. Fakat kusur nesnenin kendisinde değil, farkettiğiniz gibi, bizim nazarımızda. Gördüğümüz renge bürünüyor dünya.

Bütün bunları neden anlattım? Varmak istediğim yer, tekrarat-ı Kur’aniye idi aslında. Onların ilkine dair birkaç eksik kelam edecektim. Fatiha’nın başına götürecektim sizi. Besmeleyle başladıktan sonra—Rahman ve Rahîm olan Allah’ı zikrettikten sonra yani— neden bir ‘elhamdülillahirabbilâlemin’ mesafesinin ardından ‘errahmanirrahim’i tekrar ettiğimizi düşündürecektim. Zira nicedir içimde sakladığım, hissimden kaynaklı şöyle bir teorim var:

İnsan, övülmeye değer şeyleri âlemler Rabbine teslim ettikten sonra çok çıplak kalıyor. Evet, aynen böyle. Ayetin bana hissettirdiği aynen bu: Hiçbirşeysiz kalma, yani çıplaklık, yani üşüme, yani yalnızlık, yani buna benzer şeyler. Elimi nereye koyacağımı, ayağımı nereye basacağımı bilememe. Böyle bir hal. Böyle bir Allah’ın karşısındasın yani. Herşeyin Onun elinde olduğu; senin sanıp güvendiğin herşeyin aslında Onun olduğu bir Rabbin karşısındasın. Bu güzel birşey. Fakat acayip korkutucu birşey. O kadar acizsin ki. Nasıl teselli olacaksın? Muhtaç olduğun Zat, sana muhtaç değil ki! Nereye koyacaksın ellerini? Koyacak yerin yok. Nereye dayanacaksın? Güvenecek yerin yok. Hepsini teslim ettin. Bir hamd ile asıl sahibine teslim ettin.

İşte bu teslimiyetin ardından; o çıplaklığın ve üşümenin ardından, insan, içini ısıtacak teselliye muhtaç. Gerçi besmelede Rahman ve Rahîm kapısından girmişti içeriye. Fakat bu birinci giriş, hiç hamddan sonraki ikinci söyleyiş gibi olabilir mi? Besmelede hâlâ sen vardın. Sende olan birşeyler vardı. Bir hamd ile hepsini terkettin. Bütün âlemlerdekini terkettin. Şimdi tekrar Rahman ve Rahime varış, bir ayet önceki gibi olabilir mi?

Çok uzattım, biliyorum. Dikkatinizi çekmek istediğim şey aslında; esma ile bakmak kainata, kendi isimlerimizle/sıfatlarımızla değil. Kendimizleştirmeden bakmak yani. Bu çok önemli. Çünkü ‘kendileştirmek’ yaman bir insan hastalığıdır. Güzel bir nesne bırakmaz kainatta, hepsinden iğrendirir. Nefret edilesi hale getirir. Hamd ile terk et ki yükünü arkadaşım; tekrar yola başladığında ‘ismim’ diyeceğin, perde bir zannın kalmasın. Hepsi Allah’ın olsun ve sen de bu sayede kendi kusurlu isimlerinle değil, Onun esması ile bak kâinata! Bana daha önceleri talim-i esmaya dair birşeyler sormuştun. Cevabımın birazı, okuduklarının birazıdır.

10 Şubat 2014 Pazartesi

İnsanın canını en çok 'taşıyamadıkları' acıtır

Elhamdülillah demek, nefes almak gibi, rahatlatıcı. Yahut ciğerlerine dolan havayı bir anda özgür bırakmak gibi, saadet vesilesi. Başkalarına da böyle geliyordur tahmin ederim, çünkü çoklarının, içindeki manayı tefekkür etmeden, sırf rahatladıklarını en fıtrî bir şekilde beyan edebilmek; ciğerlerinde kalan havayı, kalplerinde kalan sıkıntıyı dışarıya atıp kurtulduklarını gösterebilmek için onu söylediklerine şahit oldum. Bunu ya ‘elhamdülillah’ diyerek, ya ‘oh’ çekerek, yahut da yalnız ‘Allah’ ism-i celilini telaffuz ederek yapıyorlardı. Önceleri bunu h’nin kerameti sanmıştım.

Hakikaten, ciğerlerden gelen havanın, vatan-ı aslîsi olan semaya dönüş coşkusunun ifadesine en yakın harf gibi geliyordu bana, h. Hatta bu coşkunun şiddetindendir ki, önünde engel kalmıyor, sadece geliş yolunun kenarlarına sürterek çıkardığı ses birikiyordu kulaklarda: ‘hhhhhh...’ İlginçtir, ‘hayat’ kelimesi de bu harfle söyleniyordu. Allah’ın bu gücünü tarif için kullanılan ismi de ism-i Hayy’dı. Buna farklı bir ilave olarak: Bediüzzaman’ın hava ayetinin sırlarını anlattığı nüktesinin ismi ‘hüve’ydi. Hüve Nüktesi’ydi.

Fakat durun, nerelere gittim ben! Bunu konuşmayacaktım aslında sizinle. Benim hakkında mubahese etmek istediğim, hüve’nin veya hayat’ın h’si değil; hamd’ın h’si idi. Zaten başta elhamdülillah ile de bu yüzden giriş yaptım. Dakikat gerek: Abes ile hikmet arasında mesafe yalnız bir israfçıktır. Mübalağa ile aşılır. Tâli olana aşırı vurgu, aslolanı abesleştirir.

Anlattıklarım laf kalabalığı gibi görünse de, sonrasında kalemime dolanacaklarla ilgileri var. Hepten hikmetsiz olmadı girişim. Çünkü ben hamd’ın da tıpkı elhamdülillah derken verilen nefes gibi rahatlatıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Zira biliyorum ki; övünülecek herşeyin asıl sahibine terki, aynı zamanda, insan için kalbini avuçlayan ağırlıkların da terkidir. Ve insanın canını en çok taşıyamadıkları, yani ‘mış gibi’ yaptıkları acıtır.

Sevmemeli insan iltifatları. Taşıyamadıklarını sevmemeli. Zaten iltifat konusunda evvelden beri insana karşı bir miktar güvensizim. Kanaatimce iltifat, birtakım insanlar için sizi ‘borçlandırma’ yöntemidir. Dikkat edin, kim size azıcık iltifat etse, hakkını veremediğinizi açıklıkla beyan etseniz bile, bir süre sonra iltifatının hesabını sormaya başlar. Karşılığını ister.

“Çok iyi birisiniz!” dedi mesela. Veya “Çok cömertsiniz!” Siz de bunu bir gaflet anında kabullendiniz. Bundan sonra o kişi sizden iyilik istediğinde, yapmayacak olursanız, bu hanenize “Elinden gelmedi” olarak değil, “İyi adam değilmiş!” olarak yazılır. İnsanlar, iltifatları konusunda pek amansızdır. Ederken emin, meyvelerini almak noktasında pek acelecidirler. Neyi, kime atfederek övüyorlarsa, aslında sırtına yük atarlar. İltifat kamburu ederler başkalarını. Onlar da bu yükü kaldıramadıklarını açıkça beyan edecek kadar mütevazi değillerse (burada mütevazi yüce gönüllüye değil, akıllı ve gerçekçi olana karşılık geliyor) o vakit bir ömrü tasannu ile yaşarlar. ‘Mış gibi, miş gibi’ yapar dururlar.

Ben o yüzden, namaza başlarken, daha doğrusu namazın başlarında Fatiha’ya başlarken, âlemlerin Rabbine hamdedilmesini çok hikmetli bulurum. Nihayetinde namaz, kulun, hayatın/kesretin içinde bir nefes almasıdır. Mülkün, melekûtun varlığını hissetmesi, soluklanmasıdır. Elbette böyle bir nefes, bir rahatlama, önce üstündeki kurgu yükleri dünyada bırakmakla mümkün olabilir. Övgüye dair ne varsa hepsinin Allah’a ait oluşu, âlemlerin Rabbi sıfatını da zikretmekle, sadece yükünü değil, başkalarına yüklemekle kendine ve başkalarına yaptığın haksızlıkların da sıkletini bırakmaktır.

Kimi haddinden fazla övdün, bil ki; ona zulmettin. Kimi o övgülerine güvenip fazla sevdin, bil ki; kendine zulmettin. Onun olmayanı ona vermek ve kendinin olmayanı kendine almak, ikisi de hata. Bu hamdların hep iki yüzü var. Bir yanda üzerine yüklenen yükü bırakıyorsun, diğer yanda başkalarına haksızca yüklediğin yükleri omuzlarından alıyorsun. Tek âlem sen değilsin ki. Her insan başka bir âlem. Hatta insanlar sayısınca âlemler var da âlemlerin sayısı insanla sınırlı değil.

Akıllı olan adam görevi olduğu için değil yalnız, canı istediği için hamdetmeli. Çünkü zaten canı onu istiyor. Kâlubela bunu doğrular: Yani canın istediği de, mantıklı olan da, fıtrî olan da, mecbur olunan da Odur. Ah, arkadaşım; Allah kime, neyi sevdirse; muhtaç olduğu için sevdiriyor. Şimdi anladın mı ‘elhamdülillah’ dediğinde neden rahatlıyorsun? Neden hava, hürriyetine uçan güvercin gibi coşkuyla ciğerlerini terk ediyor? Herşey ne kadar ahenkli aslında. Huzursa, bu ahengin keşfi gibi. Uygun adım yürümek gibi. Hâlâ anlamadın mı?



9 Şubat 2014 Pazar

Kim özel olmak istemez?

Hani yalan olmasın, insan olduğumdan bence, yaratılışımın kuytu bir köşesinde özel olmak isterim. Vahdaniyetle herşeyi kuşatan Allah, Ehadiyetle bana özel baksın, isterim. Hem herkese benzemek bir şekilde (çünkü benzemek ünsiyettir), fakat bir yerlerde diğerlerinden ayrılmak isterim. Nasıl söylesem? Allahın, âlemlerin Rabbi olduğuna iman etmekle birlikte; "Rabbim!" diye andığım dakikalarda, geri kalan herşeyi ardımızda bırakarak, aramızda ayrı/özel bir hukuk olsun isterim.

Kim istemez ki? Hepimiz insanız. Serde bencillik, serde aşk var. Mesleğimiz onun üzerine olmasa da fıtratımızın bir kısmı onun üzerine. Aşk, üçüncülere katlanır mı? Maşuku anarken, durup bir de masivasın hatırlamak var mı aşkta?

Ortaya çıkmamış istidatlar da bazı zaman kesik uzuvlar gibi sancır bence. Bir zamanlar var olduğunu, belki hâlâ bir şekilde (daire-i ilimde, imam-ı mübinde vs.) var olduğunu hatırlatır. Bu özel olmak arzusu da bir yerlerde aşk'ın hâlâ var olduğunu hatırlatıyor bana. Onun inhisar arzusu; sevmek namına, emek namına, bilmek namına, merak namına, hayalde görmek namına ne varsa alıp bir noktaya odaklanması, yabancım değil.

Kapılmak istemiyorum, ama diğer yandan, Allah'ı Ehadiyetini çağrıştırır isimlerle çağırmak, Vahdaniyetine dair esmayı kullanmaktan daha tatlı geliyor. Daha bir yakın oluyoruz sanki. Hele ki yalnızken. Herşey bir, ben birken. Ne yapayım, ancak insanım. Böylesi zamanlarda Yunus peygamberim gibiyim: Deniz, balık ve karanlık ittifak ettiğinde aleyhimde, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet görünsün isterim. Sıradışı birşeyler olsun isterim.

Besmelede biraz bu var sanki: Vahidiyetten çıkıp Ehadiyete varmak! Allah'ın, Allah içre Rahman da olduğunu, Rahman içre Rahim de olduğunu hatırlatıyorsun kendine. İsimden sıfata, sıfattan şuunata gidiyorsun. İsimde herkes muhatap, şuunatta biraz daha birebir. Her saat muhtaçsın bunu anımsamaya. Çünkü kayboluyorsun. Kesret, Hz. Yunus'un üzerine üzerine geldiği gibi, senin de üzerine üzerine geliyor. Sıkılıyorsun.

Onların arasında, kendine has okumalar eşiğinde, özel bir dünyan olduğunu biliyorsun. Belki en yakınlarının bile habersiz olduğu bir dünya bu. Âlemin, senin renginde. Sen karamsarsan, âlem de karamsar. Sen iyiysen, o da iyi. O âlemle, diğer âlem arasında kopuşlar olduğunda Allah'ın o âleme Ehadiyeti ile tecelli etmesini bekliyorsun. Bir hususi imdat belki. Bir küçük teselli. Bir tevafuk. Bir güzel rüya. Yüzüne gülümseyen bir bebek. Omzuna konan bir kelebek... Bir şekilde yani, Allahın, (hâşâ) seni unutmadığını ve zaten Onun katında unutmak diye birşey olmadığını unutmamak istiyorsun. Kerametin çokluğu, bu açlığın şiddetinden geliyor belki.

Rahman'dan Rahim'e gelirken bu var. Rahman, herkese merhamet eden; Rahim, sana özel rahmet tecellileri de bulunan. Bediüzzaman'ın arşı ferşe bağlayan demesi boşuna değil. Bir içine girebilsen, göreceksin ki; herşeyin sahibi, aynı zamanda Rahim, yani kesrette seni ihmal etmiş değil, sana özel tecellileri de var. Mutlu oluyorsun o zaman işte. Bencillik değil, muhtaçlık kastedilen. Sanki âlem çıkmış aradan, bir sen ve bir de Rabb-i Rahim'in kalmış. Bunun aklına gelmesiyle aklın başından gidiyor adeta.

Ben demiyorum ki; Allah, ancak böyle bilinir. Fakat insanız. İnsan bazı şeylerin kendisine özel olmasını isteyendir. Kıskançlık, bir nevi bunun delilidir. Mesleğimiz bunun üzerine olmasa da fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Bu arada kendimce Rabbimi tarif etmeye bir yol buldum. Fezlekem bu olsun: Kalbimin sahibi o Allah'tır ki, varlıklarının birisine has tecellileri olması, diğerlerine de has tecellileri olmasını engellemez. Hepsini idare etmesi, birisinin özel hukukunu ihmale sebebiyet vermez. Evet, benim Rabbim, tam da böyle bir ilahtır. İşte bu yüzden: "Kalbim, Rabbimin aynasıdır, arşıdır."

8 Şubat 2014 Cumartesi

Durmak gerek...

Durmak gerek. Düşünmek için durmak gerek. Herşeyin bir ‘ol’ hızıyla aktığı şu kâinatta ‘batıp gidenlerden’ olmamak için durmak gerek. Durmayı neden bu kadar önemsiyorum? Çünkü durmak, an’ı yaşamaktan çok, an’a şahit olmaya karşılık geliyor. Allah, dalgınlığımızı bir ayıraç gibi bırakmış zamana, ömrümüze. Kimden miras bilinmez, şu kadim zannımız yanlış: Dalgınlık, gaflet değil. Gaflet başka birşey. Gaflet unutturuyor. Dalgınlık unutturmuyor, aksine uğruna dalınacak, hayattan kopulacak birşeyler olduğunu hatırlatıyor. Dalıyoruz, düşünüyoruz, bir nevi akıştan (akanların körlüğünden) kopuyoruz.

An’a şahit olmak, yani tefekkür etmek, onun varlığında (ve aynı anda kendi içinde) bir derinliğe ulaşmak. Bir beşinci boyut belki. En, boy, derinlik ve zamandan öte… Bir beşinci boyut. Esma boyutu. Esma sayısınca boyutlar. Esma renginde paralel evrenler. Açılan yeni yeni kapılar. Yeni yeni görülenler. Yeniden, ama farklı görülenler. Aslında aynı şey, ama bir yönüyle farklı şey. Vahidiyet: Aynılık. Ehadiyet: Farklılık. Kelime oyunu yapmıyorum sana. Bütün bu kıvranmalarım hakikati tarif etmekte zorlanışımdan.

An’a şahit olmak, ‘görmek ve göstermek için’ yaratılanın da varlık amacına işaret ediyor. Biz neden varız? Belki de sırf şahit olmak için. Değiştirmek için değil, zaten dönüşüyor olanın dönüşümünü görmek için. Dahlolmak için. Belki de bu yüzden teslimiyet kapısından girişimiz ‘şahadet’ getirmekle oluyor. Bir şahadet getiriyor ve yola çıkıyoruz. Yola çıkarken andığımız nişan gösteriyor ki, yol boyunca yapılacak olan da budur.

Müslümanlık; yani imandan sonra, gereği olarak vücuda gelmesine vesile olduğumuz herşey, bir şahit olma yolculuğudur. Şahit ola ola ve şahit oluna oluna bir süreç yaşamaktır İslamlık. Seyretmek ve aynı anda seyredilmektir. Sonra bu şahitlikler âlemi (âlem-i şahadet) derlenir, toparlanır; onlardan yeni bir âlem yaratılır. Bir melek, tebessüm ederek, elhamdülillah deyişini kaydeder mesela. Sonra o kayıtlı elhamdülillah’tan âlem-i beka’da bir sürü şey yaratılır. Cennette de inşaallah onlara elhamdülillah dersin. Kem lafızların da, fiillerin de hali böyle. Hepsi bir buğday tanesi aslında, ekiyorsun ism-i Hafîz tarlasına. Rahmet yağınca, bire beş, bire on, bire sonsuz veriyor. Nasibin varsa, topluyorsun. Nasibin de dalgınlığın miktarınca.

Sen sanıyor musun melek kardeşler yalnız puanlama yapıyorlar. Hayır, hayır, onlar bizim an’larımıza da şahitlik ediyorlar. O kadar şahidi var ki, yaşananların; hiçbir şeyimiz sır kalamaz. Sırrı olmayan yerde sen de imanını sır gibi kalbinde tutamazsın. İlla ‘bir cam fanus içindeki nur gibi’ etrafını ışıkta bırakır. Herkes görür sende onun şuaını. Fakat şaşırma: Sen kendine çok yakınsın, belki göremezsin. Zira birşeye uzak olmak körlük nedeni olduğu gibi, çok yakın olmak da körlük nedenidir. Senin yüzün, gözüne o kadar yakındır ki, onu görmez. Bir ayna bulamasa, göz, kendi güzelliğini takdir edemez.

Neden güceniyorsun Hz. Azrail efendimden? Ölürken yanında bir şahidinin olması, ruhunun emanetini ona bırakman, onu canına şahit tutman, tekrar dirilmek adına ‘hoş güzel’ bir ümit değil mi? İnsan, yabancısı bir memlekete yolculuğa çıkarken bir tanıdık bulsa karşısında ve en değerli eşyasını da ona bıraksa, ondan gücenir mi?

3 Şubat 2014 Pazartesi

Çok kimlikli olmanın kökenleri 10: Tasdikten tasavvura dönüş

‘Çok kimlikli olmanın kökenleri’ yazıları, benim nicedir açlığını duyduğum, ‘birisi yazar’ diye beklediğim bir alana tekabül ediyor aslında. Gülen Hareketinin, Risale-i Nur mesleğinden ayrıldığı noktalar ve bunların sonuçları üzerine bir basit yazı dizisi. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır, fakat nihayetinde birşeylerin altını çizmeye çalıştığı için değerli. Altını çizdiği şeylerle, daha sonra kendisinden sanılmakla Nurlara sürülecek bir çamuru, onun pâk teninden silmeye çalışıyor. Ve Metin Karabaşoğlu, Yusuf Kaplan, Senai Demirci gibi birkaç isim hariç, kalem oynatmaya/söz söylenmeye korkulan bir alanda, daha sonraki kuşaktan birisinin de bu yönlü itirazları olduğunu göstermeye çabalıyor. Hem de ortaokul-lise yıllarını camianın içinde geçirmiş ve hâlâ iş/aile bağları dolayısıyla onlarla organik teması kesilmemiş birisi tarafından yapılıyor bu eleştiriler. Uzaktan bakan birisinin sözleri değil.

Bu farkları göstermek neden ehemmiyetli? Bu sorunun cevabıyla başlayalım. Öncelikle; Gülen Hareketi, kendisini, Bediüzzaman’ın Risale mesleğinin devamı ve hatta emanetinin bu zamandaki sahibi olarak görüyor. Hatta bu noktada cemaatin sahip olduğu kurum/kişi sayısı üzerinden Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş talebelerin dahi onu anlayamadığı tarzı bir argüman üretiliyor. İçten içe “Allah bizi galip/çok kıldı. Çünkü Bediüzzaman’ın emaneti aslında Hocaefendi’de!” tarzı, şer’i anlamda dayanaksız, belki ancak rüyalara ve bazı mistizm yüklenmiş şeylere zorla dayandırılabilen savlara sahipler. (Örneğin; Bediüzzaman’ın babasının ismi Mirza, Hocaefendi’ninki Ramiz. İkisi de aynı harflerle yazıldığından... gibi.) Hatta bazı uydurulmuş menkıbelerle/hatıralarla da besleniyor bu anlayış. Bazı örneklerini daha evvelki yazılarımda vermiştim. Tekrar etmeyeceğim.

Bu aslında Gülen’in kurnazlığı bence. Bediüzzaman’ın bu topraklarda sahip olduğu temiz miras üzerinden kendi mesleğini inşa etmenin bir yolu. Hocaefendi, bu miras üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışmasa, böyle geniş kitlelere ulaşabilir miydi? Mümkün değil. Çünkü çoğu yerde ona yol verenler, oralarda Nur hizmetini yürütenler oldu. İzmir’de başlattığı hareketi ele alalım mesela. Mustafa Birlik abi gibi, o bölgede zaten etkin hizmetler yürüten birilerinden destek almasa, Gülen bu noktaya gelebilir miydi?

Yargılanırken Nurculuğunu inkâr etmesi ve ardından kendi yolunu çizmek için yaşadığı ayrılık. Bundan sonrası aslında Gülen ve takipçilerinin kimliklerindeki büyük kırılmanın başlangıç noktasıdır. Gülen, o andan sonra, her zaman iki kimliklidir. Bir yönüyle Bediüzzaman’ın hizmetinin bu zamandaki söz sahibidir(!); diğer yanda ise, kendisinin Bediüzzaman’la irtibatını anlatan bir yazıda (ki kendi sitelerinde de yer almaktadır bu yazı) söylendiği gibi; Risale-i Nur, onun okuduğu kitaplardan bir kitaptır ve sırf onu okuduğu için Nurcu sayılmamalıdır. Çünkü o çok başka isimleri de okumuştur.

Buradan başlayan kırılma, daha sonra Gülen’in ele aldığı her kavram veya ideoloji karşısında iki dilli konuşmasına neden olmuştur. Gayrı neyi elinize alsanız, en aşağı iki Gülen bulursunuz karşınızda. Batı’yı eskiden beğenmez, çok sert eleştirir; ama sonra beğenir, hatta orada yaşar. Okumak için başını açmaya önceleri şiddetle karşı çıkar, ama sonra fürûat deyip fetva verir. Doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse edip Kemalizmi bitirecek adam gibi alttan alta tanıtmasına rağmen kendisini, sonradan Mustafa Kemal’e hoşgörüyle bakılmasını ister. Hatta din dostu görmeye başlar. Daha bunun gibi her neye el atsanız, Gülen’in iki hatta daha fazla yüzüyle, kimliğiyle ve söylemiyle karşılaşırsınız. Mavi Marmara’da büyük puntolu beyanatlar verip “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” diyen adam, Gezi olayları başladığında otoritenin adını bile anmaz. Hatta eylemcilere cesaret verecek argümanlar kullanır.

İşte ben de bu çift dilli yerleri, hassaten Bediüzzaman’ın takip ettiği omurgalı yoldan ayrıldığını noktalarda teşhis etmeye çalıştım bu yazılarla. Bir yandan Bediüzzaman’ın mirasçılığı savunulurken aslında onun mirasına nasıl ihanet edildiğini göstermeye gayret ettim. 10.’sunu yazıyorum bugün bu yazıların. Başlarken 5 tane yazmayı planlamıştım. Sonra 7 oldu. Sonra 10. Daha da yazılabilir. İnşaallah ileride daha sağlam yazılarla ve daha ince araştırmalarla yapanlar da çıkacaktır. Benimkisi onların girizgâhı kabilinden birşey belki. Ön adımlardan birisi.

Kurumların kutsallaşması, istiğna mesleğinden uzaklaşma, kemiyetin (niceliğin) yükselişi, şebperestlik, Kemalizmin içselleştirilmesi, kişi merkezlilik, seçilmişlik algısı, abilerin ağalaşması ve dindarların memurlaştırılması... Bunun yanısıra yazılmasını arzu ettiğim, ama kendim yapmaktan vazgeçtiğim birkaç şey daha var. Mesela; ‘tedbir’i nasıl izzetsizliğe, dönekliğe ve bazen de casusluğa varır bir tarzda yorumladıkları ve uyguladıkları; ama Bediüzzaman’ın nasıl bunun tersi izzetli bir tedbir anlayışına sahip olduğu üzerinde durmak isterdim. Yine ‘istişareyi’ nasıl asıl manasından uzaklaştırıp avamın iradesini ellerinden alma/yönlendirme aracı olarak kullandıklarını da yazmak istiyordum. Ve yine Bediüzzaman’ın metinleri tefekkür ve marifet odaklıyken, Gülen’in metinlerinin hareket ve aksiyon odaklı olduğu üzerine birşeyler karalayacaktım. Fakat inadım bitti. Son bir tanesini daha ele alıp bu seriyi burada bitirmek istiyorum. Altın Nesil meselesi...

Altın Nesil ilginçtir bence. Çünkü ortaya çıkışı aynı zamanda Fethullah Gülen’in Nur hareketinden ayrılıp kendi yolunu çizdiği döneme rastlar. Gülen, 1975’te, İzmir’de Altın Nesil konferansında onu şöyle anlatır: “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz...”

Daha başka metinlerde, Altın Nesil, Mehmet Akif’in Âsım’ı, Tevfik Fikret’in Haluk’u gibi şeylere de bağlanır. Fakat burada asıl ilginç olan; Gülen’in bu Altın Nesil’inin Kur’an’da ve sünnette bir dayanağı olmayışıdır. Yani ışığını onlardan almaz. (Yukarıdaki örneklendirmelerde de misaller Yunanlılar, Hristiyanlar ve Alevîler üzerinden yapılır.) Belki yukarıdaki örneklere yakın, ahirzamanda gelecek bir kişiden, bir Mehdi’den sünnet içre bahsedebilebilir. Fakat yine de topyekûn bir Altın Nesil idealinin içinin sünnetten beslendiği söylenemez. Çünkü İslam’da, müslümanlık, şu an yaşanamayacak, ancak ileride bir Altın Nesil’in hakikatine erebileceği birşey değildir. İslam’ın işi bugünledir. Bugünün hakkını vermek iledir. Yarın ise takdir-i Hüda’ya bırakılmıştır. Yarın gelecek bir nesil uğruna bugünden vazgeçilemez. Hatta eğer bir Altın Nesil’den bahsedilecekse, buna layık ancak Asr-ı Saadet dönemi olabilir. Çünkü onlar zamanlarının hakkını en çok verenlerdir.

Burada bir nefes alalım. Sizi Orwell’ın Bir Peri Masalı: Hayvan Çiftliği kitabına götürmek istiyorum. Okuyanlar bilirler, ama azıcık anlatayım: Aslında eser, fantastik bir öykü içeriyor. Çiftlik şartlarından rahatsız olan hayvanlar, en zekileri domuzların başkanlığında direnişe geçiyorlar ve çiftliği ele geçiriyorlar. Daha sonraları ise çiftlik içinde, kendi aralarında yaşadıkları olaylar, tüm hayvanlarını etkileyen yönleriyle aktarılıyor. Acı, kandırılma, ihanet, fedakârlık, hayaller, hayaller. Daha iyi bir gelecek için bugün çektirilen çileler, sonuç için süreçte yapılan fedakârlıklar. Daha güzel günler görmek hayaliyle yola çıkan devrim, en nihayet daha kötü bir düzene ulaşmış olarak sonlanıyor.

Ben de işte Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Fedai haline gelebiliyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Düpedüz masal bu çünkü. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Vesayetin yerine vesayet geçiyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Yalnızca Batının sorunu değil kandırılmışlık. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar. Bakıyorsunuz; her sapkın ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Bugünü görmezden getiren bir ütopya. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır...” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur ve akılla kestirilir bir yolda koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, altın nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece. Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Yoksa onun derdi, müminin bugününün rıza dairesi içinde yaşanması mı? Yarınları ise tevekkülle Onun takdirine bırakması mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince. Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz. Birileri her zaman bizden ütopyaları için bugünden vazgeçmemizi istiyor.

Bence Gülen’in ‘sapmaları’nın en büyük nedenlerinden birisi de bu: Tasdik yerine tasavvuru yerleştirmesi. Bir hayal uğruna hakikatten tavizler vermesi. Halbuki bu yol, husulumeşkuk bir sonuç için, süreç içinde kırılmalara neden oluyor. Olup olmayacağı Allahın takdirinde birşey için bugünden vazgeçebiliyorsunuz böylece. Ve tâbilerinizi de böylece köleleştirebiliyorsunuz. Çünkü ütopya köleleştirir. Yarın için bugününüzü ister sizden. Afyondur, zincirdir. Her ütopya bir yalancı cennettir. Önden giden atlı olmanızı ister. Fedai olmanızı ister. Fakat sonra yola çıktığınız yerden ne kadar sapmış olduğunuzu farkettirmez. Çünkü ‘hareket’ odaklıdır. Düşünmeden deli gibi hareket. Hareket odaklıdır Gülen’in düşünce dünyası. Bediüzzaman gibi sürecin her an tefekkürle sorgulandığı bir alana karşılık gelmez. Sürekli aksiyon ister ki, düşünmeye fırsat kalmasın. Yapılsın, yapılsın, yapılsın. Sonu düşünülmeden ve sorgulanmadan yapılsın.

Bu da bir çok kimliklilik yaratır işte. Yarın için bugünden vazgeçenler, bugün girdikleri her şekli de yine aynı yarın adına savunur hale gelebilirler. Artık her omurgasızlık ve kıvrılma, “Bir hikmeti vardır!” uyarısıyla içselleştirilebilir. Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısında çok güzel yakaladığı ve örneklendirdiği gibi; onlar süreci sorgulayan Hz. Musa olmak niyetinde değillerdir çünkü. Sonuç odaklı Hz. Hızır mesleğindedirler kendilerince. Fakat ulu’l-azm olan Hz. Hızır değil, Hz. Musa’dır. Yolu daha makbul olan Hz. Musa’dır. Hatırlarsınız, hatırlatırsınız, ama hatırlamazlar. Ütopyaların peşinde koşmak çok şehvetlidir çünkü.



29 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 9: Dindarların memurlaştırılması...

“İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok ‘itaat adına’ işlendiğini görürsünüz.” C. P. Snow

Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:

“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”

Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.

Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:

“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”

Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.

Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.

İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.

Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:

“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”

Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:

“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”

Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:

“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”

Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:

“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”

Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:

“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”

Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:

“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”

Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:

“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”

“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”

“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”

“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”

Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:

“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”

“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”

Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:

“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”

“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”

Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...

Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.

Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!

En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.

Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.

Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.

Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...