10 Haziran 2014 Salı

Bir tahrik aracı olarak: bayrak

Bediüzzaman Hazretleri, Yasin sûresinde geçen "Biz peygambere şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da!" ayetini, 13. Söz'de tefsir ederken şöyle der: "Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir." 25. Söz'de, aynı ayetin izahına bir ilave yapar: "Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnîdir." Külliyatın içinde başka bölümlerde de, bu ayetin penceresinden, şiir ve Kur'an ayetlerinin kıyaslandığı yerler bulunmaktadır:

"Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de ayetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir."

Nereden alıntı yaparsak yapalım, hakikat mesleğince sınandığında, şiirde birçok nakiseler bulunabildiği muhakkaktır. Belki de bu yüzden Fuzulî, meşhur gazellerinden birisini şu mısra ile bitirmiştir: "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Ben, şiir konusunda tereddütle hareket etmeyi ise Arif Nihat Asya'dan öğrendim. Onun öğretmesiyle değil ama, ondan ibret alarak. Hem de meşhur Bayrak şiirinden. Gerçi ona varmadan evvel, sabık düzende, Atatürk'e yazılmış pekçok mizanı şaşmış metin bulunabilir. Fakat ben, Arif Nihat Asya'nın, biraz da muhafazakâr kesime tatlı gelen bir isim olduğu için, bu yazıda dikkat çekilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum. Şiirinde takıldığım bölüme gelirsem: "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım." Görüldüğü üzere Arif Nihat Asya, bayrağına duyduğu şiddet-i muhabbetten, ağyara dönük şiddet-i husumete varmıştır bu mısralarda. Hatta öyle bir husumet büyümüştür ki içinde; bayrak için, günahsız kuşlara bile saldırmayı düşünmektedir artık.

İş şiirde kalsa iyi. Bu Bayrak şiirinin başka bir fonksiyonu daha var. Ne vakit bu ülkede bayrak eksenli bir gerilim yaşansa, hemen paylaşım sitelerinde, duvarlarda, okullarda, her yerlerde bu şiiri görmeye başlarsınız. Herkes bayrağına kendi gözüyle bakmayanın mezarını kazmaya, selam çakmayan kuşun dahi yuvasını bozmaya azmetmiş halde Asya virdini tekrar etmeye başlar. İyi de, bir mümin olarak sormak gerekir, acaba bu şiddetli bayrak muhabbetinin Kur'an'da yeri var mıdır? Hem de âlem-i İslam'ın dahi parça parça olduğu, ulus-devletlere döndüğü bir çağda? Bir bayrağın bin bayrak olduğu zamanlarda? "Vatan sevgisi imandandır" hadisi(!) gibi bu da mı şimdiki ulus-devlet/milliyetçi algılar ekseninde okunmalıdır? 14 asır evvel olmayan şeyler ekseninde yani?

Neyse, İslamî sorgulamayı şimdilik bir kenara bırakalım. Bu bayrak olayının enteresan başka yanları da var. Bizde bayrak, bir huzur vesilesinden ziyade, bir baskılama aracı olarak kullanılır. Örneğin; resmi bayram günlerinde (halk otobüslerinde bile) bayrak takma mecburiyeti vardır. Daha gergin zamanlarda, eğer takmazsanız, size cezayı halk bile uygulayabilir. Bunun bir benzerini, Clint Easwood'un yönetmenliği yaptığı Iwo Jima’dan Mektuplar filminde görmüştüm. Orada da, II. Dünya Savaşı sırasında, Japon komutanlarının, bayrak konusunda halka uyguladıkları baskıyı anlatan sahneler vardı. Demek bu ağır bayrak sembolizmi, daha doğrusu bayrağın bu denli kutsallaştırılması, biraz da asker kökenli rejim sahibi olmak ile ilgili. Ki, eğer ilgili yasa değişmediyse, Türk bayrağı yapma yetkisi bile askerî kurumlardan alınacak izne tâbiydi. Lisedeki Milli Güvenlik derslerimden böyle birşey öğrendiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Markar Esayan'ın Şimdinin Dar Odası isimli roman çalışmasını okuyanlar, 6-7 Eylül olayları sırasında elleri bayraklı eşkıyaların nasıl Ermenilerin/Rumların evlerini, dükkanları basıp oraları yağmaladıklarını anımsarlar. O günlerde herkes evinin penceresine bayrak asmak zorundadır. Hatta gayrimüslim komşularını korumaya çalışan müslümanlar da ellerine birer bayrak alıp onların evlerinin kapısında beklerler. Demek isterler ki: "Burası bir müslüman evi, burayı basmayın." Bundan yıllar önce, Eskişehir Hapsindeyken, Bediüzzaman Said Nursî de böylesi bir bayrak tahrikine maruz kalır. Cezaevi müdürü, onun Kürt kimliği ve rejimle sorunlu duruşu nedeniyle, izzetini tahrik edebilmek için koğuşunun penceresine kocaman bir bayrak astırır. Bediüzzaman'ın bu olaya tepkisi, hiç beklediği gibi çıkmaz:

"Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: 'Bu kahraman hoca bize lâzımdır.' Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır."

Zaman geçer, bayrağın fonksiyonu değişmez. Bazen Ermeni okullarının üzerinde, normalde diğer okullarda rastlanmayan bir vurguyla önplana çıkarılmış görürsünüz onu. Bazen de devlete yönelik eleştirisi olduğu düşünülen toplulukların mümkün mertebe gözlerine batacak yerlere asılıyken. (Dindar, Kürt, gayrimüslim veya Liberal.) Hatta, sosyalmedyayı kullananlar hatırlayacaktır, Van'a gönderilen yardımların içine bile bayrak konması mevzubahis olmuştur. Maksatsa, Kürtlere, deprem vesilesiyle vatan sevgisini öğretmek gibidir. Fakat asıl maksat, geçmişte Kürt kimliğine sahip bazı kesimlerin bayrağa karşı gösterdikleri edepsizliğin hesabının sorulması, en azından buna bir gönderme yapılmasıdır.

Aslında PKK/BDP/KCK çizgisinde, yıllardır çeşitli vesilelerle bayrağa karşı gösterilen saygısızlık (yere düşürülmesi, Nevruz'da çocukların çiğnemesi, yakılması veya en son olayda olduğu gibi gönderden indirilmesi) çok kötü bir milliyetçilik taklididir. Arkasındaki kafa aynıdır: Türk milliyetçileri bunu her yere bayrak asarak yaparlar, Kürt milliyetçileri de bayrağı indirerek. Aslında her iki davranış şekli de birbirinin amacını doğrular şekilde gelişmiştir. (Hatta bir kısım İslamcı eylemlerinde Amerika veya İsrail bayrağı yakılması da buna dahil edilebilir.)

Sanıyorum bu noktada Kürtlerin de, bu kısırdöngüden kurtulmak için, Bediüzzaman'ın yolunu izlemeleri gerekiyor. Onun rejime uymak veya herşeyini reddetmek arasında bırakıldığı seçimde, bu seçime razı olmayıp üçüncü bir yol bulması; yani bayrağı sahiplenip kusurlarıyla rejimi reddetmesi, bence Kürtler için de genel bir davranış modeli olabilir. Ancak bu noktada Türklerin de artık bayrağı karşı tarafın damarına basma aracı olarak kullanmaması lazım. Bu vatanı hep beraber kurduysak bayrak hepimizin. Fakat şu da var: Hangi bayrak bir insan hayatından daha kıymetli olabilir? Devletler, sistemler, bayraklar insan içindir. İnsanlar onlar için değil. Eşref-i mahluk olan insandır, bayrak değil. Fabrika ayarlarımıza dönmek için meselelere daha sık Kur'an ekseninde bakmamız gerek.

4 Haziran 2014 Çarşamba

Yer'in Yapı'ya Söyledikleri: Estetik mi, Ahlak mı?

Geçtiğimiz cumartesi günü, SETA'da, 'mimarlık' konulu seminerlerin ikincisinde, kızı Emine ve damadı Mehmet Öğün'den, merhum Turgut Cansever Hocanın mimari düşüncesini dinledik. (Serinin ilk semineri, iki hafta kadar evvelinde, Sadettin Ökten Hoca tarafından verilmişti. Ve mimarinin 'medeniyet tasavvuruyla' ilişkisini anlatıyordu.) Cansever Hoca'nın sağlığında projesini görüp onay verdiği, Bodrum'daki Amanruya Oteli mimarisi üzerinden aktarılan bilgiler, Yer'in Yapı'ya Söyledikleri başlığı altında izleyicilere sunulmuştu. Tabii şunu başlarken kabul etmek gerek: Cansever Hoca gibi bir derya-misalin, bir seminerde, mimariye dair çok az şey bilen küçük kaplarımıza sığabilmesi mümkün değildi. Ancak yine de hem Mehmet Bey'in hem de Emine Hanım'ın, arkasından yürünecek ve eşliğinde yeni okumalar yapılabilecek bir bakışaçısı eğitimini o birkaç saatte başarıyla verdiklerini düşünüyorum.

Peki, bu seminerde ne anlatıldı, neler öğrendik? Her insan bir âlemdir ve böylesi her âlem, dışındaki âlemin kendi renginde/özgü bir yansımasından oluşur. Benim bu seminerde ilk öğrendiğim şeyse şuydu: Kendi âleminin rengi ne kadar cazibedar olursa olsun, ona kapılıp dışındaki âlemin uyumunu bozma. Sıradışı olmaya çalışıp, uyumlu olanın güzelliğini ıskalama. Şeyh Galib'çe ifade edecek olursam: "Her renge boyan da renk verme." Dışında olanın 'herkese ait olan' olduğunu unutma. Hem belki bunun da üstünde düşün: Tevhidî bak âleme. Herşey büyük uyumun birer parçası. Kendi renginin güzelliğine kapılıp o büyük uyumun dışına çıkmaya çalışma. Evet, salt bilgi naklinin ötesinde, bir bakışaçısı ve belki bir ahlak öğüdü olarak aldığım ders buydu Cansever mimarisinden.

Daha başlarken Mehmet Bey'in geleneksel mimarimizin en bariz özelliği olarak altını çizdiği 'çevreyle uyum' gözetilmesi gereken ana öğelerden birisiydi. Hatta bu noktada Mehmet Bey; "Tüm özellikleriyle bir Süleymaniye yapıp onu şu an'a koysanız, bu geleneği yaşatmak olmaz, ancak taklitçilik olur" diyerek; geleneğe hürmetkâr, fakat kendini yenilemekten de aciz olmayan bir mimari dilinin hedeflenmesi gereken şey olduğunu söyledi. Yani birebir biçimleri almaktan/kopyalamaktan ziyade, o biçimin arkasında öze gitmek. Elbette geleneğin de tecrübeler inbiğinden geçmiş, yani test edilmiş güçlü içeriğini yadsımadan yapmak bunu.

Emine Hanım, bu gelenek anlatısı üzerine, Cansever Hoca'nın çizgisinde, mimarilerinde dikkat ettikleri detayları anlattı: "Özellikle biçim ve malzeme tercihlerimizde; o biçim veya malzeme, mimariyi oluşturduğumuz ortama gökten indirilmiş gibi durmaması lazım. Uyumlu olması lazım." Bu uyum penceresinden bakmakla gözükebilecek birçok detaya da, sunumunun ilerleyen kısımlarında yer verdi. Mesela; Amanruya Oteli'nde kullandıkları bitkileri bile, yine o çevrede bulunan, yerel bitki tercihleriyle yaptıklarını; genelde park ve bahçelerde yapıldığı gibi yöre açısından sıradışı sayılabilecek tropikal şeyler seçmediklerini, bunun sebebinin de yine 'uyum' olduğunu söyledi. Binaların yüksekliğinin, sırasının, açısının, renginin, malzemesinin bile coğrafyanın eğimiyle ve rengiyle bağlantılı olduğunu; bunun da yine uyumla ilintili birşey olduğunu aktardı ve ekledi: "Bizim mimari önerimiz; yerin gerçekliğini reddetmeden, tevuza ile varolmaya bir çağrı."

Buraya bir parantez açacağım, çünkü seminerin bencileyin en büyük kazanımı burada oldu. Farkettim ki: Hem Mehmet Bey, hem Emine Hanım, sunumları boyunca, mimariyi ahlakla bağladılar. Mesela; bir yerde Mehmet Bey; "Burada kullanılan her biçim, her malzeme gerçek. Hiçbir biçim, hiçbir detay insanı kandırmaya yönelik değil. Taş görülen her yerde taş kullanıldı. Kaplama falan yapılmadı. Ahşap görünen her yer gerçekten ahşap, kandırmaca yok..." diyerek mimari ile dürüstlük arasında bir bağlantı kurdu. Emine Hanım, birçok yerde uyumun altını çizerken aynı zamanda bunun tevazu ile varolmak olduğunu söyledi. Hatta Ahmet Hakan'ın bir köşeyazısında, otele yönelik aydınlatma eleştirisi bile; "Bizim otelimiz, öyle şıkır şıkır, 'Ben buradayım!' diye bağıran bir yapı değil" diye cevaplayarak aydınlatmada bile kibri değil, böyle bir tevazuyu gözettiklerini aktardı.

Bu anlatılanları da dinleyince, ister istemez, şunu düşündüm: Ahlakı sadece sosyal hayata veya ibadet hayatına münhasır görerek onu sınırlandırıyor muyuz? Öyle ya, eşyanın kendisinde hikmeti, tevazuyu ve dürüstlüğü görüp, onun üzerinde kendi elimiz işlerken ortaya çıkan şeyde bunları aramamak gaflet sayılmaz mı?

Bu açıdan Dücane Cündioğlu gibi kimi isimlerin 'estetik' merkezli, bana bir yönüyle seçkinci gelen mimari dilinin, Mehmet ve Emine Öğün Hocaların dilinde (veya Cansever Hoca'nın ekolünde demeliyim) nasıl da ahlak üzerinden temellendirildiğini ve böyle bir anlatımın nasıl da mümin için içselleştirilebilir olduğunu farkettim. Elbette tevhidî bakışla, büyük uyumun parçası olan insan, bu varlığın içinde eserleriyle varolmaya çalışırken de onla uyumlu olmalı, ondaki hikmeti gözetmeli, onun kadar tevazu sahibi olup, sıradışı olmanın kibrine veya faydacılığın menfaatperestliğine düşmemeliydi. Sanırım sırf aldığım bu bakış açısı dersi için bile hocalarıma ve dolayısıyla SETA'ya teşekkür etmem gerek.

Bitirirken bir not: Bizim din tedrisatımızda mimarinin ahlakla veya esma ile bağlantılı bir tefekkürünün olmayışı, acaba eşya ile sorunlu bir zühd mesleğinin getirisi olabilir mi? Eğer böyleyse bile: "(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden 'Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır' sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var..." dersiyle artık eşyanın bu yönünü de tefekkür etmekten kaçınmamamız lazım.

Mimari içinde tevhidî bakışı yakalamak, kainatla ve fıtratla uyumlu olmak, farkındalığına varmamız gereken bir eksik. Bu yönde ciddi bir tefekkür açlığımız var. Eserlerimiz de yine sırf bu nedenle sorunlu. Bu seminerler dizisi, bana hem yeni bir bilgi, hem yeni bir nazar, hem de ikisinden kıymetli yeni bir açlık öğrettiği için büyük keyif aldım. (Bu arada: Önümüzdeki cumartesi bu seminerler serisinin bir yenisi daha var. İstanbul'da olanların kaçırmamasını tavsiye ederim.)

1 Haziran 2014 Pazar

"Bu iş Tayyib'i asmadan bitmez!"

"Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler." Bakara sûresi, 47'den.

Taraf tutmadığımızın ilk delili, ben'imizi tezkiye etmemek. Hatamıza 'hata' deyip oradan başlamak. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Belki tevbenin tedavi ediciliği de buradan kaynaklanıyor. Tevbe ediyorsan, tarafını tutmuyorsun demektir. Gezi'nin ilk günleri içimde hep bir pişmanlık olarak kalacak galiba. Gerçi ne yaptım birkaç twit yazmaktan, birkaç kelam etmekten başka? Ama olsun, yine de hatırlayınca hayıflanıyor insan. Saflığına, hamlığına kızıyor. Fakat hüsnüzan etmek günah mı?

Bazı zamanlar olmalı. Aptallıkla arasında ince bir sınır var, gözetmeli. Güven, körebe oynamak demek değildir. Kiminle hareket ettiğine bakmalı. Sağında solunda kimin olduğuna, karşısında kimin kaldığına dikkat etmeli. Bazen haklılık böyle sınanır.

Ben ilk üç günü Gezi'yi böyle okuyamadım. Bir 'sivil itaatsizlik' eylemi olduğunu düşündüm. Kararında kalacağını tahmin ettim. "Oh, ne güzel, halkımız hakkını savunmayı öğreniyor!" diye sevindim. Meşru hükümete karşı bir kalkışma olduğu aklımın ucundan bile geçmedi. Lokal ve çabuk biticek birşeydi zannıma göre. Uyanmamı sağlayan ise, ikinci gününün akşamında, bir gezizekalının metrobüste havalı havalı söylendiği şu cümle oldu:

"Bu iş Tayyib'i asmadan bitmez."

Jeton düştü. Anladım kime, kimi teslim ettiğimi. Kimin hakkında hüsnüzan edip, kime güvensizlik beslediğimi. Ve birden "Artık mazide kaldı" diye düşündüğüm korkularım tastamam uyanıverdi. Nasıl bir uyanış? Tüm kökenleriyle! Bu ülkede 'beyaz' olmayanlara yıllar yılı yaşatılanlar geldi aklıma. Sonraki günler korkumu destekledi. Meğer hüsnüzan ettiklerimde hiçbir şey değişmemişti. Onlar yine enseköküme binmek için hazırdılar. Fakat ben gafildim: "Artık yapmazlar!" diyordum kendime. Yaparlardı, yapıyorlardı, eğer Erdoğan biraz gerilese yapacaklardı.

Süreç boyunca karşı taraftan neredeyse bütün arkadaşlarımı yitirdim. Neden? Üç günden sonra hak vermediğim için. O kadar amansızlardı ki, kendileri dizboyu hakaret ederken benim irademe; ben onların yıkımına kızınca büyük bir cürm üzre yakalamış gibi saldırıyorlardı. Karşı tarafta görüyorlarsa sizi etmedikleri itham kalmıyordu; ama siz onlara ederseniz düşman oluveriyordunuz. Üstelik seviyeniz, onların seviyesizliği yanında devede kulak bile değildi. Tahripçilerdi. Ve her tahripçi harekette olduğu gibi artık durdurulamıyorlardı. Birikmiş kini farkettim. Biz hâlâ en az 28 Şubat'taki kadar iki parçaydık. Hüsnüzan yerini itimatsızlığa bıraktı. Ölene kadar böyle kalacağımı tahmin ederim.

Severek okuduğum pekçok insan, düşünür, aydın kafayı yedi adeta. Ya ben deliriyordum ya onlar! Yazdıklarını, o yazıların arkasındaki kafayı tanıyamaz oldum. Birden şeytan olmuştuk onların gözünde. (Benzerisi Gülen Örgütü-AK Parti geriliminde tekrar yaşandı.) Erdoğan ve onun yanında duranlar, ona oy verenler; hepimiz şeytanlaşmıştık. Aşağılıktık. Haddimiz bildirilmeliydi. Sonra baktım ki; pekçokları da benim gibi düşünüyor. Onlar da enteresan bir Türkiye'ye uyandıklarını farketmişler, şaşırmışlar. "Bunlar bildiğimiz gibi değilmiş" diyorlar. "Hüsnüzan ettiğimiz kadar değişmemiş hiçbir şey." Şimdi, hepimizin, 've tevasav bilhakkı ve tevasav bissabr' mealinde tekrar ettiği cümle şu bir senedir: "Dik dur, eğilme!"

Bu yüzden Metin Karabaşoğlu abinin şu satırları okuduğumda içimde bozulan yapbozun parçaları yerlerini buldu gibi geldi bana:

"İtiraf edilsin: Birilerinin asıl problemi, dindar insanları kendisinden aşağıda görmek. Onları savunuyor haldeyken de bu böyleydi. Üstelik kendisi dindar değilken zayıf haldeki dindarı savunuyor olmak, onlara müthiş bir 'moral üstünlük' algısı ve duygusu veriyordu. Eyvallah etmeyen, kendi meselesini halletme becerisi geliştiren bu dindarlık, bu 'üstünlük' algısını berhava ediyor ve sinir bozuyor! Sekülerlerin seksen senede yapamadıklarını on senede yapabilen dindar görüntüsü de. Oysa 'dindarlar beceremez' diye görüyordu vasilerimiz. Nilüfer Göle gibi isimlerin dahi yaşıyor oldukları savrulma, bu bakımdan, zihinsel değil, duygusal bir temele sahiptir."

Ki benzeri bir tesbiti, geniş bir perspektifle Etyen Mahçupyan, Yüzyıllık Parantez isimli eserinde 'bir tür sosyal Darwinizm' diyerek yapıyordu. Ona göre de sekülerler kendilerini bilime daha müsait gördükleri ve geri bırakanı da dindarlık olarak kabul ettikleri için, doğal olarak kendilerini 'yönetmeye müsait olan' diğerlerini de 'tâbi olmaya mecbur olan' olarak görüyorlardı:

"Çünkü eğer sırf bilimle gerçeklik yakalanabiliyorsa, hakikate ulaşılabiliyorsa, bilime sahip olanların bilime sahip olmayanlara kıyasla doğal bir üstünlüğü var demektir. Laiklikle bunu birleştirdiğinizde de bilime sahip olmayanların kim olduğu belli; dindarlar. Dolayısıyla sekülerlerin dindarları yönetmesinin meşru olduğu bir anlayışı netice veriyor bu yaklaşım."

Bütün bunları böylesi tecrübeler ışığında okuyunca Bediüzzaman'ın, şu metinlerle bizde neyi inşa etmeye çalıştığını daha farklı bir boyutta anlamaya başladım:

"Ehl-i bid'a diyorlar ki: 'Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.'"

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız. (...) Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? (...) Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.
"

Biraz geç oluyor belki Üstadım ama, hayat sözlerinin altına takliden değil, tahkiken imza atmaya mecbur ediyor bizi. Bu bir sene de hep bunun dersleriyle geçti. Neticede biz de senin Kur'anî haykırışına geldik: "Allah nurunu tamamlayacaktır, zalimler istemese de..." Artık 'istemelerini' aramıyoruz.

30 Mayıs 2014 Cuma

Ayasofya cami olunca, Hristiyanlar nasıl memnun olacak?

Ayasofya konusunda neredeyse hepimiz aynı fikirdeyiz. Ayasofya açılmalı, yani tekrar ibadet mahalli olmalı. İnşaallah. Bunu dindar olan herkes istiyor. Daha geniş dairede düşünürsem 'sağ' diye isimlendirdiğimiz ideolojik kesim de bu gruba dahil oluyor. Milli Görüş çizgisinden gelenlerin, Ülkücülerin, Nurcuların, Nakşibendilerin, Kadirilerin, Şazelilerin, Rufailerin, hatta belki isimlerini daha duymadığım farklı dinî grupların da bu noktada ittifakı var. Hemfikir olmak bir açıdan güzeldir. Güç katar yapılan eylemlere. Fakat bana aldırırsanız, bir açıdan korkutucudur, çünkü aynı zamanda bu hemfikirlik 'o mesele hiç tartışılmıyor' demektir.

Hoş, sekülerlerin bu noktada mutlaka bize söyleyecek sözleri, yapacak itirazları vardır. Gezi parkındaki ağaç için dünyayı yıkan, Ayasofya'yı nasıl bizim insafımıza bırakır? Büsbütün de muhalefetsiz olduğumuz söylenemez bu nedenle. Ama Ayasofya gibi bir konuda naehil saydığımız bu kesimin sözlerinin bir kulağımızdan girip ötekinden çıkması kaçınılmaz. Onlar bu noktada bizde etkili olamazlar. Gezi'de söylediklerine aldıranımız çoktu. Ama bu noktada aldırmayız.

Bu yüzden kendi muhalefetimizi üretmemiz taraftarıyım. Neden mi bunu istiyorum? Çünkü bazı detayları yeterince tartışmadan süreç işliyor gibi geliyor. Örneğin; Ayasofya'nın açılmasını isteyen grupların tamamı, acaba aynı niyetle mi açılmasını istiyor? Veya hepsi aynı şekilde mi istiyor? Sonuçta olacak şey aynı şey olsa da 'isteyişin içeriği' ile sonucun sağlıklı oluşunun yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.

İşte bu içeriğe yönelik tartışma da ister istemez muhalefet demek. Birkaç gündür twitter'da konu hakkında yaptığım paylaşımlar bu noktada fikirlerimin tartışılmaya açık olduğunu gösterdi. Madem tartışacağız. Bunu, bu yazıyla yapalım. Öncelikle; kendim de bir Nurcu olduğum için, Nurcuların neden Ayasofya'nın açılmasını istediklerini, Emirdağ Lahikası'nda geçen, DP hükümetinden bunun talep edildiği iki metni alıntılamak suretiyle konuşmak isterim:

"Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım."

İkincisi ise şöyle:

"Ankara'ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik'i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur'un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya'yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik'i görmek istedim ve geldim."

Her iki metinde de dikkatimizi çeken şey (ilk metinde alıntılamadığım kısmı da katıyorum bu tesbite) Bediüzzaman'ın ilk arzu ettiği; büyük bir kısmı CHP'nin eski vekili olan DP'nin, CHP'den farklı olduğunu hem halka, hem de âlem-i İslam'a göstermesidir. Bu noktada öncekilerin devamı olmadığını ifade etmesinin yolu, öncekilerin yanlış ve yasakçı uygulamalarına son vermesidir. Bunlardan birincisi ezanın aslına dönmesidir, yapılmıştır. (Allah emeği geçenlerden razı olsun.) İkincisi Ayasofya'nın tekrar vazife-i kudsiyesine veya ibadet mahalline çevrilmesidir. Üçüncüsü ise Risalelerin serbestiyetinin ilan edilmesidir. Yalnız ilginç birşey, Bediüzzaman ikinci metinde sadece âlem-i İslam'ın teveccühünü değil, 'hatta bir kısım Hristiyan devletlerinin memnuniyetini' de zikreder. Peki, bir müzenin ibadet mahalli olması, yani bizim anladığımız şekliyle tekrar cami olması Hristiyan devletleri nasıl memnun eder? Bu sorunun pek de çalışmadığımız bir alana tekabül ettiğini düşünüyorum.

İki şekilde bunu sorguluyorum: Birincisi; şu an Ayasofya'nın tekrar cami olmasını isteyen gruplardan bazıları bunu gayrimüslimlerden rövanş alır gibi istiyor. Bazısı işi daha ileriye götürüp Batı'ya karşı kazanılmış büyük bir başarı olacağını düşünüyor. Bazısı ise bin yıllık Hilal-Haç mücadelesinin(!) köşetaşlarından görüyor bu meseleyi. Fakat Bediüzzaman'ın burada Hristiyan devletlere yönelik gösterdiği hassasiyet, onun bu talebinin bir gayrimüslim düşmanlığına veya Batı'ya karşı kazanılmış bir rövanşa tekabül etmediğini gösteriyor. Hatta bu konuda bedduası da sık sık alıntılanan Fatih Sultan Mehmed dahi aslında gayrimüslim hoşgörüsünde çağının çok çok önünde birisi. Kendisini Roma'nın mirasçısı olarak gören bir hükümdar Fatih, sadece müslümanların değil. Bu iki kimlikten herhangi birisi üzerine bina edilmiş gayrimüslim düşmanlığı eksenli bir Ayasofya açılması arzusunun bu açıdan bakınca sağlıklı bir dayanağı yok.

Tabii kullanılan argümanları görmezden gelerek bana "Ne alakası var gayrimüslim düşmanlığıyla bu işin?" diyebilirsiniz. Fakat biraz meselenin yakın tarihini bilenler, Türkiye'de ilk kez 1950 yılında yapılan fetih kutlamalarının nasıl çığırından çıkıp 6-7 Eylül olaylarına sebep olduğunu da bilirler. Bu noktada müslim-gayrimüslim gerilimi üzerine kurgulu bir Ayasofya talebinin sonuçları itibariyle iyi yerlere gitmeyeceği de düşünülebilir. Belki bizzat bu endişeyle Bediüzzaman, âlem-i İslam'ın teveccühü yanında bir kısmı Hristiyan devletlerin memnuniyetini de söylemiştir.

Burada da hemen bir parantez daha açıp, ilgili taleplerinin hiçbirinde Bediüzzaman'ın Ayasofya'nın cami olmasını 'cami' ifadesiyle talep etmediğini, ibadet mahalli ve vazife-i kudsiyesine çevirmek gibi ikincil bir yorumla cami anlaşılacak tabirler kullandığını görüyoruz. (Ayasofya camii dediği yerlerse, tarihsel kimliğiyle bahsettiği yerler.) Bu, fıkhî zeminini çok bilmemekle birlikte, şöyle bir soru akla getiriyor: Acaba Bediüzzaman'ın hayal ettiği şey, iki din mensuplarının da kendilerine ayrılmış bölümlerde ibadetlerini yerine getirebildikleri bir mekan mı? Dediğim gibi, fıkhî zeminini bilmiyorum. Ayasofya içinde bir oda, bir bölüm de Hristiyanların ibadetine açılsa, bunun dinde bir sorun teşkil edip etmediğini tartışmalı. Fakat diğer yandan 'acaba' diyorum, "Bediüzzaman'ın 'bir kısım Hristiyan devletlerin memnuniyeti' dediği şey, böyle birşey mi?"

Yani müzeden camiye değil yalnız, iki dinin mensuplarının da ibadet edebileceği bir ibadethaneye çevrilerek, onların da dindarlarının (ve de Ortadoks devletlerinin) desteğinin alınması mı? Nihayetinde şu bir gerçek ki; Bediüzzaman, mücadele ettiği cepheyi Hristiyanlardan ziyade ateizm ile ilişkilendiriyordu. Hatta yine Risalelerde Hristiyan ruhanîlerle birlikte ehl-i ilhada karşı koymaya dair, yani iki din dindarları arasında bu yönlü bir ittifaka dair metinleri bulunuyor. Ayasofya, böyle bir çalışmayla, bu ortak mücadelenin sembolü olamaz mı? Benimkiler sadece soru elbette. Ama üzerinde konuşulmaya değer geliyor. Bu arada şuna da hazır olmalı: Biz böyle diyoruz diye muhtemelen beraber istediklerimizin bir kısmı da bize cephe alacak... Çünkü onlar Hristiyanlara karşı zafer peşindeler. Memnuniyet meselesi onları da gerebilir. Dedim ya başta: Aynı şeyi istiyoruz ama aynı şekilde değil.

29 Mayıs 2014 Perşembe

İhlas çoğu zaman 'parçası olmakla' mutlu olmaktır

"Muhakkak ki Biz sana kitabı hak ile indirdik. İbadetini ihlâs ile Ona yönelterek sadece Allah'a kulluk et. Bilin ki, şirkten ve riyadan uzak hâlis din Allah'a mahsustur." Zümer Sûresi: 39:2-3

Girin cümlelerimin koluna istirham ederim. Sizi, 20. Lem'a'nın başındaki 'mühim ve müthiş bir suale' götürmek isterim: "Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?" Bediüzzaman'ın bu suali aktarmasının ardından verdiği ilk tepki, yazdığı ilk cümle ne kadar içten ve ciğeri yanan bir insanın halidir:

"Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz." Ve devamında gelir beyanlar, fakat bir saniye! Bu beyanlarda bir iş var: Bediüzzaman, bu beyanlar boyunca, İslam adına hiçbir kötü seciyeyi kabul etmez veya reform istemez. Aksine; aslın temizliğine ve seciyenin paklığına dikkat çeker. Bütün 'sebep'lerin ilk satırları bir müdafaa gibidir bu yönüyle. Asl'ın savunmasıdır. Peki yanlış/kötü olan nedir? Neden bütün bu ayrılıklar yaşanmıştır? Okudukça farkedersiniz: Yanlış olan; 'iyi' olanın, 'tek olmayı' ve 'bütünü' istemesidir.

Burası beni alıp Ene Risalesi'ne de götürür. Orada Bediüzzaman'ın; "Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder..." demesi, yani; marifetimiz için, birşeylere sahip olma tevehhümünü sağlayan yetimiz enaniyetimizin, yoldan çıktığında, kendisinin bireysel gücünün yetmediğini düşündüğü yerlerde türü, sınıfı, cemaati veya milleti adına birşeyleri sahiplenmeye başlaması, asabiyete yol açması; sahiplenme ve asabiyet arasındaki doğru orantıyı da görmemizi sağlar.

Bireysel sahiplenmeler 'kibir'i doğururken, toplu (veya topluluk adına) sahiplenmeler de 'asabiyeti' doğurur. Nitekim; kulluğun girişi 'Allah adına' başlamaksa bir işe, ahiri de 'Allah'a hamd ederek' her övgüyü, dolayısıyla sahiplenmeyi, ona bırakmaktır. Yani salih amelin iki ucunu konuşursak: Başı; Onun adına ve adıyla yapıyorum'dur. Sonu; bunu yapmak ancak Onun gücüyle oldu ve bu aslında Onundur'dur.

21. Lem'a'ya gelelim: 20. Lem'a gibi yine bir İhlas Risalesi. 20'de Bediüzzaman, güzel niyetlerle ve seciyelerle de olsa, bütünü istemenin veya bütüne tek başına sahip olmayı arzulamanın zararlarını anlatırken; 21'de artık bizi birşeye ikna etmeye çalışır: "Bütünün sahibi olmaya çalışma, parçası olmakla mutlu ol!" Evet, 21. Lem'a'nın her bir parçası bir 'parçası olmayı öğrenme' dersi verir müminlere. 'İştirak-i emval' ve 'iştirak-i sanat' gibi kavramlarla bizi tanıştırmasından tutun, 'istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin'e kadar her bir parçası bu Risale'nin, mümini, büyük hakikatin yalnız parçası olmakla mutlu olmaya çağırır. Cemaat grupları içre okumalarda olduğu gibi küçüklerin kulağını bükme, tektipleştirme, susturma dersi yoktur bu Risalelerde. Aynı fabrikanın 'aynı çarkı' olunmadığını kabullenmiş, ama aynı fabrikada birbirine yardım eden çarklar olduklarını da unutmamayı hatırlatan özgürleştirici bir yönü vardır İhlas Risalesi'nin.

Bir çuvaldızı, ama kendimize: Bugün Nurcu gruplardan hangisi İhlas Risalesi'ni (Ve de Şefkat Tokatları'nı) küçük kardeşin kulağını bükmeye değil, onun İslam fabrikası içinde farklı bir ses olabileceğini anlamaya yönelik okumaktadır? Bilakis; bizde İhlas Risaleleri insan yontma metinleridir. Fabrika da Nurculardan (hatta Nurcu alt gruplardan) ibarettir. Ve uyumsuzluk göstermek, fabrikadan (burada medrese oluyor) şutlanmaktır. Peki, ya Bediüzzaman'ın kastettiği fabrika sizinkiler kadar küçük değilse? O vakit, buradan Çin'e, Çin'den ta Nijerya'ya ulaşan (hatta aşan) bir çizgide âlem-i İslam fabrikasının bütün çarklarının aynı boyda veya tektip olması mı beklenmelidir? Veya nasıl beklenebilir? Bu fabrikanın bir parçası Nurcularsa, bir parçası Nakşibendiler, bir parçası Kadiriler, bir parçası İhvan-ı Müslimin, bir parçası Sunusîlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.) Peki Nurcular neden 'asrın vekilinin fabrikasını' kendi atölyeleri kılığına sokarlar? Neden o atölyelerde 'Abi diyorsa doğrudur'cu kardeşler yontarlar?

Burada bir nefes: Metin Karabaşoğlu abi, Üstadın talebeleri içinde Hafız Ali abiye ayrı bir hayrandır; anlatırken dinlemiş olanlar, ilgili yazılarını okuyanlar bilirler. Bunun en büyük sebebi de Hafız Ali abinin, Hüsrev abinin hat meselesinde kendisini geçmesinden duyduğu mutluluk, bu mutluluk içindeki ihlas ve Bediüzzaman'ın 'kalbine baktım, gösteriş değil' demesidir. Yani bütün kendisinin olmasa da, ortaya çıkan yine de bir bütün olduğu için, onun parçası olmakla mutlu oluşudur:

"Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. 'O daha çok hizmet eder' dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek..."

Müminler, hadiste bahsedildiği gibi, nasıl bir binanın taşları olur? Birbirlerini geçmeye çalışarak mı? Hayır, değil. Tektipleşerek mi? Hayır, değil. Birbirlerini başarılarıyla ezikleyerek, 'gıpta damarını tahrik ederek' mi? Hayır, hiç değil. Bunların üçü de hayır değil. Peki, ne öyleyse? Müminler, birbirleriyle yarışmadıklarında, dolayısıyla geçildiklerine üzülmediklerinde, hakikaten kardeş olurlar. Hayırda yarışmak, hayrın vücudî ve küllî yanları esas alınırsa; yani varlıksal ve bütünsel yanları; o bütünün kuvvet bulduğu herşeye sevinmektir. Yalnız kendi grubunun maharetinden mutlu olup, ötekinin başarısını duyduğunda "Eh, işte..." ile küçümsemeye çalışmak değil.

Ben Nurculukta sonlarda gelirim. Ama benden öndekileri/faziletlileri görmekle mutluyum. Bunu aştım: Mısır'da İhvan'ın şanlı direnişiyle iftihar ediyorum. Bunu aştım: Türkiye'de İslamcılık geleneğinin başarısıyla da iftihar ediyorum. Bunu aştım: Ülkemdeki tarikatlerin insanlar için yaptıkları hizmetlerle, çokluklarıyla iftihar ediyorum. Bunu aştım: Dünyanın her neresinde İslam hizmetinde başarılı olan bir kardeşim varsa, onunla da iftihar ediyorum. Hepsini aştım: Çünkü onlarla yarışmıyorum. Biz aynı fabrikanın çarklarıyız. Çarkların boyu farklı olabilir. Yolu farklı olabilir. Ama fabrikanın amacı birdir. İttihad-ı İslam ancak böyle olur.

Her çark, bir diğerine burun kıvıracaksa, abilik veya seçilmişlik taslayacaksa, İhlas Risalesi'ni onbeş günde bir değil, onbeş dakikada bir kere okusanız, yine nafile! Çünkü çarkları zımparalıyorsunuz onla, özgürleştirmiyorsunuz. Bütünü istiyorsunuz onla, parçası olmakla mutluluk öğretmiyorsunuz.

Bunun en büyük dersini; büyüdüğü dönem boyunca, hep birşeylerin tek sahibi olmaya çalışan bir grupla almış olmalıyız. Bunlar öyle bir hale gelmişlerdi ki; değil dindar herhangi bir grup, başka bir Nurcu grup kendi öğrencileriyle irtibat kurar korkusuyla cuma namazlarının çıkışında öğrencilerini bekliyorlardı. Hatta hiç unutmam; bir başka Nurcu gruptan olduğu için aynı lisede öğrenci olduğumuz Erzurumlu bir arkadaşla konuşmamızı dahi yasaklamışlardı. Böyle saçma bir sahiplenme ile herşey tek bizim olsun istiyorlardı. Bakın sonları ne oldu? En son devleti de istediler, şimdi ellerindekini kurtarmaya çalışıyorlar. Halbuki biz sahiplenmedikçe artarız. Biz demedikçe 'biz' oluruz. Yolumuz varlıktan değil, fenadan geçer. Fenafilihvan, varlığımızdır bizim.

27 Mayıs 2014 Salı

Bir gruplaşma hastalığı olarak: Allah'ı tekeline almak

"Suçluların dinsiz-imansız olduğu söylenir. Bunun anlamı nedir? İzninizle söyleyeyim. Öncelikle şunu kafanızdan atın: Allah sizi unutmadı! Hapishanenin kapısı size kapalı olabilir. Ancak Allah'a giden yollar her zaman açıktır. Kaçmak için yol aramaktan vazgeçin. Allah sadece iyi insanlara ait değildir. Bizim Allahımız suçluların da Allahıdır. Sadece Allah insanlara ayrımcılık yapmaz. (...) Ne yazık ki, bazı insanlar herşeyi kendileri için istiyorlar." Marmoulak (Kertenkele) filminden...

Şöyle bir noktadan başlayalım: Hem Yeniasya'nın (belki sadece merkezinin demeliyim) hem Gülengillerin (buna tamamı dahil edilebilir) Risale-i Nur'daki deprem bahislerini okuyuşlarını rıza-yı ilahîyi arayan, iyi niyetli ve hayırlı okumalar olarak değil; bilakis, zaten hedefi belli, kendi gruplarının hükümetle yaşadıkları gerilimden fazlaca etkilenmiş ve dolayısıyla 'siyasi' okumalar olduğunu düşünüyorum.

Bediüzzaman Hazretlerinin İçtihad Risalesi'nde de dikkatlerimizi çektiği gibi; her zamanda, nazarların ona müncer olduğu, rağbet gören bir mal var. Rağbet, nazarı da (ve dolayısıyla yapılan yorumu da) etkileyen birşey. Bugünün metaı da siyaset. Bu nedenle bundan fazlaca etkilenmiş, hatta kronik maraz haline getirmiş grupların Risale metinlerinden ve kevnî hadiselerden yaptıkları içtihadlar da sağlıklı olmuyor; nazar arzda takıldığı için içtihad da arzî oluyor; rıza-yı ilahîyi hedeflemediği için semaya çıkamıyor. Bediüzzaman'ın, İçtihad Risalesi'nde, ısrarlı bir şekilde, zamanın içtihada uygun bir zaman olmadığını belirtmesi biraz da bundan kanaatimce.

İkinci olarak; bu konuyla ilgili bir önceki yazımda ("Aba altından 'musibet göstermek!" yazısı) altını çizdiğim gibi; bu arkadaşlar, bizzat Bediüzzaman'ın kelama bakılırken dikkat edilmesini tembihlediği "Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!" kaidesini de dinlemiyorlar. Devr-i sabıkın Mustafa Kemal'li, İsmet İnönü'lü körkütük istibdat yönetimini kesip, onun yerine son on yılda ülkeye en büyük özgürlükleri getirmiş Erdoğan'lı AK Parti'yi; zamanın müceddidinin bizzat başında olduğu, siyasete ve dünya menfaatine eli eteği değmemiş pâk Nur mesleğini de kesip, burunları bir türlü siyasetten çıkmayan, hatta devlet içinde devlet olmaya çalışan ve kendi içlerinde kavga etmekten artık bölük pörçük bir hale gelmiş 'tek adamlı' mesleklerini koyuyorlar. Ondan sonra da diyorlar ki: "Kardeşler! Bakın bu aslında budur..."

Bu arada şunu da belirtmeliyim: Depremlerin veya başkası doğal afetlerin birer ilahî ikaz olduğunu reddetmiyorum. Ama bunu siyasetten bağımsız, günübirlik seçimlerden uzak, iman ve Kur'an ekseninde hatalar düzeyinde düşünüyorum. Mesela; başımızdaki hükümet, eğer dindar bir hükümet değil de din düşmanı bir hükümet olsaydı; camileri kapatsaydı, Kur'an'ı yasaklasaydı, Risaleleri evleri basarak toplatsaydı; sadece biz değil, bütün dindarların artık yaka silktiği bir düzeyde olsaydı bu iş, musibetleri böylesi bir düzlemde anlamlandırmak mümkün olabilirdi. Ama elinizi vicdanınıza koyun; pek yapmıyorsunuz çünkü bu sıralar; var mı böyle birşey?

Allah'a şükür, öyle bir hükümetimiz var ki başımızda; kusurları olmakla birlikte; gelişmeye ve geliştirmeye müsait. Birşeyler yapıyor ve daha fazlasını da yapmaya çalışıyor. Şimdi saymaya kalksam değiştirdiklerini, iyileştirdiklerini bu yazıya sığmaz. Peki neden Allah onları ve onları seçmek dolayısıyla bizi tokatlıyor? Meczuplara göre bunun cevabı şu: Bu hükümet, Gülengillerin paralel devlet kurmasına izin vermedi, operasyon yapıyor ve ayrıca Yeniasya'ya da bandrol vermiyor. İyi de ne dindarlar Nurculardan ibaret, ne de Nurcular Gülencilerden veya Yeniasyacılardan. Hal böyleyken, yani umum ümmet hükümetin icraatlarından memnun ve destekçisiyken (hatta tüm İslam coğrafyasından dualar alırken), siz nasıl seçilmiş bir grup veya gruplarsınız ki; Allahın iradesini tekelinize alabiliyor ve "Bu bize yapılanlardan dolayı oluyor!" diyebiliyorsunuz. Levh-i Mahfuz yazılırken başında mı duruyordunuz?

Musibetlerin neden geldiği, neye geldiği, kime geldiği, bunlar öncelikle içtihadî meselelerdir. Sorumlulukta sebep tahtındaki hatalardan/eksiklerden sonra bunlara bakılır. İnsanlar kendilerine yönelik, nefislerine yönelik çıkarım yapabilirler; ama tutup ötekine yönelik dersler çıkarmak, kusura bakmayın ama, biraz cesaret ister. Bediüzzaman gibi asfiya sınıfından bir âlim; ilmiyle ve ferasetiyle böyle bir konuda içtihad yapabilir. Fakat tek marifeti oturdukları gazetelerin köşelerinden siyaset döşenmek olan köşeyazarlarının böyle bir çapı var mıdır acaba?

Ben bunları böyle söyleyince diyorlar ki: "Sen depremlerin umumî musibet olduğunu inkar mı ediyorsun?" Hayır etmiyorum, ama her musibeti sizin gibi öteki üzerinden okumaya da cesaret edemiyorum. Mesela Mucizat-ı Ahmediye'de geçen şu hadiseyi: "Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi." Şimdi diyebilir misiniz ki, bu deprem, yani Uhud'un veya Hira'nın sallanması oradakilerin (hâşâ) günahkâr olmasından gerçekleşti?

Demek her musibete bu gözle bakamıyoruz. Hassaten insanlığın hayırlılarına gelmiş musibetlere 'makamlarını yükseltme aracı' olarak da nazar ediyoruz. "Büyük buhranlar büyük doğumların sancısıdır" diyoruz mesela. Peki sizin elinizde nasıl bir ölçüm cihazı var ki, hiç bu ihtimalleri hesaba katmadan, karşısındakini günahkâr ilan edebiliyor? Neden hiç nefsim demiyor? Hastalar Risalesi'nde bile Bediüzzaman, 'günahların kefareti' bahsini ancak 8. Deva'da anlatır. Sizin bu kadar da mı merhametiniz yok kardeşlerinize veya bu kadar mı eminsiniz kendinizin kurtarılmışlığınızdan?

Musibetler gaflet dağıtıcılardır. Allah, rızası yoluna daha çok hasr-ı nazar etmeyi bu musibetler vesilesiyle hepimize nasip eylesin. Ama 'hepimize' eylesin. Yalnızca içimizdeki bir zümreye değil. Çünkü hiçkimsenin kurtuluşu garanti değil. Musibetleri 'ötekiler üzerinden' okumak bu yüzden tehlikeli. Ayet-i kerime de belki bu yüzden bizi uyarıyor: "Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Mahçupyan'dan bir Bediüzzaman analizi: Yeni bir dindarlık

Etyen Mahçupyan, geçtiğimiz ay çıkan ve kendisiyle yapılan söyleşilerden oluşan Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Bediüzzaman üzerine şöyle bir analizde bulunuyor:

"Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Kitabın ilerleyen kısımlarında bu 'referans oluş'un detaylarına dair de hoş tesbitler var:

"Bir tür gizli direnişle, bir tür kendine dönme ve aynı zamanda da adapte olma serüveniyle yaptı. Çünkü gene Bediüzzaman'dan biliyoruz ki; modernliğin araçları vs. konusunda hiçbir şekilde bir olumsuz tavrı olmadığı gibi tam tersine teşvik edici mesajları var. Dünyadan kaçan değil dünyanın içine giren; dünyanın içinde, onunla hemhâl olan yeni bir dindar anlayışından söz ediyor. Bu anlamda, aslında, eğer gerçekten modernleşmeyi bu sosyolojik zeminiyle beraber kavrayan bir rejim olsaydı; Said Nursî'nin dediklerinin bir imkan, bir potansiyel olduğunu belki kavrardı hükümet ya da devlet; ama böyle bir bakış yoktu."

Benzer bir tesbiti Bediüzzaman Said Nursî Olayı isimli eserde, Şerif Mardin'den okursunuz. Kastamonu'da bazı lise talebelerinin kendisini ziyaret edip; "Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" demesi üzerine, Bediüzzaman'ın; "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz" şeklinde cevap vermesi, Mardin'e göre 'minderde kalma' tavsiyesidir müslümanlara. Bediüzzaman, olumsuzluklarına dair eleştirel dil kullanmasına rağmen, bilimin dışlayıcısı olmamıştır kesinlikle. Hatta sorunu, bilginin kendisiyle değil, ona bakan nazarın problemiyle tanımlayarak dindarların önünde öğrenmeye ve öğrendiklerini bir ölçüde İslamîleştirmeye açık bir alan bırakmıştır. Bu noktada Mardin'in tesbiti, Mahçupyan'ın tesbitiyle kesişir. Bediüzzaman'ın dindarlık anlayışı 'dünyadan kaçan değil dünyanın içine giren yeni bir dindar anlayışı'dır.

Ben bu dindarlık anlayışın dünyevileşmeyle karıştırılmamasının önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, aslında bu marifet ekseni de bir tür dünyaya dönüş içermekte; fakat bu dönüş İslamiyetten bir uzaklaşmayı değil, aksine İslam'ın özüne dönmeyi kastediyor. Bediüzzaman'ın hassaten Vahdet-i Vücud ve Vahdeti'ş-Şuhud meslekleri ile Nur mesleğini karşılaştırdığı yerler, bu bakışın veya dünyaya/eşyaya dönüşün ışığını nereden aldığını göstermekte önemli:

"(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden "Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır" sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var.

İşte Hüve Nüktesiyle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmâlen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek, bu dehşetli zaman daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki, Kur'ân-ı Hakîmin i'câzıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir nâşir olmuşlar.
"

Külliyat içindeki bu gibi metinlerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, varlığın birebirde kulluk için bir sorun teşkil etmediğini, zira Kur'an'ın da nazarımızı hep varlığa çevirip oradaki ayetlere işaret ettiğini nazara vermekle; diğer bazı ekollerin faydalı/etkin fakat modern zamanlara göre eksik/zorlayıcı kalan yanlarını doldurmaktadır. Çünkü başka bir yerde de dediği gibi; varlık hayır üzerinedir ve küllîdir. Şerler ise cüzîdir ve nazar hatalarından kaynaklanmaktadır. Müminin eşyayla ilişkisi bu yüzden dostanedir, düşmanca olamaz.

Bu yönüyle Etyen Mahçupyan'ın 'yeni bir dindarlık' olarak tarif ettiği şey, Bediüzzaman'a göre; Kur'an'ın aslına/özüne ve ondaki metadolojiye geri dönmektir ve varlığa sırtını dönmeden, varlıkla fikirsel bir mirac yaşamaktır. Allah Resulünün miraca yalnız ruhuyla değil, bedeniyle birlikte çıkması bu noktada ne kadar da anlamlıdır. Bedensel ve maddî olanı kerih görmek, sanıyorum zühd mesleğiyle beraber âlem-i İslam'a malolan birşey. Bu bilime bakışı da olumsuz etkilemiş bir yönüyle. Sahabe mesleğine dönüş ise, yeniden eşyayla barışmayı gerektiriyor. Ama fıska kapılmadan, ama kölesi olmadan. Belki bir açıdan sekülerleşmek bu, ama günaha bulaşmadan yaşanan türden. Yazının sonuna gelmişken Mustafa İslamoğlu'nun 'itikaf' üzerine yaptığı bir tesbit geldi aklıma. Şöyle diyordu yanlış hatırlamıyorsam: Halk içinde, halktan kopmadan, halkın mescidinde bir inziva...

Ne miracı bedeninden kopuktu, ne itikafı halktan. Ey Allahın Resulü, senden öğrenecek daha ne çok şeyimiz var.


Not: Bu yazının mirac gecesine denk gelmesi ne hoş oldu.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...